25 Mayıs 2012 Cuma

23 Mayıs grevi üzerine…

ÖZGÜRCE
25/05/2012 (Teknik nedenlerden dolayı eksikler olduğundan bu yazı 26/05/2012 tarihinde düzeltilmiş haliyle tekrar yayınlanmıştır)


Kamu emekçileriyle yürütülen toplu sözleşme sürecini ve bu sürecin sonunda gelinen 23 Mayıs grevini iki yönden değerlendirmek mümkündür. Bunlardan birincisi AKP’nin izlediği ekonomi politikaları ve demokrasi anlayışı; ikincisi de kamu emekçi hareketinin bugün geldiği yerdir.


AKP’nin ekonomi politikaları ve demokrasi anlayışını izleyebilmek için 23 Mayıs grevinin ardından AKP’li bakanların beyanlarına bakmak yeterli olacaktır.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, 23 Mayıs grevinin ardından memur maaşları ödemesinin yıllık 100 milyar lira tuttuğunu ve memur maaşlarına verilecek her yüzde 1’lik zammın bütçeye 1 milyar lira ilave yük getirdiğini belirterek “Şimdi eğer bütçe dengelerimizi sıkıştıracak bir noktaya gelirse bu iş (memura yapılacak zam), dönüp dolaşıp tekrar daha yüksek vergi toplamaya gider bu işin sonu” demiş ve 74 milyon vatandaştan toplanan vergilerden 3 milyon memurun maaşının ödendiğini söylemiştir.

Babacan’ın bu açıklaması AKP’nin 10 yıllık iktidarı boyunca izlediği sosyal hiçbir kaygı izlemeyen piyasacı devlet anlayışının tezahürüdür. Sermayenin çıkarlarını korumanın tek amaç olduğu bu anlayışta insan yoktur. Sermaye dışı toplum kesimleri için verilen eğitim, sağlık, adalet, alt yapı gibi kamu hizmetleriyle birlikte bu hizmetleri sunan kamu emekçileri de “sermayenin devletine” yük olarak görülmektedir. Babacan bu anlayışı topluma da kabul ettirebilmek ve toplumu insanca yaşayacak ücret isteyen kamu emekçisine karşı kışkırtmak için vergileri arttırma tehdidinde bulunmaktadır.

Babacan’ın AKP’nin ekonomi politikalarına ilişkin anlayışını ortaya koyan bu sözlerinin yanı sıra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik de AKP’nin demokrasi anlayışını ortaya koyacak açıklamalarda bulunmuştur. Çelik iş bırakan memurların hukuka uygun davranmadığını belirterek, “İş bırakma iç hukukumuzda olmayan bir yaklaşım. Mazeretsiz işe gelmemek bizim kanunlarımızda yok.” dedikten sonra Avrupa’da ücretlerin geriletilmesi ve dondurulmasından örnekler vererek, “Avrupa’da bunlar yaşanırken Türkiye’de memurlar zam yaptığımız için grev yapıyorlar.” ifadelerinde bulunmuştur. Bakan Çelik bu sözleriyle AKP’nin 18. yüzyılda geçerli olan ve emekçiyi insan yerine koymayan liberal demokrasi anlayışının en kaba halini benimsediğini bir kez daha teyit etmiştir.

23 Mayıs grevi AKP’nin 10 yıldır uyguladığı ekonomi politikalarına ve demokrasi anlayışına kamu emekçisinin isyanıdır. Kamu emekçileri kendilerine tanınan sözde sendika hakkı çerçevesinde hükümetlerin yandaşı-karşıtı olarak suni biçimde bölünmeye çalışılmışlardır. 23 Mayıs grevi aynı zamanda bu suni bölünmeye karşı da bir cevaptır. Kamu emekçileri tüm ayrıştırma çabalarına karşın konfederasyon/sendika farkı gözetmeden 23 Mayıs’ta iş bırakmışlar ve işyeri düzeyinde mücadelede ortaklaştıklarını göstermişlerdir. Ancak işyerinde mücadelenin ortaklaştırılmasını sağlayan irade maalesef konfederasyon ve sendika merkez yöneticileri tarafından gösterilememiş ve 1 Mayıs’ta olduğu gibi alanda ayrışma yaşanmıştır. Bu arada sendika merkezlerinde alınan kararlara rağmen birçok kentte yerel inisiyatiflerin işyerlerindeki ortaklaşmayı alanlarda sürdürdüklerini de belirtmek gerekir.

23 Mayıs grevinin ardından hükümet üyelerinden gelen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere önümüzdeki dönemde emek karşıtı ekonomi politikaları sürdürülecektir. Buna karşılık 23 Mayıs grevine katılım ve daha da önemlisi kamu emekçileri arasında yaratılmaya çalışılan ayrışmanın en azından işyeri düzeyinde aşılmış olması önümüzdeki süreçte AKP hükümetinin politikalarına karşı mücadelenin de artacağını göstermiştir. Bu mücadelenin başarısı için her şeyden önce sendika ve konfederasyon yönetimlerinin işyerlerindeki mücadeleyi ortaklaştırma iradesini dikkate alarak bunu üst düzeylere de taşımaları gerekir.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Ekmek için grev meşrudur

ÖZGÜRCE
18/05/2012

12 Eylül 2010 referandumu için oy isterken hükümet, 12 Eylül darbe yasalarından ülkeyi kurtaracaklarını, bu kapsamda memurlara da toplusözleşme hakkı vereceklerini söylüyordu. Bu söyleme karşılık olarak biz de grevsiz toplusözleşme hakkının bir anlamı olmadığını, bunun sadece bir aldatmacadan ibaret olduğunu söylüyorduk. Referandumdan hükümetin vaatlerine “evet” çıktı ve kamu emekçileri için grevsiz toplusözleşme düzenlemesi yapıldı.


İktidarda bulunduğu 10 yıllık süre zarfında emekçi karşıtı politikaları büyük bir hevesle ve “başarıyla” uygulayan AKP Hükümeti kendisinden beklendiği gibi kamu emekçileriyle yapılan ilk toplusözleşmeye kabul edilemez bir teklifle geldi. Böylece daha ilk toplu sözleşmede kamu emekçileri için grev ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. Sendikaların grevi dillendirmesiyle birlikte Başbakan da “Grev hakkınız yok” sözleriyle görüşünü açıkladı.

Başbakan “Grev hakkınız yok” sözünü ister yürütme organının başı olarak isterse de kendisini 2 milyon kamu emekçisinin patronu görerek söylemiş olsun sadece bir görüşten ibarettir. Zira emekçilerin üretimden/hizmetten gelen gücü üzerinde devletin ya da sermayenin tahakkümünün düzeyini belirleyen emekçilerin kendi emeklerine sahip çıkma konusunda gösterecekleri iradeye bağlıdır. Emekçiler greve konu olan sorun üzerinde haklı olduklarına inanıyorlarsa ve toplumsal desteği de arkalarına almışlarsa örgütleriyle birlikte yapacakları grevin meşruiyetini hiçbir güç sorgulayamaz ve greve engel olamaz!

Kamu emekçileriyle yapılan toplusözleşme sürecinde hükümetin masaya getirdiği öneri 2012 yılı için 3+3, 2013 yılı için 2+3’tür. Oysa TÜİK’in nisan ayı verilerinde -düşük göstermek için her tekniğin uygulanmasına rağmen- enflasyon geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 11.14’tür. Öte yandan Türkiye, Başbakanın çok övünerek dillendirdiği üzere dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biridir. 2012-2014 Orta Vadeli Programa göre ekonomik büyüme 2012 yılı için yüzde 4, 2013 yılı için de yüzde 5 olarak öngörülmüştür. Bu veriler ışığında toplu sözleşmede geçmiş dönemdeki reel kayıplar hesaba katılmasa bile en azından enflasyon ve büyüme oranının toplamı kadar bir ücret artışı yapılması gerekir. Yani 2012 yılı için ücret artışı en az yüzde 15 olmalıdır. Bunun altında belirlenecek ücret artışı reel olarak ücretin azalması ve kamu emekçisinin sofrasındaki ekmeğin devlet tarafından “çalınması” anlamına gelir(!) Dolayısıyla kendisi ve çocuklarının karnını doyurmak isten bir kişinin alnının teriyle kazandığı ekmeğini çalmak isteyenlere karşı mücadelesi ne kadar meşru ise yüzde 15’in yarısını bile bulmayan ücret artışı teklifine/dayatmasına karşı mücadelede o kadar meşrudur!

Kamu emekçileriyle yapılan toplusözleşmelere sadece kamu emekçilerinin ücret pazarlığı olarak bakmak büyük bir yanılgı olacaktır. Zira bu sözleşmeler kamu emekçilerinin yanı sıra kamu işçileriyle özel sektörde çalışan emekçileri ve kamu hizmeti alan tüm yurttaşları da etkilemektedir. Toplusözleşmede belirlenecek olan kamu emekçi ücretleri her şeyden önce kamu işçilerinin önümüzdeki dönemdeki toplu sözleşmelerini ve sendikasız tüm kamu emekçilerinin ücretlerini de etkileyecektir. Özel sektörde de ücretler belirlenirken kamu kesimi ücretleri belirleyici olmaktadır. Hiç kuşkusuz hükümet, kapsadığı emekçi sayısı bakımından en büyük toplusözleşme olma özelliğini dikkate alarak teklifini masaya getirmiştir. Kısacası kamu emekçisinin alacağı ücret artışı, Türkiye’de ücretler genel düzeyi üzerinde belirleyici olacak ve böylece diğer emekçi kesimlerin ücretlerini de etkileyecektir.

Öte yandan kamu emekçileri eğitim, sağlık, yerel yönetimler gibi alanlarda yurttaşlara kamu hizmeti sunan kişilerdir. Kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşulları, kamu hizmeti sunumunun niteliği üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Örneğin geçimini sağlayamayan bir öğretmenin vereceği eğitim hizmetinin; sağlık personelinin vereceği sağlık hizmetinin nitelikli olmasını beklemek imkansızdır. Bu nedenle kamu hizmetinin alıcısı olan yurttaşlar da kamu emekçilerinin çalışma koşulları ve yaşam koşullarının belirleneceği toplu sözleşmenin sonuçlarından etkileneceklerdir.

Sözün özü: Hükümetin toplu sözleşme masasında kamu emekçilerinin önüne “dalga geçercesine” koyduğu ücret teklifinin muhatabı sadece kamu emekçileri değildir. Burada yapılmak istenen ücretler genel düzeyini daha da düşürmek ve kamu hizmetlerine ayrılan payı azaltarak, sermayeye daha fazla kaynak ayırmaktır. Yani kamu emekçileriyle birlikte diğer tüm emekçilerinin ve sermaye dışındaki kesimlerinin sofrasındaki ekmek çalınmak istenmektedir. Buna karşı mücadele etmek sadece kamu emekçileri için değil sermaye dışındaki tüm toplum kesimleri için meşru ve gereklidir. Bu nedenle KESK ve T. Kamu-Sen’in 23 Mayısta gerçekleştireceği greve işçi sendikaları da katılmalı ve tüm yurttaşlar destek olmalıdır!

10 Mayıs 2012 Perşembe

1 Mayıs 2012’den Yansıyanlar!..

ÖZGÜRCE
11/05/2012

1 Mayıs meydanları üzerinden işçi sınıfının durumunu analiz etmek adet olmuştur. Meydanın -önceki yıllara göre- kalabalık olması ve coşkusu işçi sınıfı mücadelesinin geleceği için umutlanmaya neden olurken; tersi bir durum karamsarlığa yol açabilmektedir. Ben 1 Mayıs’lara katılımı sınıf mücadelesinin geleceği için bir gösterge olmaktan ziyade mevcut ekonomi politikaları ve siyasi yapıya tepkinin bir yansıması olarak değerlendirmek gerektiği düşüncesindeyim. Özellikle 1 Mayıs’ın resmen emek bayramı olarak ilan edilip Taksim Meydanı’nın da serbest olması yani 1 Mayıs kutlamanın “marjinalliğinin” ortadan kalkması sonrasında hükümetle, sistemle derdi olan emekçiler meydanları doldurmaya başlamıştır. Dolayısıyla meydanların kalabalığı ve belki kalabalıklığından da önce meydanda yer alan grupların çeşitliliği canı yanan kesimleri görmemize ve bunun üzerine bir değerlendirme yapmamıza olanak sağlayacaktır.


2012 1 Mayıs’ında en dikkat çekici olan kuşkusuz Türk İş ve Hak İş; 1 Mayıs kutlamaları için üyelerini farklı alanlarda toplamaya çalışmış ancak bunda da başarılı olamamıştır. İstanbul’da Taksim Meydanına gelmeyen bu iki işçi konfederasyonundan Türk İş’in 1 Mayıs’ta Bursa’da Hak-İş’in de Memur-Sen’le birlikte Ankara’da toplanması Türkiye sendikal hareketinde ilginç bir ayrışmayı açığa çıkartmıştır. Buna göre Türk-İş (Türk Metal’in de etkisiyle) büyük ölçekli özel sektörün yoğun olduğu Bursa’ya yönelerek bu alanda örgütlenme ya da örgütlülüğünü koruma eğilimini göstermiştir. Hak-İş ve Memur-Sen, devletin merkezi Ankara’da -son derece ironik biçimde- Çalışma Bakanını da kürsüye çıkartarak devlet sendikacılığına soyunduklarını göstermiştir.

Böylece Hak-İş’in, kurulduğu 1952 yılından bu yana sahip olduğu devletin sendikası olma unvanını Türk İş’in elinden almakta olduğu da görülmüştür. Kamu emekçileri için toplusözleşme masasında son söz hakkını elinde bulunduran Memur Sen’in 1 Mayıs’ı Bakanla el ele kutlaması kamu emekçilerinin haklarının kimler eline emanet edildiğini de açığa çıkartmıştır.

Sendikalar arasında yaşanan ayrışmanın yanında tüm milliyetçi kışkırtmalara rağmen Türk ve Kürt emekçileri 1 Mayıs’ın Taksim’le birlikte Türkiye’nin bir çok meydanında kutlanmış olması son derece önemlidir. Ayrıca Türk-İş’e üye sendikaların oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu ve diğer bazı Türk-İş üyesi sendikalar konfederasyonlarının kararına rağmen diğer emekçilerle birlikte 1 Mayıs’ı kutlamışlardır (İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır vd).

Son iki yıldır Taksim Meydanı’ndaki 1 Mayıs’ın daha önce Çağlayan ve Kadıköy’de kutlandığı dönemlerden en önemli farkı katılanların sayı olarak fazlalığının yanında çok farklı kesimleri temsil eden örgüt sayısının da fazla olmasıdır. Bu bir taraftan kapitalizmden ve onun uygulayıcısı AKP’nin politikalarından canı yanan kesimlerin genişlediğini, diğer taraftan da örgütlenme ve mücadele bilincinin açığa çıkmaya başladığını göstermektedir. Bunun en çarpıcı örneği kuşkusuz “Anti-Kapitalist Müslümanlar” pankartı altında 1 Mayıs’a katılanlardır.

Anti-kapitalist Müslümanların 1 Mayıs’a katılmaları büyük bir kesim tarafından mutlulukla karşılanırken, sosyalizmi sadece ateistlerin 1 Mayıs alanında toplanmayı ve 1 Mayıs’ı kutlamayı da sadece sosyalistlerin tekelinde gören bir kesim tarafından eleştirilmiştir. Oysa kendisini inancı ile tanımlayan ve kapitalist sömürüye karşı çıkan böyle bir girişimi reddetmek kimsenin haddi olamayacağı gibi bu ve benzeri hareketleri anlamaya çalışmadan ne işçi hareketini ne de sol hareketi bir nebze ilerletmek mümkün olamaz.

Din olgusu kapitalizm öncesinde laisizm ile -siyaset dışına çıkartma görüntüsünde- dışlanmış daha sonra da kapitalizme uyarlanmaya çalışılmıştır. Kapitalizmin doğuşu ve gelişimi öncelikle Hıristiyan inancının hakim olduğu toplumlarda gerçekleştiği için kapitalizme uyarlanan önce Protestan mezhebiyle Hıristiyan dini olmuştur. İslam dinin geçerli olduğu coğrafyalarda kapitalizm dini sömürgeciliğin aracı olarak kullanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde laisizme dayalı burjuva devlet anlayışı geçerli olmuş, ancak bu anlayış İslam dinini baskılayan ve Müslümanları ezen bir anlayış olarak algılanmış ve politik malzeme olarak da kullanılmıştır.

Oysa 10 yıldır Türkiye’de İslam’ın ve Müslümanların baskı altında olduğu söylemiyle iktidara gelmiş bir hükümet vardır. İşte bu 10 yılda inançlarından dolayı ezildiğini düşünen Müslümanlar artık inançlarından değil emekçi olduklarından ezildiklerinin farkına varmaya başlamışlar ve giderek büyüyeceğini umduğum bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu noktada emek ve sosyalizm mücadelesi verenlerin bu kesimi dışlamak yerine mücadelenin nasıl ortaklaştırılabileceğini ve bunun daha geniş emekçi kitlelere ulaşmak için nasıl kullanılabileceğini düşünmesi gerekir(!)