Bu makale Toplum ve Hekim Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2015 - Cilt: 30 - Sayı: 3'de yayınlanmıştır.
Kapitalist Üretimde Birikimin Kaynağı:
Esneklik ve Güvencesizlik
Üretim
ve emek süreçlerinde esneklik ile emekçiler için güvencesizlik kavramları
birbirine içkindir. Kapitalist üretim doğrudan doğruya sermaye birikimini
amaçladığı için sermayedarların birbirleri arasındaki rekabette üstünlük elde
etmesi gerekir. Bunun için pazara sunulan ürünlerin miktarı ve çeşidinin hızla
değiştirilebilmesi yani ürünün talep esnekliğinin sağlanması ve maliyetlerin en
düşük düzeye indirilmesi amaçlanır. Bu durum doğrudan emek süreçlerine yansır
ve sermaye, emek gücünün üretimin esnekliğine ayak uydurmasını ister. Kapitalist
birikimin ihtiyaçlarını karşılayacak esnekliğe sahip olabilmesi için emek gücü
piyasada kullanım değeri yaratabilmeli ve metalaşmış olmalıdır. Emek gücünün
piyasada meta olarak bulunabilmesinin iki temel koşul vardır. Birincisi emek
gücünün sahibi olan işçi, meta olarak kendi emek gücü üzerinde tasarrufta
bulunabilmelidir. Bunun için emek gücü meta olarak mübadele edilebilmeli;
sermayeden ayrışmış, bağımsızlaşmış ve nesneleşmemiş (canlı emek) olmalıdır.
İkinci koşul ise işçinin üretimi sürdürebileceği araçlardan koparılıp
(mülksüzleştirilip ya da köle ve serf olmaktan çıkartılıp) yaşamını
sürdürebileceği geliri elde edebilmek için emek gücünü başkalarına satmak
zorunda bırakılmasıdır. Emek gücü mübadele edilebilir bir meta haline gelen ve
mülksüzleşen işçinin yaşamını sürdürebilmesi için bir işte çalışmaktan başka
bir seçeneği kalmayacaktır (Marx, 2011).
Burjuvazinin egemenliği ele geçirmesiyle birlikte geleneksel güvence
mekanizmalarının (aile içi dayanışma, inanç temelli yardımlaşma kurumları vs)
işlevini yitirmesi, işçi için bu seçeneksizliği çok daha belirgin hale
getirmektedir. Böylece işçi tamamen güvencesiz hale gelerek sermayenin
tahakkümüne rıza göstermekte ve onun dayattığı tüm koşulları kabul ederek
çalışmak zorunda kalmaktadır.
Emekçi
kitlelerin güvencesiz olması kapitalist sistemin çözmekte yetersiz kaldığı bir
sorun değildir. Sermaye birikiminin ve aynı zamanda kapitalist üretim
sisteminin sürekliliği için emekçilerin güvencesiz olması bir zarurettir. Zira
emekçilerin güvencesiz olması hem üretim sürecinde esnekliğin gereğidir; hem de
işçiyi esneklik koşullarına razı etmenin yoludur. Güvencesizlik esnekliğin
gereğidir; çünkü emek gücünü üretimin esnekliğine uygun hale getirmek ve emek
maliyetlerini en düşük düzeye indirebilmek için sermayenin emek gücünün
miktarını, çalışma süresini, ücretini serbestçe belirleyebilmesi gerekir. Keza
kapitalizmde üretimdeki esnekliğe uyum sağlayamadığı ve birikim için gereken
artı değeri yaratılamadığı yani “katı” olduğu için köle, serf gibi emek
biçimlerinin yerine işçinin “özgür” olduğu bir emek süreci tercih edilmiştir.
Güvencesizlik aynı zamanda işçiyi esneklik koşullarına razı etmenin yoludur;
çünkü üretim sürecinde esneklik, emek gücünü tamamen sermayenin tahakkümü
altına almakta ve işçiyi son derece ağır koşullarda çalışmaya zorlamaktadır.
Hiçbir işçi çaresiz bırakılmadan bu koşullarda çalışmayı kabullenmeyecektir.
Oysa güvencesiz işçi yaşamak için çalışmak, bunun için de işverenin tüm
koşullarına –kimi zaman kendisini ölüme götüreceğini bilerek- rıza göstermek
zorundadır.
Emekçiler
güvencesizliği ve sermayenin kendileri üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümü
kabullenmemiş, daima bundan kurtulmanın arayışı içinde olmuştur. Ancak
yaşamlarını sürdürebilmek için gerekli olan bir iş bulabilmek ya da mevcut
işlerini kaybetmemek için diğer emekçilerle rekabet etmek zorunda kalmaları,
aralarında dayanışma bağları oluşmasını ve kendilerini sefalete sürükleyen
koşullara karşı birlikte mücadele etme güdüsünü engellemiştir. Bu engelin
aşılıp, sermayeye karşı birlikte mücadele çabasına girildiği durumlarda da
devletin baskısıyla karşılaşmışlardır. 18. yüzyılın sonlarından itibaren
sanayileşmeyle birlikte yaygınlaşan burjuva devletleri, emekçilerin insanca
çalışma ve yaşama taleplerini karşılayacak düzenlemeler yapmak bir tarafa,
çalışma koşullarını sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemiş ve
örgütlenme çabalarını zor kullanarak engellemiştir. Tüm baskılara,
engellemelere karşı esnek çalışma düzeninin üzerlerinde yarattığı tahakküm ve
buna rıza göstermelerine neden olan güvencesizliğe karşı emekçiler, bireysel
çabaların sonuç vermeyeceğini görmüşlerdir. Birbirleriyle rekabet eden ve bu
rekabette üstünlük sağlamayı, emeği daha fazla sömürmenin gerekçesi olarak
gösteren sermayedarların emekçilerin talepleri karşısında rekabeti bir tarafa
bırakıp dayanışma içerisine girmeleri; işçilerin de sermaye karşısında
çıkarları ortak bir sınıf oldukları bilincine varmasını sağlamıştır.
Esneklik ve Güvencesizlik Karşısında
İşçi Sınıfının Tarihsel Rolü
19.
Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren giderek yaygınlaşan burjuva devrimleri
toplumsal ilişkilerde burjuvazinin egemenliğini daha da arttırmış; üretim ve
emek süreçlerinde esnekleşmeyle birlikte işçilere dayatılan koşullar daha da
ağırlaşmıştır. 1848 yılında giderek ağırlaşan dayatmalar ve yaygınlaşan sefalet
karşısında emekçiler Avrupa’nın birçok ülkesinde ayaklanmıştır. Esnekleşmenin
sınırlandırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle
gerçekleştirilen ayaklanmalar genellikle kanlı biçimde bastırılmıştır. Ancak
işçi sınıfı, önceleri aralarında yardımlaşma mekanizması olarak kurup daha
sonra sınıf mücadelesi aracı haline dönüştürdükleri sendikalar aracılığıyla
sermaye karşısında mücadele etme konusunda önemli ilerlemeler sağlamıştır (Yeliseyeva, 2009).
1848
Devrimlerine kadar esnekliğin sınırlandırılması, çalışma koşullarının
iyileştirilmesi ve güvenceli bir yaşam talebiyle sürdürülen mücadelelerde
sadece işverene karşı yürütülen bir mücadelede sağlanan kazanımların geçici
olduğu, uzun dönemde başarı sağlamadığı görülmüştür. Zira emekçilerin
işyerlerinde karşılaştıkları sorunlar sadece o işyerinden ya da o işyerinin
sahibi olan işverenden kaynaklanan münferit sorunlar değildir. Emekçilerin
yaşadığı sorunlar sadece üretim süreciyle de sınırlı kalmamaktadır. Emekçiler
için güvencesizlik ve sermayenin tahakkümü üst yapıya yani toplumsal yaşamın
tümüne yansımaktadır. Üretim sürecinde kendi emeği üzerindeki tasarrufu
kaybetmiş olan emekçiler toplumsal yapının düzenlendiği siyasal karar alma
mekanizmalarında da hiçbir söz hakkına sahip olamamaktadır. 1848 Devrimleriyle
birlikte K. Marx ve F. Engels’in mücadele deneyimleri ışığında geliştirdiği ve öncülüğünü
yaptığı “bilimsel sosyalizm” işçi sınıfı üzerinde etkili olmuş; ekonomik ve
siyasal hak mücadelesi, kapitalizme alternatif bir sistem talebine dönüşmüştür.
Bu alternatif, “sosyalizm”dir. Sosyalizm emek gücünü, üzerinden artı değer
sağlanan bir meta olarak gören üretim sistemine ve mülkiyeti en yüce değer
olarak gören liberal devlet anlayışına karşılık, mülkiyetin ve emeğin
toplumsallaştırılmasını öngörmektedir. Bu sistemde üretim, kapitalist birikimi
amaçlamayacak, yaşamlarını sürdürebilmek için işçiler emek gücünü sermayedara
satmak zorunda kalmayacaktır. Dolayısıyla emeğin sömürüsüne dayanan kâr
mekanizması ve temel işlevi mülkiyeti korumak olan liberal devlet anlayışı
ortadan kalkacak ve toplumun tümü güvence altına alınmış olacaktır (Müftüoğlu, 2014).
19.
yüzyılın ikinci yarısında esnekliği yani emek sömürüsünü sınırlandırmak ve
güvencesizliğe karşı yürütülen sınıf mücadelelerinin Marxsizmin etkisiyle
sisteme karşı devrimci bir hareket haline dönüşmesi işçi sınıfının burjuvazi
üzerindeki tehditlerini yoğunlaştırmıştır. I. ve II. Enternasyonal işçi sınıfı
mücadelesini ulusal sınırlar içinde bir hareket olmaktan çıkartmış; Paris
Komünü ise işçi sınıfı mücadelesinin sadece ekonomik taleplerle yürütülen bir
mücadele olmadığını burjuvazinin egemenliğine son vermeyi de hedeflediğini
göstermiştir. İşçi sınıfı hareketinin enternasyonalleşmesi ve devrimci bir
perspektife yönelmesi, esneklik ve güvencesizliğe karşı mücadeleyi daha da
güçlendirmiştir. 8 saatlik işgünü, çocuk çalışma yaşının sınırlandırılması,
kadınların madenlerde ve gece saatlerinde çalıştırılmaması, insanca yaşayacak
bir ücret gibi talepler üzerine mücadele her zaman ön planda olmuş; emekçi
kitleler bu talepler etrafında örgütlenmiş ve sınıf mücadelesi içerisine
katılmıştır.
Üretim
sürecinde sömürüye, güvencesizliğe karşı başlayan ama daha sonra kapitalizme
büyük bir tehdit haline dönüşen işçi sınıfı hareketine karşı burjuvazi, bir
takım tavizler vermek zorunda kalmıştır. İşçi sınıfının tehditlerine karşı ilk
taviz, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da Bismarck
yönetiminden gelmiştir. Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler
karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle
bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken
(sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan
devlete “sosyal” bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1883’te
hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortasını
yürürlüğe koymuştur (Sosyalizm
Ansiklopedisi, 1988). Böylece çalışamayacak kadar hasta, sakat ve yaşlı
olanlar çalışmadan da yaşamlarını sürdürebilme güvencesine sahip
olmuşlardır.
Yine
işçi sınıfının tehditlerini bertaraf etmek üzere 19. yüzyılın başından itibaren
yasaklanan genel sendikalar, işverenler ve devlet tarafından tanınmaya
başlamış; 1891 yılında Sidney ve Beatrice Webb’ler tarafından ortaya atılan
toplu pazarlık sistemi ilk kez İngiltere’de kabul görmüştür (Koray, 1992). Toplu pazarlık sistemiyle
üretim sürecinde sermayenin mutlak tahakkümü kırılmış, işçiler de sendikaları
aracılığıyla ücret ve çalışma koşullarının belirlenmesinde söz sahibi
olmuşlardır. Öte yandan yine işçi sınıfının temel talepleri olan çocuk
çalışması ve çalışma sürelerinin sınırlandırılması, iş kazalarında işverenin
yükümlü olması gibi düzenlemeler de emek süreçlerinde esnekliği ve sermayenin
emek üzerinde kurduğu tahakkümü kısmen de olsa sınırlandırmıştır. Siyasi
katılım konusunda da emekçi kesimlerin seçme ve seçilme hakkı genişletilmiş ve
sosyalist partilere yönelik yasaklamalar kaldırılmıştır.
İşçilerin
özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında yürüttüğü mücadelelerle elde ettiği
haklar, emek süreçlerinde esneklikle beraber emek gücünün yarattığı artı değeri
de sınırlandırmış ve sermaye birikim sürecinin tıkanmasına neden olmuştur.
Krize dönüşen bu tıkanıklığı aşmak için emeği yeniden tahakküm altına alacak
üretim ve yönetim biçimlerini geliştirme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Ancak daha
öncekilerden farklı olarak geliştirilecek yeni üretim ve yönetim biçimlerinin
işçi sınıfını ve onun örgütlü gücünü de hesaba katması gerekmiştir. F.W.Taylor, sendikalar ve toplu pazarlık
nedeniyle kapitalist işletmenin giderek karmaşık hale gelen emek denetim
sorunlarını çözmek üzerine çalışmalar yapmıştır. Taylor bu çalışmalarında
belirli kurallar koyup işçinin bu kurallara uymasını beklemek yerine işçiye
inisiyatif bırakmadan, üretimin tamamen yönetimin kontrolü altında
gerçekleşeceği bir tarzda düzenlenmesini amaçlamıştır. Taylor böylece iş
bölümünde o zamana kadar görülmemiş bir büyük “devrime” de öncülük yapmıştır (Braverman, 2008).
Taylorist
yönetim biçiminde işçi, kapitalist emek sürecinde her türlü beceriden, üretim
bilgisinden ve zihinsel faaliyetten kopartılarak, vasıfsızlaştırılmaktadır.
Birbirlerinden farksızlaştırılan işçiler, her türlü küçük parça işi yapar hale
getirilmekte ve değersizleştirilmektedir. Taylorizm’le birlikte tüm bu yönetim
pratiği kapitalist ideoloji ve amaçlar etrafında şekillenmeye başlamıştır. Bu
nedenle Taylorizm, iş yerindeki verimliliği arttırıcı etkisinden çok, içinde
barındırdığı ideoloji nedeniyle kapitalist üretimde büyük önem kazanmış ve
uygulama alanı bulmuştur. Taylor’un bilimsel yönetim anlayışı, 20. yüzyılın ilk
çeyreğinden itibaren sanayide yaygın biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Henry
Ford, otomobil fabrikasında işleri parçalayarak, basitleştirmeye dayanan
Taylorist iş örgütlenmesini daha ileri taşıyarak işin hızını birebir işverenin
belirlemesini sağlayan “taşıyıcı bant” sistemini uygulamaya sokmuştur. Artık
emek sürecini düşünen, tasarlayan ve uygulayan ustaların yerini sadece küçük
bir parça-işi sürekli tekrarlayan vasıfsız işçiler almıştır. Böylece sermayenin
vasıflı işçiye bağımlılığı azalmış; emek sürecinin denetimi ve hızını tamamen
sermayenin belirlemesiyle birlikte üretkenlik büyük ölçüde artmıştır (Ansal, 1985).
Fordizmin
stoklu üretim özelliği sayesinde ürün talebinin esnekliği olabildiğince sınırlandırılmıştır.
Ayrıca üretimin standart ürün tipine/modeline göre tasarlanmış olması üretimde
esnekliğin sınırlandırılması ve hatta 1970’ler sonrasında “katı” olarak
tanımlanan bir üretim tarzını ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fordist üretimde
esnekliğin sınırlandırılmasıyla birlikte emek talep esnekliği de sınırlanmış ve
sekiz saatlik çalışma süresi, çalışma yaşının sınırlandırılması ve süresiz
sözleşmeyle güvenceli çalışma gibi standart çalışma biçimlerinin geçerli olduğu
bir emek süreci ortaya çıkmıştır. Öte yandan emek talebindeki artış ve seri
üretimin ihtiyaç duyduğu kitlesel tüketim, işçilerin satın alma güçlerini
arttırmayı gerektirmiş ve emek verimliliğindeki büyük artışın da olanak
vermesiyle ücretlerde görece bir yükselme sağlanmıştır. Ücretli emeğin artması
ve işçilerin büyük fabrikalarda toplulaşmasıyla birlikte ücretlerin ve çalışma
koşullarının belirlenmesinde bireysel sözleşmelerin yerini toplu pazarlık ve
toplu sözleşmeler almıştır (Arın, 1985).
Esnekliğin
sınırlanması ve emek süreçlerinde standartlaşmayla birlikte emekçinin daha uzun
süreler çalıştırılıp daha düşük ücret ödenmesine dayanan mutlak artı değer
üzerinden sermaye birikimi elde etme anlayışı yerini emeğin verimliliğini
arttırmaya dayalı nispi (görece) artı değeri yükseltecek bir anlayışa
bırakmaktadır. Mutlak artı değerin sınırlandırılmasıyla birlikte işçi sınıfının
19. yüzyıl boyunca süren mücadelesinin temel talepleri (8 saatlik iş günü,
çocuk çalışmasının sınırlandırılması, iş güvencesi vb) belirli ölçülerde de olsa
karşılanmıştır. Ancak Taylorist-Fordist üretim sistemi bir taraftan 19.
yüzyılda geçerli emek gücünü açıkça sömürme serbestliğini sınırlarken, emeği
yabancılaştırarak ve vasıflaştırarak, sermayenin üretim sürecinde denetimini ve
dolayısıyla emek gücü üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır. Öte yandan emek
verimliliğini en üst düzeye çıkartmaya yönelik yöntemlerle iş yoğunluğu
artmıştır; bu nedenle işçiler işlerini kısa sürede terk etmeye başlamışlar işçi
devri hızlanmıştır (1914 yılında yıllık işgücü devri (turnover) oranı yüzde
400’e ulaşmıştır). Bu yoğun ve sıkıcı iş temposuna karşı işçiler tepkilerini
makinelere sabotaj, kasıtlı üretim hataları, işten kaytarma biçiminde
göstermeye başlamış; sendikalaşma eğilimleri artmıştır (Ansal, 1985).
Üretim
sürecinin denetimini tamamen işverene devreden Taylorist-Fordist üretim/yönetim
modelinde sendikalaşma eğilimlerinin artmasına olanak sağlayan koşullar şu şekilde
özetlenebilir: 1) Üretimin tüm aşamalarının tek çatı altında toplandığı büyük
fabrika sisteminde gerçekleşmesi, üretimin sürekli olması (stoklu üretim) ile
istihdam biçimlerinin ve çalışma koşullarının standartlaşması çok sayıda
işçinin ortak çıkarlar için bir araya gelmesini kolaylaştırmıştır. 2) İşçilerin
üretim sürecine müdahale edebilmesi ve ortak çıkarlar için mücadele
olanaklarının artması, sermayenin tahakkümüne karşı örgütlenme ve mücadele için
de uygun koşulları yaratmıştır. 3) Üretimin birbirine bağımlı bir hat üzerinde
gerçekleşmesi bir üretim birimindeki az sayıda işçinin dahi tüm üretimi durdurabilmesini
olanaklı hale getirmiş; böylece grevlerin etkisi artmıştır (Müftüoğlu, 2014a).
Sendikalaşma
eğilimleri karşısında başta H. Ford olmak üzere işverenler katı bir tutum
sergilemiştir. Ancak bir taraftan kitlesel tüketim ihtiyacının işçilerin satın
alma gücünü arttırmayı gerektirmesi, diğer taraftan 1929 krizini aşmak üzere
devletin sermayeye desteğini öngören New Deal politikaları ve silah üretimine
ağırlık veren savaş programıyla emek talebinin artması, sermaye ile emek
arasında bir uzlaşmayı gerekli hale getirmiştir. J.M.Keynes’in 1936 yılında
yayınladığı Genel Teori kitabıyla kuramsallaşarak Keynesyen politikalar adını
alan ve Fordizmin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde yaygınlaşan talep yönlü
iktisat akımı da çıkarları uzlaşmaz iki sınıf arasında görece bir uzlaşmayı
gerekli görmüştür. Öte yandan soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin
güçlenmesiyle birlikte artan sosyalizm tehdidi de burjuvazinin işçi sınıfıyla
uzlaşı içinde olması için bir başka gerekçe olmuştur (Müftüoğlu, 2014a).
Devletin
sendikal faaliyetleri teşvik eden düzenlemelerinin de etkisiyle sendikaların
toplu pazarlıklar yoluyla emek süreçlerinde etkisi artmıştır. Sendikalar artık
sadece üretim sürecinde değil, siyasal alanda da baskı gücü oluşturan önemli
bir aktör haline gelmiştir. Ancak bu dönemde sendikalar Fordist emek sürecinde
işçilerin becerilerine dayanan gücü ve kontrolü korumak yerine genellikle
vasıfsızlaştırılmış işlerini korumaya, çalışma koşullarını ve ücretlerini
iyileştirmeye yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda sektör ve ülkeye göre farklılıklar
göstermekle birlikte sendikalar, Fordizme karşı sınıf perspektifine dayanan
politikalar izlemek yerine genellikle işyeri/ücret sendikacılığını
benimsemiştir. Öte yandan soğuk savaşla birlikte birçok kapitalist ülkede
sendikalar, sistemin ideolojik aygıtları olarak görülmüş ve işçi sınıfını
sosyalist ideolojiden uzak tutmakla görevlendirilmiştir. Özellikle kapitalist blokta
yer alan ülkelerin sendikaları sosyalist ülke sendikalarının da içinde yer
aldığı Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’dan ayrılarak 1949 yılında
kurdukları Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU), kapitalist sistemin
çelişkilerini sorgulamayan ve işçi sınıfını sosyalizmden uzak tutmayı görev
edinmiş, soğuk savaş dönemi sendikacılığının uluslar üstü boyutta öncülüğünü
yapmıştır[1].
(Grafik-1) Seçilmiş Ülkelerde Sendika Üye Yoğunlukları
Kaynak:
http://www.waelde.com/UnionDensity/
Yukarıdaki
grafikte de görüldüğü gibi Fordist dönemde (ülkeler arasında farklılıklar
olmakla birlikte 1920’lerden başlayıp, 1970’yılların sonlarına kadar devam
eder) sendikalar, nicel olarak büyümüş, toplu pazarlıklar yoluyla işçiler adına
üretim sürecinde ve toplumsal alanda etkilerini arttırmıştır. Ancak bu nicel
genişlemeye karşılık sendikalar, bilimsel sosyalizmden; işçi sınıfı
ideolojisinden uzaklaşarak bürokratik bir yapı içerisinde hapsolmuş ve sistemin
ideolojik aygıtları haline gelmiştir (Althusser,
2008). Kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizin ardından liberal ekonominin ve
esnek üretimin yeniden geçerli hale gelmesiyle birlikte sendikaların Fordist
dönemdeki çürümüşlüğü çok daha açık biçimde görünür olmuştur.
Yeniden Esneklik Karşısında Sendikalar
1970’lerin
başında belirginleşen krizin nedeni, sermayenin aşırı değerlenmesi ve yükselen
sabit sermaye yatırımlarının yetersiz artık değer üretmesidir. Yani kriz, aşırı
birikim krizi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sermaye için asıl sorun pazar
değil, artık değer yani sömürü oranını arttırmaktır. Oysa Fordist üretim sistemi
ve talep yönlü ekonomi anlayışıyla gerçekleştirilen düzenlemeler sömürü
oranının arttırılmasını engellemektedir (Arın,
1985). Sömürü oranını arttırmak için üretim sisteminde yeniden bir dönüşüm
gerekli hale gelmiştir.
Krizden
çıkmak için üretim sisteminde gerçekleştirilen bu dönüşüm; artı değeri sınırsız
biçimde yükseltmeyi sağlayacak esnek üretim biçimlerinin raftan indirilip
yeniden uygulanmasına dayanmaktadır. Bu dönüşüm aynı zamanda emekçi kesimlere
sosyal güvence sağlayan sosyal devlet/refah devleti politikalarını da sona
erdirmektedir. Bir taraftan üretim ve emek süreçlerinde esneklikle birlikte iş
güvencesinin ortadan kalkması diğer taraftan sosyal devletin tasfiyesiyle
birlikte sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal hakların aşınmaya başlaması,
emekçileri sahip oldukları tüm güvenceyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
bırakmıştır. Emek süreçlerinin yeniden esnekleşmesi ve güvencenin yeniden
kaybedilmesi, sermayenin emek gücü üzerindeki tahakkümünün önündeki
sınırlamaların ve işçi sınıfının tüm kazanımlarının ortadan kalkma tehlikesini
de beraberinde getirmektedir.
Dünyanın
dört bir yanında yüz milyonlarca emekçi, 19. yüzyılda esnekleşme ve
güvencesizliğe karşı mücadelenin aracı olan sendikalardan tehlikeye giren
kazanımlarını savunmasını beklemiştir. Ancak 1970’lerde başlayan ve yaklaşık
kırk yılı aşkın süredir uygulanan yeniden esneklik ve güvencesizleştirme
politikaları karşısında sendikalar bu beklentiye yanıt olamamıştır. Bunun
nedenleri için bir taraftan sendikal yapıları diğer taraftan da üretim
sistemindeki değişimin sendikalara ve emeğin yapısına etkilerini değerlendirmek
gerekir.
Öncelikle
şunu belirtmek gerekir ki 1970’lerle başlayan dönüşüm süreci, üretim
biçimlerinden, ekonomi politikalarına kadar her alanda kapitalizmin yeniden yapılanmasını
içermektedir. Esas itibariyle bu süreçte yapılmak istenen, işçi sınıfının
mücadeleleri ve sosyalizmin tehdidi sonucunda geliştirilen ve yaşama geçirilen
Fordizmin ve sosyal/refah devleti politikaların öncesine dönüştür. Bu aynı
zamanda işçi sınıfının yüz-yüz elli yıllık mücadelesiyle elde ettiği
kazanımların da ortadan kaldırılmasıdır. Elbette bu geriye dönüş mutlak
değildir. Burjuvazi, 19. ve 20. yüzyıl boyunca işçi sınıfının mücadeleleri ve
kendi içsel çelişkilerini aşmak konusunda önemli birikim edinmiştir ve bu
birikim yeniden yapılanma sürecine yansımaktadır. Özellikle reel sosyalizmin
sistem üzerindeki tehdidinin ortadan kalkmasıyla birlikte sermayenin sadece
nispi artı değerle birikim yaratma ihtiyacı da ortadan kalkmıştır; üretim küçük
işletmelere ve ucuz emek alanlarına kaydırılarak emek süreçleri sınırsız
biçimde esnekleştirilebilmekte bu da yeniden mutlak artı değer elde etmenin
yollarını açmaktadır. Öte yandan 1950’li yıllarda Japonya’da -ABD’li bilim
adamlarının da desteğiyle nispi artı değeri Fordizmden daha ileri taşıyacak bir
yeni üretim ve yönetim tekniği (yalın üretim) geliştirilmiştir.
Burjuvazinin 19. Yüzyıldaki sınıf mücadelesi
deneyimlerinden de dersler çıkartarak üretim sistemini ve sermaye birikim
rejimini yeniden yapılandırarak egemenliğini güçlendirirken; işçi sınıfı, 19.
Yüzyılın sonlarında Marxizm’den kopmuş, reformist çizgide yol alarak sistemle
bütünleşmiştir. Böylece 1880’lerde Bismarck’a sosyal güvence sağlayan düzenlemeleri
yaptıran; burjuvaziye sendikaları ve toplu pazarlık düzenini kabul ettiren, ILO
gibi kurumlarla işçi sınıfının kazanımlarını uluslararası düzeye taşımak
zorunda bıraktıran, kısacası tarihi değiştirme gücüne sahip olan işçi sınıfı,
bugün sistem üzerindeki etki gücünü yitirmiştir.
Burjuvazinin
yeniden esnekleşme sürecinde sendikaların olası tepkilerini aşmak üzere ilk
stratejik hamlesi, üretimi tek çatı altına toplayan Fordist üretimi emeğin
örgütsüz, dolayısıyla güvencesiz ve ucuz olduğu alanlara kaydırmak (esnek
uzmanlaşma) olmuştur. Bunun ardından uluslararası ticaretin serbestleşmesi yani
küreselleşmeyle birlikte sermaye, kapitalizmle henüz tanışmamış coğrafyalarda işçi
sınıfın tarihsel kazanımlarından habersiz yüz milyonlarca insanın emek gücü
sınırsız bir sömürünün çarkları arasına katılmıştır. 1990’lı yıllarla birlikte
küreselleşme süreci çok daha hızlanmış ve bugünlere gelindiğinde küresel üretim
ağı içerisinde toplam işgücü hacminin çok büyük bir kısmı ucuz emek alanını
olarak tarif edebileceğimiz Asya-Pasifik ülkeleri ve Afrika’da toplanmıştır.
Küresel üretimin önemli bölümünün gerçekleştirildiği bu ülkelerden ürünler,
Avrupa ve Kuzey Amerika başta olmak üzere uluslararası sermayenin merkezi
konumundaki bölgelere aktarılmaktadır (Grafik-2).
(Grafik-2)
Küresel Düzeyde İşgücü Hacmi ve Ürün Akışı (milyon kişi/yıl)*
* Rakamlar işgücü sayısını (milyon kişi),
çemberler iç ticaretin boyutunu, okların yönü bölgeler arası ürün akışını,
okların kalınlığı ise ticaretin hacmini göstermektedir.
Kaynak: Simas, Golsteijn ve diğerleri (2014)
http://www.mdpi.com/2071-1050/6/11/7514/htm
İstihdamın
ve üretimin yoğunlaştığı ucuz emek bölgelerinde çalışma koşulları 19. yüzyılda
işçi sınıfı mücadelelerinin başlamasına gerekçe olandan çok daha kötüdür. Küçük
yaşta çocukların en ağır koşullarda çalıştırıldıkları, çalışma sürelerinin
17-18 saate kadar çıktığı, zorla çalıştırmanın ve iş cinayetlerinin son derece
yaygın olduğu bu bölgelerde dünyanın en seçkin ürünleri, trilyonluk servete
sahip sermayedarların servetini büyütmek için üretilmektedir. Yukarıdaki
grafiğin de alıntısını yaptığımız 2014 yılında yayınlanan “The “Bad Labor”
Footprint: Quantifying the Social Impacts of Globalization” adlı makalede, küresel düzeyde kötü
çalışmanın ayak izi sürülmüş ve Grafik-3’te yer alan kötü çalışmanın yaygın
olduğu ülkelerde üretilen ürünlerin hangi ülkelere ulaştırıldığının haritası
çıkartılmıştır (Simas, 2014). Kötü
çalışmanın ayak izi sürülürken, iş kazaları ve meslek hastalıklarına yol açan
sağlıksız çalışma koşulları, güvencesiz istihdam, vasıfsız ve düşük vasıflı
işçilerin yoğunluğu, çocuk işçiliği, angarya ve tehlikeli koşullarda çocuk
işçiliği kriter olarak alınmıştır. Bu kriterler için ayrı ayrı hazırlanmış
grafikler üzerinde de görülmektedir ki işgücü hacminin yoğun olduğu ve küresel
üretimin büyük çoğunluğunun gerçekleştiği Asya-Pasifik, Afrika ve Latin
Amerika’da emekçiler son derece kötü koşullarda çalıştırılmaktadır. Sermaye
birikimine büyük katkı sağlayan bu emekçiler, belki de hiçbir zaman kullanamayacakları
ürünleri, yaşanan sömürüden haberdar olmayan dünyanın bir başka ucundaki
insanlar için üretmektedir (Grafik-3).
(Grafik-3)
Kötü Çalışma Koşullarında Üretilen Ürün Akışı
Kaynak:
Simas, Golsteijn ve diğerleri (2014) http://www.mdpi.com/2071-1050/6/11/7514/htm
19
yüzyılda enternasyonal bir bilinçle mücadele yürüten erken sanayileşen ülkelerin
işçi sınıfı ve sendikaları, sermayenin dünyanın bu yeni kapitalistleşen
bölgelerinde sürdürdüğü sömürüye sessiz kalmıştır. ICFTU (2006’da Dünya Emek
Konfederasyonu WCL ile birleşerek ITUC adını almıştır) ve ETUC gibi
uluslararası sendikal örgütler, bu gelişmeler karşısında enternasyonal mücadele
örgütlemek bir tarafa üyeleri olan sendikalara, sermayeyi kendi ülkelerinde
tutabilmeleri için devletle ve sermayeyle uzlaşmayı (sosyal diyalogu) telkin
etmişlerdir. Dolayısıyla sömürünün en derin biçiminin yaşandığı bölgelerdeki
işçi sınıfı ile enternasyonal dayanışma gösterilmemiştir. Buna rağmen emek
sömürüsünün yoğun olduğu bölgelerindeki emekçiler, içinde bulundukları koşullara
karşı direnmek için örgütlenme ve mücadele etme çabası içerisinde olmuşlardır.
Ancak ILO sözleşmelerinden BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne kadar
birçok uluslararası sözleşmede yer almasına rağmen bu çabalar şiddetle
baskılanmaktadır. ITUC’un 2014 Sendikal Haklar Raporu’na göre ucuz emek alanı
olarak görülen bölgelerde uluslararası tekellerin de engellemeleriyle sendikal
hal ve özgürlükler tanınmadığı gibi birçok ülkede sendikacılara saldırılar
olmaktadır. Örneğin 2013 yılında Kamboçya, Bangladeş, Filipinler, Meksika,
Honduras, Guatemala, Kolombiya, Moretenya, Mısır ve Benin’de işçi önderleri ve
sendikacılara ölümle sonuçlanan saldırılar gerçekleşmiştir. 2012 yılında
sendikal çalışmaları nedeniyle 18 işçi öldürülürken 2013 yılında bu rakam 26’ya
çıkmıştır (ITUC, 2014).
Küreselleşme
sürecinde sermaye birikimi ucuz emek bölgelerinde tamamen güvencesiz durumdaki
emekçileri tahakküm altına alıp en ağır koşullarda çalışmayı dayatırken, buna
ilgisiz kalan merkez ülkelerde emekçilerin de çalışma standartları ve sosyal
hakları hızla gerilemiştir. Özellikle maden, imalat sanayi gibi üretim
alanlarının çevre ülkelere kaymasıyla birlikte bir taraftan işsizlik artmış,
diğer taraftan da işçi sınıfının en dinamik ve örgütlü kesimi oluşturan
(üretken emek) mavi yakalıların emek piyasası içerisindeki oranı hızla düşmeye
başlamıştır. Öte yandan Fordist fabrika düzeninin yerini küçük işletmeciliğin
ve taşeron çalışma biçimlerinin alması, emek piyasasında azalan mavi
yakalıların esnek ve güvencesiz çalışmayı kabullenmelerine neden olmuştur.
Teknolojideki gelişmelerin de etkisiyle imalat sanayindeki bir kısım mavi
yakalının yerini de beyaz yakalı işçiler almıştır. İmalat sanayinin payının
azalmasına karşılık çoğunlukla beyaz yakalıların istihdam edildiği eğitim, sağlık,
finans, ticaret, iletişim, ulaştırma vb sektörlerden oluşan hizmetlerin emek
piyasası içindeki oranı artmıştır.
İmalat
sanayinin toplam istihdam içinde payının düşmesi sendikal örgütlenmeyi başlı
başına etkileyen bir faktördür. Bunun iki temel nedeni vardır: Birincisi imalat
sanayinde emek üretkendir ve doğrudan artı değer yaratır. Bu nedenle özellikle
demir-çelik, otomotiv, beyaz eşya gibi katma değeri yüksek iş kollarında
işçilerin örgütlü mücadelesi ve üretimden gelen gücü kullanması sermaye için büyük
tehdit oluşturur. Bu yüzden sınıf mücadelelerinde sanayi işçisinin rolü her
zaman önemli olmuştur. Diğer neden ise birinciyle bağlantılı olarak sermaye
üzerinde etkili olan sanayi sendikaları, örgütlenme stratejilerini çoğunluğu
erkek, mavi yakalı, kadrolu (iş güvencesine sahip) ve orta yaştaki sanayi
işçiler üzerinden kurgulamışlardır. Oysa küçük işletmeciliğin ve
taşeronlaşmanın yaygınlaşması, teknolojik gelişmeler imalat sanayinde emek
süreçlerini ve emeğin yapısını değiştirmiştir. Artık emek piyasasında çoğunluğu
kadınlar, gençler ve beyaz yakalılar oluşturmaktadır. Öte yandan hizmet
sektörünün istihdamda artan payı da yine kadınların, gençlerin, beyaz
yakalıların ve güvencesiz çalışanların payını arttırmıştır. Sendikaların işçi
sınıfındaki bu nicel ve nitel değişime uygun örgütlenme stratejileri
geliştirememesi nedeniyle 1980’li yıllardan itibaren sendikalaşma oranları
hızla gerilemiştir. İstihdamın sektörel dağılımının yanı sıra neoliberal
politikalarla birlikte sendikalaşmanın yoğun olduğu kamu işletmelerinin özelleştirilmesi
ve kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesiyle birlikte kamuda istihdamın
azalması da sendikalaşma oranlarını düşürmüştür (Grafik-4).
(Grafik-4)
Seçilmiş Ülkelerde Sendikalaşma Oranları (1983-2013)
Kaynak:
http://www.slideshare.net/NuBizHRMWE/julian-teicher
Bir
taraftan üretimi, kuralsız çalışmanın ve sınırsız esnekliğin olduğu ucuz emek
bölgelerine kaydırarak diğer taraftan küçük işletmecilik ve taşeron sistemini
yaygınlaştırarak mutlak artı değeri arttırmayı hedefleyen sermaye, nispi artı
değeri de arttırmak amacıyla yalın üretim modelini uygulamaya başlamıştır.
Genellikle teknolojinin ve nitelikli işgücünün daha çok kullanıldığı ana
firmalarda kullanılan yalın üretim, “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim”
“kalite çemberleri” ve “performans değerlendirme” gibi yönetim teknikleriyle
bir taraftan işi yoğunlaştırırken diğer taraftan da işçiyi işletmeye bütünüyle
bağımlı hale getirip bireyselleşmesine neden olmaktadır. Böylece işçiler
arasında sınıf dayanışması zayıflatmakta ve sendikal örgütlenmenin önünde
önemli bir engel oluşturmaktadır.
Üretimin
esnekleşmesiyle birlikte Fordizm’in tam gün ve süresiz sözleşmeyle çalışmaya
dayalı olarak standartlaşan istihdam biçimlerinin yerini esnek istihdam
biçimleri almıştır. İstihdamın standartlaşması işçiler arasında farklılıkları
azaltıp, çıkar ortaklıklarını arttırmakta bu da örgütlenmeyi ve toplu iş
sözleşmelerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmaktadır. Esnekleşmeyle süreli
sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma, çağrı üzerine çalışma, stajyer çalıştırma,
eve iş verme gibi düzensiz istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. Böylece aynı
üretim sürecinde ve birçok zaman aynı işyerinde çalışan emekçilerin çalışma
koşulları farklılaşmış ve bu işçiler arasında çıkar farklılıkları olduğu
düşüncesini yaratmıştır. Başka bir ifadeyle esnekleşme, aynı iş yerinde aynı
üretim sürecinin parçası olan emekçiler arasında dahi çıkar farklılıkları
olduğu algısını yaratarak, rekabet duygusunu arttırmıştır. Bu da emekçileri bir
sınıf olarak dayanışma içerisinde, sermayeye karşı birlikte mücadele
düşüncesinden uzaklaştırmıştır.
Fordizmin
standartlaşan istihdam koşullarında örgütlenme ve faaliyet yürütme
alışkanlığında olan sendikalar, esnekliğin sınıfı bölen ve emekçileri
mücadeleden uzaklaştıran etkisini aşmak konusunda yetersiz kalmıştır.
Sendikaların esnekliğin bölen etkisini aşacak bir örgütlenme stratejisi
geliştirememesi sanayileşmiş ve bir dönem işçi sınıfının örgütlü mücadelesine
sahne olan ülkelerde sendikalaşma oranlarının (Grafik-1 ve Grafik-4) dramatik
biçimde düşmesinde önemli bir etken olmuştur.
Esnekliğe, Güvencesizliğe Karşı
Mücadele Ama Nasıl?
Özellikle
1980’lerden bu yana eğitimli, yüksek vasıflı emekçilerin tüm bireysel
çabalarına karşın işsizleşmekten, yoksullaşmaktan ve güvencesizleşmekten
kurtulamamış olması, emekçilerin örgütlenmeden bireysel çabalarla esnekliği
sınırlandırıp, güvencesizliği ortadan kaldıramayacağını göstermiştir. Yukarıda
ifade edilmeye çalışıldığı gibi mevcut sendikal yapılarla mücadele de
esnekliğe, güvencesizliğe karşı çözüm üretememiştir. O halde örgütlülüğün esas
olduğu ama mevcut sendikal yapıların dışında bir örgütlenme ve mücadele
modelinin geliştirilmesi gerekir. Bu konuda yürütülen tartışmalar, yaklaşık 40
yıldır uygulanan yeniden esnekleşme sürecinin ve güvencesizliğin emeğin ve işçi
sınıfında yarattığı etkiler üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Esnekliğin
işçi sınıfını bölen ve kendi içinde katmanlaşan emekçi kesimler arasında farklı
çıkar grupları imiş hissi yaratan etkisine (kadrolu, sözleşmeli, ücretli ve
ataması yapılmayan öğretmenler arasında olduğu gibi) karşılık, esnekliğin emekçilere
yansıması olan güvencesizlik (örneğin öğretmenlerin tümünün güvencesiz hale
gelmesi), emekçileri yeniden birleştiren bir etkiye sahiptir. Güvencesizliğin
birleştirici bir olgu olması işçilerin bizzat bilinç düzeyinde hissettikleri
bir durumdur. Esneklik daha çok nesnel bir durum olarak emekçilerin karşısına
çıkarken, güvencesizlik aynı zamanda emekçilerin öznel olarak hissettikleri bir
yaşantı; ya da esnekliğin kendi bilinçlerinde cisimleşmiş halidir (Oğuz, 2011). Tıpkı 19. yüzyıl
başlarında olduğu gibi emekçiler, kendilerini güvencesizleştirerek yoksulluğa,
sefalete iten koşullar karşısında rekabet yerine dayanışma, kabullenme yerine
mücadele düşüncesini yeniden benimsemeye başlamıştır.
Yeniden
esnekliğin yol açtığı güvencesizliğe karşı emekçilerin birlikte mücadele çabası
karşısında sermaye ve devlet, örgütlenme özgürlüğünü engelleyecek doğrudan baskı
yöntemlerini uygulamaktan kaçınmamaktadır. Ancak güvencesizliğe karşı
örgütlenmenin önündeki tek engel sermaye ve devlet değildir. Üretim biçimleri
ve emek süreçleriyle birlikte emek gücünün nitel ve nicel yapısındaki değişim
emek gücünün sahibi olan emekçinin düşünsel ve kültürel yapısına, algı
dünyasına da yansımıştır. Emekçilerin üretici olmanın yanı sıra tüketici olarak
da kapitalist sistemin yeniden üretilmesinde rol alması bu değişimi daha da
derinleştirmiştir. Dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı üretim sürecinde emek
gücüyle yer aldığı ve yaşamını emek gücünü satarak sürdürdüğü halde kendisini
daha çok kültürel kodlar ya da tüketim alışkanlıkları üzerinden tanımlamaya
başlamıştır. Siyasal eğilimin belirlenmesinde de üretim sürecindeki konumdan
çok üst yapıda şekillenen (etnik köken, inanç, cinsiyet vb) diğer etkenler ön
plana çıkmaktadır.
Küreselleşme,
teknolojideki gelişmeler, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, reklamlar,
moda ve tüketime yönlendiren borçlandırma yöntemlerinin de etkisiyle emeğin
yapısı daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar büyük bir hızla değişmiştir. Bu
hızlı değişim sonrasında işçi sınıfının Marxizmin ortaya koyduğu tarihi
dönüştürme gücüne sahip bir toplumsal sınıf olma özelliğinin ortadan kalktığı
biçiminde yorumlanmaya başlamıştır. Bu konuda düşüncelerini en açık biçimde
ortaya koyan André Gorz’dur. Gorz’a göre, 1970’lerde kapitalizmde gerçekleşen
dönüşüm emekçi kesimleri öylesine etkilemiştir ki artık emekçiler sermayeyle
kendisini özdeşleştirmeye başlamış, onun bir kopyası haline gelme çabası
içerisine girmiştir. Bu nedenle de işçi sınıfı toplumsal dönüşümü sağlayacak
tarihsel bir özne olma özelliğini kaybetmiştir (Gorz, 1986). 1980’li yıllarda Doğu Bloku’nun dağılması ve
kendisini sosyalist ve komünist olarak tanımlayan Rusya ve Çin’in süratle
kapitalizme eklemlenme çabaları; sosyalizm ve komünizmle birlikte sınıf
mücadeleleri tarihinin de sonunun geldiği ve kapitalist ideolojinin mutlak
egemenliğini ilan ettiği tezlerinin ortaya atılmasına neden olmuştur (Fukuyama, 2011).
İşçi
sınıfının tarihsel özne olma rolünün ortadan kalktığını savunarak, işçi
sınıfıyla vedalaşanlar ile tarihin sonunun geldiği teziyle kapitalizmin
ideolojik zaferini ilan edenler bir tarafa, kendisini yeniden üretme kaygısıyla
kapitalist üretim sistemi, emek üzerinde tahakkümünü arttırmaya ve sömürmeye son
hızla devam etmektedir. Bu yoğun sömürüye karşı mevcut sendikaların izlediği
yol, yukarıda da değindiğimiz gibi (2006’da ITUC adını alan) ICFTU ve ETUC gibi
uluslararası sendikala örgütlerin de yönlendirmesiyle sermayeyle mücadele eden
değil, uzlaşan bir sendikal anlayış olmuştur. “Çağdaş sendikacılık” olarak da
ifade edilen uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendikal anlayış, emekçiler için çözüm
olmak bir tarafa sermayenin artı değeri yani sömürüyü arttıran politikalarını
meşrulaştırmış ve sendikalara olan güveni sarsmıştır[2].
Mücadeleye
engel oluşturan tüm olumsuz koşullara karşın Mısır’dan Tunus’a, Hindistan’dan
Bangladeş’e, Yunanistan’dan Türkiye’ye, ABD’ye kadar dünyanın her yanında emekçiler,
eşitsizliğe, adaletsizliğe ve sömürüye karşı mücadele iradesini ortaya koymaya
devam etmektedir. Örneğin Türkiye’de özellikle 2007 sonrasında farklı
işkollarındaki birçok işyerinde (Yörsan, Sinter Metal, Hey Tekstil, Ülker,
Divan Pastaneleri, kamu ve devlet hastaneleri vb) emekçiler, işlerini kaybetme
pahasına sendikalaşmak için direnmişlerdir. Öte yandan TEKEL işçileri gibi
mevcut güvenceli statülerini kaybederek güvencesiz koşullarda çalışmaya karşı
koymak için emekçiler etkili eylemler gerçekleştirmiştir. Örgütlenmek ve
güvenceli işlerini kaybetmek istemeyen işçilerin yanı sıra örgütlü oldukları
sendikanın sermayenin üzerlerinde oluşturduğu tahakkümüne ve güvensizleştirmeye
çözüm olamadığı; bunun da ötesine sermayeyle işbirliği yaptığı düşüncesiyle
2015 Baharı’nda metal işçileri Renault ve Tofaş başta olmak üzere birçok
fabrikada direniş gerçekleştirmiştir. Öte yandan iş ve sosyal güvencelerini
kaybederek proleterleşen finanstan turizme, eğitimden sağlığa, sanattan yargıya
kadar beyaz yakalılar da birlikte mücadele etmek için örgütlenme çabası
içerisine girmişlerdir. Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
güvencesizliğe karşı esnekliğin ayrıştırdığı emekçi kesimlerin örgütlü mücadele
çabaları, 12 Eylül darbe rejiminin ürünü olan anti demokratik yasaların dahi
gerisinde yorumlamalarla baskı altına alınmıştır. Kimi zaman devletin
baskılarına dahi gerek kalmadan sendikal bürokrasinin aracılığıyla emekçilerin
örgütlenme çabaları, güvencesizliğe karşı direnişleri engellenmiştir.
Türkiye’nin 6 büyük işçi ve kamu emekçi konfederasyonunun 22 Şubat 2010
tarihinde aldığı kararla TEKEL direnişinin sona ermesini sağlaması[3],
bunun en çarpıcı örneğidir (Müftüoğlu,
2014b).
Yeniden esnekleşme süreciyle birlikte nitel ve
nicel özellikleri değişen emekçilerin mücadele araçları ve yöntemlerinin nasıl
olması gerektiği üzerine tartışmaların bir tarafında Marx’ın tanımladığı proletaryaya
“elveda” diyen ve işçi sınıfının toplumsal dönüşümü sağlayacak tarihsel bir
özne olma özelliğini kaybettiği görüşünü savunanlar bulunmaktadır. Tartışmanın
diğer tarafında ise üretim biçimleri ve emek süreçlerinde gerçekleşen değişimin
kapitalist üretimin temel felsefesini değiştirmediğini ve nicel ve nitel yapısı
değişmekle birlikte işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolünün ve dolayısıyla
sınıflar mücadelesinin sürdüğünü savunanlar vardır.
Birinci
görüşü savunanlar, esnekleşmeyle birlikte emeğinin denetimini kaybederek
tamamen sermayenin tahakkümü altına giren ve güvencesizleşen emekçileri, proleterya
teriminin dışında “precarious” (güvencesiz) sıfatı ile “proletiriat”
(proleterya) ismini birleştirerek oluşturdukları “prekarya” terimiyle
tanımlamaktadırlar (Standing, 2014).
Emeği ve emekçiyi kapitalist üretim sistemine içkin olan bağlamından kopartarak
“güvencesizler” adıyla yeni bir sınıf oluşturmaya çalışan bu görüşe göre kapitalizmin
neden olduğu sorunlara ve saldırılara sadece üretim ilişkileri üzerinden
sınıfsal bir örgütlenmeyle yanıt vermek olanaklı değildir. Kapitalizme karşı
üretim sürecinde mücadele eden işçi sınıfının yerine “çokluk” kavramı içinde
kapitalizmin üst yapıda yarattığı sorunların muhatabı olan çevrecilerden, kadınlara,
LGBTİ bireylere; etnik ve mezhep ayrımcılığına uğramış kesimlerden evsizlere
kadar çok farklı kesimlerin gerçekleştireceği protestoların etkili olacağı
düşüncesi ortaya atılmaktadır (Hart ve
Negri, 2004). Bu düşünceyle bağlantılı olarak, üretken emeğin sahibi sanayi
işçisinin (sanayi proletaryasının) hegemonik konumunu kaybettiği savı üzerinden
sınıf sendikacılığının yerine “çokluk” kavramı içinde “sivil toplum örgütü”
anlayışıyla hareket eden ve tüm kapitalizm mağdurlarını kapsayan toplumsal
hareket sendikacılığının konulabileceği savunuları ön plana çıkmaya başlamıştır.
İkinci
görüşe göre ise güvencesizlik, 1970’lerde başlayan yeniden esnekleşme süreciyle
ilk kez ortaya çıkmış, yeni bir durum değildir. Kapitalist üretim sisteminde üretim
araçlarından yoksun olma ile tanımlanan işçi sınıfının kendisi, tanımı gereği
ve yapısal olarak güvencesizdir. Bu yapısal güvencesizlik 2. Dünya Savaşını
izleyen kısa bir dönem boyunca uygulanan refah devleti politikalarıyla bir süre
görünmez hale gelmiş; neoliberal politikalarla birlikte yeniden görünürlük
kazanmıştır (Oğuz, 2011).
Dolayısıyla kapitalist üretim sistemi biçim değiştirirken emeği mülksüz ve
güvencesiz bırakarak tahakkümü altına alma ve böylece artı değeri en üst düzeye
çıkartacak koşullarda çalışmaya razı etme anlayışı değişmemiştir. Bu nedenle
emekçileri, güvenceli - güvencesiz, merkez ülke işçisi - çevre ülke işçisi,
mavi yakalı - beyaz yakalı gibi katmanlara ayırarak sınıf bağlamından
kopartmak, üretim sürecini ve tüm toplumsal yaşamı sınıfsal çıkarları
doğrultusunda yeniden ve yeniden dizayn eden burjuvaziye karşı mücadeleyi
zayıflatmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Öte yandan alt yapıda ve üst
yapıda kapitalizme karşı mücadelede “sınıf” yerine “çokluk” kavramı üzerinden
sivil toplumcu bir mücadele örgütlemek, işçi sınıfının iktidarından vazgeçmek
anlamına gelecektir. Böylece burjuvazinin egemenliği ve kapitalist sistem
kabullenilmiş olacak ve mücadelenin hedefi, sistemin emekçiler için daha
yaşanılır bir hale getirilmesiyle sınırlanacaktır. Kendisini bu doğrultuda
yapılandıran bir sendikacılık anlayışı da (toplumsal hareket sendikacılığı), bu
özellikleriyle iktidarı istemeyen, ama pek çok sorunla ilgilenen ve
çözümlenmesi için mücadele veren, yönetenleri buna zorlamaya çalışan bir
partiye benzeyecektir (Akkaya, 2011).
Oysa
tarihsel süreç göstermiştir ki sınıf perspektifiyle yürütülen bir mücadele
olmadıkça sistem, sermaye birimini arttıracak yol ve yöntemleri her türlü baskı
ve şiddeti de kullanarak kendisini yeniden üretecek koşulları sağlamaya
odaklanmıştır. Dolayısıyla sınıf perspektifine sahip olmadıkça sadece emekçiler
değil, ekolojik tahribata ve her türlü ayrımcılığa karşı yürütülen mücadeleler
de kalıcı kazanımlar elde edemeyecektir.
Sonuç
Kapitalizm
bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar geniş bir coğrafyada doğayı ve
emeği sınırsızca sömürmektedir. Bunun için emekçilerin ve insanlığın tarihsel
süreçte elde ettiği kazanımları hiçe saymakta ve buna karşı direnen kesimleri
baskı altına alacak her türlü şiddet (savaş, darbe vs) yöntemini
kullanmaktadır. Kapitalizmin doğaya ve insanlığa yönelik tahribatına karşı
durabilmek için her bir sorun alanında sürdürülen mücadeleler elbette
önemlidir. Ancak kapitalizmin burjuva sınıfının çıkarlarını temsil eden ve
varlığını üretim sürecinde elde ettiği artı değer (sömürü) sayesinde sürdüren
bir sistem olma özelliği değişmemiştir. Yeniden esnekleşme sürecinde oluşan
emekçiler arasında katmanlaşma ve çıkar ayrışmaları olduğu yönündeki algı
emekçiler arasındaki rekabeti arttırmakta ve birlikte mücadeleyi
engellemektedir. Esnekliği ve emekçilerin güvencesizliğinin kapitalizme içkin
bir durum olduğu göz ardı edilerek işçi sınıfını reddeden, ortaya çıkarttığı
sorunlara karşı “çokluk” kavramı içinde sivil toplumcu bir anlayışla mücadeleyi
öneren yaklaşımlarla kapitalizmle mücadelenin başarılı olabilmesi mümkün
değildir.
Tarihsel
süreçte kapitalizm ve kapitalizmin temsilcisi olduğu burjuvazinin hegemonyasını
sarsan ve yarattığı tahribatı sınırlandırabilen tek güç bir “sınıf“ olarak
sistemin karşısına dikilen işçi sınıfı olmuştur. Burjuvazi 20. yüzyıl boyunca
bir taraftan işçi sınıfını ve onun mücadele araçları olan sendikaları ve sınıf
partilerini kendine bağımlı hale getirerek işlevsizleştirmeye çalışırken değer
taraftan da sınıfın hafızasını silmek için birçok yöntem denemiştir. Bugün işçi
sınıfının toplumu etkileme gücüne sahip bir aktör olmaktan çıktığını iddia
eden, proleterya yerine prekaryayı, işçi
sınıfının yerine “çokluğu”, sınıf sendikacılığının yerine sivil toplumcu bir
örgütlenmeyi koymaya çalışan yaklaşımlar da sınıfın hafızasını silme
çabalarının devamı olarak görmek mümkündür.
Kapitalizmin
emek ve doğa sömürüsü üzerinden gerçekleştirdiği üretimle sermaye birikimi elde
ederek varlığını sürdürme özelliği değişmediğine göre bir dönem başarılı
mücadele araçları olan sendikaların ve üretimden gelen gücü esas olan mücadele
yöntemlerinin hükmünü yitirmediği söylenebilir. Bir dönem işçi haklarının ve
demokrasinin gelişmiş olduğu ülkeler de dahil olmak üzere dünyanın birçok
ülkesinde sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar, grev yasaklamaları bu
mücadele araçları ve yöntemlerin hükmünü yitirmediğini ve burjuvaziyi
korkuttuğunu göstermektedir. Kaldı ki yukarıda da söz edildiği gibi bugün
sendikalar, sınıf perspektifinden uzaklaşmış, bürokratik kurumlar haline
dönüşmüş ve güvenilirliklerini önemli ölçüde yitirmiştir. Tüm bu
olumsuzluklarına rağmen burjuvazinin tehdit olarak gördüğü sendikaların sınıf
perspektifiyle kendilerini yeniden yapılanmaları mücadelede çok daha etkili
olmalarını sağlayacaktır.
Üretim
sürecindeki çelişkileri esas alan, sınıf perspektifine sahip bir mücadeleyi
savunmak, sermaye birikim rejimindeki dönüşümü, burjuvazinin yeni hegemonya
stratejilerini ve tüm bunların emeğe ve işçi sınıfında yansımalarını göz ardı
etmek anlamına gelmemektedir. Burjuvazi, esnekleşmenin yanı sıra etnik kimlik,
inanç, cinsiyet, cinsel tercih üzerinden ayrımcılık yaratarak da emekçileri
birbirine düşürmeyi amaçlamaktadır. Öte yandan küreselleşmeyle birlikte üretim
emeğin örgütsüz ve ucuz olduğu alanlara kaydırılarak da emekçiler arasında
rekabet arttırılmaktadır. 21. yüzyıl sınıf mücadelelerinde işçi sınıfı, tüm bu
ayrışma noktalarını da dikkate alarak bir örgütlenme stratejisi oluşturmak
zorundadır.
Dipnotlar
[1]
1952 yılında kurulan Türk İş de soğuk savaş sendikacılığı uygulamış tipik örneklerden
biridir.
[2]
Bu yazıda da konu edildiği üzere uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendikacılığın
geçerli olduğu dönemde sendikal örgütlülük zayıflamış, işçi sınıfı mücadeleden
uzaklaşmış ve tarihsel kazanımlarını büyük ölçüde kaybetmiştir. Diğer bir söyleyişle
bu sendikacılık anlayışı iflas etmiştir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde mücadele
araç ve yöntemleri tartışılırken uzlaşmacı/sosyal diyalogcu sendikal anlayışa
değinilmeyecektir.
[3]
TEKEL işçisinin büyük umut beslediği ve “genel grev, genel direniş”
sloganlarıyla beklediği 22 Şubat toplantısında altı konfederasyonun aldığı
karar tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratmıştır. 22 Şubat’ta bırakınız TEKEL
direnişiyle ortaklaşacak bir mücadele kararını, tam tersine TEKEL işçisini
yalnızlaştıracak bir “mücadeleden kaçış” tavrı ortaya konmuştur. 70 günü aşan
süredir en zor koşullarda en yoğun baskılara karşı koymayı başarmış bir
direnişe destek olarak kokart takma, pankart asma, meşaleli yürüyüş ya da
oturma eylemleri gibi son derece pasif eylemlerin yapılması
kararlaştırılmıştır.
Kaynaklar
Akkaya Y. (2011) “Toplumsal
Hareket Sendikacılığı ve Türkiye’de Belediyelerde Sendikacılık”, Yıkım Çağında
Direniş, İstanbul: SAV Yayınları
Althusser, L. (2008) “İdeoloji
ve Devletin İdeolojik Aygıtları” ile Birlikte Yeniden Üretim Üzerine, Çev: Ergüden,
I.-Tümertekin, A. İstanbul: İthaki Yayınları
Ansal, H. (1985)
“Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri” Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1,
152-171
Arın,T. (1985)
“Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”,
Onbirinci Tez Kitap Dizisi: 1, (104-138)
Breverman, H. (2008) Emek ve
Tekelci Sermaye, Çev. Çidamlı, Ç., İstanbul:
Kalkedon Yayınları
Fukuyama, F. (2011) Tarihin
Sonu ve Son İnsan, Çev. Zülfü Dicleli, İstanbul: Profil Yayıncılık
Gorz, A. (1986) Elveda
Proleterya, 1. Bası, Çev. Hülya Tufan, İstanbul: AFA Yayınları
Hart, M. ve Negri,
A
(2004) Çokluk, Çev. Yıldırım, B. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
ITUC (2014) Trade
Union Violation Report
Koray, M. (1992) Endüstri
İlişkileri, Basisen Eğitim ve Kültür Yayınları No:22
Marx, K. (2011) Kapital,
Cilt: 1, Çev. Sevik, M ve Satlıgan, N. İstanbul: Yordam Yayınları.
Müftüoğlu, Ö. (2014a) Üretim
Sürecinde “Yeniden Esneklik” ve Sendikalar”, Müftüoğlu, Ö. ve Koşar, A.
Türkiye’de Esnek Çalışma, İstanbul: Evrensel Basım Yayın
Müftüoğlu, Ö. (2014b) “Yeniden
Esnekliğe Karşı Bir Mücadele Örneği: TEKEL Direnişi ve Sendikalar Üzerine
Yeniden Düşünmek”, Müftüoğlu, Ö ve Koşar, A. Türkiye’de Esnek Çalışma,
İstanbul: Evrensel Basım Yayın
Oğuz, Ş. (2011) “Tekel
Direnişinin Işığında Güvencesiz Çalışma/Yaşama: Proletaryadan “Prekarya”ya mı?”
Mülkiye 2011 Cilt: XXXV Sayı:271
Simas, M.S –
Golsteijn, L vd
(2014) “The “Bad Labor” Footprint:
Quantifying the Social Impacts of Globalization”, Erişim tarihi 20 Mayıs 2015 http://www.mdpi.com/2071-1050/6/11/7514/htm
Sosyalizm
Ansiklopedisi
(1988) cilt. 1, İletişim Yayınları
Standing, G (2014) Prekarya, Çev.
Bulut, E. İstanbul: İletişim Yayınları
Yeliseyeva, N.V. (2009) Yakın
Çağlar Tarihi, Çev. İnce, Ö. İstanbul: Yordam Kitap