16 Nisan 2013 Salı

Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?




 Bu makale 12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresinde sunulmuş ve Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite (Der. Fuat Ercan-Serap K.Kurt, SAV Yayınları Aralık 2011 (633-647)) başlıklı kitapta yayınlanmıştır. 



Neoliberal Dönüşümün Yarattığı Garabet: Girişimci Üniversite

1970’li yıllarda kapitalizmin girdiği krizle birlikte toplumsal altyapıyı oluşturan üretim sistemindeki değişim tüm üstyapı kurumları gibi üniversitenin işlevlerinde de köklü bir değişimine neden olmuştur. Krizden büyük ölçüde Fordist üretim sistemi ve Keynesci düzenleme modeli sorumlu tutulmuştur. Fordist üretim sistemi krizin ardından yerini esnek üretim modellerine bırakırken; Chicargo okulundan Hayek ve M. Friedman’ın öncülüğünü yaptığı neoliberal akımın ekonomi politikaları Keynesci düzenleme modelinin yerini almaya başlamıştır. Neoliberalizm, Keynesyen politikalar nedeniyle kârların üzerinde baskı yapan unsurların ortadan kaldırılmasını ve devletin her alanda sermayeyi desteklemesini öngörmüştür. Böylece tüketimi yönlendirmeye ve talep oluşturmaya yönelik politikaların yerine, üretimi ve arzı ön plana çıkartan politikalar öncelik haline gelmiştir.

Neoliberal politikalarla birlikte devletin temel işlevlerinde yaşanan değişim, kamusal bir anlayışla faaliyet gösteren üniversiteleri de doğrudan etkilemiştir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşüm sürecinde bir taraftan devletin üniversiteye ayırdığı finansal kaynaklar sınırlandırılırken, diğer taraftan üniversitenin araştırma ve eğitim faaliyetlerinin piyasa ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi hedeflenmiştir.  

Üniversitenin tüm yönetsel yapısı ve işlevlerinin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılması üç temel gerekçeye dayandırılmaktadır.  Bunlar; küresel rekabet, devletin kaynakları sınırlandırması nedeniyle ortaya çıkan finansal sıkıntılar ve sürekli değişen piyasa ihtiyaçlarıdır.

Küreselleşme süreciyle birlikte artan sermayeler arası rekabet, bilginin üretim ve yayım süreçlerinin daha hızlı ve düşük maliyetle gerçekleştirilmesini gerektirmiş ve işletmeler ARGE yatırımları yapmak yerine üniversitelerle işbirliği içerisine girmeyi tercih etmişlerdir. Bu süreç, üniversiteler arasında ve üniversitelerle diğer ARGE kurumları arasındaki rekabeti arttırmıştır (Kiper, 2010: 18). Üniversiteler içerisine girdikleri rekabet ortamında girişimcilik anlayışının öne çıktığı esnek bir yapılanmaya yönelmişlerdir.

Refah devletinde bir kamu hizmeti olarak kabul gören ve finansmanı devlet tarafından karşılanan yükseköğretim, neoliberal politikalarla birlikte diğer kamu hizmet alanlarında olduğu gibi finansmanın hizmeti alan tarafından karşılandığı bir yapıya dönüşmüştür. Devletin üniversitenin finansmanı için ayırdığı kaynakları sınırlandırması üniversiteleri kendi finans kaynaklarını yaratmaya itmiştir (Gumbort ve Sporn, 2001: 10). Böylece üniversitelerin araştırma ve eğitsel faaliyetleri piyasa koşulları içerisinde fiyatlandırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda araştırma faaliyetleri sermaye kuruluşları tarafından finanse edilirken; öğretim faaliyetleri yüksek öğrenci harçlarıyla finanse edilir hale gelmiştir. Üniversitenin akademik faaliyetlerini fiyatlandırarak piyasaya sunması bir taraftan akademik bilginin metalaşmasına yol açarken diğer taraftan da üniversitelerin kâr-maliyet hesabı yapan işletmeler biçiminde yönetilmesi sonucunu ortaya çıkartmıştır.

Üretimin esnekleşmesi, teknolojide yaşanan hızlı gelişme ve emek piyasasının küreselleşmesi, bir taraftan emekçiler arası rekabeti arttırmakta diğer taraftan da emeğin hızla değersizleşmesine neden olmaktadır. Emek piyasasında rekabet üstünlüğü sağlamak ve hızla gelişen teknolojiler karşısında emek değerini koruma gayreti yükseköğretime öğrenci talebinin hızla artmasına neden olmuştur. Öte yandan hızla gelişen teknolojiler ve esnek üretim sistemleri piyasanın talep ettiği emek gücünün niteliğinde de sürekli bir değişimi beraberinde getirmektedir (Ercan, 2006:3). Bu bağlamda üniversiteler bir taraftan yükseköğretime artan talebe karşılık vermek diğer taraftan da piyasanın sürekli değişen nitelikteki emek gücü ihtiyacını karşılamak durumunda kalmaktadır. Piyasanın sürekli değişen ihtiyaçlarını karşılama çabasına giren üniversitenin araştırma gibi eğitsel faaliyetlerinde de esnek bir yapıya bürünmesi gerekmiştir.   

Neoliberal yeniden yapılanma süreci sonrasındaki üniversiteler, genellikle “Girişimci Üniversite” olarak tanımlanmaktadır. Genel tarife göre girişimci üniversite; aktif, rekabetçi, kendi finansal kaynaklarını yaratabilen, yüksek kaliteye sahip, yerel iş çevreleriyle ilişkilenmiş, işletmelerle ortaklık ilişkisinde piyasa odaklı bir yaklaşım benimseyen, dünya ölçeğinde öğrenim talebini karşılayan, uluslararası düzeyde tanınmış araştırmacı ve eğitim personeli olan, kendi gelişimini etkileyecek sosyo-ekonomik gereksinimlerine cevap verebilen, yetenekli öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyeleri ile araştırma fonlarını çekebilen üniversitelerdir (Çetin, 2007: 226).

Girişimci üniversite, öğretim ve araştırma gibi geleneksel akademik işlevlerinin yanı sıra, teknoloji transferi, yenilik, ekonomi ve topluma (piyasaya) katkıda bulunmayı da üniversitenin görevleri arasında tanımlamaktadır. Girişimci üniversite piyasanın isteklerine uyum sağlamak amacıyla öğretim, araştırma yapma ve topluma (piyasaya) hizmet sunma işlevlerini yüklenen organizasyonlar topluluğu haline gelmiştir (Etzkowitz ve Webster vd, 2000: 315-317). Bu üniversite modelinde bütçe, kamu kaynakları, kurumun piyasaya sunduğu hizmetler karşılığında elde ettiği gelirler ve öğrencilerden alınan öğrenim ücretlerinden oluşmaktadır. Kısacası girişimci üniversite modelinde öğrenci ve işletmeler müşteri olarak görülürken; üniversitenin akademik birimleri (fakülte, enstitü ve yüksek okullar) piyasa için değer yaratan birer üretim aracı olarak değerlendirilmektedir.

Üniversitenin “girişimci” işlevine bürünmesiyle birlikte bilimsel araştırma ve eğitim faaliyetlerinin ticari bir boyut kazanması “akademik kapitalizm” olarak tanımlanmaktadır (Rhoades ve Slaughter, 2004: 37-39). Bilimsel çalışmaların piyasa tarafından yönlendirildiği “akademik kapitalizm” anlayışında üniversitenin idari ve akademik özerkliği ortadan kalkmakta ve akademik faaliyetler piyasa mantığı içerisinde metalaşmaktadır. Artık üniversite tümüyle piyasanın ya da diğer bir ifadeyle sermayenin denetimi altına girmiştir.

Üniversitede akademik faaliyetlerin metalaşması ve üniversitenin sermayenin denetimi altına girmesi üniversitede üretim ilişkileri ve emek süreçlerinde de köklü bir değişime yol açmaktadır. Değişimin en önemli halkası kuşkusuz üniversitenin yönetsel yapısında gerçekleşmektedir. Bilimsel özgürlüğün ve özerkliğin gereği olarak kabul edilen, üniversite bileşenlerinin “seçim sistemiyle” belirleyici olduğu “meslektaşlar yönetim modeli” yerine girişimci üniversitede sermayenin paydaş olarak kabul edildiği mütevelli heyetlerinin egemen olduğu “atama sistemiyle” yönetim modeline geçilmektedir (Aktan, 2007:15). Böylece akademisyenler ve diğer üniversite emekçileri üniversitenin karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmakta ve sermaye temsilcileri tarafından atanacak kadrolar üniversitenin yönetsel mekanizmalarına hâkim olmaktadır.   

Girişimci üniversitede yönetsel yapının yanı sıra çalışma ilişkileri de piyasa koşulları içerisinde şekillendirilmektedir. Üniversitelerin diğer üniversite ve kurumlarla rekabeti, kaynak tasarrufu ve maliyet azaltma stratejilerini de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda akademisyenler ve diğer üniversite emekçilerinden beklenen en düşük maliyetle en yüksek getiriyi sağlamalarıdır. Bunun için akademisyenlerin işletmeler için araştırma ve danışmanlık hizmeti vermesi; bilimsel projelerde yer alması; üniversite dışı eğitim (sertifika) programlarına katılması; patent-lisans sağlayacak çalışmalar yürütmesi; yaşam boyu eğitim programlarından yer alması ve eğitim-öğretim müfredatını piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemesi gibi görevleri üstlenmesi gerekmektedir (Rhoades ve Slaughter, 2004: 50-53). Girişimci üniversitenin akademisyenden beklentileri, akademik özgürlüğü tamamen ortadan kaldırdığı gibi akademisyenin ve tüm bu süreçlerde yer alan diğer emekçilerin de iş yüklerini arttırmaktadır.

Girişimci üniversite modelinde iş yükü olağanüstü artan ve akademik özgürlüğünü önemli ölçüde yitiren akademisyenler ve diğer üniversite emekçileri, emek maliyetini en düşük düzeye indirme hedefi doğrultusunda emek piyasalarında esneklik uygulamalarıyla karşı karşıya bırakılmaktadır (Gordon ve Whitchurch, 2007: 136-137; Davies, 2001: 33). Emek piyasasında esneklik uygulamalarının emekçiler bakımından sonuçlarını; iş güvencesinin kaybedilmesi, düşük ücret, çalışma sürelerinin uzaması, iş yoğunluğunun artması, sosyal güvencenin zayıflaması, örgütsüzleşme, iş kazası ve meslek hastalıklarının artması biçiminde özetlemek mümkündür. Esneklik uygulamalarının üniversitelerde de geçerli olmasıyla birlikte tüm bunlar üniversite emekçilerinin de karşı karşıya kalacağı sorunlar haline gelmektedir.

Üniversitenin, yönetsel ve akademik özerkliğini kaybederek bütünüyle piyasanın denetimi altına girmesi, üniversitede emek süreçlerinin de piyasanın denetimi altına girmesine yol açmıştır. Böylece akademisyenlerin toplum içindeki elit konumu ortadan kalkmış ve üniversitedeki diğer emekçiler gibi akademisyenler de “işçileşmiştir[1]”.


Türkiye’de Girişimci Üniversite

ABD’de başta olmak üzere, Avrupa ülkelerindeki üniversiteler örnek alınarak yaygınlaştırılmaya çalışılan girişimci üniversite modeli neoliberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de de gündeme gelmiştir. 1981 yılında kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ile birlikte üniversiteler tek merkezden yönetilir hale gelmiş ve bu merkezi yapı içerisinde baskı altına alınan üniversitelerde neoliberal dönüşüm süreci hızla yaşama geçirilmeye başlamıştır. 12 Eylül darbesinden aldığı güçle YÖK, üniversitelerde idari ve akademik özerkliği ortadan kaldırmış, genel bütçeden yüksek öğretime ayrılan payın azalmasını gerekçe göstererek getirdiği öğrenim harçları ile üniversitenin paralı hale gelmesinin yolunu açmıştır. Öte yandan araştırma faaliyetlerinin finansmanını karşılamak gerekçesiyle üniversite-sanayi işbirliği adı altında teknoparklar oluşturulmuş, piyasanın talepleri doğrultusunda projeler ve sertifika programları geliştirilmeye başlanmış; bununla beraber vakıf görüntüsü altında kâr amacı güden özel üniversiteler açılmasına olanak sağlanmıştır. Türkiye’nin 2001 yılında Avrupa Yüksek Öğrenim Alanı oluşturmayı amaçlayan Bologna sürecine dahil olmasıyla birlikte girişimci üniversite modeli daha hızlı ve daha sistematik bir biçimde uygulamaya konulmuştur (Özgün, 2009: 69).  

Diğer ülkelerde olduğu gibi üniversitenin piyasalaşma süreci Türkiye’de de üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçlerinde köklü bir değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda bir taraftan akademisyenler temel ücretlerdeki reel kayıplarını gidermek için tezsiz yüksek lisans, ikinci öğretim, yaz okulları, sertifika programları gibi ek ders yükleri altına girerken; öğrenci sayısındaki olağanüstü artış da öğretim faaliyetlerinde iş yüklerini daha da arttıran bir başka etken olmuştur. Aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi üniversitede neoliberal dönüşüm sürecinin başladığı 1981 yılı ile 2010 yılı arasında yükseköğretimde öğrenci sayısı 14 kat artarken, öğretim elemanı sayısı 5.2 kat artmıştır. Böylece 1981 yılında 11.7 olan öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı, 2010 yılında yaklaşık 3 kat artarak 31.5’e yükselmiştir.


                          Kaynak: YÖK ve MEB istatistiklerinden derlenmiştir.

Akademisyenlerin öğretim faaliyetlerinde artan iş yükünün yanı sıra araştırma faaliyetleri de büyük ölçüde üniversite-sanayi işbirliği kapsamında finansmanı işletmelerce karşılanan projeler biçiminde gerçekleştirilmeye başlamıştır. Akademik özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldıran bu uygulamalar aynı zamanda akademisyenin iş güvencesi ve ücreti üzerinde de belirleyici bir etkiye sahip olmaktadır. Akademik özgürlük adına üniversite-sanayi işbirliği içerisinde yer almayan bir akademisyenin “performansı düşük” olarak kabul edilmektedir. Bu durumdaki bir akademisyen ya daha düşük ücrete razı olmak zorunda bırakılmakta ya da akademik yaşamdan dışlanmakta yani işten atılmaktadır.

Üniversitelerde YÖK düzeniyle birlikte akademik hiyerarşi, iş güvencesi, daha yüksek ücret ve sınırlı ölçüde de olsa üniversite içi karar alma mekanizmalarında yer almanın koşulu haline getirilmiştir. Akademik hiyerarşi içinde yükselebilmenin ya da daha güncel tabirle akademik kariyer basamaklarını çıkabilmenin koşulu olan atama ve yükselmelerde, büyük ölçüde, girişimci üniversite modeline uygun kriterler üzerinden değerlendirmeler yapılmaktadır. Dolayısıyla akademisyenler, araştırma faaliyetlerinde doğrudan piyasayla işbirliği içerisinde bulunmasalar da atama ve yükselme kriterlerine uygun “puan” toplama gayreti içerisinde en azından girişimci üniversite kriterlerine uygun görülmeyen çalışmalardan kaçınmaktadır. Öte yandan yine akademik kariyer hedefiyle hareket eden akademisyenlerin üniversite içinde ya da toplumda yaşanan sorunlara karşı bilim insanından beklenen duyarlılığı sergilemesini beklemek de olanaksız hale gelmektedir. 

Üniversitede gerçekleşen neoliberal dönüşüm diğer ülkeler gibi Türkiye’de de üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasanın yörüngesine sokmuş, üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçleri de bu çerçevede yeniden şekillenmiştir. Dolayısıyla diğer ülkelerdeki gibi Türkiye’de de akademisyenler akademik özgürlükleriyle birlikte bilgi üretim sürecindeki özgürlüklerini de kaybetmişler, vasıfsızlaşmaya başlamışlar ve emeklerine yabancılaşarak piyasanın (sermayenin) denetimi altına girmiş yani tam anlamıyla işçileşmişlerdir.  

Neden Örgütlenme..?

Üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşümle birlikte finansmanın devlet tarafından karşılandığı ancak devlete, dine ve sermayeye karşı akademik ve idari özerkliğini koruyan, toplumsal sorumluluğu ön planda tutan modern üniversite modeli[2] (Humbold Üniversitesi) ortadan kalkmış; akademik ve idari özerkliğini kaybetmiş, sermayeye bağımlı hale gelmiş ve toplumsal sorumluluğunu göz ardı eden girişimci üniversite modeli geçerli hale gelmiştir.

Girişimci üniversite modelinde akademisyenler modern üniversitenin geçerli olduğu dönemde edindikleri ayrıcalıkları kaybetmiş ve işçileşmişlerdir. Sermayenin güdümünde piyasaya hizmet eden üniversitelerde akademik özgürlüğü korumak ve kendi emeğine sahip çıkmak için “girişimci üniversitenin dayatmalarına boyun eğmeden” bireysel çabalarla çıkış yolu bulabilmek diğer üniversite emekçileri gibi işçileşen akademisyenler için de artık olanaksız hale gelmiştir. Zaten kapitalist üretimin emeği sürekli olarak değersizleştirdiği ve emekçiyi emeğine yabancılaştırdığı koşullar içerisinde bireysel çıkış yolları hiçbir zaman kalıcı çözüm olmamıştır. Sınıf mücadeleleri tarihi sermaye sınıfının çıkarlarını temsil eden kapitalist sistemle mücadelenin ancak örgütlenerek başarıya ulaşabileceğini göstermiştir. Halen kaybetmemek ya da yeniden kazanmak için çabaladığımız özgürlükçü demokrasi ve onunla birlikte evrenselleşmiş olan haklar, sınıfsal perspektif içerisinde yürütülen örgütlü mücadeleler sayesinde kazanılmıştır.

Üniversitede emek süreçlerinin piyasa düzeni içerisinde işlemesi ve akademisyenlerin de işçileşmesinin üniversitede örgütlenme konusunda önemli bir olanak yarattığını söyleyebiliriz. Ancak akademisyenlerde artan örgütlenme eğilimini tüm akademisyenler için genellemek elbette mümkün değildir. Zira akademisyenlerin çok önemli bir kısmı girişimci üniversite modelini benimsemiştir. Bunun dışında azımsanamayacak oranda akademisyenin ise girişimci üniversite modeline uyum sağlayamamış olmakla birlikte “akademik kariyer” kaygısıyla örgütlenme düşüncesinden uzak durduğu görülmektedir. Akademisyenlerin örgütlenmesindeki bu kısıtların daha düşük düzeyde de olsa diğer üniversite emekçileri için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Nasıl Örgütlenme..?

Üniversitede nasıl bir örgütlenme olması gerektiği konusunda; öncelikle artık bütünüyle işçileşmiş olan akademisyenlerin daha önce pek çok kez denendiği üzere üniversitedeki diğer emekçilerden ayrı bir örgütlenme düşüncesini gündemlerinden çıkartmaları gerekmektedir. Üniversitelerde üretilen bilgi ve sunulan hizmet süreçlerinde akademisyenlerin yanı sıra idari ve teknik personelle birlikte son dönemde giderek yaygınlaşan taşeron ve öğrenci işçilerin de katkıları bulunmaktadır. Üniversitede sorunları çözebilecek bir mücadele için üretim sürecine katılan tüm emekçilerin birlikte örgütlenmesi gerekir. Zira üniversitede emek süreçlerini belirleyen sermaye, akademisyen olan-akademisyen olmayan ayrımı yapmadan piyasanın gereği olarak gördüğü esneklik uygulamalarını tüm emekçiler için uygulamaktadır.

Üniversitede örgütlenmenin önceliği elbette emeği sermeyenin denetiminden kurtarmak ve böylece emekçilerin çalışma standartları ve sosyal haklarında yaşanan aşınmaya son vermek olacaktır. Üniversitede emeği denetimi altına alan sermaye, aynı zamanda akademik özgürlüğü de ortadan kaldırmakta ve üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasaya hizmet eder hale getirmektedir. O halde üniversitede emekçilerin kendi emeğine sahip çıkarken aynı zamanda akademik özgürlüklere ve “toplum için üniversite” anlayışına da sahip çıkması gerekmektedir. 

Girişimci üniversite modeli içerisinde üniversitede; emeği denetimi altına alan, çalışma standartları ve sosyal hakları aşındıran, akademik özgürlüklere son verip, üniversiteyi kendine hizmet eder bir kurum haline dönüştüren esas güç sermaye sınıfı olduğuna göre, tüm bunlara karşı çıkmayı hedefleyen bir örgütlenmenin de sınıfsal temelde olması gerekir. Akademisyeninden öğrencisine kadar işçileşmiş olan üniversitede sınıf temelli örgütlenme sendikalaşma biçiminde olmalıdır. Zira bir sınıfa karşı yürütülecek bir mücadelenin sadece sınıf örgütlenmesiyle gerçekleşebileceği tarihsel süreçte de pek çok kez kanıtlanmıştır.

Sendikalar işçi sınıfının üretim sürecindeki en önemli mücadele aracı olmakla birlikte içinde bulunduğumuz süreçte birçok sorunu da içinde barındırmaktadır. Sendikaların içinde bulunduğu sorunların temelinde sınıfsal perspektiflerini kaybetmiş olmaları ve üretim süreçlerinde yaşanan değişime uygun bir örgütlenme yapısı geliştirememeleri yatmaktadır. Sendikaların içinde bulunduğu sorunlar halihazırda üniversitelerde örgütlü bulunan sendikalar için de geçerlidir.

Türkiye’de bugün üniversitelerde örgütlü olup sınıfsal yaklaşıma sahip olan ve üniversitede neoliberal dönüşüme açık biçimde karşı çıkan sendikalar KESK’e bağlı Eğitim Sen ve SES’tir. Ancak bu sendikalar da diğer sendikalarda var olan yapısal sorunları önemli ölçüde barındırmaktadır. Ayrıca tüm kamu eğitim ve sağlık alanında örgütlü olan bu sendikaların üniversiteye yönelik çalışmalarında yeterli olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu nedenle her iki sendikanın da üniversitedeki örgütlenmesi ve temsil gücü son derce zayıftır. Ancak bu örgütlerin üniversitedeki yetersizliklerinde sendikaların yönetimleri kadar, üniversite emekçilerinin ilgisizliklerinin de önemli payı vardır. 

Sonuç Olarak…

Üniversitelerde yaşanan neoliberal yeniden yapılanma süreci sonucunda hakim olan girişimci üniversite modeliyle birlikte üniversite kapitalist bir işletmeye dönüşmüş ve kapitalist üretim sisteminin doğal sonucu olan emek-sermaye çelişkileri üniversitelerde de geçerli hale gelmiştir. Bu süreçte üniversite emekçileri akademik özgürlüklerini, çalışma standartları ve sosyal haklarını ortadan kaldıran düzenlemelerle karşı karşıya kalmıştır. Üniversitenin ve üniversite emekçilerinin karşı karşıya kaldığı bu sorunların kaynağı sermayenin örgütlü gücünü temsil eden kapitalizmdir. Bu örgütlü güç karşısında bireysel niteliği ne kadar yüksek olursa olsun –ya da akademik kariyeri ne kadar parlak olursa olsun- bir emekçinin bireyci bir anlayışla çözüm üretebilmesi mümkün değildir. İşte bu nedenle üniversitenin yeniden toplum için bilimsel üretim gerçekleştiren bir yapıya dönüşmesi; akademik özgürlüğün yeniden kazanılması; üniversite emekçisinin insanca çalışma ve yaşama koşullarına sahip olmasının tek yolu örgütlenmedir(!)  

Girişimci üniversite modelinde mademki üniversite sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda kapitalist bir işletmeye dönüşmüştür ve mademki üniversite emekçisi doğrudan kapitalist sömürünün hedefine oturtulmuştur o halde üniversite emekçisi sınıfsal bir saldırı karşısında olduğunun bilincine varmalı ve sınıfsal bir temelde örgütlenerek mücadele yürütmelidir. Tarihsel süreçte kanıtlandığı gibi üretim sürecinde sınıf mücadelesinin en etkin aracı sendikalardır; üniversitedeki örgütlenme biçimi de sendikalaşma olmalıdır(!)

Üniversitenin gerçekleştirdiği bilim üretimi ve yayımı üniversitedeki tüm emekçilerin ortak çabasının sonucunda gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle üniversitede örgütlenmenin de tüm emekçileri (taşeron ve öğrenci işçiler dahil olmak üzere) kapsayan ortak bir örgütlenme olması gerekir. Üniversitede ortak örgütlenmenin önünde yasal mevzuattan kaynaklanan engellemeler mevcuttur. Ancak bu engellemeleri ortadan kaldırarak özellikle üniversitede en kötü koşullarda çalıştırılan ve örgütlenmesi engellenen taşeron işçileri ve öğrenci işçileri de fiilen örgütlenme içerisine katmak üniversitede örgütlü sendikaların görevi olmalıdır(!)

Üniversitede özellikle akademisyenler kimi dönemlerde diğer üniversite bileşenlerinden ayrı, meslek sendikacılığı benzer bir örgütlenmeyi benimsemişlerdir. Türkiye’de bu örgütlenme modelinin en tipik örneği 1994-2001 yılları arasında faaliyet gösteren Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES)’tir. Türkiye’de kamu emekçilerinin örgütlenme mücadelesinin ilk dönemlerinde yasal mevzuatta örgütlenme hakkı olmamasına rağmen ÖES, üniversitede neoliberal dönüşüm sürecine karşı çıkan akademisyenler tarafından fiilen kurulmuş ve bu yönde mücadele yürütmüştür. ÖES, 2001 yılında çıkartılan 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu ile getirilen hizmet kolunda toplu görüşme yetkisinin üye sayısına bağlanması nedeniyle kendisini feshetmiş ve Eğitim Sen’le birleşmiştir. Bu süreçte sağlık bilimleri alanındaki ÖES üyeleri de SES’te örgütlenmişlerdir. Eğitim Sen ve SES’in üniversitenin ve üniversite emekçilerinin sorunlarını yeterince sahiplenemediği yönündeki yargılar ÖES türü bir örgütlenme isteğini yeniden açığa çıkartmıştır. ÖES bir sendikadan çok meslek birliği biçiminde faaliyet göstermişse de içinde bulunduğu koşullar içerisinde bir taraftan üniversitedeki neoliberal dönüşüme karşı çaba harcamış diğer taraftan da akademisyenlerin Türkiye’de demokrasi mücadelesine örgütlü bir biçimde müdahil olmasına aracılık etmiştir. Ancak ÖES gibi sadece akademisyenleri kapsayan bir meslek örgütlenmesinin üniversitelerdeki sorunlara çözüm üretebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yukarıda da belirtildiği gibi tüm üniversite emekçilerini kapsayan bir örgütlenme gerekir.

Eğitim ve sağlık alanında örgütlenmiş olan sendikaların üniversitenin ve üniversite emekçilerinin sorunlarını yeterince sahiplenemediği yönündeki yargılar, sadece üniversitede örgütlenecek ve tüm üniversite emekçilerini kapsayacak bir sendika modelini de bir seçenek olarak akıllara getirmektedir. Mevcut yasal mevzuat içerisinde sadece üniversitede örgütlenmiş bir sendikayı engelleyen herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte üniversite emekçilerinin dahil edildikleri eğitim ve sağlık hizmet kollarındaki emekçilerin toplamı içerisinde oranı oldukça düşüktür ve söz konusu yasada üye sayısı düşük sendikaların toplu görüşme/toplu sözleşme gibi üst düzeydeki karar mekanizmalarında temsili engellenmektedir. Mevzuattan kaynaklanan kısıtlılıklardan daha önemli olmak üzere yükseköğretim, eğitim sisteminin; tıp, diş hekimliği fakülteleri ile hemşirelik yüksekokulu gibi sağlık alanlarındaki üniversite birimleri de sağlık sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Üniversite emekçilerinin parçası oldukları sistemin diğer bileşenleriyle de birlikte örgütlenmeleri mücadelenin etkisi bakımından son derece önemlidir. Bu nedenle mevcut sorunları aşmanın yolları aranmalı ve üniversite emekçilerinin eğitim ve sağlık emekçileriyle birlikte örgütlenmeleri tercih edilmelidir. Ancak üniversitenin ve üniversite emekçilerinin örgütlenme ve temsil sorunlarının aşılamaması durumunda sağlık bilimleri alanındaki üniversite emekçileri de dahil olmak üzere tüm emekçileri -taşeron ve öğrenci işçileri de- kapsayan “üniversite emekçileri sendikası“ seçeneğini tartışmak yararlı olacaktır(!)

Neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte önü açılan vakıf üniversitesi statüsündeki özel üniversitelerin sayısı 7’si Meslek Yüksekokulu olmak üzere 68’e çıkmıştır. Bu üniversitelerde çok sayıda emekçi iş güvencesi olmadan ve ağır iş yükü altında düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Özel üniversitelerde emekçilerin sendikalaşma konusunda en kapsamlı girişimi Bilgi Üniversitesi’nde yaşanmıştır. DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenen Bilgi Üniversitesi emekçilerinden aralarında akademisyenlerin de bulunduğu çok sayıda emekçi anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını kullandıkları için işten çıkartılmıştır[3]. Üniversitede yürütülecek bir mücadelede kamu üniversitesi – özel üniversite ayrımı yapmak mümkün değildir. Yasalara göre kamu çalışanı statüsündeki üniversite emekçileriyle özel üniversite emekçilerinin ortak örgütlenmesi olanağı yoktur. Ancak kamuda örgütlü sendikaların özel üniversite emekçilerinin sorunlarını da sahiplenmesi ve özel üniversitelerde örgütlenen sendikalarla mücadeleyi ortaklaştırmaları gerekir(!)    

Unutulmamalıdır ki sendikalar emekçilerin örgütlü mücadelesinin aracıdır ve gücünü emekçilerin katılımından alır. Kağıt üzerinde sendikalı olup, sendikadan ve sendikal faaliyetlerden uzak duranlar, sendikaların içinde bulunduğu yapısal sorunların önemli bir parçası haline dönüşürler. Sendikal mücadeleden uzak durarak sendikaları eleştirmek yerine sendikalar sahiplenilmeli; sendikaların yapısal sorunlarının çözümlenebilmesi ve daha etkili bir mücadele yürütülebilmesi için de sendikalar içerisinde ayrıca bir mücadeleden de kaçınılmamalıdır.

Üniversite ve bilimsel üretimi gerçekleştiren emekçiler bugün bir yol ayrımına gelmişlerdir; ya girişimci üniversite modeli içinde sahip oldukları bilgi ve birikimi sermayenin hizmetine sunarak kapitalizmin doğa, toplum ve emek üzerinde yarattığı tahribata katkıda bulunacak ya da girişimci üniversiteye karşı çıkarak, doğayı, toplumu ve emeği kapitalizmin vahşetinden kurtarmak için çabalayacaktır. Eğer kabul edilen ikinci seçenek olacaksa yani üniversite emekçileri “girişimci üniversite” adı altında kapitalizmin vahşetine ortak olmayı reddedecek ve emeklerine sahip çıkacaklarsa bu ancak sınıf temelinde örgütlenmiş, yapısal sorunlarını aşmış bir sendikal mücadeleyle mümkün olacaktır(!)

Kaynakça

Aktan, C.C (2007) “Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler ve Yeni Paradigmalar”, Yaşar Üniversitesi Yayını, İzmir
Arap, Sultan Kavili (2010) “Türkiye Yeni Üniversitelerine Kavuşurken: Türkiye'de Yeni Üniversiteler ve Kuruluş Gerekçeleri” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Cilt: 65 Sayı: 1 (1-29)
Çetin, M (2007) “Bölgesel Kalkınma ve Girişimci Üniversiteler” Ege Akademik Bakış, 7(1) 2007. (217–238)
Davies, John L. (2001) “The Emergence of Entrepreneurial Cultures in European Universities” Education and Skills Journal of the Programme on Institutional Management in Higher Education, OECD, vol.13 no.2 (25-44)
Ercan, F (2006), “İnsan Mühendis mi, Yoksa Mühendis İnsan mı?”, BİA,  (22.12.2006). http://fuatercan.wordpress.com/2006/12/28/ynsan-muhendis-mi-yoksa-muhendis-ynsan-my/
Etzkowitz, H ve Webster, A vd.(2000)  “The future of the university and the university of the future:evolution of ivory tower to entrepreneurial paradigm” Research Policy 29 _2000. (313–330)
Gordon, G. ve Whitchurch, C. (2007). “Managing Human Resources in Hhigher Education: The Implications of a Diversifying Workforce”. Higher Education Management and Policy: 19(2): (135-155)
Kiper, M (2010)Dünyada ve Türkiye’de Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Bu Kapsamda Üniversite-Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri Programı (ÜSAMP)” TTGV yayını, Ankara
Özgün, Y (2009) “Bologna Sürecinin Etkileri Üzerine bir Analiz” İstanbul Üniversitesi İktisat Dergisi, sayı: 506-507 Ağustos-Eylül 2009 (66-74)
Rhoades, G and Slaughter, S (2004) “Academic Capitalism in the New Economy: Challenges and Choices” American Academic, 1,1 (2004): 37-60).
TÜSİAD (2008) "Türkiye'de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar”, Yayın No. TÜSİAD-T/2008-10/473
YÖK (2006) Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi (Taslak Rapor), Ankara




[1] Burada “işçileşme” kavramı; ücretli emek gücü olmasına rağmen akademik özgürlük çerçevesinde emeğini işçi sınıfının diğer katmanlarına görece kendi denetimi altında tutan bir kesimi oluşturan akademisyenlerin bu özelliğini kaybedip, sınıfın geneliyle benzer koşullara sahip olması anlamında kullanılmıştır.
[2] Modern üniversite modeli olarak da tanımlanan Humbold üniversite sisteminde temel ilkeler şöyledir (Arap, 2010:5): 1. Üniversite, tüm bilim alanlarındaki eğitim-öğretimin, araştırma faaliyetleri ile birlikte ve bir bütünlük içinde yürütüldüğü bir kurumdur. 2. Üniversitenin mesleki ve teknik yüksekokuldan farklı olarak temel işlevi, herhangi bir mesleğe yönelik olmaksızın eğitim-öğretim ve araştırma yapmaktır. 3. Üniversitenin sahibi devlet değil millettir; devletin görevi öğretim üyelerini atamak, maaşlarını ödemek ve çalışmaları için gerekli özgürlük ortamını oluşturmaktır. Öğretim üyeleri ve öğrenciler dini veya siyasi hiçbir etki altında kalmadan özgürce araştırma ve eğitim yapabilmelidirler.
[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: http://bilgicalisanlari.com/, http://www.sosyal-is.org.tr/

Hiç yorum yok: