31 Ekim 2014 Cuma

Emekçiler ölümlerden ölüm beğenmek zorunda mı?

ÖZGÜRCE
31/10/2014

1830’da Fransa’da Lyon dokuma işçileri insanlık dışı yaşam koşullarına karşı “Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek” sloganıyla büyük bir direniş gerçekleştirdi. İşçiler, burjuva sınıfına karşı çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için ölümüne savaşmayı göze almışlardı. Bu direniş ve bu slogan, işçilerin birbirleriyle rekabet etmek yerine çıkarları ortak bir sınıfın mensubu olduklarını, burjuvaziye ve dolayısıyla kapitalist düzene başkaldıracak bir siyasal perspektife ulaştıklarını gösteriyordu. İşçilerin sınıf bilinciyle mücadeleye girişmesinden burjuvazi çok korktu; işçiler katledilerek, sürgüne gönderilerek direniş bastırılmaya çalışıldı. Ama artık ok yaydan çıkmış emekçiler, sömürü düzeniyle ancak birlikte yürütecekleri mücadeleyle baş edebileceklerini öğrenmişlerdi. Lyon’dan sonra işçi direnişleri kısa zamanda diğer ülkelere de yayıldı ve 1848 devrimleriyle birlikte işçi sınıfı devrimci bir güç olarak tarih sahnesine çıktı. 19. yüzyıl sonlarına kadar devrimci karakterini koruyarak sürdürdüğü mücadelesiyle işçi sınıfı çok önemli haklar elde etti. 20. yüzyılla birlikte işçi sınıfı içinde revizyonist eğilimlerin baskın hale gelmesine rağmen, birlikte mücadele iradesinin gösterilebildiği dönemlerde kazanımlar sürerken, mücadelenin zayıfladığı dönemlerde kazanılmış haklar kaybedilmeye başladı. Ancak en zayıf döneminde bile işçi sınıfı, burjuvazinin kabusu olmaya devam etti. Çünkü kapitalizm ve burjuvazi işçi sınıfının sırtında varlığını sürdürmeye, palazlanmaya devam ediyordu ve bu sistem için en büyük tehdit hâlâ işçi sınıfının mücadelesiydi.
Türkiye kapitalizme geç eklemlenen bir ülke olarak kapitalist sömürüyle Avrupa’daki işçilerden daha sonra tanıştı. Türkiye işçi sınıfı birlikte mücadele iradesi gösterebildiği ölçüde Avrupa işçi sınıfının kazanımlarından yararlandı.1970’li yıllarla birlikte küreselleşen dünya ekonomisi içinde -ucuz emek pazarı olarak- kendisine yer arayan Türkiye’de 12 Eylül 1980’de işçi sınıfının kazanımlarına büyük bir darbe indirildi. Bu darbeyle örgütlü gücünü önemli ölçüde kaybeden Türkiye işçi sınıfı, çalışma standartları ve sosyal hakları geriye götüren düzenlemelere karşı direnç gösteremedi. Özellikle AKP’nin iktidarda olduğu son 12 yılda emek piyasasının çok önemli bölümünde esnek çalışma düzeni hakim oldu; iş güvencesi, sosyal güvence ortadan kalktı. Neoliberal politikalarla tamamen piyasanın güdümüne giren devlet, mevcut yasalarda yer alan denetim görevini yerine getirmediği gibi haklarını savunan emekçileri -şiddet uygulayarak- baskı altına aldı. Öte yandan sendikal hak ve özgürlükler engellendi ve sendikaların önemli bir kısmı bürokratikleşti, işçi sınıfından koptu, sermayeye ve siyasi iktidara bağımlı hale geldi.
Sonuç olarak, 2010’lu yılların Türkiye’sinde çalışma koşullarının, kapitalist sömürünün en vahşi dönemi olan ve Lyon işçilerini -ölümüne- direnişe yönelten koşullardan farkı kalmadı. Şüphesiz sömürünün en vahşi hali, işçilerin çalışırken ölmekle açlıktan ölmek arasında bir tercihe zorlanmalarıdır. Türkiye’de bugün madencilikten inşaata, gemi üretiminden makine imalatına, sağlıktan temizlik hizmetlerine kadar birçok alanda emekçiler bu iki ölüm biçiminden birine rıza göstermek zorunda bırakılmaktadır. Ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanan emekçilerin ülkesi haline gelen Türkiye’de karnını doyurmak için öleceğini bilerek çalışmak zorunda kalan milyonlarca işçinin her ay ortalama 150’si iş cinayetlerinde katledilmekte, binlercesi yaptıkları işler nedeniyle hastalanarak yaşamını yitirmektedir. İzlediği ekonomik program ve emekçilere yönelik baskıların sonucu olarak AKP’nin 12 yıllık iktidarında sadece iş cinayetlerinde 14 bin işçi katledilmiştir.
Lyon işçileri,önlerine konulan ölümüne çalışmak ya da açlıktan ölmek seçeneklerinden ikisini de reddederek kendilerine ölümü dayatan sisteme karşı savaşma yolunu seçmişlerdi. Tarih, Lyon işçilerini haklı çıkarttı ve işçi sınıfının yaşamak için mücadele etmek zorunda olduğunu; mücadele ettiğinde de insanca çalışma ve yaşama koşullarını elde edebildiğini gösterdi. Türkiye’de bugün emekçilerin önüne konulan seçenekler, yaklaşık 200 yıl önce Lyon işçilerinin önüne konulandan farklı değildir. Madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, hastanelerde, atölyelerde her gün ölümle burun buruna çalışmak zorunda bırakılan Türkiye işçi sınıfının da ölümlerden ölüm beğenmek yerine yaşamak için savaşmaktan (Mücadele etmekten) başka seçeneği kalmamıştır.

23 Ekim 2014 Perşembe

Polis devleti sadece Kürtler için değil...


ÖZGÜRCE
24/10/2014

Burjuva devrimleriyle birlikte, monarşiye karşı, burjuvazinin haklarını ve kapitalizmin işleyişini sağlamak üzere -anayasal düzeni içeren- hukuk devleti anlayışı benimsenmiştir. Hukuk devleti, devlet erkinin yurttaşlara karşı sorumluluğunu düzenleyerek, siyasi iktidarın mutlak egemenliğini sınırlandırmayı amaçlar. Ancak hukukun yasama organı tarafından oluşturulduğu parlamenter sistem, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda ve kapitalizmin sürekliliğini teminat altına almayı garanti altına alacak biçimde şekillendirilmiştir. Dolayısıyla burjuva devletinde siyasi iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak yasalar, egemenin çıkarlarını (girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkını) toplumun genel çıkarlarının üzerinde tutar. Burjuva demokrasisi içinde insan hakları ve toplumsal çıkarın geliştirilmesi ise büyük ölçüde işçi sınıfı ve diğer toplum kesimlerinin yürüttüğü mücadelelere bağlıdır.
Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839’dan bu yana Türkiye’de burjuva demokrasisinin yansıması olan bir hukuk düzeni vardır. Ancak gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet döneminde hukuk devleti olmanın gereği yerine getirilmemiş; kimi zaman asker kimi zaman da siviller eliyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket eden totaliter bir rejim süregelmiştir. Sermaye birikiminin emek ve doğa sömürüsüne daha fazla gereksinim duyduğu, başka bir deyişle sınıflar arası çelişkilerin arttığı dönemlerde devletin toplum üzerindeki baskısı daha da yoğunlaşmıştır. Bu baskılar, kimi zaman askerin darbe yaparak anayasal düzeni tamamen ortadan kaldırmasıyla, kimi zaman da sivil iktidarların polisiye yetkileri hukukun üzerinde tutmasıyla gerçekleşmiştir.  
AKP’nin iktidarda bulunduğu 12 yıl, cumhuriyet tarihinde emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların en yoğun olduğu dönemdir. Toplumun hızla yoksullaşıp, yoksunlaştığı bu dönemde AKP, 12 Eylül darbe yasalarından da destek alarak burjuva hukukunun kendisine tanıdığı tüm olanakları kullanmış ve Türkiye’yi ucuz emek, ucuz enerji, ucuz hammadde ve yeni rant alanlarıyla sermaye için çekici bir ülke haline getirmeye çalışmıştır. Böylece bir taraftan emekçiler iş güvencesini, sosyal güvencesini kaybederek son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kalırken; diğer taraftan da parklar, bahçeler, ağaçlar, dereler hızla talan edilmiştir. Öte yandan ırk, din, mezhep ve cinsiyet temelli ayrımcılık, hükümetin kullandığı dil ve uyguladığı baskılarla daha da artmış; bir de bunun üzerine hükümete yönelik yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştır. 
Emek ve doğa sömürüsünün, ayrımcılığın, yolsuzluk iddialarının hat safhaya çıkmasıyla birlikte -doğal olarak- toplumsal tepki de artmıştır. İşçiler, köylüler, kamu emekçileri, Kürtler, Aleviler, gayrimüslim halklar, kadınlar, LGBTİ bireyler ve diğer birçok toplum kesimi hükümetin politikalarının kendilerine dokunan yerleri üzerinden tepkilerini sokaklarda ortaya koymaya başlamıştır. Gezi direnişiyle doruk noktaya ulaşan, daha sonra azalarak da olsa devam eden ve Kobanê’ye destek eylemleriyle tekrar yükselen tepkiler karşısında hükümet, zaten doğru dürüst işlemeyen hukuk sisteminden tamamen uzaklaşmaya başlamış ve polis devleti uygulamalarını gündeme getirmiştir.
Polis devleti düzenlemeleri için Kobanê’ye destek eylemlerinin gerekçe gösterilmesi, bunun sadece Kürtlere yönelik olacağı yanılsaması yaratmamalıdır. Polis devleti, sadece kültürel ve siyasal hakları için mücadele eden Kürtlerin değil, ağacına, suyuna, emeğine sahip çıkmaya çalışan, ayrımcılığı reddeden, hırsızlığa, yoksulluğa tepki gösteren tüm kesimlerin de sesini kesmeye yöneliktir. 
Polis devletini tesis etmeye yönelik düzenlemeler, mücadelelerin ortaklaşması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğer bu süreçte de emeğin, doğanın sömürüsüne karşı çıkanlar, ezilenler, varlığı inkar edilen halklar ortak bir mücadele geliştiremezse polis devleti, kalıcı olacak ve “Yeni Türkiye”nin yönetim biçimi haline gelecektir.

17 Ekim 2014 Cuma

Demokratik çözüm, barışın toplumsallaşmasından geçer!

ÖZGÜRCE
17/10/2014

Müzakere sürecinin ilan edildiği ve karşılıklı olarak silahların sustuğu 2013 Newrozu’nun üzerinden bir buçuk yılı aşkın zaman geçmiş. Kürt sorununun çatışmalı bir süreci doğurduğu 1984’ten 2013’e kadar geçen 28 yılda resmi kayıtlara göre 35 bin 579 asker, polis, gerilla ve sivil ölmüş (Faili meçhullerle birlikte gerçek rakamın bunun çok daha üzerinde olduğu bilinmektedir.) Diğer bir söyleyişle, resmi rakamlara göre 2013 yılındaki barış sürecine kadar ortalama her yıl 1270 kişi çatışmalarda yaşamını kaybetmiş. Bu ortalamadan hareket edersek bir buçuk yıldan bu yana devam eden barış süreci sayesinde 2000’e yakın Kürt’ün, Türk’ün ve diğer halklardan insanın yaşamı kurtulmuş yani 2000 eve, aileye acı düşmemiş.
Elbette ölümlerin olmaması bile başlı başına barış sürecini değerli kılmak için yeterlidir. Ancak çatışma süreci ve bu süreçte ölenlerle birlikte yaralanan, sakat kalan, işkence gören, cezaevlerinde özgürlüğü kısıtlanan, göçe zorlananların bütününden oluşan acı bilanço, Kürt sorununun ve bu soruna yanlış yaklaşımların sadece bir sonucudur. Dolayısıyla barış süreciyle birlikte silahların susması, ölümlerin durması ve diğer acıların yaşanmaması, tüm bunlara neden olan sorunun çözüldüğü anlamına gelmez. Barışın kalıcı olabilmesi için sorunun nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekir.
On binlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın acılar çekmesine neden olan çatışma süreci bilindiği gibi, inkar edilen kültürel ve siyasal haklarını talep eden Kürt halkının en vahşi şiddet yöntemleriyle baskı altına alınmasının sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Kürt halkının büyük bedeller ödediği 28 yıllık mücadelenin sonucunda hükümet müzakere masasına oturmaya zorlanmıştı ve bu müzakereden beklenen Kürtlerin haklarının koşulsuz olarak tanınarak sorunun kökten çözülmesiydi.Gelin görün ki AKP hükümeti, bu müzakere sürecinde sorunun temel nedeni olan ve burjuva demokrasisinin asgari koşulları içinde değerlendirilebilecek hakları tanıyarak sorunu çözmek yerine, çatışmasızlık sürecini kendi iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak kullanmak istedi. Hükümetin Rojava devrimi ve Kobanê direnişi konusunda izlediği tavır ile müzakere süreci arasındaki çelişkilerin kabul edilemez ölçüye varmasıyla birlikte çözüm süreci ve buna bağlı olarak barış umutlarının boşa çıkma tehlikesinin arttığı bir sürece girildi.
Çözüm ve barış sürecinde karamsar bir tablonun ortaya çıkması sürpriz değildir. AKP Hükümetinin, hegemonyacı ve otoriter siyaset anlayışının çözüm sürecinin sağlıklı bir şekilde ilerlemesinin önündeki en büyük sorun alanı olduğu, bu sürecin henüz başlarında 25-26 Mayıs 2013 tarihlerinde HDK’nin çağrısıyla gerçekleştirilen Demokrasi ve Barış Konferansının sonuç bildirgesinde ifade edilmişti. Bu tespit üzerinden de kalıcı barışın sadece devletle Kürtler arasında sürdürülecek bir müzakereyle sağlanamayacağı; barışın ancak bütün ezilen halk kitlelerinin müdahil olacağı bir mücadeleyle kazanılabileceği ve bunun içinde barışın toplumsallaştırılması gerektiği vurgulanmıştı. HDK ve HDP, müzakere sürecinde (Özellikle yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde) Konferans kararları doğrultusunda, barışın tüm halk kesimleri tarafından sahiplenilmesi, başka bir söyleyişle barışın toplumsallaşması için çaba harcadı (Bu çabanın yeterli olup olmadığı, yeterli olmadıysa bunun nedenleri, ayrıca üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken konulardır). Ancak sürecin daha en başında öngörüldüğü gibi AKP Hükümeti’nin hegemonyacı ve otoriter siyaseti, çözüm ve barış umutlarının yeşermesinin önündeki en büyük engel haline geldi. Özellikle Kobanê direnişi için Kürt hareketinin ve Türkiye demokrasi güçlerinin ortaya koyduğu eylemler karşısında aldığı tavır,hükümetin müzakere masasına çözümün bir tarafı olarak değil de sorununun nedeni olan 90 yıllık devlet aklının temsilcisi olarak oturduğu izlenimini yarattı. Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin Kürt düşmanlığını körükleyen ve çözüm sürecinin en önemli aktörlerinden olan HDP’ye yönelik karalama kampanyasına dönüşen söylemleri, çatışma sürecinin tekrar başlayacağına yönelik kaygıları daha da arttırdı.
1990’lı yıllarda edinilen tecrübeler gösteriyor ki susmuş olan silahların yeniden ateşlenmesi, çatışmaların önceki dönemlerden çok daha yoğun yaşanmasına neden olmakta ve ölümlerle birlikte büyük acılar daha da artmaktadır. Tüm savaşlarda olduğu gibi çatışmaların iki tarafında da acıları yaşayanlar her zaman çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu yoksul halk kesimleri olmaktadır. Bu nedenle emekçiler, yoksullar ve ezilen halk kesimleri kenara çekilip müzakereyi siyasi iktidarın keyfiyetine bırakmamalı; Kürt sorununun demokratik çözümüne ve barışa sahip çıkmalıdır. 
Sözün özü: Barış, Hükümetin inisiyatifine bırakılamayacak kadar değerlidir. Çözüm sürecini iktidarını sürdürmenin aracı olarak gören Hükümet, bunu daha fazla sürdüremeyeceğini görmüş ve çözümü de barışı da gözden çıkartarak daha fazla otoriterleşme eğilimi içine girmiştir. Savaşın acılarını tekrar yaşamamak ve Türkiye’nin demokrasiden daha da uzaklaşmasını engellemek için yegane yol; halkların ırkçı, milliyetçi söylemlere kulak asmayıp; barışa, kardeşliğe sahip çıkması yani barışın toplumsallaşmasıdır. Emekten, barıştan, demokrasiden taraf olan tüm partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, barışın toplumsallaştırılmasının sorumluluğunu üstlenmeli ve bu yönde çaba harcamalıdır. 
Not: Demokrasi ve Barış Konferansının ikincisi yine HDK’nin çağrısıyla 18-19 Ekim tarihlerinde Ankara’da yapılacaktır.

10 Ekim 2014 Cuma

Kobanê direnişi demokrasi direnişidir

ÖZGÜRCE
10/10/2014

Halkları birbirine düşman etmeyi kendisine ilke edinmiş devlet aklı hiç değişmiyor. Daha önce birçok kez olduğu gibi Türk ve Kürt halkları arasında duygusal ortaklık yoğunlaşmaya başladığı anda karanlık (ama herkes tarafından bilinen) bir el devreye giriveriyor. Daha geçen hafta Kobanê’de kafa kesen, kadınlara tecavüz edip, pazarlarda satan IŞİD çetelerine karşı evlerini, yurtlarını, onurlarını savunan Kürt kadınların, gençlerin, yaşlıların direnişi milliyetçisinden muhafazakârına birazcık vicdan sahibi olan tüm Türklerin de saygısını kazanmaya başlamıştı. IŞİD tehdidi nedeniyle her şeyini geride bırakarak Kobanê’den gelenler için düzenlenen yardım kampanyalarına bugüne kadar Kürtleri düşman, terörist olarak gören kesimler de katılmışlardı. Böylece 90 yıldır halkları düşmanlaştırmaya yönelik politikaların yaratmaya çalıştığı, Kürtlerin “bölücü teröristler” olduğu algısı artık yıkılmaya yüz tutmuş; yüzyıllardır bir arada yaşadığımız Kürt halkının duyguları diğer halklar tarafından da paylaşılır olmuştu. 
Kürtlere, onların mücadelesine yönelik olarak yaratılmış olan düşmanca algıların yerini, duygusal birlikteliğin almaya başlaması barışın toplumsallaşması için de büyük bir adımdı. Elbette bu adımın atılabilmesinde 2013 baharında başlayan çözüm süreciyle birlikte silahların susmuş olmasının katkısı son derece önemliydi. Çözüm sürecinin ardından sınıf çelişkilerini gizleyen milliyetçilik örtüsü kalkmaya; sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’nin batısında da demokrasi talepleri yükselmeye başlamıştı. Gezi direnişi bunun en güzel ve en önemli örneğidir. Öte yandan Ağustos ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir Kürt adayın, Selahattin Demirtaş’ın, bugüne kadar ulusalcı refleksleriyle bilinen bölgelerden de oy alması yine düşmanlık duygularının zayıflayıp barış, kardeşlik duygularının yükseldiğini göstermiştir.
İşte, çözüm sürecinin ortaya çıkarttığı koşullarla birlikte Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı canını ortaya koyarak direnen Kürtlere karşı da Türkiye’de düşmanca algılar yıkılmaya başlamış 90 yıldır hiç değişmeyen devlet aklını yine devreye sokulmuştur. AKP Hükümeti, birçok kez söz vermiş olmasına rağmen Kobanê’de direnen Kürtlere yardım koridoru talebini yerine getirmediği gibi IŞİD çetelerini desteklediği yönündeki iddialara inandırıcı bir cevap verememiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanı ve hükümet temsilcilerinin topraklarını, onurlarını savunan Kürtlerle kafa kesen, tecavüzcü IŞİD’ı bir tutan söylemleri, çözüm sürecinin, barışın sürdürülmesi konusunda devlete olan “güveni” önemli ölçüde sarsmıştır. Bunun üzerine Kürtler ve Türkiye’deki demokratik kamuoyu, her şeyden önce Kobanê’de bir katliamın önlenebilmesi için hükümeti verdiği sözü tutmaya çağıran; Ortadoğu ve Kürtlere yönelik politikalara tepkisini ortaya koyan eylemlere başlamıştır. 
IŞİD vahşetini lanetleyen ve hükümeti göreve çağırmayı amaçlayan bu eylemlere karşı aynen 1980,  1993, 2011 yıllarında olduğu gibi karanlık el devreye girmiş ve bir anda milliyetçilik üzerinden, karşılıklı çatışmaya dönüşen bir kutuplaşma yaratılmak istenmiştir. AKP hükümeti, kendisinden önceki birçok hükümet gibi Kürt düşmanlığı üzerinden kutuplaşma yaratırken, demokrasi taleplerini susturmayı ve işsizliğin, yoksulluğun, iş cinayetlerinin, kadın katliamlarının nedeni olan politikalarının üzeri örtmeyi amaçlamaktadır.
AKP’nin Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği yükseltirken diğer hükümetlerden farklı olarak bir başka niyeti de Kürtlerin Rojava’da gerçekleştirdiği devrimi ortadan kaldırmaktır. Zira halkların bir arada kardeşçe yaşamasını sağlayan, kadın özgürlüğüne dayanan, özerk, demokratik bir yönetim olan Rojava devrimi ırk, din, mezhep, cinsiyet ayrımcılığı yaratarak toplum üzerinde tahakküm kurmaya alışmış rejimler tarafından tehdit olarak görülmektedir. Bu nedenle gerek AKP gerekse halkları birbirine düşürerek Ortadoğu’da egemenlik kurmak isteyen diğer ülkeler Kobanê direnişini kırarak Rojava devriminin kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. 
Sözün özü: Türkiye halklarının, emekçilerinin onurlu bir yaşam için mücadele veren Kürt halkıyla hiçbir çıkar çatışması yoktur. Tam tersine Türkiye’de emekçilerin, ezilenlerin, kadınların daha iyi bir yaşam mücadelesi ile Kürt halkının onurlu bir yaşam mücadelesi ancak demokrasi mücadelesi çerçevesinde ortaklaştırılabilirse başarıya ulaşacaktır. Dolayısıyla demokrasiyi daha da geriletecek ve mücadeleye zarar verecek karanlık müdahaleler sadece Kürtlere değil tüm Türkiye halklarının, ezilenlerinin mücadelesine zarar verecek ve hakları geri götürecektir.

3 Ekim 2014 Cuma

Üniversitede despotizm

ÖZGÜRCE
03/10/2014

İş cinayetlerinde her yıl binlerce işçi ölürken; Türkiye hızla gericileştirilirken; ırk, din, mezhep, cinsiyet ve cinsel tercihler üzerinden ayrımcılık giderek artarken; maceracı dış politikalar sonucunda sınırlarımızda halklar tarihin en büyük vahşetiyle karşı karşıya bırakılmışken üniversitelerden kurumsal olarak hiçbir ses çıkmıyor! Neden mi?

Her yıl bin beş yüz dolayında emekçinin iş cinayetlerinde ölmesiyle net biçimde açığa çıkan despotik çalışma düzeni madenler, inşaatlar, fabrikalar, bankalar gibi üniversitelerde de geçerlidir. Gerek özel gerekse kamu üniversitelerinde özellikle akademisyenler işsizlik tehdidiyle baskı altına alınmakta; buna direnen akademisyenler de ya disiplin cezalarıyla karşı karşıya kalmakta ya da bir idari soruşturma sürecine dahi ihtiyaç duyulmadan işten çıkartılmaktadır. 

Örneğin geçtiğimiz yıl içinde Marmara Üniversitesinde akademik ve idari kadroda çalışan birçok emekçi “Gezi direnişine katılmak, eylem yapan öğrencilerin yanında bulunmak” gibi gerekçelerle soruşturmalara tabi tutulmuştur. Diğer birçok üniversitede de benzer birçok olay yaşanmıştır. Bunların en sonuncusu Berkin Elvan için yapılan eylemlere katıldığı gerekçesiyle araştırma görevlisi Nuriye Gülman hakkında Eskişehir Orhan Gazi Üniversitesinin soruşturma açıp ceza vermesidir. 

Özel üniversitelerde akademisyenleri işten çıkartmak için herhangi bir soruşturmaya dahi ihtiyaç duyulmamaktadır.  Örneğin birkaç ay önce Bahçeşehir Üniversitesinde 42 akademisyen herhangi bir gerekçe göstermeden işten çıkartılmıştır. Mersin Toros Üniversitesinde de geçtiğimiz günlerde 10 akademisyen işten çıkartılmış, bu akademisyenlerden Rana Gürbüz, işten çıkartılmasının yanı sıra İİBF dekanının ırkçı ve cinsiyetçi hakaretine maruz kalmıştır. Toros Üniversitesinde akademisyenlere yönelik despot tutum bununla da bitmemiş, akademisyenlerin kişisel maillerini izleyen üniversite yönetimi, Rana Gürbüz’e yönelik küfür olayını bir mailde paylaştığı gerekçesiyle Nevra Akdemir’i de işten çıkartmıştır.

Kapitalist üretim sisteminin yüzyıllar öncesinde geliştirdiği despot çalışma düzeni bugün iş kolu, eğitim düzeyi, kamu-özel işyeri ayrımı olmaksızın tüm emek piyasası için geçerlidir. Diğer tüm çalışma alanları gibi üniversitedeki despotizmin de birinci dereceden mağduru elbette akademisyenlerdir. Ancak egemenlerin, egemenliklerini yeniden üretme alanı olarak gördükleri üniversitede akademisyenin işsizlik tehdidiyle tahakküm altına alınması sadece kendisinin değil, ürettiği ve sunduğu bilginin de egemenler tarafından tahakküm altına alınması anlamına gelir. 

Bugün üniversitede despotizmin artması, üniversitelerin esnek çalışma düzeni içinde emek sömürüsünü arttırmak istemesinin yanı sıra toplumda giderek yükselen siyasi ve ekonomik despotizmin akademi tarafından yeniden üretilmesi ve meşrulaştırılmasını da amaçlamaktadır. Diğer bir söyleyişle, akademisyenin işsizlik tehdidiyle tahakküm altına girmesi, bireysel bir sorun olmanın ötesinde doğrudan toplumu etkileyen bir sorun haline dönüşmektedir. 

Sözün özü: Üniversite kurumsal olarak hemen hiçbir konuda toplumun temel sorunlarını gündemine almamakta, çözüm üretmemektedir. Çünkü üniversitede geçerli olan despot çalışma düzeni akademik özgürlükleri ortadan kaldırmış, üniversiteyi büyük ölçüde egemenlerin kendini yeniden üretme alanlarına dönüştürmüştür. Üniversitenin toplumun, doğanın, insanlığın yararına bilgi üretmesi ancak ekonomik ve siyasi despotizmin hedefindeki toplum kesimlerinin akademik özgürlükler için de yürüteceği mücadeleyle gerçekleşebilecektir.