22 Aralık 2011 Perşembe

2012 Bütçesi: Devlet Eliyle Yoksullaştırmaya Devam(!)


ÖZGÜRCE
23/12/2011

1980’den bu yana -yani tam 31 yıldır- Türkiye’de bütçelerin hazırlanması ve uygulanmasındaki anlayış değişmemiştir. Bu bütçeleri yapanlar, kimi zaman doğrudan darbe hükümeti (1981-1983) kimi da zaman darbe rejiminin emanetçisi hükümetler olmuştur. Bu hükümetler içerisinde ANAP, DYP, MHP, RP, SP, DSP, SHP, CHP ve nihayet AKP olmak üzere hemen tüm milliyetçi-muhafazakar, liberal ve sosyal demokrat partiler yer almıştır. 24 Ocak 1980 kararları ışığında hazırlanan bu bütçeler -neoliberal politikalar doğrultusunda- devletin düzenleme işlevini (sosyal devlette olduğunun aksine) piyasanın gereksinimleri doğrultusunda yerine getirmeyi hedeflemektedir. Piyasanın gereksinimi ise küresel rekabet gerekçesiyle devletin; (a) sermayeye sürekli olarak kaynak aktarması, (b) yeni kâr alanları açması ve (c) emek maliyetlerini minimum düzeye indirmesini içermektedir. Devletin bütçe yoluyla piyasanın (sermayenin) gereksinimlerini karşılama yollarını kısaca şöyle özetleyebiliriz:


(a) Devlet sermayeye kaynak aktarmak üzere toplumun geniş kesimlerinden (dolaylı vergilerle) sağladığı kaynağı, sermayeye (teşviklerle) aktarır. Ayrıca sermayeye aktaracağı kaynağı arttırmak için sosyal harcamalarda kesintiye gider ve kamu hizmetlerini piyasalaştırır.

(b) Sermayeye yeni kâr alanları açmak için devlet, kamu işletmelerini, değerli kamu mallarını ve doğal kaynakları özelleştirme adı altında sermayeye devreder. Ayrıca eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerini de yeni kâr alanları olarak sermayenin hizmetine sunar.

(c) Emek maliyetini düşürmek üzere devlet, “istihdam üzerindeki yüklerin hafifletilmesi” adı altında işverenin (sosyal sigorta payı, vergi vd) istihdam ettiği işçi için üzerine düşen payını İşsizlik Sigortası Fonu ya da genel bütçeden yani toplumun cebinden ödenmesini sağlar. Öte yandan kamu emekçilerinin ücretlerinin baskılanmasını sağlayarak hem ücretler genel seviyesini düşürür hem de sermayeye aktaracağı kaynağı arttırmış olur.

Devletin 31 yıldır izlediği bu bütçe anlayışının sonucunda bir taraftan emekçiler eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklarını kaybederken diğer taraftan da geniş toplum kesimleri yoksullaşmıştır. 2012 yılı bütçesinde de devlet eliyle sosyal hakların gaspı ve yoksullaştırma anlayışı daha da derinleşerek devam etmektedir.

Devlet bütçeleri, ekonomik –teknik- bir belge (imiş) gibi gösterilmeye çalışılsa da esas itibariyle son derece siyasi ve ideolojik belgelerdir. Dolayısıyla bütçeler sınıflar arası güç dengelerinin de bir yansıması olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda 1980’den bu yana hazırlanan bütçelere bakıldığında (reel ücretlerin görece yükseldiği 1989-1993 arası kısmen istisna kabul edilebilir) Türkiye’de emekçi sınıfların siyasi ve ideolojik olarak varlık gösteremediklerini söylemek mümkündür. Emekçilerin siyasi ve ideolojik varlıkları ancak örgütlülükleriyle görünür (hissedilebilir) hale gelebilir. O halde Türkiye’de emekçilerin haklarını ortadan kaldıran onları yoksulluğa, açlığa iten bütçelerin emekçilerin örgütleri olan sınıf partileri ve sendikalar sorgulanmadan eleştirilmesi, değerlendirilmesi çok da anlamlı değildir(!)

8 Aralık 2011 Perşembe

Kimin sendikası?


ÖZGÜRCE
09/12/2011

Türk İş’te yeni yönetimin belirleneceği genel kurulu öncesinde AKP’nin sendikalar ve meslek örgütlerine manipülasyonunu düşünürken Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Memur-Sen’i yerlere göklere sığdıramadığı açıklaması gündeme geldi. Biri Türkiye’de üye sayısı en yüksek işçi örgütü, diğeri üye sayısı en yüksek ve yetkili (Onlar kendilerine memur deseler de) kamu emekçi örgütü olunca konunun önemine binaen daha geniş bir çerçevede devlet-sendika ilişkileri üzerine yeniden düşünmek gereği ortaya çıktı.

Devlet ve sendika bağını en açık biçimde ortaya koyanların başında Fransız düşünür L. Althusser gelir. Althusser, kapitalist devletin işçi sınıfının sendikal örgütlenmesine yönelik yaklaşımını ele alır. Ülkelerin sınıf mücadeleleri tarihi ve toplumsal formasyonlarına göre belirlenen devletin sendikalara yaklaşımlardan birincisi doğrudan sendikaları yasaklamaktır. ABD emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı denetimi altındaki Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin bir kısmında işçi sınıfının örgütlenmesini yasaklama yaklaşımı görülmektedir.

Kapitalist devletinin sendikalara yönelik diğer bir yaklaşımı sendikaları sisteme entegre ederek devletin ideolojik aygıtları haline getirmektir. Örneğin İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere birçok kapitalist ülkede sosyal demokrat eğilimli partilerle birlikte organik bağları bulunan sendikalar, reformist örgütler haline dönüşmüşlerdir.

Althusser’e göre devletin sendikaları ideolojik aygıtlarına dönüştürmedeki diğer bir yaklaşımı ise faşist burjuva rejimlerinde görülen devletin örgütlediği “Devlet Sendikaları”dır. Faşist burjuva rejimler, ister Avrupalı ister Güney Amerikalı olsun sendikaları devletin ideolojik aygıtları haline dönüştürmüştür. Althusser, Faşist Almanya ve İtalya’da da Peron Arjantin’inde olduğu gibi “Emek Cepheleri” ya da “Devlet Sendikaları” olduğundan söz eder ve Peron’un şu sözünü hatırlatır: “Burjuvazi işçi sınıfını örgütlemelidir: Onu Marksizme karşı korumanın en iyi yolu budur…”

Türkiye’de devletin sendikalara yaklaşımının hangisi olduğunu ve sendikaların kimin sendikası olduğunun yorumunu siz okurlara bırakıyorum.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Özgürlüklerin olmadığı bir ortamda demokratik anayasa yapılamaz..

NASIL BİR ANAYASA-3

03/12/2011

AKP’nin yeni yasama döneminde önüne koymuş olduğu en temel hedef “yeni anayasa”dır. Kuşkusuz, Türkiye’nin darbe rejiminin ürünü olan 1982 Anayasasından kurtulması sadece AKP’nin değil tüm toplum kesimlerinin arzusudur. Yani AKP’nin “yeni bir anayasa” yapma hedefi toplumun hemen tüm kesimlerinin arzularıyla örtüşmektedir. Ancak toplum kesimleri arasında derin çıkar çatışmalarının olduğu kapitalist toplumlarda tüm toplum kesimlerinin ihtiyaçlarını, arzularını karşılayacak bir anayasa yapmak mümkün değildir.

Sermaye sınıfının egemen olduğu kapitalist düzende yapılacak bir anayasanın, sermayenin çıkarları doğrultusunda olması kaçınılmazdır.

Ancak anayasada sermaye ile diğer toplum kesimleri arasında çıkar farklıklarının hangi düzeyde olacağı toplumsal sınıflar arasındaki güç dengelerine göre belirlenmektedir. Bu durum kapitalist bir toplum düzenine sahip bulunan Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’de, anayasalar, şimdiye kadar baskı yoluyla toplumsal güç ilişkilerini egemenlerin lehine değiştirerek egemenlerin gücünü mutlak hakim kılmayı amaçlayan askeri darbeler sonrasında yapılmıştır. Dolayısıyla sermayenin çıkarları ve egemen devlet ideolojisi bu anayasalara hakim olmuş; çıkarları sermayeyle çelişen ve egemen devlet ideolojisi içerisinde kapsanmayan kesimlerin (emekçi sınıflar, etnik kökenler, mezhepler vd.) hakları anayasalarda göz ardı edilmiştir.

AKP’nin iddiası; bugüne kadar anayasada göz ardı edilen toplum kesimlerinin haklarının kendi hazırlayacakları bu “yeni anayasada” gözetileceği yönündedir. Her ne kadar daha önceki anayasa yapım süreçlerinde olduğu gibi bugün toplum ve siyaset üzerinde askeri bir vesayet yoksa da bu anayasanın daha demokratik bir ortamda yapılacağını söyleyemeyiz. Çünkü bugün anayasa yapma niyetinde olan parlamento ve bununla beraber siyasi iktidar hiç de demokratik olmayan bir seçim sistemi (yüzde 10 barajı, eşitsiz seçim yardımları vs.) sonucunda oluşmuştur. Öte yandan anayasada hakları savunulacağı vaat edilen kesimlerin başında gelen Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve emekçilerin en temel demokratik talepleri 9 yıldır iktidarda bulunan AKP Hükümetleri tarafından göz ardı edilmektedir.

12 Eylül darbe rejiminin geride bıraktığı en temel belge 1982 Anayasasıdır ve başından sonuna antidemokratik bir anlayışa sahip olan bu anayasanın değiştirilmesi elzemdir. Ancak devletin temel ideolojisini yansıtan anayasanın bir yazılı belge olarak değişmesi tek başına bir anlam ifade etmez. Önemli olan o anayasadaki antidemokratik anlayışın, devleti yönetenlerin ve yeni anayasa yapma iddiasında olanların zihninde değişmesidir. Aksi halde darbe rejimi anayasasının değiştirilip onun yerine “yeni” olarak tanımlanan bir başka anayasanın yapılması göz boyamaktan öteye geçmeyecektir.

Gerçekten demokratik bir anayasa yapılabilmesi için öncelikle Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, öğrencilerin, emekçilerin ve egemen güç tarafından ezilmeye çalışılan diğer toplum kesimlerinin kendilerini özgürce ifade edebilecekleri demokratik bir ortamın sağlanması gerekir.

Bunun için de örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellemeler kalkmalı, kendilerini demokratik yollarla ifade etmeye çalışanlara yönelik gaz, tazyikli su gibi şiddet yöntemlerine ve adaletsiz yargılamalara son verilmelidir. Aksi halde bu “yeni anayasa”nın diğerlerinden hiçbir farkı olmayacaktır.