30 Mayıs 2013 Perşembe

Barış dili...


ÖZGÜRCE
31/05/2013

25-26 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen Demokrasi ve Barış Konferansı’nda, gerçek ve kalıcı bir barışın ancak Türkiye’de ezilen geniş toplum kesimlerinin birlikte yürüteceği bir mücadeleyle sağlanabileceği düşüncesi öne çıkmıştır. Bunun gerçekleşebilmesi için önce devletin on yıllardır kullandığı halkları düşmanlaştıran ırkçı, şoven dilin etkilerinin kazınıp yerine barışın, kardeşliğin dilini kurmak gereklidir. Barışın kardeşliğin dilini kurmak için ise önce halkların karşı karşıya oldukları sorunların ortak yönleri açığa çıkartılmalıdır.
Türkiye halklarının yaşadığı sorunların ortaklığını görebilmek için birkaç örnek işimizi kolaylaştıracaktır:
Örnek 1) 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, 2004 yılında Mardin Kızıltepe’de babasıyla birlikte devletin 13 kurşunuyla öldürüldü. Sorumluları yargılandı ama suçlu bulunmadı.
13 yaşındaki Ahmet Yıldız, 2013 yılında Adana’da çalıştığı atölyede pres makinesine sıkışarak öldü. Babası kan parası karşılığında açılan davayı geri çekti .  
Örnek 2) 2010 yılında TTK’ya bağlı Zonguldak Karadon işletmesinde 30 madenci ekmek parası için girdikleri madende gerçekleşen patlama sonucunda öldü. Madende gerekli önlemleri almayan sorumlular halen görevlerinin başındadır.
2011 yılının son günlerinde Roboski’de 35 genç ekmek parası için, Irak’tan mazot, sigara getirirken savaş uçaklarının bombardımanı sonucunda öldürüldü. Bombardıman emrini veren ve uygulayanlar halen görevleri başındadır.
Örnek 3) Ağırlıklı olarak 1990’lı yıllarda terör bahane edilerek Güneydoğu’da bin civarında köy, üç bin civarında mezra zorla boşaltılmış yaklaşık 400 bin kişi göçe zorlanmıştır.
Kent merkezlerinde yeni rant alanları açmak için kentsel dönüşüm adı altında getirilen uygulamayla yoğunlukla emekçi ve yoksul halkın oturduğu mahalleler zorla boşaltılmıştır.
Örnek 4) Terörle mücadele bahanesiyle Güneydoğu’da yüz binlerce hektar orman devlet eliyle yakılmıştır.
Başta Marmara ve Ege bölgeleri olmak üzere yapılaşmaya açılmak için yüz binlerce hektar orman katledilmiştir.
Örnek 5) Yaklaşık 2000 yıllık tarihe sahip olan İzmir’in Bergama ilçesindeki Allianoi Antik kenti, Yortanlı Barajı’nın kapaklarının kapanmasıyla suya gömülmüştür.
MÖ 300 yılında kurulan Zeugma Antik Kenti Birecik Barajının suları altına gömülmüştür.
Örnek 6) Güneydoğu’nun hemen tüm dereleri ve çayları üzerinde HES projeleri yapılmakta ve bölgenin tüm doğal zenginlikleri geri dönülemez biçimde yok edilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’da olduğu gibi…
Kürtlerin son 30 yılda yaşadığı mezalimi diğerleriyle eşitlemek için değil elbette ama birkaç örnekle de görüldüğü gibi bu toprakların dört bir yanında yaşananlar büyük ölçüde benzeşmektedir. Bu benzerliğin kaynağı Türkiye’nin demokrasi sorunudur. Zira demokrasinin işlediği hiçbir ülkede Uğurlar da ölmez Ahmetler de, iki dilim ekmek için Zonguldaklı madenciler de ölüme gitmez, Roboskili gençler de, hangi gerekçeyle olursa olsun kimse evinden, köyünden zorla sürülemez; doğa, tarih böylesine tahrip edilemez.
Türkiye halklarının yaşadığı acının, zulmün ortak nedeni madem ki demokrasi sorunudur; o halde her bir sorun için yürütülecek mücadele tüm sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Bu bağlamda Kürt halkının özgürlük mücadelesi aynı zamanda Türkiye’nin batısında ezilen, haksızlığa uğrayanların mücadelesine katkı sağlayacaktır. Aynı şekilde Türkiye işçi sınıfının çalışma koşulları ve sosyal hakları için yürüteceği mücadele ya da kadın hakları, doğa hakkı için yürütülecek mücadeleler de Kürt halkının mücadelesini destekleyecektir.
O halde barışın, kardeşliğin dilini “demokrasi” talebi üzerinden kurmak ve barış için mücadeleyi demokrasi mücadelesinde ortaklaştırmak mümkündür.
Kürt halkı 30 yıldır büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadele sonunda devleti çözüm için masaya oturmak zorunda bırakmıştır. Çözüm için müzakere masasından Kürt halkının talebi olan siyasal ve kültürel hakları elde etmesi Türkiye’de ezilen tüm kesimlerin mücadelesinin de önünü açacaktır. Bu nedenle müzakere sürecinde Kürt halkının yanında yer almak demokratik bir Türkiye için son derece önemlidir.  
Barışın diliyle söylemek gerekirse: Bu topraklarda Uğurlar öldürüldüğü sürece Ahmetler ölmeye devam edecek; iş cinayetleri durmadıkça toplu katliamlar durmayacak; Kürtlerin ormanları yakıldıkça dereleri özgür akmadıkça Ege’de de Karadeniz’de de ormanlar yağmalanacak, dereler özgür olamayacaktır.

24 Mayıs 2013 Cuma

THY grevinde baskılar hukuksuzdur


ÖZGÜRCE
24/05/2013
Önce ÇAYKUR daha sonra THY grevi devletin sendikal hak ve özgürlükleri yok sayan yaklaşımını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Örgütlenmek, haklarını almak isteyen işçilerin devletin kolluk güçleri tarafından engellendiği birçok örnek yaşanmıştır. YÖRSAN’da, Sinter Metal’de, Hey Tekstil’de yaşananlar bu örneklerden sadece birkaçıdır. Emekçilerin yasalarda yer alan hakları için dahi bir araya gelmelerini hazmedemeyen devletin, kendi yönetimi altında bulunan işyerlerinde yaşanan hak mücadelelerine karşı gösterdiği baskı ve şiddeti daha da artmaktadır.

Devletin emekçilerin hak arayışına karşı baskı ve şiddet içeren tavrı birçok fabrika ve işyerinde görünmez iken Türkiye’nin en büyük uluslararası havaalanı olan Yeşilköy’de ayan beyan gözler önüne serilmiştir. Grev hakkını kullanmak isteyen işçilerin eylemini engellemek için Yeşilköy Atatürk Havalimanı askeri darbe dönemlerinde bile görülmedik biçimde polis ablukası altına alınmıştır. Grevi gözlemek ve işverenin grev kırıcılığı yapması durumunda bunu yargıya taşımak için grevci işçilerin bulunması gereken yer; üretimin veya hizmet sunumunun yapıldığı işyerlerinin önüdür. Oysa grevdeki THY işçileri, hizmet faaliyetlerinin gerçekleştiği yerin çok uzağında Genel Merkezin yanında bir yerde beklemeye zorlanmışlardır.

Diğer hak mücadeleleri gibi THY grevinde de devlet, uyguladığı baskı ve şiddet içeren tavrıyla gerek iç hukuka gerekse uluslararası mevzuata aykırı davranmaktadır. Örneğin Anayasanın 49. maddesinde “Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır” hükmü yer almaktadır. Sanayi kapitalizminin uygulanageldiği yaklaşık 200 yılda görülmüştür ki; çalışanların hayat seviyelerini yükseltebilmeleri ve çalışma barışının sağlanabilmesinin yegane yolu kolektif hakların özgürce kullanılması ve özellikle de grev uygulamalarıdır. Yine Anayasanın 90. maddesine göre “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.” Türkiye başta ILO’nun 87 ve 98 sayılı sözleşmeleri olmak üzere grev hakkını da içeren sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin birçok uluslararası sözleşmeye imza atmıştır ve bunları uygulamakla yükümlüdür.

Tüm anayasal düzenlemelere karşı devlet erkini kullananların hak arayan emekçilere yönelik baskıcı tutumu Ekim 2012’de çıkartılan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na da yansımıştır. Sendikal özgürlükleri ve hak arama hürriyetini Anayasanın yukarıda belirtilen hükümlerine de aykırı biçimde sınırlandıran bu yasa, THY yönetimi tarafından grevi kırmanın yeni bir yolu olarak kullanılmak istenmektedir. Bu bağlamda THY yönetimi, 6356 Sayılı Yasa’nın “Taraflardan birinin veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının başvurusu üzerine mahkemece, grev hakkı veya lokavtın iyi niyet kurallarına aykırı tarzda toplum zararına veya milli servete zarar verecek şekilde kullanıldığının tespit edilmesi halinde, uygulanmakta olan grev veya lokavtın durdurulmasına karar verilir” ifadesinin yer aldığı 72. maddesine dayanarak grevi yasa dışı göstermeye çalışmaktadır.

Oysa burada hukuk dışı olan Anayasa ve Anayasada belirtilen uluslararası sözleşmelere aykırı biçimde düzenlenmiş olan 6356 sayılı Yasa’nın kendisidir. Bu durumda Anayasada yer alan hükümler yasalardan üstün olduğuna göre dikkate alınması gereken Anayasanın 49. maddesi ve 90. maddede belirtildiği üzere imzalanmış olan uluslararası sözleşmelerdir. Yani THY yönetiminin iddia ettiği gibi grev uygulanması yasa dışı değildir. Yasalara ve hukuka aykırı olan THY işçisinin dayanakları son derece meşru olan grevini kırmaya çalışan devlet ve THY yönetiminin emekçi karşıtı tutumudur(!)

Devlete ve işverenlere kendi oluşturdukları burjuva hukukunu bile çiğneyerek emekçilerin en temel haklarını ihlal etme cesaretini veren hiç şüphesiz işçi sınıfının gücünü ortaya koyamayacak ölçüdeki dağınıklığıdır. İşçi sınıfının mücadele gücünü zayıflatan bu dağınıklığın nedeni olarak sendikaların sınıf perspektifinden uzaklaşmaları başta olmak üzere birçok etken sayılabilir. Emekçilerin haklarını gerileten birçok yasa gibi 6356 sayılı Yasa çıkarken gerekli mücadelenin yapılmamış olması; THY grevinin diğer sendikalar tarafından sadece göstermelik düzeyde desteklenmesi gibi somut eksiklikler işte(!) bu etkenlerin sonucudur

10 Mayıs 2013 Cuma

Artan grev eğilimleri


ÖZGÜRCE
10/05/2013
İşçi sınıfının, sermayenin ve onun düzeninin sömürüsüne zulmüne karşı en etkili silahı grevdir. 1980’li yıllardan itibaren üretimin, emeğin örgütsüz ve savunmasız olduğu bölgelere kayması; işçi sınıfının örgütlü olduğu ülkelerde ise sendikaların mücadele yerine uzlaşmacılığı seçmesi grevleri neredeyse uygulanamaz hale getirmiştir. Dünyadaki gelişmeler ve 12 Eylül darbesinin baskıcı yasalarına rağmen Türkiye işçi sınıfı 1987-1995 yılları arasında grev hakkını kullanmakta ısrar etmiştir. Ancak 1996 yılından itibaren sendikal örgütlülüğün yoğun olduğu ve grev uygulamalarının sıkça gerçekleştiği kamu işletmelerinde özelleştirmeyle birlikte uygulanan esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri hem örgütlülüğü hem de grevleri zayıflatmıştır.
2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu’nun kural haline getirdiği esneklik uygulamalarıyla yaygınlaşan güvencesiz çalışma nedeniyle sendikalaşma oranları ve grev uygulamaları daha da düşmüştür. 1996 yılından sonra sadece 2007 yılında (Telekom grevi sayesinde) grev uygulamaları yükselmiştir. 2008 krizinde daha çok sendikasız işçiler, işten çıkartılma ve ücret başta olmak üzere hak gasplarına tepkilerini işyeri işgali gibi yöntemlerle ortaya koymuş, sınırlı sayıda da olsa işyerinde üretim durdurulmuştur (Ancak bu eylemler yasal grev statüsünde kabul edilmediğinden istatistiklerde yer almamıştır).
2013 yılı baharına sendikaların aldığı grev kararlarıyla girilmiştir. Bir taraftan bir yıldır toplu sözleşmesi bağıtlanmayan ve geçen yıl grev hakkı bir süre yasaklanan havacılık sektöründe diğer taraftan MESS ile yapılan grup toplusözleşmelerinde uyuşmazlığa gidilen metal sektöründe grev kararları alınmıştır. Öte yandan Diyarbakır’da 2 bin tuğla işçisi sigorta ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle sendikaları olmadığı halde fiilen greve çıkmıştır.
Bir kamu işletmesi olan THY’de alınan grev kararının uygulanmaması için hükümet üyeleri seferber olmuş, sendikal haklar ve grev hakkını görmezden gelerek grevin ülkenin itibarına vereceği zarardan dem vurmuşlardır. THY yönetimi de greve katılımı engellemek için çalışanlara tehdit mesajları göndermeye başlamıştır. Grevi kırmaya yönelik benzer yöntemler ÇAYKUR’da gerçekleştirilmek istenen grevde de uygulanmış ve grev kırılmıştır. THY’de de benzer bir sonucun ortaya çıkma olasılığı mevcuttur. Ancak havacılık sektöründe grev eğiliminin tüm dünyada yüksek olması ve THY’de işten çıkartılan bir grup işçi için bir yıldır sürekli hale gelmiş olan eylemler, ÇAYKUR’da oynanan oyunun THY’de tutmayabileceği umudunu yaratmaktadır.
Metal sektöründe alınan grev kararlarının boşa düşürülmesi için de gerek hükümet gerekse işverenlerin elinden geleni yapacağına kuşku yoktur. Ancak hükümet ve işverenlerden ziyade grevin önünde en önemli engel, MESS ile ortak şirketlere sahip olan Türk Metal Sendikasıdır. Bu sektörde en yüksek üye sayısına sahip olan bu sendikanın grev kararının arkasında sağlam durmaması halinde Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş sendikalarının da grevde başarı şansı yüksek olmayacaktır.  
Önümüzdeki grev kararlarının uygulanması ve başarıya ulaşması sadece greve gidilen işyerlerindeki işçilerin değil, örgütlenme ve grev hakkını hayal olarak bile aklına getiremeyen milyonlarca emekçi için de yaşamsal öneme sahiptir. Zira sermaye ve onun temsilcisi AKP, işçi sınıfını ve onun örgütlü mücadelesini, Türkiye’yi Çinleştirme projesinin önünde engel olarak görmektedir. Bu engeli ortadan kaldırmak için de bir taraftan kendi sendika(cı)larını yaratmakta diğer taraftan da hak, hukuk tanımaz biçimde emekçiler üzerine baskı uygulamaktadır.
İşçi sınıfının en doğal ve en meşru hakkı olan grevi engellemek için sermaye ve onun temsilcileri güçlerini sınıf çıkarları doğrultusunda birleştirmişlerdir. Bunun aşılabilmesinin tek yolu işyeri, iş kolu ve ulusal sınırlar tanınmadan emekçilerin sınıf bilinci içerisinde güç birliği yapmasıdır.

2 Mayıs 2013 Perşembe

Mevzubahis olan sermayenin çıkarıysa insanlık teferruattır.!


ÖZGÜRCE
3/5/2013
Devlet temsilcilerinin “mevzubahis olan sermayenin çıkarlarıysa insanlık teferruattır” anlayışı bu 1 Mayıs’ta İstanbul’da en açık biçimiyle yaşandı. Emekçiler 1 Mayıs’ı kutlamak için Taksim Meydanı’na girmesinler diye AKP Hükümeti, İstanbul’da darbe dönemlerini anımsatan bir baskı ortamı yarattı. İstanbul’un neredeyse tümünde ulaşım hakkı engellendi, toplanma ve gösteri hakkını kullanmak isteyenlere öldüresiye şiddet uygulandı. Bunun sonucu olarak da onlarca emekçi gazdan etkilenerek ya da vücutlarına aldıkları darbeler sonucunda yaralandı. İstanbul Valisi, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen emekçilerle birlikte polis şiddetinden yaralananları da “marjinal” ilan etti.
Bu yazı kaleme alındığı sırada hayati tehlikesi devam eden ve Vali tarafından marjinal ilan edilen üç yaralı (hastanelerde tedavi gören yaralıların çok daha fazla olduğu söyleniyor) vardı. Bunlardan 17 yaşındaki Dilan, düzenin eşitsizliği içerisine doğmuş, Hey Tekstil’den hakları ödenmeyerek işten çıkartılan anne babasının yaşamında sömürünün yakın tanığı ve mağduru olmuştu. Dilan, bir ay sonra eşitsiz eğitim sisteminin içinde YGS sınavına girerek eşitlik arayacak milyonlarca lise öğrencisinden biriydi. 28 yaşındaki Serdal Gül, metal sektöründe çalışan mavi yakalı bir işçiydi. Serdal, “yasal bir partinin” Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin üyesiydi. 27 yaşındaki Meral Dönmez ise beyaz yakalı bir emekçiydi. Meral öğretmendi ama mesleğini güvenceli bir biçimde yerine getirmesi engellenen yüz binlerce öğretmen gibi onun da ataması yapılmamıştı. Kısacası 1 Mayıs’ta devletin şiddeti sonucu yaşam mücadelesi veren bu üç kişinin sadece İstanbul’da 1 Mayıs kutlamak isteyenler değil, iş ve gelecek güvencesi olmayan milyonlarca emekçiden hiçbir farkı yoktu. O halde 1 Mayıs’a katılanları ve şiddetten dolayı yaşam mücadelesi verenleri alelacele marjinal ilan etme gayreti bilgi eksikliğinden mi kaynaklanıyordu?
Ben hiç öyle olduğunu düşünmüyorum. 1 Mayıs’a katılanları ve yaralıları marjinalleştirme gayreti belki bir ölçüde sorumluların, yarattıkları şiddeti, toplum nezdinde meşrulaştırma çabası olarak yorumlanabilir. Ancak ben emekçileri marjinalleştirme gayretinin daha çok devlet aklının ve siyasi iktidarın emekçilere bakışının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Çünkü marjinal gösterilmek istenen Dilanlar, Serdallar, Meraller daha iyi bir yaşam ve daha güvenceli bir gelecek talebini haykırmak için 1 Mayıs’ı en geniş alanlarda, en kitlesel biçimde kutlamak istemişlerdir. Bu talepler son derece meşrudur ve aslında toplumun çok büyük bir kesiminin de talebidir. Ancak emekçilerin, ezilenlerin taleplerinin meydanlarda, yüksek sesle dillendirilmesi her zaman olduğu gibi sermayenin temsilcisi devleti ve siyasi iktidarı korkutmuştur. Bu nedenle bir araya gelerek sesini yükseltmek isteyenler, her türlü insanlık dışı yöntem kullanılarak engellenmeye çalışılmıştır.
1 Mayıs’ta gerçekleştirilen baskı ve şiddetin muhatabı sadece sesini yükseltmek için sokağa çıkanlar değildir. İstanbul Valisinin evlerinde oturdukları için teşekkür ettiği milyonlarca emekçi de bu baskı ve şiddetin muhatabı, mağdurudur. Zira 1 Mayıs’ta evinde oturan ya da pikniğe giden emekçiler ertesi gün işyerlerine gittiklerinde baskı ve şiddetle dile getirilmesi engellenen insanlık dışı koşullarda çalışmaya devam edeceklerdir. Milyonlarca emekçinin, baskı ve şiddetten korkarak haklarını aramaktan vazgeçmesi büyük ölçüde sınıf bilincinin olmayışı ve örgütsüzlüğün sonucudur. Bu konuda baskı ve şiddete boyun eğen emekçiler ve ezilenler suçlanmadan önce sendikaların ve emekten yana olduğunu iddia eden siyasal örgütlerinin kendilerini gözden geçirmeleri gerekir(!)   
1 Mayıs’ta şiddetin doğrudan mağduru olan Dilan, Serdal, Meral ve diğer yaralıların bir an önce sağlıklarına kavuşup, mücadeleyi kaldıkları yerden sürdürmelerini dilerim.