26 Eylül 2014 Cuma

Ortak belaya karşı ortak mücadele!


ÖZGÜRCE
26/09/2014

Bir tarafta IŞİD, din adına Kürtler, Êzidiler ve diğer tüm bölge halklarına yönelik katliamlarıyla insanlığı sınıyor. Öte tarafta da dini, imanı para olmuş, kâr olmuş ekonomi anlayışı ve üretim sistemi işçileri katlederek yine insanlığı sınıyor. İnsanlık, bu belalar başına açılırken ve de bu belalardan kurtulmak için yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla sınanıyor.
Dini gerekçelerle halkları katleden IŞİD’la, küresel rekabeti gerekçe göstererek emekçileri katleden ekonomik düzenin kaynağı aynı. Katliamlarını din adına yapan IŞİD daha önce ortaya çıkmış din temelli diğer birçok terör örgütü gibi uluslararası sermaye ve onun devletlerinin besleyip büyüttüğü bir örgüt. Sermayenin ve onun çıkarlarını temsil eden devletlerin IŞİD ve benzeri terör örgütlerinden beklentisi din, mezhep ve bazen de ırk üzerinden halklar arasında ayrışma yaratıp, birbirlerine düşmelerini sağlamak. Böylece bu coğrafyaları egemenlik altına almak, enerji kaynaklarını, hammaddeyi, emek gücünü en ucuza temin etmek ve buraları pazar haline getirmek son derece kolaylaşıyor. Halkları ve onların yaşadığı toprakları egemenlik altına almak için kullanılan yöntem 19. yüzyılda sömürgecilikti. Daha sonra yöntem değişti ve birer birer ulus-devlet haline dönüşen eski sömürgeler emperyalist güçlerin başa getirdiği diktatörler aracılığıyla egemenlik altında tutulmaya başlandı. 1990’lı yıllarla birlikte Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından Sovyetler Birliği ile ittifak halindeki ülkeler de egemenlik altına alınmak istendi. Irak gibi buna direnen ülkeler ise ABD ve diğer emperyalist güçlerin doğrudan müdahalesine maruz kaldı. Irak’ta milyonları bulan insanın ölmesine neden olan bu müdahale kapitalist sistemin hegemon devleti ABD’nin ve onunla birlikte de kapitalizmin insanlık adına sorgulanmasına neden oldu. ABD’nin Ortadoğu’daki enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini sürdürmek için bölgeye yeni bir müdahalesi hem ABD’nin hem de kapitalist ideolojinin daha yüksek sesle sorgulanmasına neden olacaktır. Bunu engellemek için ABD ve onunla iş birliği içindeki diğer güçler, IŞİD gibi vahşi bir terör örgütü ile bölge halklarına korku salıp, “kurtarıcı” rolüyle bölgeye girerek amaçlarını gerçekleştirmek istemektedir.       
Dünyanın hemen her yerinde ama özellikle Ortadoğu’da halkları birbirine düşürüp katliamlar gerçekleştiren anlayışın madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda her gün onlarca emekçiyi katleden anlayıştan esas olarak bir farkı yoktur. Ucuz enerji sağlayarak üretim maliyetlerini düşürmek için Ortadoğu’da sermaye-devlet iş birliği içinde halkları katleden anlayış, işyerlerinde de emek maliyetini ucuzlatmak için yine sermaye-devlet iş birliği içinde emekçileri katletmektedir. Tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de emekçiler arasında da ayrımcılık yaratılmakta, Türk, Kürt, Alevi, Sünni gibi ayrımlar üzerinden birbirine düşürülen emekçilerin sınıf anlayışı içinde bir araya gelerek örgütlenmeleri engellenmek istenmektedir. Her türlü ayrımcılığa rağmen örgütlenmek ve mücadele etmek isteyen emekçiler ise devletin baskısına, şiddetine maruz kalmaktadır. Örgütlü bir mücadele yürütmesi engellenen emekçiler süratle ekonomik ve sosyal haklarını kaybederek açlık, yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya gelmektedir. Yaşamını sürdürebileceği bir ücret elde edebilmek için emekçiler, aldıkları ücrete, iş güvencesine ve çalışma koşullarına bakmaksızın kendilerini işe alan patronları “kurtarıcı” olarak görmektedir. Emekçiler, kurtarıcı olarak gördükleri patronların önlerine koyduğu tüm koşullara rıza göstermek zorunda kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da her ay yüzlerce emekçi, iş kazası ya da meslek hastalığı denilerek üstü örtülmeye çalışılan cinayetlere, katliamlara kurban edilmektedir.
Açlık tehdidi ile emekçinin patrona biçtiği “kurtarıcı” rolüyle, IŞİD vahşetinin tehdidi ile ABD’nin bürünmek istediği “kurtarıcı” rolü arasında bir fark yoktur. İkisi de sermaye birikimi ve kapitalizmin sürdürülmesi için önce halkları, emekçileri ölümle, açlıkla, yoksullukla karşı karşıya getirir sonra da “kurtarıcı” rolünü üstlenerek sömürüsünü, katliamlarını meşrulaştırmaya çalışır. Bu oyunu bozmanın tek yolu, halkların ve emekçilerin birliği, ortak mücadelesidir. Bu birlik ve ortak mücadele sadece tehdit altındaki halkların ya da emekçilerin kendi arasındaki mücadele birliği değildir. Mademki katliamları, vahşeti, ölümü, açlığı dayatan ve bunun üzerinden varlığını meşrulaştırmaya çalışan bela -ki bu kapitalizmdir- ortaktır; o halde halkların emekçilerin ve tüm ezilenlerin mücadelesini, insanlığın başına bela olan kapitalizme karşı birleştirmesi gerekir.
Sözün özü: IŞİD katliamları da işçi katliamları da insanlığın başının belası olan kapitalizmin varlığını sürdürme çabalarının bir sonucudur. O halde Zonguldak’ta, Aydın’da, İzmir’de gerçekleşen işçi eylemleriyle ya da eğitim emekçilerinin grev yaparak ortaya koyduğu mücadeleyle Kobanê’nin Rojava’nın özgürlüğü için yürütülen mücadelenin birbirinden ayrı düşünülmemesi, ortak belaya karşı ortak mücadele yürütülmesi gerekir.

19 Eylül 2014 Cuma

İş güvencesi yoksa can güvenliği de yok!

ÖZGÜRCE
19/09/2014

İş cinayetleri tüm hızıyla devam ediyor. Ekmek parası için canını kaybeden emekçilere her gün yenileri ekleniyor. İş cinayetlerinde onlarca işçinin bir seferde ölmediği yani iş cinayeti katliam boyutuna ulaşamadığı sürece ne medyanın, ne hükümetin ne de toplumun gündemi oluyor. Oysa günde en az 5-6 işçi Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde, çeşitli iş kollarında ölmeye devam ediyor.
Hükümet, iş cinayetlerinin üstünün örtülemediği, bu konuda toplumsal duyarlılığın arttığı dönemlerde, ölen işçileri şehit ilan ederek, adli ve idari soruşturmaların yapılacağını söyleyerek ya da gerekli önlemlerin alındığı yönünde açıklamalar yaparak cinayetin sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışıyor. Oysa AKP Hükümetinin uyguladığı politikalar iş cinayetlerinin temel gerekçesini oluşturan koşulları hazırlıyor. AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu, AKP Hükümet programları, AK Parti programı; AKP hükümetleri döneminde hazırlanan kalkınma planları, 2023 hedefiyle hazırlanan Ulusal istihdam Stratejisi ve AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde çıkarttığı yasalar, AKP’nin iş cinayetlerine neden olan politikalarını açık biçimde ortaya koyuyor.
AKP’nin temel belgelerinde hedef olarak belirlenen “küresel rekabet koşullarına uyum” ve bunun sağlanmasının aracı olarak kabul edilen “emek piyasalarının esnekleştirilmesi” anlayışı iş cinayetlerinin zeminini hazırlamaktadır. AKP, küresel rekabet koşullarına uyumu üretim maliyetlerini en aza indirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda da en ucuz enerji, en ucuz hammadde ile birlikte işgücünü en ucuza sağlamak istemektedir. Emek piyasasında istihdam biçimlerinin, çalışma sürelerinin, ücretlerin esnekleştirilmesi de emek maliyetini düşürmenin yolu olarak görülmektedir. 
Emek piyasasında esneklik, sermayenin değişen üretim ve pazar koşullarına uyum sağlarken; iş -istidam- güvencesini ortadan kaldırmakta; emekçilerin işi, ekmeği, geleceği tamamen patronun inisiyatifine bırakılmaktadır. Bu da patronun emekçiyi denetimi altına alıp, emek gücünü dilediği gibi sömürmesine olanak sağlamaktadır. İşi, ekmeği, geleceği patronun iki dudağı arasına sıkışmış olan emekçi de işten çıkartılma korkusuyla ne örgütlenebilmekte, ne de çalışırken yaşamını tehlikeye atacak koşullara itiraz edebilmektedir. 
Soma’da gerçekleşen madenci katliamı, Torunlar inşaatta gerçekleşen katliam ve diğer tüm iş cinayetleri ve katliamların ardından geriye kalan işçilerin ifadeleri, çalışırken can güvenlikleri olmadığını ama işlerini kaybetmek korkusuyla buna karşı çıkamadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda en son ve en çarpıcı örnek, son torba yasada madencilerin koşullarını bir nebze düzeltilmesi karşısında Zonguldak’ta patronlarının maliyetler arttığı gerekçesiyle madenleri kapatma kararına işçilerin verdiği tepkidir. Zonguldak’ta işçiler, işlerini kaybetmemek için canları pahasına çalışmayı kabullenmiş, torba yasada kendilerine getirilen iyileştirmelere karşı çıkarak, kârı azalıyor diye madeni kapatan patronla birlikte gözyaşı dökmüşlerdir. 
İşçilerin canları pahasına en kötü koşullarda çalışmaya tepki yerine rıza göstermesi, AKP’nin sermayeye sınırsız sömürü koşullarını sağlama politikasındaki başarısı olarak değerlendirilebilir. Zaten ulusal ve uluslararası sermaye, “yatırım iklimini” ve “istikrarı” sağladığı için AKP’nin uyguladığı politikaları her fırsatta taktir etmekte ve siyaseten de açık ya da örtük olarak AKP’yi desteklemektedir. 
Burada temel sorun, iş cinayetlerinin zeminini oluşturan ekonomik program ve istihdam politikaları karşısında sendikaların gerekli tepkiyi göstermemesi ve hatta kimi sendikaların işçilerin katledilmesine neden olan bu politikaları desteklemesidir. Sendikalar içinde sorumluluk sadece işçi sendikalarına ait değildir. Kamu hizmetlerinde esnek istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte iş güvencesini belli sınırlılıklar içerisinde de olsa koruyan kamu emekçileri bu kısmi ayrıcalıklarını kaybetmektedir. Sağlık gibi bazı alanlar dışında kamu işyerlerinde fazlaca öne çıkmayan iş cinayetleri, iş güvencesinin kaybedilmesiyle birlikte kamu emekçileri için de ciddi bir tehdit haline gelecektir. Dolayısıyla işçi sendikalarıyla birlikte kamu emekçi sendikalarının da iş cinayetlerini ve bunun nedeni olan politikaları gündemine alarak ortak bir mücadele programı ortaya koyması gerekir.
Sözün özü: İşçi cinayetleri, AKP’nin 12 yıldır uyguladığı ve 2023 yılına kadar da uygulamayı hedeflediği; iş güvencesini tamamen ortadan kaldırarak, Türkiye’yi patronlar için ucuz işçi cenneti, emekçiler için ise işçi cehennemi haline dönüştüren politikaların sonucudur. AKP’nin hedeflerine ulaşmaktaki başarısı, emekçiler için iş güvencesiyle birlikte can güvenliğini de tamamen ortadan kaldıracaktır. Sendikalar, AKP’nin politikalarını destekledikçe ya da bu politikalara karşı mücadeleyi örgütlemekte yetersiz kaldıkça işçi cinayetlerinin de ortağı olacaktır!

12 Eylül 2014 Cuma

34. yılında 12 Eylül öldürmeye devam ediyor

ÖZGÜRCE
12/09/2014

Bugün 12 Eylül, TÜSİAD’ın, TİSK’in MESS’in gazetelere ilanlar vererek askeri darbeye çağrı yaptığı; darbenin ardından Türkiye’nin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbecilere “Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” sözleriyle biten mektuplar göndererek “darbenizin ardındayız” mesajları verdiği; dönemin TİSK başkanı Halit Narin’in “şimdiye kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü. Şimdi sıra onlarda”, ABD yönetiminin ise “bizim oğlanlar başardı” sözleriyle karşıladığı darbenin 34. yıldönümü. 

12 Eylül 1980’de doğanların Cahit Sıtkı Tarancı’nın yolun yarısı dediği 35 yaşına gelmelerine sadece bir yıl kalmış, yani ortalama insan ömrünün yarısı kadar zaman geçmiş darbenin üzerinden. 12 Eylül faşizmi on binlerce genci yaşamlarının henüz yarısına gelmeden ve hatta birçoğu ortalama yaşam süresinin çeyreğine gelmeden idam sehpalarında, işkencelerde, dağlarda, sokaklarda öldürmüş. 

Tarihin en kanlı darbelerinden birisi olan 12 Eylül darbesi sadece darbenin gerçekleştiği 1980’de genç olanları öldürmekle yetinmemiş; aradan geçen 34 yıl içinde de pek çok gencin canını almayı sürdürmüştür. Çünkü 12 Eylül’ün darbe düzeni 34 yılda kesintisiz olarak devam etmiştir. Bunun belki tek istisnası, SHP’nin HEP’le birlikte girdiği 1991 seçimleri sonrasındaki birkaç yıllık dönemdir. Bu dönemde 12 Eylül’ün kurumları (DGM, YÖK vs) tartışılmaya başlanmış, 1989 Bahar Eylemleri’nin de etkisiyle reel ücretlerinde bir miktar artış gerçekleşmiş ve Kürt sorununun çözümü konusunda umutlar artmıştır. Ancak başta Musa Anter, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis suikastleri ve Turgut Özal’ın şaibeli ölümü ile Sivas katliamı gibi toplumsal travma yaratan olaylar sonrasında bu dönem sona ermiştir. Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla birlikte bir taraftan ekonomik kriz gerekçe gösterilerek yükselen işçi hareketi baskılanmış, reel ücretler hızla gerilemeye başlamıştır. Diğer taraftan SHP ile Meclise giren HEP milletvekilleri tutuklanmış, çatışmalar yeniden yoğunlaşmış ve 12 Eylül faşist rejimi kaldığı yerden yoluna devam etmiştir.  Bu arada darbe rejimi ve ardındaki güçler için tehdit olarak görülen REFAHYOL Hükümeti de 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen bir ara darbeyle sona erdirilmiştir.

12 Eylül darbesinin 34 yıldır akıttığı kanın büyük kısmı Kürt halkının kültürel ve siyasal hakları için yürüttüğü mücadelede dökülmüştür. 50 binden fazla gencin öldüğü bu çatışma süreci, Kürt hareketinin hükümeti müzakere masasına oturmaya zorlamasıyla birlikte sona ermiştir. Ancak darbe rejimi başka bir alanda can almaya devam etmektedir. Sadece son 14 yıl içinde en az 15 bin emekçi yaşamlarını sürdürecek bir gelir elde etmek için can vermiştir. Bu rakam sadece iş başındayken gerçekleşen cinayetlerdir. Bundan çok daha fazla sayıda emekçi yaptığı iş ya da çalışma ortamından kaynaklanan nedenlerle yakalandığı hastalıklar sonucunda yaşamını yitirmektedir. Kaydı tutulmadığı için meslek hastalığı olarak tanımlanan nedenlerle ölen emekçi sayısı bilinmemektedir. Ancak her yıl evine ekmek götürebilmek için, binden fazlası iş başında gerçekleşen cinayetlerde olmak üzere on binlerce emekçi canını vermektedir. Son yıllarda iş başında gerçekleşen işçi cinayetleri toplu katliamlar haline dönüşmüştür. Soma’da madende 301, Mecidiyeköy’de inşaatta 10 emekçinin toplu halde katledilmesi bunun son örnekleridir.

2014 yılındaki işçi katliamlarını 34 yıl önce gerçekleşen darbeye bağlamanın ne kadar doğru olacağı sorusu akıllara gelebilir. 12 Eylül darbesiyle bugün yaşanan işçi katliamları arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira bugün yaşanan işçi cinayetleri, 34 yıl önce ulusal ve uluslararası sermayenin teşvikiyle doğrudan işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak üzere gerçekleşmiş olan darbenin sonucudur. Çıkarttığı yasalar ve uyguladığı baskılarla bu darbe amacına ulaşmış ve işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğü zayıflatılmıştır. Kolektif haklarından yoksun bırakılmasıyla birlikte emekçilerin büyük bölümü kayıt dışı alanda bireysel haklarından da fiilen yoksun olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Bireysel hakların ortadan kaldırılmasının yasal zemine oturtulması 2000’li yılları bulmuştur. Özellikle 2001 krizi bahane edilerek Kemal Derviş tarafından getirilen neoliberal yapısal uyum programı çerçevesinde patronların emeği serbestçe sömürmesinin yolunu açacak olan esnek çalışma düzeni 4857 sayılı İş Kanunu’yla yasallaşmıştır. Bu yasa beraberinde taşeronluk sistemi başta olmak üzere esnek istihdamı yaygınlaştırmış, çalışma süreleri, ücretler patronların inisiyatifine bırakılmıştır. Esneklikle birlikte iş güvencesini kaybeden emekçilerin bu dayatmalara karşı çıkmaları ve örgütlenmeleri de engellemiştir. Böylece bugün katliama dönüşen işçi cinayetlerinin yolu açılmıştır.

AKP, 12 yıllık iktidarında neoliberal yapısal uyum programını sadakatle uygulayarak, işçi cinayetlerine neden olan koşulları hazırlamıştır. Emekçileri işsizlik tehdidiyle en kötü koşullarda, ölümü göze alarak çalışmaya zorlayan AKP, -yargılamakla övündüğü- 12 Eylül darbe rejiminin emekçiler üzerindeki baskı ve şiddet yöntemlerini kullanmaktan da geri kalmamıştır. Özellikle 2008 sonrasında AKP’nin emekçilere yönelik baskı ve şiddeti -darbenin ardından geçen birkaç yılı saymazsak- geçen 34 yılın en üst düzeyine ulaşmıştır. İşçi ölümlerinde son yıllardaki artış da bunun da önemli etkisi olmuştur.   

TİSK başkanı Halit Narin 12 Eylül darbesini “şimdiye kadar biz ağladık onlar (işçiler) güldü. Şimdi sıra onlarda” diyerek karşılamıştı. Aradan geçen 34 yıl Narin’i haklı çıkardı; 12 Eylül öncesi gülen işçiler, -12 yıllık AKP iktidarının da katkısıyla- bugün ağlamakla kalmıyor ölüyor!  

Sözün özü: 34 yıldır süren darbe rejimi bugün de can almaya devam ediyor. Çözüm süreciyle birlikte silahların susmasının ardından darbe rejiminin aldığı canlar daha çok Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, kadın, çocuk, genç, göçmen işçiler, emekçiler. Daha fazla kanın akmaması darbe rejiminin tamamen sona ermesine bağlı. Bunun için demokrasi; demokrasi için ise birleşik mücadele gerekiyor! 

5 Eylül 2014 Cuma

62. Hükümet programı: Tas eski hamam eski!

ÖZGÜRCE
05/09/2014

Eski başbakanın yeni cumhurbaşkanı olarak göreve başlamasının ardından, eski dışişleri bakanı yeni başbakan olarak hükümeti kurma görevini aldı ve büyük çoğunluğunu eski bakanların oluşturduğu yeni hükümetin programını okudu. Başbakan Davutoğlu “Yeni Türkiye” iddiasını taşıyan 62. Hükümet programını okurken biz de cumhuriyetin bundan önceki 61 hükümet programından ve AKP hükümetlerinin bundan önceki 4 hükümet programından (58, 59, 60, 61) farklı olan, yeni olan ne varmış diye dikkat kesildik. Öyle ya karşınıza “yeni” diye getirilince meraklanıyor insan, “eski”den farklı ne var diye. Gerçi bir ülkede yenilenmekten, değişimden söz ediliyorsa orada ciddi bir ideoloji, zihniyet değişimi gerekir. Sadece sıfatları değişen eski Türkiye’nin yönetici kadrosunun akşamdan sabaha ideolojisini, zihniyetini değiştirmesi ve “yeni bir Türkiye’yi” inşa etmesi beklenemez elbette. Ama olsun, “Acaba eski Türkiye’den farklı ne var diye” merakımızı canlı tutup, Hükümet programını sonuna kadar dinledik; kulağımıza “yeni”ye dair bir şey çalınmayınca, kulaklarımız belki bizi yanıltmıştır diye birkaç kez de program metnini okuduk.
Yeninin nerede olduğunu bulabilmek için kulak, göz derken tüm duyu organlarını devreye koyduk ama nafile… Ekonomi, sosyal politikalar, istihdam, yolsuzluk, yargı, dış politika, çevre politikaları, enerji politikaları, demokratikleşme velhasıl memleketin hemen tüm halleri üzerine ortaya konulan politikalarda çözüm sürecine dair vurgular dışında hiçbir yenilik, hiçbir değişim tespit edemedik. 
Programda “Yeni ekonomi” olarak sunulan, 2001’de Kemal Derviş tarafından getirilen ve AKP’nin 12 yıldır uyguladığı neoliberal yapısal uyum programının devamı. Programa göre küresel rekabet gerekçesiyle gök kubbe altındaki her şey piyasalaşacak, doğa ve emeği sermayenin sınırsız sömürüsüne açan anlayış eski Türkiye’de olduğu gibi aynen devam edecek. İstihdam politikaları, eski Türkiye’de belirlenen Ulusal İstihdam Stratejisi ve 10. Kalkınma Planında belirlenen hedefler doğrultusunda daha da esnekleştirilecek, eğitim sistemi tamamen piyasanın (yani patronların) istekleri doğrultusunda yapılandırılacak. Emeklilik ancak mezarda ulaşılabilecek bir hayal, sağlık ise cepteki paraya göre ulaşılabilen bir hizmet olmaya devam edecek. Vergiyi emekçiler, yoksul halk kesimleri öderken; sermayenin ödediği vergiler göstermelik olmanın ötesine geçmeyecek. Tüm bunlara itiraz edip, örgütlü bir mücadeleyle haklarını almak isteyen emekçiler, sendikalı oldukları için işlerinden atılacak, tepkisini barışçıl yollarla ifade etmek için sokağa çıkanlar, marjinal olarak tanımlanıp devletin gazına, tazyikli suyuna maruz kalacak. Sonuç olarak AKP’nin emekçileri en kötü koşullarda çalışmaya zorlayan; 12 yılda 14 bin emekçinin iş cinayetlerinde ölümüne neden olan politikaları olduğu gibi sürecek. Öte yandan programda AKP’nin yoksulluk politikalarına düzülen övgüye bakılırsa, emekçileri haklarından mahrum bırakıp, yardıma muhtaç hale getirdikten sonra sosyal yardımlar üzerinde siyasi rant elde etme anlayışı da devam edecek.  
62. Hükümet programında “yeniyi” arayışımızın boşa çıkması sadece ekonomi politikalarında ve bunun emekçilere yansımalarında değildir. Örneğin programın Mecliste okunmasının hemen ardından 25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuna dair takipsizlik kararı verilmesi; cumhurbaşkanı seçildiği halde başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığına devam etmesi üzerine Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunan Prof. Dr. Ökçesiz’e soruşturma açılması; Ethem Sarısülük’ü öldüren polislere ödül gibi ceza verilmesi, yeni olduğu iddia edilen Türkiye’de yolsuzluk, yargı, demokratikleşme konularında da hiçbir şeyin değişmeyeceğini göstermektedir.
Sözün özü: “Yeni Türkiye” iddiasıyla sunulan 62. Hükümet programının öncekilerden hiçbir farkı yoktur. 91 yıllık cumhuriyetin ve 12 yıllık AKP’nin ideolojisi, zihniyeti olduğu gibi bu programa yansımıştır. Ülkeyi yöneten kişilerin ya da bu kişilerin sıfatlarının değişmesiyle hiç bir şey değişmemiştir, değişmeyecektir. Değişim ve yenileşme için egemen ideolojinin değişmesi gerekir ki bu da ancak mücadeleyle olur. Bunun kanıtı Hükümet programındaki tek yeniliğin çözüm sürecine ilişkin olmasıdır. Bunu sağlayan Kürt Hareketinin büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadeledir. Diğer tüm ezilen, sömürülen, inkar edilen kesimlerin de eşit haklara sahip olduğu, sömürünün, doğa katliamlarının son bulduğu yeni bir düzen için mücadelesi kaçınılmazdır. Bu mücadelelerin ortaklaşması, (Adına yeni denir mi denmez mi onu bilmem ama) demokratik Türkiye”nin bir an önce kurulmasını sağlayacak en önemli koşuludur!