Neoliberal Dönüşümün Yarattığı Garabet:
Girişimci Üniversite
1970’li yıllarda
kapitalizmin girdiği krizle birlikte toplumsal altyapıyı oluşturan üretim
sistemindeki değişim tüm üstyapı kurumları gibi üniversitenin işlevlerinde de
köklü bir değişimine neden olmuştur. Krizden büyük ölçüde Fordist üretim
sistemi ve Keynesci düzenleme modeli sorumlu tutulmuştur. Fordist üretim
sistemi krizin ardından yerini esnek üretim modellerine bırakırken; Chicargo
okulundan Hayek ve M. Friedman’ın öncülüğünü yaptığı neoliberal akımın ekonomi
politikaları Keynesci düzenleme modelinin yerini almaya başlamıştır.
Neoliberalizm, Keynesyen politikalar nedeniyle kârların üzerinde baskı yapan
unsurların ortadan kaldırılmasını ve devletin her alanda sermayeyi desteklemesini
öngörmüştür. Böylece tüketimi yönlendirmeye ve talep oluşturmaya yönelik
politikaların yerine, üretimi ve arzı ön plana çıkartan politikalar öncelik
haline gelmiştir.
Neoliberal
politikalarla birlikte devletin temel işlevlerinde yaşanan değişim, kamusal bir
anlayışla faaliyet gösteren üniversiteleri de doğrudan etkilemiştir. Özellikle
1980’li yıllardan itibaren üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşüm sürecinde
bir taraftan devletin üniversiteye ayırdığı finansal kaynaklar
sınırlandırılırken, diğer taraftan üniversitenin araştırma ve eğitim
faaliyetlerinin piyasa ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi hedeflenmiştir.
Üniversitenin
tüm yönetsel yapısı ve işlevlerinin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden
yapılandırılması üç temel gerekçeye dayandırılmaktadır. Bunlar; küresel rekabet, devletin kaynakları
sınırlandırması nedeniyle ortaya çıkan finansal sıkıntılar ve sürekli değişen
piyasa ihtiyaçlarıdır.
Küreselleşme
süreciyle birlikte artan sermayeler arası rekabet, bilginin üretim ve yayım
süreçlerinin daha hızlı ve düşük maliyetle gerçekleştirilmesini gerektirmiş ve
işletmeler ARGE yatırımları yapmak yerine üniversitelerle işbirliği içerisine
girmeyi tercih etmişlerdir. Bu süreç, üniversiteler arasında ve üniversitelerle
diğer ARGE kurumları arasındaki rekabeti arttırmıştır (Kiper, 2010: 18).
Üniversiteler içerisine girdikleri rekabet ortamında girişimcilik anlayışının
öne çıktığı esnek bir yapılanmaya yönelmişlerdir.
Refah devletinde
bir kamu hizmeti olarak kabul gören ve finansmanı devlet tarafından karşılanan
yükseköğretim, neoliberal politikalarla birlikte diğer kamu hizmet alanlarında
olduğu gibi finansmanın hizmeti alan tarafından karşılandığı bir yapıya
dönüşmüştür. Devletin üniversitenin finansmanı için ayırdığı kaynakları
sınırlandırması üniversiteleri kendi finans kaynaklarını yaratmaya itmiştir
(Gumbort ve Sporn, 2001: 10). Böylece üniversitelerin araştırma ve eğitsel
faaliyetleri piyasa koşulları içerisinde fiyatlandırılmaya başlanmıştır. Bu
bağlamda araştırma faaliyetleri sermaye kuruluşları tarafından finanse
edilirken; öğretim faaliyetleri yüksek öğrenci harçlarıyla finanse edilir hale
gelmiştir. Üniversitenin akademik faaliyetlerini fiyatlandırarak piyasaya
sunması bir taraftan akademik bilginin metalaşmasına yol açarken diğer taraftan
da üniversitelerin kâr-maliyet hesabı yapan işletmeler biçiminde yönetilmesi
sonucunu ortaya çıkartmıştır.
Üretimin
esnekleşmesi, teknolojide yaşanan hızlı gelişme ve emek piyasasının
küreselleşmesi, bir taraftan emekçiler arası rekabeti arttırmakta diğer
taraftan da emeğin hızla değersizleşmesine neden olmaktadır. Emek piyasasında
rekabet üstünlüğü sağlamak ve hızla gelişen teknolojiler karşısında emek
değerini koruma gayreti yükseköğretime öğrenci talebinin hızla artmasına neden
olmuştur. Öte yandan hızla gelişen teknolojiler ve esnek üretim sistemleri
piyasanın talep ettiği emek gücünün niteliğinde de sürekli bir değişimi
beraberinde getirmektedir (Ercan, 2006:3). Bu bağlamda üniversiteler bir
taraftan yükseköğretime artan talebe karşılık vermek diğer taraftan da
piyasanın sürekli değişen nitelikteki emek gücü ihtiyacını karşılamak durumunda
kalmaktadır. Piyasanın sürekli değişen ihtiyaçlarını karşılama çabasına giren
üniversitenin araştırma gibi eğitsel faaliyetlerinde de esnek bir yapıya
bürünmesi gerekmiştir.
Neoliberal
yeniden yapılanma süreci sonrasındaki üniversiteler, genellikle “Girişimci
Üniversite” olarak tanımlanmaktadır. Genel tarife göre girişimci üniversite;
aktif, rekabetçi, kendi finansal kaynaklarını yaratabilen, yüksek kaliteye
sahip, yerel iş çevreleriyle ilişkilenmiş, işletmelerle ortaklık ilişkisinde
piyasa odaklı bir yaklaşım benimseyen, dünya ölçeğinde öğrenim talebini karşılayan,
uluslararası düzeyde tanınmış araştırmacı ve eğitim personeli olan, kendi
gelişimini etkileyecek sosyo-ekonomik gereksinimlerine cevap verebilen,
yetenekli öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyeleri ile araştırma fonlarını
çekebilen üniversitelerdir (Çetin, 2007: 226).
Girişimci üniversite, öğretim ve araştırma gibi
geleneksel akademik işlevlerinin yanı sıra, teknoloji transferi, yenilik,
ekonomi ve topluma (piyasaya) katkıda bulunmayı da üniversitenin görevleri
arasında tanımlamaktadır. Girişimci üniversite piyasanın isteklerine uyum
sağlamak amacıyla öğretim, araştırma yapma ve topluma (piyasaya) hizmet sunma
işlevlerini yüklenen organizasyonlar topluluğu haline gelmiştir (Etzkowitz ve Webster vd, 2000: 315-317).
Bu üniversite modelinde bütçe, kamu kaynakları, kurumun piyasaya sunduğu
hizmetler karşılığında elde ettiği gelirler ve öğrencilerden alınan öğrenim
ücretlerinden oluşmaktadır. Kısacası girişimci üniversite modelinde öğrenci ve
işletmeler müşteri olarak görülürken; üniversitenin akademik birimleri
(fakülte, enstitü ve yüksek okullar) piyasa için değer yaratan birer üretim
aracı olarak değerlendirilmektedir.
Üniversitenin “girişimci” işlevine bürünmesiyle
birlikte bilimsel araştırma ve eğitim faaliyetlerinin ticari bir boyut
kazanması “akademik kapitalizm” olarak tanımlanmaktadır (Rhoades ve Slaughter, 2004:
37-39). Bilimsel çalışmaların piyasa tarafından yönlendirildiği “akademik
kapitalizm” anlayışında üniversitenin idari ve akademik özerkliği ortadan
kalkmakta ve akademik faaliyetler piyasa mantığı içerisinde metalaşmaktadır.
Artık üniversite tümüyle piyasanın ya da diğer bir ifadeyle sermayenin denetimi
altına girmiştir.
Üniversitede akademik faaliyetlerin metalaşması ve
üniversitenin sermayenin denetimi altına girmesi üniversitede üretim ilişkileri
ve emek süreçlerinde de köklü bir değişime yol açmaktadır. Değişimin en önemli
halkası kuşkusuz üniversitenin yönetsel yapısında gerçekleşmektedir. Bilimsel
özgürlüğün ve özerkliğin gereği olarak kabul edilen, üniversite bileşenlerinin
“seçim sistemiyle” belirleyici olduğu “meslektaşlar yönetim modeli” yerine
girişimci üniversitede sermayenin paydaş olarak kabul edildiği mütevelli
heyetlerinin egemen olduğu “atama sistemiyle” yönetim modeline geçilmektedir (Aktan,
2007:15). Böylece akademisyenler ve diğer üniversite emekçileri üniversitenin
karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmakta ve sermaye temsilcileri
tarafından atanacak kadrolar üniversitenin yönetsel mekanizmalarına hâkim
olmaktadır.
Girişimci üniversitede yönetsel yapının yanı sıra
çalışma ilişkileri de piyasa koşulları içerisinde şekillendirilmektedir.
Üniversitelerin diğer üniversite ve kurumlarla rekabeti, kaynak tasarrufu ve
maliyet azaltma stratejilerini de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda
akademisyenler ve diğer üniversite emekçilerinden beklenen en düşük maliyetle
en yüksek getiriyi sağlamalarıdır. Bunun için akademisyenlerin işletmeler için
araştırma ve danışmanlık hizmeti vermesi; bilimsel projelerde yer alması;
üniversite dışı eğitim (sertifika) programlarına katılması; patent-lisans
sağlayacak çalışmalar yürütmesi; yaşam boyu eğitim programlarından yer alması
ve eğitim-öğretim müfredatını piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemesi
gibi görevleri üstlenmesi gerekmektedir (Rhoades ve Slaughter, 2004: 50-53). Girişimci
üniversitenin akademisyenden beklentileri, akademik özgürlüğü tamamen ortadan
kaldırdığı gibi akademisyenin ve tüm bu süreçlerde yer alan diğer emekçilerin
de iş yüklerini arttırmaktadır.
Girişimci üniversite modelinde iş yükü olağanüstü
artan ve akademik özgürlüğünü önemli ölçüde yitiren akademisyenler ve diğer
üniversite emekçileri, emek maliyetini en düşük düzeye indirme hedefi
doğrultusunda emek piyasalarında esneklik uygulamalarıyla karşı karşıya
bırakılmaktadır (Gordon ve Whitchurch, 2007: 136-137; Davies, 2001: 33). Emek piyasasında
esneklik uygulamalarının emekçiler bakımından sonuçlarını; iş güvencesinin
kaybedilmesi, düşük ücret, çalışma sürelerinin uzaması, iş yoğunluğunun artması,
sosyal güvencenin zayıflaması, örgütsüzleşme, iş kazası ve meslek
hastalıklarının artması biçiminde özetlemek mümkündür. Esneklik uygulamalarının
üniversitelerde de geçerli olmasıyla birlikte tüm bunlar üniversite emekçilerinin
de karşı karşıya kalacağı sorunlar haline gelmektedir.
Üniversitenin, yönetsel ve akademik özerkliğini
kaybederek bütünüyle piyasanın denetimi altına girmesi, üniversitede emek
süreçlerinin de piyasanın denetimi altına girmesine yol açmıştır. Böylece
akademisyenlerin toplum içindeki elit konumu ortadan kalkmış ve üniversitedeki
diğer emekçiler gibi akademisyenler de “işçileşmiştir[1]”.
Türkiye’de
Girişimci Üniversite
ABD’de başta olmak üzere, Avrupa ülkelerindeki
üniversiteler örnek alınarak yaygınlaştırılmaya çalışılan girişimci üniversite
modeli neoliberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de
de gündeme gelmiştir. 1981 yılında kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ile
birlikte üniversiteler tek merkezden yönetilir hale gelmiş ve bu merkezi yapı
içerisinde baskı altına alınan üniversitelerde neoliberal dönüşüm süreci hızla
yaşama geçirilmeye başlamıştır. 12 Eylül darbesinden aldığı güçle YÖK,
üniversitelerde idari ve akademik özerkliği ortadan kaldırmış, genel bütçeden
yüksek öğretime ayrılan payın azalmasını gerekçe göstererek getirdiği öğrenim
harçları ile üniversitenin paralı hale gelmesinin yolunu açmıştır. Öte yandan
araştırma faaliyetlerinin finansmanını karşılamak gerekçesiyle
üniversite-sanayi işbirliği adı altında teknoparklar oluşturulmuş, piyasanın
talepleri doğrultusunda projeler ve sertifika programları geliştirilmeye
başlanmış; bununla beraber vakıf görüntüsü altında kâr amacı güden özel
üniversiteler açılmasına olanak sağlanmıştır. Türkiye’nin 2001 yılında Avrupa
Yüksek Öğrenim Alanı oluşturmayı amaçlayan Bologna sürecine dahil olmasıyla
birlikte girişimci üniversite modeli daha hızlı ve daha sistematik bir biçimde
uygulamaya konulmuştur (Özgün, 2009: 69).
Diğer ülkelerde olduğu gibi üniversitenin piyasalaşma
süreci Türkiye’de de üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçlerinde köklü
bir değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda bir taraftan akademisyenler
temel ücretlerdeki reel kayıplarını gidermek için tezsiz yüksek lisans, ikinci
öğretim, yaz okulları, sertifika programları gibi ek ders yükleri altına
girerken; öğrenci sayısındaki olağanüstü artış da öğretim faaliyetlerinde iş
yüklerini daha da arttıran bir başka etken olmuştur. Aşağıdaki grafikte de
görüldüğü gibi üniversitede neoliberal dönüşüm sürecinin başladığı 1981 yılı
ile 2010 yılı arasında yükseköğretimde öğrenci sayısı 14 kat artarken, öğretim
elemanı sayısı 5.2 kat artmıştır. Böylece 1981 yılında 11.7 olan öğretim
elemanı başına düşen öğrenci sayısı, 2010 yılında yaklaşık 3 kat artarak 31.5’e
yükselmiştir.
Kaynak: YÖK ve MEB istatistiklerinden derlenmiştir.
Akademisyenlerin öğretim faaliyetlerinde artan iş
yükünün yanı sıra araştırma faaliyetleri de büyük ölçüde üniversite-sanayi
işbirliği kapsamında finansmanı işletmelerce karşılanan projeler biçiminde
gerçekleştirilmeye başlamıştır. Akademik özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldıran
bu uygulamalar aynı zamanda akademisyenin iş güvencesi ve ücreti üzerinde de
belirleyici bir etkiye sahip olmaktadır. Akademik özgürlük adına
üniversite-sanayi işbirliği içerisinde yer almayan bir akademisyenin “performansı
düşük” olarak kabul edilmektedir. Bu durumdaki bir akademisyen ya daha düşük
ücrete razı olmak zorunda bırakılmakta ya da akademik yaşamdan dışlanmakta yani
işten atılmaktadır.
Üniversitelerde YÖK düzeniyle birlikte akademik
hiyerarşi, iş güvencesi, daha yüksek ücret ve sınırlı ölçüde de olsa üniversite
içi karar alma mekanizmalarında yer almanın koşulu haline getirilmiştir.
Akademik hiyerarşi içinde yükselebilmenin ya da daha güncel tabirle akademik
kariyer basamaklarını çıkabilmenin koşulu olan atama ve yükselmelerde, büyük
ölçüde, girişimci üniversite modeline uygun kriterler üzerinden
değerlendirmeler yapılmaktadır. Dolayısıyla akademisyenler, araştırma
faaliyetlerinde doğrudan piyasayla işbirliği içerisinde bulunmasalar da atama
ve yükselme kriterlerine uygun “puan” toplama gayreti içerisinde en azından
girişimci üniversite kriterlerine uygun görülmeyen çalışmalardan kaçınmaktadır.
Öte yandan yine akademik kariyer hedefiyle hareket eden akademisyenlerin
üniversite içinde ya da toplumda yaşanan sorunlara karşı bilim insanından
beklenen duyarlılığı sergilemesini beklemek de olanaksız hale gelmektedir.
Üniversitede gerçekleşen neoliberal dönüşüm diğer
ülkeler gibi Türkiye’de de üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasanın
yörüngesine sokmuş, üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçleri de bu
çerçevede yeniden şekillenmiştir. Dolayısıyla diğer ülkelerdeki gibi Türkiye’de
de akademisyenler akademik özgürlükleriyle birlikte bilgi üretim sürecindeki
özgürlüklerini de kaybetmişler, vasıfsızlaşmaya başlamışlar ve emeklerine
yabancılaşarak piyasanın (sermayenin) denetimi altına girmiş yani tam anlamıyla
işçileşmişlerdir.
Neden Örgütlenme..?
Üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşümle birlikte
finansmanın
devlet tarafından karşılandığı ancak devlete, dine ve sermayeye karşı akademik
ve idari özerkliğini koruyan, toplumsal sorumluluğu ön planda tutan modern üniversite modeli[2]
(Humbold Üniversitesi) ortadan
kalkmış; akademik ve idari özerkliğini kaybetmiş, sermayeye bağımlı hale gelmiş
ve toplumsal sorumluluğunu göz ardı eden girişimci üniversite modeli geçerli
hale gelmiştir.
Girişimci üniversite modelinde akademisyenler modern
üniversitenin geçerli olduğu dönemde edindikleri ayrıcalıkları kaybetmiş ve
işçileşmişlerdir. Sermayenin güdümünde piyasaya hizmet eden üniversitelerde
akademik özgürlüğü korumak ve kendi emeğine sahip çıkmak için “girişimci
üniversitenin dayatmalarına boyun eğmeden” bireysel çabalarla çıkış yolu
bulabilmek diğer üniversite emekçileri gibi işçileşen akademisyenler için de artık
olanaksız hale gelmiştir. Zaten kapitalist üretimin emeği sürekli olarak
değersizleştirdiği ve emekçiyi emeğine yabancılaştırdığı koşullar içerisinde
bireysel çıkış yolları hiçbir zaman kalıcı çözüm olmamıştır. Sınıf mücadeleleri
tarihi sermaye sınıfının çıkarlarını temsil eden kapitalist sistemle
mücadelenin ancak örgütlenerek başarıya ulaşabileceğini göstermiştir. Halen
kaybetmemek ya da yeniden kazanmak için çabaladığımız özgürlükçü demokrasi ve
onunla birlikte evrenselleşmiş olan haklar, sınıfsal perspektif içerisinde
yürütülen örgütlü mücadeleler sayesinde kazanılmıştır.
Üniversitede emek süreçlerinin piyasa düzeni
içerisinde işlemesi ve akademisyenlerin de işçileşmesinin üniversitede
örgütlenme konusunda önemli bir olanak yarattığını söyleyebiliriz. Ancak
akademisyenlerde artan örgütlenme eğilimini tüm akademisyenler için genellemek
elbette mümkün değildir. Zira akademisyenlerin çok önemli bir kısmı girişimci
üniversite modelini benimsemiştir. Bunun dışında azımsanamayacak oranda
akademisyenin ise girişimci üniversite modeline uyum sağlayamamış olmakla
birlikte “akademik kariyer” kaygısıyla örgütlenme düşüncesinden uzak durduğu
görülmektedir. Akademisyenlerin örgütlenmesindeki bu kısıtların daha düşük
düzeyde de olsa diğer üniversite emekçileri için de geçerli olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır.
Nasıl
Örgütlenme..?
Üniversitede nasıl bir örgütlenme olması gerektiği
konusunda; öncelikle artık bütünüyle işçileşmiş olan akademisyenlerin daha önce
pek çok kez denendiği üzere üniversitedeki diğer emekçilerden ayrı bir
örgütlenme düşüncesini gündemlerinden çıkartmaları gerekmektedir.
Üniversitelerde üretilen bilgi ve sunulan hizmet süreçlerinde akademisyenlerin
yanı sıra idari ve teknik personelle birlikte son dönemde giderek yaygınlaşan
taşeron ve öğrenci işçilerin de katkıları bulunmaktadır. Üniversitede sorunları
çözebilecek bir mücadele için üretim sürecine katılan tüm emekçilerin birlikte
örgütlenmesi gerekir. Zira üniversitede emek süreçlerini belirleyen sermaye,
akademisyen olan-akademisyen olmayan ayrımı yapmadan piyasanın gereği olarak
gördüğü esneklik uygulamalarını tüm emekçiler için uygulamaktadır.
Üniversitede örgütlenmenin önceliği elbette emeği
sermeyenin denetiminden kurtarmak ve böylece emekçilerin çalışma standartları
ve sosyal haklarında yaşanan aşınmaya son vermek olacaktır. Üniversitede emeği
denetimi altına alan sermaye, aynı zamanda akademik özgürlüğü de ortadan
kaldırmakta ve üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasaya hizmet eder hale
getirmektedir. O halde üniversitede emekçilerin kendi emeğine sahip çıkarken
aynı zamanda akademik özgürlüklere ve “toplum için üniversite” anlayışına da
sahip çıkması gerekmektedir.
Girişimci üniversite modeli içerisinde üniversitede;
emeği denetimi altına alan, çalışma standartları ve sosyal hakları aşındıran,
akademik özgürlüklere son verip, üniversiteyi kendine hizmet eder bir kurum
haline dönüştüren esas güç sermaye sınıfı olduğuna göre, tüm bunlara karşı
çıkmayı hedefleyen bir örgütlenmenin de sınıfsal temelde olması gerekir.
Akademisyeninden öğrencisine kadar işçileşmiş olan üniversitede sınıf temelli
örgütlenme sendikalaşma biçiminde olmalıdır. Zira bir sınıfa karşı yürütülecek
bir mücadelenin sadece sınıf örgütlenmesiyle gerçekleşebileceği tarihsel
süreçte de pek çok kez kanıtlanmıştır.
Sendikalar işçi sınıfının üretim sürecindeki en
önemli mücadele aracı olmakla birlikte içinde bulunduğumuz süreçte birçok
sorunu da içinde barındırmaktadır. Sendikaların içinde bulunduğu sorunların
temelinde sınıfsal perspektiflerini kaybetmiş olmaları ve üretim süreçlerinde
yaşanan değişime uygun bir örgütlenme yapısı geliştirememeleri yatmaktadır.
Sendikaların içinde bulunduğu sorunlar halihazırda üniversitelerde örgütlü
bulunan sendikalar için de geçerlidir.
Türkiye’de bugün üniversitelerde örgütlü olup sınıfsal
yaklaşıma sahip olan ve üniversitede neoliberal dönüşüme açık biçimde karşı
çıkan sendikalar KESK’e bağlı Eğitim Sen ve SES’tir. Ancak bu sendikalar da
diğer sendikalarda var olan yapısal sorunları önemli ölçüde barındırmaktadır.
Ayrıca tüm kamu eğitim ve sağlık alanında örgütlü olan bu sendikaların
üniversiteye yönelik çalışmalarında yeterli olduklarını söylemek mümkün
değildir. Bu nedenle her iki sendikanın da üniversitedeki örgütlenmesi ve
temsil gücü son derce zayıftır. Ancak bu örgütlerin üniversitedeki
yetersizliklerinde sendikaların yönetimleri kadar, üniversite emekçilerinin
ilgisizliklerinin de önemli payı vardır.
Sonuç
Olarak…
Üniversitelerde yaşanan neoliberal yeniden yapılanma
süreci sonucunda hakim olan girişimci üniversite modeliyle birlikte üniversite
kapitalist bir işletmeye dönüşmüş ve kapitalist üretim sisteminin doğal sonucu
olan emek-sermaye çelişkileri üniversitelerde de geçerli hale gelmiştir. Bu
süreçte üniversite emekçileri akademik özgürlüklerini, çalışma standartları ve
sosyal haklarını ortadan kaldıran düzenlemelerle karşı karşıya kalmıştır.
Üniversitenin ve üniversite emekçilerinin karşı karşıya kaldığı bu sorunların
kaynağı sermayenin örgütlü gücünü temsil eden kapitalizmdir. Bu örgütlü güç
karşısında bireysel niteliği ne kadar yüksek olursa olsun –ya da akademik
kariyeri ne kadar parlak olursa olsun- bir emekçinin bireyci bir anlayışla
çözüm üretebilmesi mümkün değildir. İşte bu nedenle üniversitenin yeniden
toplum için bilimsel üretim gerçekleştiren bir yapıya dönüşmesi; akademik
özgürlüğün yeniden kazanılması; üniversite emekçisinin insanca çalışma ve
yaşama koşullarına sahip olmasının tek yolu örgütlenmedir(!)
Girişimci üniversite modelinde mademki üniversite sermaye
sınıfının çıkarları doğrultusunda kapitalist bir işletmeye dönüşmüştür ve mademki
üniversite emekçisi doğrudan kapitalist sömürünün hedefine oturtulmuştur o
halde üniversite emekçisi sınıfsal bir saldırı karşısında olduğunun bilincine
varmalı ve sınıfsal bir temelde örgütlenerek mücadele yürütmelidir. Tarihsel
süreçte kanıtlandığı gibi üretim sürecinde sınıf mücadelesinin en etkin aracı
sendikalardır; üniversitedeki örgütlenme biçimi de sendikalaşma olmalıdır(!)
Üniversitenin gerçekleştirdiği bilim üretimi ve
yayımı üniversitedeki tüm emekçilerin ortak çabasının sonucunda
gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle üniversitede örgütlenmenin de tüm emekçileri
(taşeron ve öğrenci işçiler dahil olmak üzere) kapsayan ortak bir örgütlenme
olması gerekir. Üniversitede ortak örgütlenmenin önünde yasal mevzuattan
kaynaklanan engellemeler mevcuttur. Ancak bu engellemeleri ortadan kaldırarak
özellikle üniversitede en kötü koşullarda çalıştırılan ve örgütlenmesi
engellenen taşeron işçileri ve öğrenci işçileri de fiilen örgütlenme içerisine
katmak üniversitede örgütlü sendikaların görevi olmalıdır(!)
Üniversitede özellikle akademisyenler kimi
dönemlerde diğer üniversite bileşenlerinden ayrı, meslek sendikacılığı benzer
bir örgütlenmeyi benimsemişlerdir. Türkiye’de bu örgütlenme modelinin en tipik örneği
1994-2001 yılları arasında faaliyet gösteren Öğretim Elemanları Sendikası
(ÖES)’tir. Türkiye’de kamu emekçilerinin örgütlenme mücadelesinin ilk
dönemlerinde yasal mevzuatta örgütlenme hakkı olmamasına rağmen ÖES,
üniversitede neoliberal dönüşüm sürecine karşı çıkan akademisyenler tarafından
fiilen kurulmuş ve bu yönde mücadele yürütmüştür. ÖES, 2001 yılında çıkartılan
4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu ile getirilen hizmet kolunda toplu
görüşme yetkisinin üye sayısına bağlanması nedeniyle kendisini feshetmiş ve
Eğitim Sen’le birleşmiştir. Bu süreçte sağlık bilimleri alanındaki ÖES üyeleri
de SES’te örgütlenmişlerdir. Eğitim Sen ve SES’in üniversitenin ve üniversite
emekçilerinin sorunlarını yeterince sahiplenemediği yönündeki yargılar ÖES türü
bir örgütlenme isteğini yeniden açığa çıkartmıştır. ÖES bir sendikadan çok
meslek birliği biçiminde faaliyet göstermişse de içinde bulunduğu koşullar
içerisinde bir taraftan üniversitedeki neoliberal dönüşüme karşı çaba harcamış
diğer taraftan da akademisyenlerin Türkiye’de demokrasi mücadelesine örgütlü
bir biçimde müdahil olmasına aracılık etmiştir. Ancak ÖES gibi sadece
akademisyenleri kapsayan bir meslek örgütlenmesinin üniversitelerdeki sorunlara
çözüm üretebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yukarıda da belirtildiği gibi
tüm üniversite emekçilerini kapsayan bir örgütlenme gerekir.
Eğitim ve sağlık alanında örgütlenmiş olan
sendikaların üniversitenin ve üniversite emekçilerinin sorunlarını yeterince
sahiplenemediği yönündeki yargılar, sadece üniversitede örgütlenecek ve tüm üniversite
emekçilerini kapsayacak bir sendika modelini de bir seçenek olarak akıllara
getirmektedir. Mevcut yasal mevzuat içerisinde sadece üniversitede örgütlenmiş
bir sendikayı engelleyen herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte üniversite
emekçilerinin dahil edildikleri eğitim ve sağlık hizmet kollarındaki emekçilerin
toplamı içerisinde oranı oldukça düşüktür ve söz konusu yasada üye sayısı düşük
sendikaların toplu görüşme/toplu sözleşme gibi üst düzeydeki karar
mekanizmalarında temsili engellenmektedir. Mevzuattan kaynaklanan
kısıtlılıklardan daha önemli olmak üzere yükseköğretim, eğitim sisteminin; tıp,
diş hekimliği fakülteleri ile hemşirelik yüksekokulu gibi sağlık alanlarındaki
üniversite birimleri de sağlık sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Üniversite
emekçilerinin parçası oldukları sistemin diğer bileşenleriyle de birlikte
örgütlenmeleri mücadelenin etkisi bakımından son derece önemlidir. Bu nedenle mevcut
sorunları aşmanın yolları aranmalı ve üniversite emekçilerinin eğitim ve sağlık
emekçileriyle birlikte örgütlenmeleri tercih edilmelidir. Ancak üniversitenin
ve üniversite emekçilerinin örgütlenme ve temsil sorunlarının aşılamaması
durumunda sağlık bilimleri alanındaki üniversite emekçileri de dahil olmak
üzere tüm emekçileri -taşeron ve öğrenci işçileri de- kapsayan “üniversite
emekçileri sendikası“ seçeneğini tartışmak yararlı olacaktır(!)
Neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte önü açılan vakıf
üniversitesi statüsündeki özel üniversitelerin sayısı 7’si Meslek Yüksekokulu
olmak üzere 68’e çıkmıştır. Bu üniversitelerde çok sayıda emekçi iş güvencesi
olmadan ve ağır iş yükü altında düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Özel
üniversitelerde emekçilerin sendikalaşma konusunda en kapsamlı girişimi Bilgi
Üniversitesi’nde yaşanmıştır. DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenen
Bilgi Üniversitesi emekçilerinden aralarında akademisyenlerin de bulunduğu çok
sayıda emekçi anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını kullandıkları için
işten çıkartılmıştır[3].
Üniversitede yürütülecek bir mücadelede kamu üniversitesi – özel üniversite
ayrımı yapmak mümkün değildir. Yasalara göre kamu çalışanı statüsündeki
üniversite emekçileriyle özel üniversite emekçilerinin ortak örgütlenmesi
olanağı yoktur. Ancak kamuda örgütlü sendikaların özel üniversite emekçilerinin
sorunlarını da sahiplenmesi ve özel üniversitelerde örgütlenen sendikalarla
mücadeleyi ortaklaştırmaları gerekir(!)
Unutulmamalıdır ki sendikalar emekçilerin örgütlü
mücadelesinin aracıdır ve gücünü emekçilerin katılımından alır. Kağıt üzerinde
sendikalı olup, sendikadan ve sendikal faaliyetlerden uzak duranlar,
sendikaların içinde bulunduğu yapısal sorunların önemli bir parçası haline
dönüşürler. Sendikal mücadeleden uzak durarak sendikaları eleştirmek yerine sendikalar
sahiplenilmeli; sendikaların yapısal sorunlarının çözümlenebilmesi ve daha
etkili bir mücadele yürütülebilmesi için de sendikalar içerisinde ayrıca bir
mücadeleden de kaçınılmamalıdır.
Üniversite ve bilimsel üretimi gerçekleştiren
emekçiler bugün bir yol ayrımına gelmişlerdir; ya girişimci üniversite modeli
içinde sahip oldukları bilgi ve birikimi sermayenin hizmetine sunarak kapitalizmin
doğa, toplum ve emek üzerinde yarattığı tahribata katkıda bulunacak ya da girişimci
üniversiteye karşı çıkarak, doğayı, toplumu ve emeği kapitalizmin vahşetinden
kurtarmak için çabalayacaktır. Eğer kabul edilen ikinci seçenek olacaksa yani
üniversite emekçileri “girişimci üniversite” adı altında kapitalizmin vahşetine
ortak olmayı reddedecek ve emeklerine sahip çıkacaklarsa bu ancak sınıf temelinde
örgütlenmiş, yapısal sorunlarını aşmış bir sendikal mücadeleyle mümkün
olacaktır(!)
Kaynakça
Aktan, C.C (2007) “Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler ve Yeni
Paradigmalar”, Yaşar Üniversitesi Yayını, İzmir
Arap, Sultan Kavili (2010) “Türkiye Yeni
Üniversitelerine Kavuşurken: Türkiye'de Yeni Üniversiteler ve Kuruluş
Gerekçeleri” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Cilt: 65 Sayı: 1 (1-29)
Çetin, M (2007) “Bölgesel
Kalkınma ve Girişimci Üniversiteler”
Ege Akademik Bakış, 7(1) 2007. (217–238)
Davies, John L. (2001) “The Emergence of
Entrepreneurial Cultures in European Universities” Education and Skills Journal
of the Programme on Institutional Management in Higher Education, OECD, vol.13
no.2 (25-44)
Ercan,
F (2006), “İnsan Mühendis mi, Yoksa Mühendis İnsan mı?”, BİA, (22.12.2006). http://fuatercan.wordpress.com/2006/12/28/ynsan-muhendis-mi-yoksa-muhendis-ynsan-my/
Etzkowitz, H ve Webster, A
vd.(2000) “The future of the university and the
university of the future:evolution of ivory tower to entrepreneurial paradigm”
Research Policy 29 _2000. (313–330)
Gordon, G. ve Whitchurch,
C. (2007). “Managing Human Resources in Hhigher Education: The Implications of
a Diversifying Workforce”. Higher Education Management and Policy: 19(2):
(135-155)
Kiper, M (2010) “Dünyada
ve Türkiye’de Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Bu Kapsamda Üniversite-Sanayi Ortak
Araştırma Merkezleri Programı (ÜSAMP)” TTGV yayını, Ankara
Özgün, Y (2009) “Bologna Sürecinin Etkileri
Üzerine bir Analiz” İstanbul Üniversitesi İktisat Dergisi, sayı: 506-507
Ağustos-Eylül 2009 (66-74)
Rhoades, G and Slaughter, S (2004) “Academic Capitalism in the New Economy: Challenges and Choices”
American Academic, 1,1 (2004): 37-60).
TÜSİAD (2008) "Türkiye'de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar”, Yayın No.
TÜSİAD-T/2008-10/473
YÖK (2006) Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi (Taslak
Rapor), Ankara
[1] Burada “işçileşme” kavramı; ücretli emek gücü olmasına rağmen akademik
özgürlük çerçevesinde emeğini işçi sınıfının diğer katmanlarına görece kendi
denetimi altında tutan bir kesimi oluşturan akademisyenlerin bu özelliğini
kaybedip, sınıfın geneliyle benzer koşullara sahip olması anlamında
kullanılmıştır.
[2] Modern üniversite modeli olarak da tanımlanan Humbold üniversite
sisteminde temel ilkeler şöyledir (Arap, 2010:5): 1. Üniversite, tüm bilim
alanlarındaki eğitim-öğretimin, araştırma faaliyetleri ile birlikte ve bir
bütünlük içinde yürütüldüğü bir kurumdur. 2. Üniversitenin mesleki ve teknik
yüksekokuldan farklı olarak temel işlevi, herhangi bir mesleğe yönelik
olmaksızın eğitim-öğretim ve araştırma yapmaktır. 3. Üniversitenin sahibi
devlet değil millettir; devletin görevi öğretim üyelerini atamak, maaşlarını
ödemek ve çalışmaları için gerekli özgürlük ortamını oluşturmaktır. Öğretim
üyeleri ve öğrenciler dini veya siyasi hiçbir etki altında kalmadan özgürce
araştırma ve eğitim yapabilmelidirler.
[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: http://bilgicalisanlari.com/, http://www.sosyal-is.org.tr/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder