26 Ocak 2024 Cuma

Umumi Müfettişliklerden kayyumlara Kürt coğrafyasında yerel yönetim…

                                27 Ocak 2024

Türkiye’de hâkim yerel yönetim anlayışı, halkın kendi yaşam alanlarını yönetmesi olarak değil; “egemen sınıfın çıkarları ve devletin bekâsı için ‘merkez’in ‘yerel’e nüfuz etmesi” olarak kabul edilir. Bunun en bariz örneği Kürt coğrafyasında görülür. Sadece Cumhuriyet Dönemi’nde değil, Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarından itibaren başlatılan bir süreçtir bu. Kürt coğrafyasında yurtluk-ocaklıkların kaldırılarak eyalet sisteminin getirilmesi (1819), 1858 Arazi Kanunnamesi ve İttihat Terakki döneminde soykırıma varan şiddet sarmalıyla, Osmanlı’da kapitalizmin oluşumunu sağlamak üzere bu coğrafyada “el koyarak birikim”i yaratmak ve Türk-Müslüman ulus devlet inşâsının harcının karılması amaçlanmıştır.

Türk ve Müslüman kimliğine bürünen ulus devlete karşı 1920’lerde gerçekleşen Kürt isyanları, II. Abdülhamid’in İstibdat Dönem’inde uyguladığı Umumi Müfettişlikler müessesesini yeniden gündeme getirmiş ve Kürt coğrafyasının yönetim biçimi haline dönüşmüştür. Cumhuriyet Dönemi’nde 1927’de kurulup, 1952’ye kadar varlığını sürdüren Umumi Müfettişlikler, kuruldukları illerde sivil, asker ve yargı bürokrasisi üzerinde kesin otoriteye sahip olan ve doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı bölgesel valiliklerdir. Tek parti dönemi boyunca yürürlükte kalan ve sınırsız yetkilerle donatılmış olan Müfettişlikler ile bölge, merkezi idare tarafından “olağanüstü hal koşulları”nda yönetilmiştir. Bu dönemde Kürt kimliğinin inkarı ve asimilasyona dayalı etnik politikaların yanı sıra, bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el konularak bunları sermaye birikim sürecine katma stratejisi izlenmiştir.

Çok partili dönemle birlikte Müfettişlik sistemi sona ermesine rağmen “iç güvenlik” öncelikli olmaya devam etmiş, buralarda yeni askeri merkezler oluşturulmuştur. 1950’lerden itibaren devlet bürokrasisi aşiretlerle işbirliği içine girerek bölgedeki zenginlikleri batıya aktaran sömürü düzenini devam ettirmiştir. Bu arada uygulanan kalkınma politikaları, iddia edilenin aksine bölgesel eşitsizlikleri daha da arttırmış; yapılması düşünülen -baraj gibi- büyük ölçekli projeler il sınırlarının değişmesine, köylerin sular altında kalmasına neden olmuştur.

12 Eylül darbesiyle birlikte ülkenin tamamında artan baskılar, Kürt coğrafyasında çok daha şiddetli yaşanmıştır. Neoliberal politikalar doğrultusunda üretim ilişkilerinin yeniden şekillendiği, buna bağlı olarak kentsel mekanların yeniden tanımlandığı 80 sonrası dönemde Kürt kentlerine yönelik toplum mühendisliği çalışmaları da hızlanmıştır. 1987’de bölgede ilan edilen ve 2000’li yılların başlarına kadar süren OHAL döneminde savaş koşullarına tekrar dönülmüş, 90’larla birlikte “köy boşaltma, köy yakma, mülklere el koyma, faili meçhul cinayetler”le birlikte, Kürt halkı göçe zorlanmıştır. Bu dönemde göç ettirilen 4 milyonu aşkın Kürt’ten bir kısmı Kürt coğrafyası dışındaki büyük kentlere, bir kısmı ise Kürt kentlerinin merkezlerine yerleşmiştir.

Zorunlu göçe tabi tutulan Kürtler, beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi en temel gereksinimlerini dahi karşılamakta sorunlar yaşarken, bölge dışındaki kentlerde kimlikleri nedeniyle uğradıkları ayrımcılık, sorunları derinleştirmiştir. Göç sonrası yerleşilen kentlerde ise yoksulluk, işsizlik, düzensiz yapılaşma gibi sorunlar artmıştır. On yıllardır bölgesel eşitsizliğe maruz kalan ve savaş koşullarıyla mücadele etmek zorunda bırakılan Kürt kentlerinde, kırdan gelen göçün yarattığı sorunlar çok daha ağırdır. Bu ağır koşullarla karşı karşıya kalan Kürt kentlerine sunulan çözüm ise “el koyarak birikim”in son hali olan “kentsel dönüşüm” projeleridir.

2000’li yıllarla birlikte Diyarbakır’la başlayan ve ardından yüzün üzerinde belediye kazanan Kürt siyasi hareketini temsil eden partiler, merkezi idarenin kentleri bilinçli geri bırakma politikasına karşı modern kentler oluşturma çabası içine girmişlerdir. Ancak özellikle 2014 yerel seçimlerinde yönetime gelen ve “egemen sınıfın çıkarları ve devletin bekâsı”na hizmet eden yerel yönetim anlayışını tamamen reddeden kadrolar, 15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’de izlenen kayyum siyaseti ile bertaraf edilmek istenmiştir. 2019 seçimleri sonrasında da aynı siyaset devam ettirilmiş, seçilen yerel yöneticiler tutsak edilerek, halkın iradesi kırılmaya çalışılmıştır.

Umumi Müfettişlikler’in bugünkü hali olan “kayyum siyaseti”nin son icraatı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi kayyumunun, Yenişehir Fabrika Mahallesi’nde hukuki süreç devam etmesine rağmen   kolluk güçleri eşliğinde yurttaşların evlerinden zorla çıkarılarak yıkımın başlatılmasıdır. Daha önce Sur ve Bağlar ilçeleri ile diğer birçok Kürt kentinde yaşanan “kayyum marifetiyle zorla kentsel dönüşüm”, “el koyarak birikimi yaratma”nın en bariz örnekleridir.

AKP/Saray iktidarı, 31 Mart seçimlerinde Kürt halkının iradesine ipotek koymak için başka bir yol denemekte; DEM Parti’nin kazanacağı belli olan birçok il ve ilçede taşıma seçmenlerle AKP’nin seçimi almasını sağlamaya çalışmaktadır. Kürt halkı, -bedeli son derece ağır da olsa- kendini yönetme iradesini zorbalıkla, sahtekarlıkla kırma çabalarına yüzyıllardır direnmektedir. Bu direnç, Kürt kentlerinde de Kürtlerin göçmek zorunda bırakıldıkları Anadolu kentlerinde de sermayenin çıkarları ve siyasi iktidarın bekâsı için oynanan oyunları boşa çıkarmaya muktedirdir!


19 Ocak 2024 Cuma

‘Emekliler Yılı’ ironisi…

                               20 Ocak 2024

Cumhurbaşkanı Erdoğan, en düşük emekli maaşının 10 bin TL olacağını müjdelediği(!) kabine toplantısı çıkışında, 2024’ü de “Emekliler Yılı” ilan etti. Erdoğan, ironiyi ve özellikle emekçilere, emeklilere şaka yapmayı seviyor. Bunun bir benzerini de asgari ücreti açıklarken yapmıştı.

Açlık sınırının 15 bin TL, yoksulluk sınırının 47 bin TL olduğu koşullarda 10 bin TL’yi; Merkez Bankası’nın enflasyonu yüzde 65 olarak tahmin ettiği, devletin tüm vergi ve kamu alacakları için yeniden değerleme oranını yüzde 58,46 olarak belirlediği, çarşı-pazarda fiyatların yüzde 100’den fazla arttığı bir dönemde emekli aylıklarına yüzde 42,6 artış yapılmasını müjde(!) olarak açıklamanın ironi ya da şaka yapmak dışında başka bir izahı var mıdır, bilmiyorum.

Yapılan ironi midir, şaka mıdır ya da başka bir şey midir, bilmem ama AKP/Saray iktidarının 2024’de kamusal emeklilik sistemini tamamen işlevsiz hale getirerek, sistemin özelleştirilmesini hızlandırmak konusunda önemli adımlar atacağını söyleyebilirim. Zira Eylül ayında açıklanan Orta Vadeli Program (OVP) (2024-2026) ve Ekim ayında Meclis’te onaylanan 12. Kalkınma Planı (2024-2028)’nda belirlenen hedefler bu konuda yeterince açıklayıcıdır.

Daha önce de bu köşede değindiğimiz OVP ve 12. Kalkınma Planı’nda emeklilik sistemiyle ilgili hedeflenenleri kısaca anımsayalım: Emeklilik sistemi, OVP’nin “fiyat istikrarı ve finansal istikrar” başlığı altında yer alıyor ve “Bireysel Emeklilik Sigortası (BES)’nın cazibesinin arttırılması ve yaygınlaştırılması, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle ‘tamamlayıcı emeklilik sistemi’nin kurulması ve ‘Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası’ ihsas edilmesi” hedefleniyordu. Aynı hedeflere 12. Kalkınma Planı’nda da “yurtiçi tasarruflar” alt başlığında yer veriliyor ve ayrıca “sosyal güvenlik sistemi ve finansmanı” alt başlığında “Aylık bağlama sistemi kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik edecek ve mali yük getirmeyecek şekilde yeniden düzenlenecektir” hedefi yer alıyordu.

Sayıları 16 milyona yaklaşan emeklinin aylıklarına yapılan artışın enflasyonun çok altında olması, 6 milyonu aşkın emeklinin ise açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya mecbur bırakılmasını Kalkınma Planı’nda ifade edilen “aylık bağlama sisteminin mali yük getirmeyecek şekilde yeniden düzenlemesi” hedefinin gereği olarak görmek gerekir. Ancak OVP ve 12. Kalkınma Planı’nda yer alan emeklilik sistemine ilişkin hedefler bütünlüklü olarak değerlendirildiğinde, AKP/Saray iktidarının sadece bir mali yükten kurtulmanın ötesinde emeklilik hakkını, emekçiler için bir hayal olmaktan bile çıkarmak istediği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda “aylık bağlama sisteminin kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik edecek biçimde yeniden düzenlenmesi” olarak belirtilen hedefe, ancak emeklilik aylığının yaşamı sürdürecek bir gelirin altında belirlenerek emekçilerin sağlıklarını tamamen kaybedene ya da yaşamlarını yitirene kadar çalışmak zorunda bırakılmasıyla ulaşılabileceği aşikârdır.

Emeklilik umudunun kaybedilmesinin doğuracağı sonuçları kısaca özetleyelim: Her şeyden önce elde ettiği ücretle yaşamını zar zor idame ettiren çok geniş bir emekçi kesim için sigorta primi ödemek “gereksiz” hale gelecek ve bu kesim içinde kayıt dışı çalışmayı tercih edenler artacaktır. Öte yandan emeklilik hakkını ve umudunu kaybettiği için ileri yaşlara kadar emek piyasasında kalmaya devam edenler emek arzıyla beraber zaten yüksek olan işsizliği, özellikle de genç işsizliğini daha da yükseltecektir. Böylece emekçiler arasında rekabet kızışacak ve emekçiler bugün olduğundan daha düşük ücretle, daha kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermek zorunda kalırken; emek maliyetleri düşerken patronların kârı artacaktır.

Emeklilik aylığı ile geçimin olanaksız hale gelmesiyle birlikte orta ve üst gelir grubunda olanlar, kamu emeklilik sistemi ile emekli olduklarında mevcut yaşam standartlarını devam ettiremeyecekleri için özel sigorta şirketleri ve/veya tamamlayıcı emeklilik sistemi üzerinden emekli olmaya çalışacaktır. Bu da emeklilik fonları sayesinde finans piyasasının canlanmasına ve sigortacılık sektöründe sermayenin kâr alanının genişlemesine hizmet edecektir.

Kamu emeklilik sisteminin tasfiye edilmesi, emeklilik hakkını ortadan kaldırıp, emekçilerin daha kötü koşullarda çalışmasına ve yaşamasına neden olurken; emek maliyetlerinin düşmesi ve emeklilik sisteminin yatırım alanı haline gelmesiyle kârlarına kâr katan sermaye sahipleri, sosyal güvenlik harcamalarının azaldığı genel bütçeden de daha fazla pay alabilecektir.

Sonuç olarak, emeklilerin açlık sınırının çok altında bir gelire mahkûm edilmesi, sadece emeklilere değil tüm işçi sınıfına yönelik bir saldırıdır. Bu saldırı, emeklileri açlığa mahkûm etmekle kalmayıp, halen çalışmakta olanları ve gelecekte emek piyasasına girecekleri -henüz doğmamış çocuklar da dahil olmak üzere- hedeflemektedir. Eğer sınıf perspektifine sahip, örgütlü bir mücadele ile karşı durulmazsa 2024 “emekliler yılı”, tarihte “Türkiye işçi sınıfının en önemli kazanımlarından biri olan emeklilik hakkının tamamen ortadan kalktığı, emekçiler ve emekliler için sefaletin çok daha derinleşeceği bir dönemin başlangıcı olarak” anılacaktır!


12 Ocak 2024 Cuma

Biz o suça ortak olmadık!

                               13 Ocak 2024

11 Ocak 2016 tarihinde yani 8 yıl önce -benim de içinde olduğum- 1128 akademisyen “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlığında bir bildiri yayımladı. Bildirinin yayımlanmasının hemen ardından, bildiride imzası olanlar, devletin en tepesindekilerden, çete elebaşlarına kadar birçok ismin hakaretine, hedef göstermesine, “kanlarında duş alma” fantezilerini de içeren tehditlerine maruz bırakıldı. Bu hakaret ve tehditler, imzacılara geri adım attırmadığı gibi imza sayısı 2212’ye çıktı. 


Devlet katında büyük infiale neden olan bildirinin yayımlanma gerekçesini kısaca anımsayalım: 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürt ve Türk halklarının eşitliğini savunan HDP’nin barajı aşıp, hükümetin kurulması için kilit parti haline gelmesiyle çözüm masası dağıtılmış, şiddet ortamı yeniden körüklenmişti. Onlarca canın yitirildiği Suruç ve 10 Ekim katliamlarının yanı sıra Diyarbakır başta olmak üzere birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, sivillerin ölüm haberleri gelmeye başlamıştı. Ulusal basının bölgede yaşananlara dair verdiği haberlerde “insanlığın bittiği yer dedirten” durumlara tanık olunuyordu. Evinin önünde öldürülen Cemile’nin cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; yine evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan alamayan evlatların haberleri yayımlanıyordu. (Bu bildirinin yayınlanmasından sonra uluslararası ve ulusal insan hakları örgütlerinin bu döneme ilişkin yayımladığı raporlarda, Ağustos 2015’den itibaren ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasakları nedeniyle 2 milyona yakın yurttaşın gıdaya, suya, geçim kaynaklarına, acil sağlık hizmetlerine, eğitime, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldığı; 355 bin’i aşkın yurttaşın bu dönemde sürdürülen operasyonlar sırasında evlerini terk ederek, göç etmek zorunda kaldığı; -resmi olarak belirlenebilen- 79’u çocuk, 71’i kadın, 30’u ise altmış yaşın üzerinde olmak üzere 323 sivilin yaşamını kaybettiği ortaya konmuştur.)


15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’e dayanılarak bu bildiriye imza atan 406 akademisyen KHK’larla, 89 akademisyen iş sözleşmesinin sona erdirilmesi vb yöntemlerle işten çıkarıldı. 72 akademisyen istifaya, 27 akademisyen ise emekliliğe zorlandı; sonuç olarak Türkiye üniversitelerinden 594 akademisyen tasfiye edildi. Ayrıca 70 akademisyen gözaltına alındı, 5 akademisyen tutuklandı. 822 akademisyene “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla dava açıldı, 204 akademisyene bu davalarda 15 ile 36 ay arasında değişen sürelerde hapis cezası verildi. İhraç edilenler, yurt dışına çıkışları ve herhangi bir işte çalışmaları engellenerek sivil ölüme mahkum edildi.


AYM, 26 Temmuz 2019’da verdiği kararla “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna ve suç teşkil etmediğine hükmetmetti. Bu kararın ardından yargılanan akademisyenler beraat ettirildi. Ancak, bu karar doğrultusunda  ihraç edilen akademisyenlerin derhal görevlerine iade edilmesi gerekirken OHAL Komisyonu Barış  Akademisyenleri’nin başvurularını reddetti. Böylece AYM kararına rağmen cezalandırma süreci devam etti. İdare mahkemelerine açılan davalardan kimilerine işe iade kararı verirken, çoğunluğuna ret kararı verildi. Bununla da yetinilmedi; işe iade edilen akademisyenlerden bazıları üniversitelerinin açtığı karşı davalarda yürütmeyi durdurma kararı verildiği için işlerine döndüğü halde, yeniden ihraç edilmiş oldu.  


Aradan geçen 8 yılın ardından Barış Akademisyenleri’nin davalarında hukuk garabeti devam ediyor: Yüzlerce akademisyen üniversiteden halen uzaklaştırılmış durumda; üniversiteye dönmüş olanlarsa  üst mahkemelerden gelecek bir “yürütmeyi durma kararı” endişesini taşıyor. Yıllar sonra dönülen üniversitelerde yaşanan sıkıntılara, “tasfiye sonrasında oluşan yapı içinde akademik faaliyetleri yürütebilme ortamının önemli ölçüde ortadan kalkmış olmasını ve bunun neden olduğu yabancılaşmayı” da eklemek gerekir elbette. 


Akademide tasfiye, Türkiye’de her darbe döneminin olmazsa olmazıdır. “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi gerekçe gösterilerek yapılanlar ise Cumhuriyet Dönemi’nde akademide yapılan tasfiyelerin en kapsamlısıdır. İhraçlar, yargılamalar ile sadece Barış Akademisyenleri’nin cezalandırması değil, tüm akademisyenlerin tehdit edilerek, üniversitenin baskı altına alınması amaçlanmış; bu amaca da büyük ölçüde ulaşılmıştır. YÖK düzeninde zaten zayıflayan akademik özgürlük ve özerklik tamamen ortadan kalkmış; üniversiteler, evrensel bilgi üretme ve aktarma işlevinden hızla uzaklaşarak, siyasi iktidarın arka bahçesi haline getirilmiştir.


Yayımlanmış olmasının bedeli son derece ağır olan “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi, en temel insan hakkı olan “yaşam hakkı”nı ve “barış içinde yaşama hakkı”nı savunan; devlet yetkisini kullananların hukuka, insan haklarına riayet etmesini talep eden bir metindir. O dönemde yaşananlar karşısında bir metne imza atmanın anlamı, -imza gibi son derece pasif bir eylemle de olsa- “kötülüğün sıradanlaşması”na karşı çıkmak ve işlenen suçlara ortak olunmayacağını ilan etmektir. Bizler de imzaladığımız bu metinle, hakikatleri ortaya çıkarmakla mükellef birer akademisyen -ve elbette yuttaş- olmanın hukuki, vicdani ve ahlaki sorumluluğunu yerine getirdik ve o suça ortak olmadık!


5 Ocak 2024 Cuma

“Türkiye Yüzyılı”na hızlı(!) girdik!

                                6 Ocak 2024

2023’le beraber Cumhuriyet’in 100. yılına veda ederken 2024’ün ilk günü Milli İrade Platformu, “Filistin’i savunmak, İsrail’in Gazze katliamını protesto etmek” bahanesiyle İstanbul’da bir miting yaptı. Bilal Erdoğan’ın Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olduğu TÜGVA’nın başını çektiği
  -Cumhurbaşkanı’nın aile efradı ve AKP’nin ileri gelen kadrolarının da katıldığı- mitinge, açılan hilafet bayrakları ve kalabalığın yaptığı halifelik çağrıları damgasını vurdu. 


Yeni yılın üçüncü gününde ise Yargıtay 3. Ceza Dairesi, daha önce tanımadığı, Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin 18 yıl hapse mahkûm edildikten sonra milletvekili seçilen Can Atalay ile ilgili “hakkındaki yargılamanın durdurularak tahliye edilmesine” yönelik kararını, bir kez daha tanımadı. Yargıtay bununla da kalmadı, AYM için, “terör örgütleriyle örtüşen söyleme sahip”, “vesayet makamı”, “süper temyiz mahkemesi” gibi ifadeler kullandı. Ayrıca Pakistan’da Anayasa Mahkemesi’nin geçtiğimiz yıl verdiği kararla başbakanın düşürülmesini örnek göstererek, “AYM’nin Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini dahi tartışmaya açabileceğini” kararının gerekçesi olarak sundu. Böylece bir yüksek mahkeme “AYM’nin Cumhurbaşkanlığı makamı için tehdit oluşturduğu ve bu nedenle Cumhurbaşkanlık makamının AYM’nin ve dolayısıyla Anayasa’nın üzerinde olması gerektiği” yönünde görüş bildirmiş oldu.


Yargıtay’ın anayasanın ve dolayısıyla tüm yasaların üzerine koyduğu bir makamı “hükümdarlık” olarak tanımlamak abesle iştigal olmaz sanırım. Bunu aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL’le başlayıp, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kurumlaşan otokratik rejimde “hukuk devletinin ortadan kalktığının, yargıdanın en tepesindeki kurum tarafından adının konması” olarak değerlendirmek gerekir. Yargıtay’ın bu kararı ve ardından gelen açıklamalarıyla “Türkiye artık, Anayasal bir kurum olan Cumhurbaşkanı tarafından değil, adı Cumhurbaşkanı olan bir ‘hükümdar’ tarafından yönetilmektedir.” mesajı verilmektedir. 


Peki, ortadan kalktığı Yargıtay tarafından da tespit edilen hukuk devleti nedir; olmazsa ne olur? 


Özetle hukuk devleti, devlet erkinin hukuka bağlanmasıdır. Devletin gücü, anayasayla meşrulaşır. Anayasa ve yasalarda yer alan temel hak ve özgürlükler bireyi devlet gücüne karşı korur. Devlet tarafından yapılan tüm eylem ve işlemler var olan kanunlara dayanır. Bu nedenle devlet gücünün sınırları önceden bilinir. Yurttaşlar, devletin gücünün nasıl hareket ettigini bilerek, kendi haklarını bu güç karşısında korur. Tüm yurttaşlara kanun önünde eşit oldukları ve devlete karşı hak arama yollarının açık olduğu güvencesi verilir. Yurttaşların demokratik katılım hakkı da hukuk devletinin bir parçasıdır. Hukuk devletinde demokrasi ve özgürlüklerin düzeyi, demokrasi için verilecek mücadelenin ürünü olduğu gibi hukuk devleti de demokrasinin gelişmesi için de olmazsa olmaz koşullarından birisidir.


Hukuk devletinin ortadan kalkması halinde, devletin sahip olduğu gücün sınırı ortadan kalkar; yurttaşlar devlet erki karşısında savunmasız kalır. Bu durumda eşit yurttaşlıktan, devlet karşısında hak aramaktan, özgürlüklerden, demokratik katılımdan söz etmek mümkün olmaz. Dolayısıyla yurttaşlık artık anlamını yitirir ve yurttaş, teba haline gelir. 


2024’ün ilk üç gününde gerçekleşen iktidar destekli mitingde yapılan hilafet çağrısını ve Yargıtay’ın Cumhurbaşkanlığı makamının Anayasa’nın üzerinde olduğu değerlendirmesini birbirinden ayrı, münferit olaylar olarak görmek mümkün değildir. İstanbul’da yapılan mitingdeki “hilafet, halifelik” çağrılarının laik, demokratik bir hukuk devletinde gerçekleşebilmesinin söz konusu olamayacağı düşünüldüğünde, Yargıtay’dan gelen açıklama çok daha anlamlı hale gelmektedir.


AKP, 2007’de Cumhurbaşkanlığı makamından başlayarak adım adım yasama-yürütme-yargı, üniformalı ve üniformasız bürokrasi ve tüm devlet kurumları üzerinde hakimiyet kurmuştur. 2023 Mayıs seçimleriyle bu hakimiyeti perçinlenmiş; 28 Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinin hemen ardından sarayda yaptığı konuşmada Erdoğan, “İnşallah bu seçimlere giriş kapısı olarak gördüğümüz Türkiye Yüzyılı, tarihe bir dönüm noktası olarak geçecektir.” diyerek “Türkiye Yüzyılı”nı ilan etmiştir.


Erdoğan, 21 yılda adım adım inşa ettiği rejimi yeni bir anayasayla güvence altına almak istemektedir. Geçtiğimiz Haziran ayında AKP Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada bu niyeti şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye Yüzyılı'nın mevcut anayasa üzerinde yükselmesi mümkün değildir. Farklı siyasi gelenekten gelen 15 siyasi partinin yer aldığı 28. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi bunu yapabilecek temsil kabiliyetine haizdir. Bu yönüyle yeni Meclisimiz Türkiye Yüzyılı'nın kurucusu, mimarı ve mihmandarı olacaktır.”


Erdoğan, “Türkiye Yüzyılı”nı  Cumhuriyetin 100. yılıyla birlikte başlatması elbette tesadüf değildir. 1923’te kurulan Cumhuriyet’le köprüleri tamamen atıp, kendi müteahhitliğinde tadil edilecek yeni bir cumhuriyetle yola devam etmeyi istemektedir. Hilafet çağrısı yapılan mitingler ve Yargıtay’ın AYM’ye ilişkin değerlendirmeleri, yapılmak istenen tadilatın sonucunda tahayyül edilen cumhuriyet konusunda yeterince fikir vermektedir.