27 Nisan 2012 Cuma

Hangi toplu pazarlık?

ÖZGÜRCE
27/04/2012

Toplu pazarlık, emek gücünün sendikalar vasıtasıyla toplu biçimde sermayeye satılma sürecini ifade eder. Kapitalist üretim sisteminde sermaye, üretimde kullanmak üzere emekçilerin emek gücünü satın alır. Her satış işleminde olduğu gibi emek gücünün satılması da bir pazarlık sürecinin sonunda gerçekleşir. Emek gücünün alım-satımında sermaye emek gücüne en ucuz fiyata (ücrete) sahip olmak isterken; emekçi de emek gücünü en yüksek değerden satmayı amaçlar.


Sermaye için maliyet, emekçi için ise yaşamını sürdürmesi için gerekli gelirin belirleneceği bu pazarlıkta üretim araçlarına sahip olan sermaye, emek gücünü satmak dışında bir gelire sahip olmayan ve işsizlik (gelirsiz kalma) tehdidi altında bulunan emekçi karşısında daima avantajlı durumdadır. Sermayeye emekçi karşısında pazarlık avantajı sağlayan diğer bir etken de emekçilerin birbirleriyle rekabetidir. Emekçinin sahip olduğu niteliğe (vasfa) sahip diğer emekçilerin emek piyasasına katılımı oranında emekçiler arasındaki bu rekabet kızışır ve emek gücünün fiyatı daha da düşer. Kapitalist üretim sisteminde emeğin rekabetini arttırarak fiyatını düşürmek için emeğin niteliği (Teknoloji, üretim ve yönetim organizasyonunda değişiklik, emek arzının arttırılması gibi yollarla) sürekli olarak değersizleştirilmeye çalışılır. Emek gücünü satmaktan başka gelir kaynağı olmaması ve diğer emekçilerle giderek daha da artan rekabeti emekçinin bireysel olarak sermaye karşısındaki pazarlık gücünü tamamen ortadan kaldırır.

19. yüzyıl başlarında sanayileşen ülkelerde emekçilerin içine düştükleri sefaletin temel nedeni sermaye karşısında hiçbir pazarlık gücüne sahip olamamalarıdır. Emekçiler kendilerini sefalete sürükleyen koşulları ortadan kaldırmanın yolunu birbirleriyle rekabet yerine birlik ve dayanışma içinde örgütlenmekte bulmuşlardır. Emekçilerin sınıf bilincine ulaşmasıyla birlikte oluşturdukları dayanışma örgütleri sendikalardır. Sendikalar aracılığıyla sermayeye karşı yürütülen mücadelede amaç emekçileri yok sayan kapitalist sistemde emek gücünün değerini yükseltmek ve emekçilerin ekonomik ve siyasal haklarını elde etmektir. 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen işçi sınıfı mücadeleleri kapitalist sistem üzerinde büyük tehdit yaratmış ve emekçiler ekonomik ve siyasal alanda birçok hakkı elde etmeyi başarmıştır. Bu mücadeleler sonucunda elde edilen bir hak da emekçilerin sermayeyle sendikaları aracılığıyla toplu pazarlık yapmalarıdır.

Emekçilerin birbirleriyle rekabet etmek yerine sermaye ile hep birlikte masaya oturmaları anlamına gelen toplu pazarlıkta amaçlanan üretim sürecinde emekçinin de söz sahibi olmasını sağlamak ve tekil emeğin sermaye karşısında neredeyse sıfırlanmış olan pazarlık gücünü yükseltmektir. Ancak toplu pazarlık uygulaması tek başına emek gücünün gerçek değerinin elde edilmesi için yeterli değildir.

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki emek gücünün gerçek değerinin kapitalist sistem içinde elde edilebilmesi mümkün değildir. Zira kapitalizm, artı değerin yani emek gücünün sermaye tarafından el konulan kısmından oluşan birikim sayesinde varlığını sürdürmektedir. Emeğin gerçek değerinin emekçi tarafından elde edilebilmesi için antikapitalist (devrimci) bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Bu bağlamda toplu pazarlık sistemini kapitalizm içinde emek gücünün değerini en üst düzeye çıkartabilmenin bir aracı olarak görmek gerekir.

Toplu pazarlık yoluyla emek gücünün pazarlık değerini en üst düzeye çekebilmek için ise olmazsa olmaz üç temel koşul öne çıkartılabilir:

1. Emekçiler adına toplu pazarlık yetkisine sahip olan sendika ya da sendikaların sermaye ve devletten bağımsız olması,

2. Yetkili sendika ya da sendikaların emekçilerin taleplerini yerine getirmesini sağlayacak demokratik (bürokrasiden uzak) bir işleyişe sahip olması,

3. Toplu pazarlıkta sermaye karşısında bir yaptırım gücü olarak kullanılabilecek, sınırlandırılmamış grev hakkının varlığı.

Bu üç temel koşuldan birinin dahi eksik olması toplu pazarlık sistemini işlevsizleştirir ve amacına ulaşmasını engeller.

Türkiye’de mevcut yasal mevzuat ve yapısal olarak sendikaların içinde bulunduğu durum hemen tüm iş kollarında toplu pazarlık sisteminin gerçek amacına ulaşmasını olanaksız hale getirmektedir. 12 Eylül kalıntısı yasaları değiştirmek iddiasında olan Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı (Sendikaları devlete daha de bağımlı hale getirerek ve grev yasaklarını sürdürerek) mevzuattaki durumu değiştirmemektedir. Kaldı ki toplu pazarlığı amacından uzaklaştıran sendikal yapılar da varlığını tüm ağırlığıyla hissettirmeye devam etmektedir.

Kamu emekçilerinin sendikal haklarını düzenleyen 4688 sayılı Kanun’da yapılan değişikliklerle grev hakkı içirmeyen “sözde” toplu iş sözleşmesi hakkı tanınmıştır. Getirilen yeni düzenlemelerde AKP hükümetinin tamamen yandaşı olan Memur Bir Sen ahlaki ve hukuki koşullara uymayan bir biçimde yetkili ilan edilmiştir. Böylece işçi statüsünde tanımlanan emekçiler gibi kamu emekçileri de toplu pazarlık sistemi amacına ulaşmaktan çok uzakta kalmıştır.

Sözün özü: Türkiye’de emekçilerin sermaye karşısında pazarlık gücünü yükseltebileceği bir toplu pazarlık sisteminden söz edebilmek olanaksızdır. Emekçilerin emeğine sahip çıkabilmesi için gerekli koşulların sağlanabilmesi, önce kendi mücadele araçları olan sendikalardan sonra da sermayeden ve sistemden kaynaklanan sorunların çözümü için yürüteceği mücadeleye bağlıdır(!)



13 Nisan 2012 Cuma

8 saat çalışmak insani bir gerekliliktir...

ÖZGÜRCE
13/04/2012

8 saat uyku ve dinlenme insanın sağlıklı bir yaşam sürebilmesi için fizyolojik bir ihtiyaçtır. Bir insanın ailesine ve sevdiklerine zaman ayırması; okuması, sinemaya gitmesi, eğlenmesi, politikayla uğraşması sosyal bir varlık olmasının gereğidir ve bunu gerçekleştirmesi için günde ortalama 8 saat gereklidir. Diğer bir söyleyişle insanın 24 saatten oluşan bir günün en az 16 saatini fizyolojik ve sosyal gereksinimlerini yerine getirmek için ayırması gerekir. Geriye kalan 8 saat ise insanın yaşamını sürdürmek için gerekli olan gıda, giysi, barınma gibi maddi gereksinimleri sağlamak için çalışmaya ayırabileceği süredir.


Emek gücünün henüz sermayenin egemenliği altına girip metalaştırılmadığı üretim sistemlerinde maddi gereksinimleri sağlamak için genellikle 8 saatin çok altında bir süre emek sarf etmek (çalışmak) yeterlidir. Ne zaman ki üretimin amacı insanın ihtiyacını karşılamaktan çıkıp sermaye birikimi (kâr) sağlamanın aracı haline dönüşmüştür; işte o zaman serveti ve mülkiyeti olmayan insanlar (işçiler), maddi gereksinmelerini sağlamak, yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini belirli bir süreliğine sermayeye satmak zorunda kalmışlardır. Sermaye metalaştırdığı ve denetimi altına aldığı emek gücü üzerinden daha fazla kâr (artı değer) elde etmek için işçinin ücretini (satın alma gücünü) en düşük düzeye indirmeye çalışırken; işçinin üretimde sarf edeceği zamanı ve fiziksel gücü en üst düzeye çıkartmayı hedefler. Böylece yaşamını sürdürebilmek için yeterli geliri sağlamak isteyen işçi satın alma gücü düşük olduğu için daha uzun süre çalışmak zorunda kalır ve sermayeye daha fazla kâr (artı değer) elde etme olanağı sağlanmış olur.

TARİHTE 8 SAATLİK İŞ GÜNÜ MÜCADELELERİ

Sermayenin işçinin emeği üzerinden birikim (kâr) elde etmesine dayanan kapitalist üretimin egemen hale gelmeye başladığı 18. yüzyılda işçilerin birbirleriyle rekabeti ve emekçilerin haklarını yok sayan liberal anlayışın da katkısıyla çalışma süreleri 14-16 saate kadar çıkmıştır. Yani kapitalist düzen içerisinde işçinin sosyal ve hatta fizyolojik gereksinimleri yok sayılmıştır. İşçinin sosyal ve fizyolojik gereksinimlerinin yok sayıldığı kapitalizmin bu anlayışı işçinin insan olarak kabul edilmemesiyle aynı anlama gelmektedir.

İşçiler insan olarak kabul edilmedikleri kapitalist düzene karşı başlattıkları varlık mücadelesinde taleplerinin en başında çalışma sürelerinin sınırlandırılması gelmiştir. 19. yüzyılda yükselen işçi sınıfı mücadelesinde ilk dönemler 14-16 saat olan iş gününü 12 saate çekmek için uzun bir savaşım yürütülmüştür. 13 yaş ve daha altı yaşlardaki çocukların günde 12 saat çalışması için yürütülen mücadele bile burjuvazinin şiddetli baskısıyla karşılaşmıştır. Günlük çalışma süresinin 8 saat olmasına yönelik ilk kez Avustralya işçi sınıfı, 1856’da 8 saatlik iş günü talebini de içeren bir dizi istemle greve gitmiştir. Daha sonra Amerikalı işçiler 1866 yılında Ulusal Çalışma Birliği kongresinde kölelikten kurtulmak için günlük çalışma süresinin 8 saat olması için mücadele kararı almıştır. Aynı yıl Cenevre’de toplanan I. Enternasyonel’de Amerikan işçi sınıfının bu kararı benimsenmiş ve 8 saatlik iş günü için mücadele kararı alınmıştır. Amerika ile birlikte başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa işçi sınıfı da yaygınlaşan grevler ve mitinglerle 8 saatlik iş günü mücadelesini sürdürmüşlerdir.

Amerikalı işçiler 1886 yılının 1 Mayıs günü “sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse!” sloganıyla 8 saatlik iş günü için genel greve gitmişlerdir. 1889 yılında II. Enternasyonel, Amerikan işçisinin canı, kanı pahasına yürüttüğü 8 saatlik iş günü mücadelesinin anısına ve bu mücadeleyi evrenselleştirmek amacıyla 1 Mayısı “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul etmiştir.

19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen mücadelelerle çalışma süreleri birçok ülkede sınırlandırılmış ve 8 saatlik iş günü başta olmak üzere çalışma yaşamında standartlaşmayı sağlayacak biçimde üretim sisteminde köklü bir değişime gitmek zorunda kalınmıştır. Böylece özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında 8 saatlik iş günü uygulaması yaygınlaşmış, işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu bazı ülkelerde günlük çalışma süresi 8 saatin de altına indirilmiştir.

TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA SÜRELERİ

Türkiye’de 1960 ve 1970’li yıllarda yükselen işçi sınıfı hareketinin de etkisiyle çalışma süreleri sınırlandırılmıştır. Bu bağlamda 1971 tarihli 1475 sayılı İş Kanunu’nda günlük çalışma süresi 7.5 saat olarak belirlenmiştir (m.61). Haftalık çalışma süresini 45, günlük çalışma süresini 7.5 saat olarak belirleyen bu yasa başta kamu işyerleri olmak üzere sanayi ve hizmetler sektöründe geniş bir uygulama alanı bulmuştur.

Ancak 1970’li yıllarla birlikte krize giren kapitalizmi kurtarmak için üretim sisteminin yeniden esnekleşmesi hedeflenmiştir. Bu doğrultuda Türkiye’de diğer kapitalist ülkeler gibi 1980’li yıllardan itibaren emek piyasalarını esnekleştirme yoluna gitmiştir. Esnekleştirme ile emekçilerin 150 yıllık mücadelesinin ürünü olan haklar ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunların başında da işçinin insanca yaşaması ve çalışması için vazgeçilemez olan 8 saatlik iş günü hakkı gelmektedir. Bu hakkın ihlal edilmesi yönünde ilk olarak üretimin önemli bir bölümünün kayıt dışına çıkartılmasına ve işçinin kayıt dışı olarak çalıştırılmasına göz yumulmuştur. Bunun ardından işçinin haklarını koruyan yasalar çalışma sürelerini esnekleştirecek biçimde yeniden düzenlenmeye başlamıştır. Örneğin 1475 sayılı İş Kanunu’nda 7.5 saat olan iş gününün 2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu’nda denkleştirme süresi içinde 11 saate kadar çıkartılabilmesinin yolu açılmıştır (m.63).

Gerek çalışma yasalarında düzenlenen esneklik uygulamaları gerekse kayıt dışı istihdama göz yumulması Türkiye’de çalışma sürelerinin ortalama olarak haftada 60, günde 12 saatin üzerine çıkmasına neden olmuştur. Bunun ötesinde hükümetin bir bakanı (Enerji Bakanı Taner Yıldız) Tes-İş Sendikasının genel kurulunda “Eğer gerekiyorsa işçilerin, 16 -18 saat arasında çalışması gerektiğini” ifade etme cüretini gösterebilmiştir.

İNSANCA YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK İÇİN YENİDEN 8 SAAT İŞ GÜNÜ MÜCADELESİ..

Bugün gelinen noktada Türkiye’deki fiilen uygulanan ve esneklik uygulamalarıyla getirilmek istenen çalışma süreleri kapitalist üretimin ilk dönemlerinden bile daha uzun olabilmektedir. Bu nedenle işçilerin çok büyük bölümü bir sosyal varlık olmanın gereğini yerine getirecek zamanı bulamadığı gibi fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir zamandan bile mahrum kalabilmektedir. Dolayısıyla işçinin en temel insani gereksinmelerini karşılamasını engelleyen, işçiyi insan yerine koymayan anlayışın 200-250 yıl öncesindeki anlayışlardan farkı olmadığını söylemek mümkündür.

Bugün insani olmayan koşullarda emekçilerin hem fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak hem de sosyal varlık olmanın gereklerini yerine getirmek için yani insanca yaşamak ve çalışmak için her şeyden önce içinde bulundukları durumun sermayenin daha fazla kâr hırsının bir sonucu olduğunu bilmeleri gerekir. Tarihsel süreç içinde emekçiler, en temel insani haklarını ellerinden alan düzene karşı sınıf bilinci içinde örgütlenmiş, mücadele etmiş ve başarmıştır. Mücadelelerle elde edilen hakların bugün ortadan kaldırılabilmesinin en önemli gerekçesi emekçilerin sınıf bilincinden, örgütlülükten ve dolayısıyla mücadeleden uzaklaşmalarıdır. O halde emekçilerin insan olarak kabul edilmesi ve hakların tekrar geri alınması için örgütlülüklerini ve mücadelelerini yeniden yükseltmesi gereklidir.

9 Nisan 2012 Pazartesi

12 Eylül'ün tarafı işçilerdir.!

SÖYLEŞİ: 12 EYLÜL DARBESİNİN EMEKÇİLER AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Arif Koşar
06/04/2012

12 Eylül darbesiyle gülmek. Kim gülebilir ki askeri bir darbeye. Darbeyle gelen idamlara, işkencelere, faili meçhullere, katliamlara... Sendikaların kapatılmasına, işçilerin atılmasına, ücretlerin düşmesine... Gülenler vardı elbet. Hem de kıs kıs değil kahkahayla gülenler... İşte bugün, 12 Eylülde gülenleri ve öncesine onları sıkıntıya sokan işçileri konuşuyoruz. 12 Eylüle emekçiler açısından kısa bir bakışla... Konuğumuz Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu.

12 Eylül darbesinin ‘resmi gerekçesi’, “anarşi ortamı”, “terör”, “her gün insanların ölmesi” vb. şekilde ifade edilmişti. Sizin konuya sınıfsal açıdan baktığınızı biliyoruz. Siz, 12 Eylül darbesini nasıl değerlendiriyorsunuz? ‘Resmi gerekçeler’ sizi ikna ediyor mu?

12 Eylül darbesi 27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri gibi Türkiye’yi kapitalizmin dönemsel koşullarına eklemlemeyi hedeflemiştir. 1970’li yılların başında krize giren kapitalizm krizden çıkış için benimsediği neoliberal politikalar çerçevesinde içe dönük sermaye birikim sürecinin yerine küreselleşme olarak da ifade edilen dışa açık büyüme modeline geçmiştir. Artık üretim küresel zincirler üzerinden gerçekleşmektedir ve ulus devletlerin yerine küresel aktörler çok daha etkili bir konuma gelmiştir. Standart çalışma düzeninin geçerli olduğu fordist üretim sistemi yerini esnek üretim biçimlerine bırakmış; talep yönlü ekonomi politikalarının gereği olan sosyal devlet anlayışı yerini piyasanın ihtiyaçlarına göre hareket eden devlet anlayışına bırakmıştır. Üretim sistemi ve buna bağlı olarak devlet başta olmak üzere tüm kurumların, ilişkilerin yeniden yapılandığı bir sürece girilmiştir. Türkiye’nin küresel üretim zincirlerindeki yeri ucuz iş gücüyle gerçekleştirilebilecek emek yoğun üretimin gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Oysa 1970’li yıllarda Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar mücadelecidir ve bu mücadeleler sayesinde iş gücünün ucuzlaması bir tarafa ücretler reel olarak artış eğilimi göstermektedir. İşçi sınıfının mücadeleci yapısı siyaset üzerinde de etkili olmaktadır ve 12 Mart sonrasında iktidara gelen hükümetler işçi sınıfının gücünü kırıp, neoliberal politikaların Türkiye’ye biçtiği işlevi yerine getirmeyi başaramamıştır. Bu nedenle ulusal ve uluslararası sermaye, hükümetlere yönelik desteği çekmişler ve 1978-79 yıllarında Türkiye büyük bir borç kriziyle karşı karşıya kalmıştır. 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye uluslararası sermaye kuruluşlarına ve ulusal sermayeye neoliberal politikaların uygulanacağı taahhüdü verilmiş ancak mevcut hükümet bu taahhüdün gereğini yerine getirememiştir. İşte 12 Eylül darbesi, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda işçi sınıfı hareketini baskılayarak, Türkiye’de emek karşıtı neoliberal politikaları uygulamaya koyabilecek bir iradeyi sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir.

İki olguya işaret ediyorsunuz. Birincisi, Türkiye’de bir neoliberal dönüşüm süreci ve programının varlığı. İkincisi, bu programın uygulanmasını engelleyen işçi sınıfı hareketi. Peki, ikinciden yola çıkarsak, darbe işçi sınıfı hareketiyle ilgiliyse, neden hem AKP hükümeti hem de ‘işçi hareketinin bastırılması’ gerektiğini düşünen çeşitli çevreler 12 Eylülün soruşturulmasını istiyorlar?

Ne sermaye ne de AKP 12 Eylülün soruşturulmasını istemiyor, sadece darbede maşa olarak kullanılan iki eski askerin yargılanarak 12 Eylül defterinin kendilerine bulaşmadan kapatılmasını istiyorlar. Yani bütün dertleri tüm o karanlığın sorumluluğundan aklanmak ve kendilerini demokrasi havarisi ilan etmek.

“1970’li yıllarda Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar mücadelecidir” dediniz. Darbe sonrasında ne değişti? Bu dönemde işçiler neler kaybetti?

İşçiler çok şey kaybetti. Her şeyden önce örgütlerini, mücadele güçlerini kaybetti. Bunun ardından büyüyen kayıt dışı sektörde çalışma zorunda kaldıkları için sosyal güvencelerini, iş güvencelerini kaybettiler. Tüm bunların sonucu olarak reel ücretler 1986’ya gelindiğinde yaklaşık yüzde 50-52 geriledi, yani emekçiler yoksullaştı, sofralarındaki ekmeği kaybettiler.

12 Eylül ile çalışma yaşamındaki değişime biraz daha odaklanırsak, neler değişti? Mesela yasalar?

12 Eylül darbe rejimi çalışma yaşamında bireysel hakları içeren yasalara ilk etapta dokunmadı. Önce işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak için sendika yasalarını değiştirerek, kolektif hakları ortadan kaldıran düzenlemeler yaptı. Çalışma yaşamında bireysel haklar yasalarla değil, kuralsız çalışmaya göz yumularak ortadan kaldırıldı.

Bugün sendikalar yasası gündemde. 12 Eylülün izleri silinmekte mi sizce?

Gündemdeki Toplu İş İlişkileri yasa taslağında baraj uygulaması ve grev yasaklarıyla birlikte 12 Eylülün düzenlemeleri devam etmekle birlikte e- devlet üzerinden üyeliklerin gerçekleşmesi, yeminli mali müşavirlerin denetim yapması gibi yeni uygulamalarla sendikalar tamamen denetim altına alınmaya çalışılmaktadır.

Şimdi bir 12 Eylül iddianamesi var. Bunu siz emekçiler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylülle gerçekten hesaplaşılacaksa bunun tarafı işçi sınıfının örgütleri olmalıdır. Ama gelin görün ki, hiçbir sendika 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmayı kendisine dert edinmiş değil. 12 Eylülün gerçek faillerinin taraf olduğu bir hesaplaşmadan hiçbir sonuç çıkmaz. Daha önce söylediğim gibi sadece bu kesimler kendilerini aklarlar. Ve böylece Türkiye demokrasi ve insan hakları ihlallerinin merkezinde olmaya devam eder...

--------------------------------------------------------------------------------

PATRONLAR GÜLDÜ

12 Eylül darbesinin akılda alan sözcüklerinden birisi herhalde “netekim” kelimesidir. İkincisi olduğunu iddia etmeyeceğim ama akılda kalanlardan bir diğeri, dönemin TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Halit Narin’in sözleridir. Narin, “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” demişti. Gerçekten patronlar güldü mü?

Kayıt dışı sektörün büyümesi, reel ücretlerin düşmesi, sermayeden alınan kurumlar vergisinin azalması, genel bütçeden teşvik adı altında sermayeye aktarılan kaynakların artışı ve tüm bunların sonucunda sermayenin maliyetleri azaldı ve kârları yükseldi. Yani patronlar hayal edemedikleri kadar güldü...

ÇANKAYA’NIN ŞİŞMANI
Ya Özal. “Çankaya’nın şişmanı” işçilerin deyimiyle. Darbe sonrası dönemin de mimarlarından.

Özal, 12 Eylül darbesinin gerçek nedeni olan 24 Ocak Kararlarının mimarıydı. Özal’ın gerçek yüzü ise çok geç görüldü. Ancak 1989 Bahar Eylemleri sürecinde emekçiler yapılanları kavramaya başladılar. Bu süreç Özal’ın öldüğü 1993 yılına kadar devam etti. Bunda sendikaların da önemli sorumluluğu var tabi. 1980’li yıllar boyunca Özal’a tepki gösterecekleri yerde uzlaştılar sürekli. Gerçek ortaya çıktığında da çok geç olmuştu, çünkü emekçilerin en önemli kazanımlarını ortadan kaldıran ve halen devam etmekte olan yeniden yapılanma sürecinin temelleri atılmıştı.

6 Nisan 2012 Cuma

KESK ve ‘Grev’e dair...


ÖZGÜRCE
06/04/2012

Sendikaların emekçi sınıfın hakları için mücadelesi kadar, mücadelede doğru yol ve yöntemlerin kullanılması da mücadelenin başarısı için son derece önemlidir. Yanlış yöntemler ve yanlış stratejilerle gerçekleştirilen eylemler başarıya ulaşamayacağı gibi uzun dönemde örgüte ve mücadeleye zarar da verebilir.


Grev, sınıf mücadelesinde sendikaların elindeki en etkili araçlardan biridir. Türkiye’de kamu emekçilerinin yasak ve engellemelere rağmen yürüttükleri başarılı grevler olduğu gibi başarısız olan ve uzun dönemde mücadeleye zarar verebilecek grevler de geçekleştirilmiştir. Bunun son örneği KESK’in 4+4+4 adı altında getirilen eğitim sistemindeki değişikliğe karşı gerçekleştirilen grevidir.

4+4+4 grevini analiz ederken öncelikle şunu hatırlatmak gerekir: Başarılı bir grev için önce greve gerekçe oluşturan konuda “görüş birliği” sağlanmalıdır. Bunun için de greve katılması istenen, gereken kitlenin karşı çıkılacak konuda bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi gerekir.

Grevin nedeni için görüş birliği sağlandıktan sonra sıra “eylem birliği”ne gelir. Grev, katılan emekçiler için bir takım riskler taşır. Her şeyden önce greve katılacaklar, elde edeceklerinin ya da kaybedeceklerinin grevin olası risklerine katlanmaya değer olduğuna inanmalıdır. Ayrıca risklerin bertaraf edilmesi ve grevi etkilememesi için örgüte güven duyulması gerekir. Grev çağrısı yapan örgüt, grev sürecinde ya da grev sonrasında ortaya çıkabilecek sorunların aşılması konusunda greve katılanları yalnız bırakmayacağının güvencesini vermelidir. Eylem birliğini etkileyen bir başka konu da grevin başarısına olan inançtır. Belirli bir sonuç elde edilemeyeceği düşünülen grevlere katılım düşük olacaktır. Grevin başarı olasılığı yükseldikçe katılım da artacaktır. Dayanışma algısı da eylem birliğinin sağlanması için son derece önemlidir. Greve katılımın yüksekliği dayanışma algısını yükseltecektir. Öte yandan toplumun grevi meşru görmesi ve destek vermesi de dayanışma algısı üzerinde olumlu etki yaratacaktır.

KESK’in son grevinde başarılı bir grev için gerekli koşullardan hangisi yerine getirilmiştir?

Sözgelimi grevin gerekçesi olan eğitimde dönüşüm konusunda KESK, üyelerini yeterince bilgilendirmiş ve görüş birliği sağlamış mıdır? Bir KESK üyesi olarak bu soruya yanıtım “hayır”dır. Eğitim sisteminde neoliberal dönüşüm yaklaşık 20 yıldır planlanmakta ve aşama aşama uygulamaya konulmaktadır. Ama KESK ve Eğitim Sen’in bu konuda üyelerini bilinçlendirecek net bir görüşü yoktur. Örneğin Eğitim Sen yönetimleri 2000’li yılların başında gündeme gelen ve bugünkü değişimin temeli olan eğitimde toplam kalite uygulamalarına karşı net bir politika ortaya koy(a)mamıştır. Bu da bilgi yetersizliği ve karmaşasını ortaya çıkartmış ve bu konuda üyelerin ortak bir düşünceye sahip olması sağlanamamıştır. Üyelerin dahi yeterince bilgilendirilmemiş ve ikna edilememiş olduğu bir ortamda toplumun greve desteğini beklemek zaten yersiz olacaktır.

Görüş birliği sağlama konusunda KESK greve çağırdığı üyelerine grevin gerekçeleri konusunda tatmin eden bir bilgilendirme yapmadığı gibi grevin zamanlaması ve Ankara çağrısı eylem birliğini zayıflatmıştır. Öncesinde hazırlık yapılmadan karşı çıkılan yasanın Meclis gündemine geldiğinde grev yapmak ve sokağa çıkmak grevin başarısına olan inancı azaltmıştır. Ayrıca grev Ankara’da bir sokak eylemiyle birleştirilmiş ülkenin dört bir yanındaki üyeler ulaşılması zor bir hedefe yönlendirmiştir. Greve katılımı azaltan bu etkenlerle birlikte eylem birliği çok daha zayıflamıştır.

Sonuç olarak KESK üyelerinin en yoğun olduğu Ankara’da grev olarak adlandırılan bir eylem 1000, 1500 kadro ya da militan olarak tanımlanabilecek üyenin katıldığı bir sokak eylemine dönüşmüştür. Ankara dışında yapılan eylemlerde de grevin amacı olan yasanın yerine daha çok Ankara’ya ulaşımın engellenmesi ve eylemcilerin maruz kaldıkları polis baskısına yönelik protestolar öne çıkmıştır. Tüm bunların yanı sıra grevin amacı olarak belirlenen yasal düzenlemelerin Meclisten geçmesi de engellenememiştir.

KESK’in grevi bir mücadele yöntemi olarak belirlediği bu eylemde bir grevin başarısı için gerekli olan ne görüş birliği ne de eylem birliği sağlanabilmiştir. Hazırlık ve uygulama aşamasında yapılan vahim hataların sonucu olarak da “grev” başarısızlığa uğramıştır. Bu başarısızlığın hem örgüte güvensizliğe hem de emek mücadelesinin bundan sonraki sürecinde hasarlara yol açması olasılığı yüksektir. Örgütsel hataların telafisinde en önemli etken örgüt içi demokrasinin eksiksiz işletildiği bir süreçte karar mekanizmalarında yer alanların eleştirilere açık olmaları, ve bu eleştirilerden ders çıkartabilmeleridir. Aksi halde mücadelenin aracı olan örgütlerin mücadelenin önünde birer engel haline dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Sendikalar, İşçi Sınıfının Mücadele Aracı mı Burjuvazinin İdeolojik Aygıtı mı?

                                                                  
(TOPLU İŞ İLİŞKİLERİ KANUN TASARISI -3)
İşçi sınıfı hareketi, üzerinden artı değer elde etmek üzere emek gücünü metalaştırıp emekçiyi toplumsal bir varlık olarak kabul etmeyen kapitalist üretim sistemine karşı bir isyandır. Kapitalist üretimin yaygınlaştığı 18. yüzyıldan itibaren milyonlarca emekçi yaşamını sefalet içerisinde sürdürmek zorunda kalmış; işsizliğe, güvencesizliğe, uzun çalışma sürelerine, çocuk çalışmasına, kadınların gece çalıştırılmalarına ve son derece düşük ücretlere karşı emekçi kesimlerden tepkiler yükselmeye başlamıştır. Emekçilerin tüm bu sorunların kaynağı olan kapitalist sisteme ve sermaye sınıfına karşı birey olarak mücadele edebilmesi mümkün değildir, dayanışma içerisinde örgütlü bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir. İşte sendikalar işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı yürüttüğü bu mücadelenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.

Kapitalist toplum düzenine ve egemen sınıf olan sermayeye karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikalar, ortaya çıkış süreçlerinde -doğal olarak- burjuva (liberal) demokrasi anlayışının gereği olan girişimcilik özgürlüğüne engel olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere erken sanayileşen, burjuva devlet/demokrasi anlayışını erken yaşama geçiren ve toplumsal sorunların da erken ortaya çıktığı ülkelerde tüm engellemelere rağmen işçi sınıfı sendikalarıyla örgütlü mücadelesini sürdürmüştür. Ne zaman ki işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların baskıyla engellenemeyeceği anlaşılmıştır o zaman sendikalar tanınmak zorunda kalınmıştır. Sermaye ve onun güdümündeki burjuva devlet yönetimleri sendikaları tanırken, onları kapitalizme karşı devrimci bir mücadeleden uzaklaştırıp, kendi denetimleri altına almayı ve uzlaşmanın bir aracı haline getirmeyi hedeflemişlerdir.

Sendikaları denetim altına almanın yolu sendikaların faaliyetlerini yasalar içerisinde düzenlenmekten geçmektedir. Burjuva demokrasi anlayışında yasalar burjuvazinin egemenliğini meşrulaştırma aracı olarak kullandığı parlamento sistemi içerisinde yapılır. İşçi sınıfına seçme ve seçilme hakkı verildikten sonra dahi burjuva parlamenter sisteminde burjuvaziyle uzlaşma içerisinde olmayan ve tehdit olarak görülen partilerin ya faaliyetleri tamamen engellenmiş ya da parlamentoda temsil edilmeleri çeşitli yollarla (seçim barajı vb.) engellenmiştir. Böylece parlamenter rejim içerisinde işçi sınıfı partileri yasama süreçlerinde etkili olacak bir çoğunluğa hiçbir zaman erişememişlerdir. Yani kapitalist toplum düzeninde yasama organı olan parlamento ve o parlamentolardan çıkan yasalar daima burjuvazinin çıkarları doğrultusunda olmuştur. Nadiren işçi sınıfının hak ve çıkarlarını geliştiren yasalar çıkartılmışsa da bu, işçi sınıfının üretim sürecinde ve sokaktaki gücü sayesinde ya da kapitalizmin dönemsel çıkarlarına uygun olduğu için (sosyal devlet uygulamaları vb.) gerçekleşmiştir. Dolayısıyla işçi sınıfının gücünde zayıflama veya kapitalizmin çıkarlarında bir değişim olduğunda işçi sınıfı için olumlu düzenlemeler de ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

YASALARA HAPSEDİLEN SENDİKACILIK

İşçi sınıfı mücadelesiyle elde edilen sendikal haklar, kolektif hakların temelini oluşturmaktadır. Burjuva demokrasi anlayışının getirdiği girişimci ve mülkiyet sahiplerini korumakla sınırlı bireysel hak ve özgürlüklerin, emekçi kesimler için de geçerli olması ancak kolektif hakların varlığıyla mümkündür. Dolayısıyla geniş emekçi kesimlerin bireysel haklarını kullanabilmesi için sendikal haklar son derece önemlidir. Burjuvazi sendikal hak ve özgürlükleri tanımlarken ve düzenlerken sendikaları sadece üretim sürecinde ekonomik hakları sağlamayı amaçlayan örgütler olarak değil kendisiyle siyasal mücadele yürüten, ideolojisine karşıt örgütler olarak da görür. Bu nedenle burjuvazi çıkarttığı yasalarla sendikaları önce kendisine ideolojik karşıt olmaktan çıkartmayı sonra da kendi ideolojisinin yani kapitalizmin ideolojik aygıtı haline getirmeyi hedefler.

Kapitalist üretim sisteminin sömürüsüne karşı; işçi sınıfının mücadele aracı olarak ortaya çıkan sendikaları, kapitalizmin ideolojik karşıtı olmaktan uzaklaştırmanın yolu önce sendikaları, sınıf düşüncesinden uzaklaştırıp sadece üyeleri adına toplu pazarlık yapan bürokratik örgütlere dönüştürmektir. Bu nedenle işçi sınıfının mücadele geleneklerine bağlı olarak değişmekle birlikte genellikle yasalarda, sendikaların örgütlenme alanı iş kolu ya da işyeri düzeyiyle; faaliyetleri örgütlü oldukları alan içerisindeki işçiler adına yaptıkları toplu pazarlıklarla; toplu pazarlığın konusu ücret ve çalışma koşularının belirlenmesiyle; işçi sınıfının en önemli mücadele silahı olan grev ise toplu pazarlık sürecinde uyuşmazlık halinde başvurulacak bir yol olarak sınırlandırılır. Ayrıca sendikaların faaliyetleri doğrudan ya da dolaylı olarak devlet denetimi altında tutulur. Böylece burjuvaziyle mücadele için ortaya çıkan sendikalar burjuvazinin koyduğu yasaların içine sıkışıp kalır ve giderek işçi sınıfından ve sınıf mücadelesinden uzaklaşır. Buna en açık örnek 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında II. Enternasyonal’in dağılmasına da neden olan ayrışmanın ardından, sendikal hareketin yasalar içine hapsolmasıyla birlikte sendikaların üye sayısı artarken, işçi sınıfının Marx’ın tarihsel materyalizm içerisinde tanımladığı toplumsal yapıyı değiştirme gücüne sahip, devrimci bir nitelik içeren sınıfsal bilinçten uzaklaşmasıdır. Sendikaların sınıftan uzaklaşması, emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin en aza indiği dönem olarak tarif edilen fordist üretim sistemi ve sosyal devlet uygulamalarının geçerli olduğu 1946’dan 1970’lerin başlarına kadar geçen dönemde daha da artmıştır. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde, sendikaların sayısal olarak büyümesine olanak veren yasal düzenlemelerle rehavete sürüklenen ve mücadeleden tamamen kopan sendikalar kapitalist sisteme bağımlı örgütler haline gelmiştir.

Kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan krizinin ardından bir taraftan üretim sistemi yeniden esnekleşirken liberal devlet anlayışı da egemen olmuştur. Yani işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların ortaya çıkmasına neden olan 18. ve 19. yüzyıldaki koşullar yeniden geçerli hale gelmeye başlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte üretimin işçi sınıfının zayıf olduğu ucuz emek bölgelerine kayması, merkez ülkelerdeki çalışma standartları ve sosyal haklar üzerinde de baskı yaratmıştır. Üye sayıları oldukça yüksek olmasına rağmen sınıfsal perspektifini kaybetmiş ve kapitalizmin güdümüne girmiş olan sendikalar, işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılara karşı koyamamıştır.

KİM İÇİN KİME KARŞI?

20. yüzyılın başından itibaren burjuvazinin yasalarla denetim altına aldığı sendikalar, yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde artık kapitalizmin ideolojik karşıtı olmaktan tamamen çıkmıştır. 18. ve 19. yüzyıl sömürü koşullarının yeniden yaşama geçmesine karşı koymayan sendikalar, kapitalist sistemi yeniden üreten ideolojik aygıtlar haline gelmeye başlamıştır. Örneğin kapitalist ülke sendikalarının en büyük üst örgütü olan Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU), 1981 yılında Yeni Delhi Bildirgesi ile küreselleşme sürecinde sınıflar arası uzlaşmayı yani sosyal diyaloğu savunmuştur. Öte yandan Avrupa Sendikalar Birliği (ETUC) de benimsediği sosyal diyalog anlayışı içinde AB düzeyinde “sosyal partner” olarak kabul ettiği işveren temsilcileriyle Avrupa komiteleri ve danışma organlarında yıllardır birlikte çalışmaktadır. Yani sermayeye karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikalar, sermayeyle sosyal diyalog içerisine girmekte ve hatta sermayeyle sosyal partner yani “ortak” olabilmektedir.
Peki, sendikaların sermayeyle olan diyaloğu ve partnerliği kime karşıdır?
Kapitalist üretim sisteminin, emeği sömürmeye dayanan temel felsefesinde 18. yüzyıldan bu yana hiçbir değişiklik olmamıştır. Diğer bir söyleyişle işçi sınıfının sermaye ile mücadele için örgütlenmeye yani sendikalara en az 200 yıl öncesi kadar ihtiyaç vardır. Ancak bugün sendikaların, burjuva parlamentolarında çıkartılan yasaların çizdiği sınırlar içerisinde geldikleri yer mücadele için kuruldukları sermaye ile partnerlik (ortaklıktır).

Sendikaların sermaye ile kurduğu bu ortaklığın hedefinde emekçiler ve onların yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettiği kazanımlar vardır. Artık sendikaların çok önemli bir bölümü işçi sınıfının mücadele aracı olmak bir tarafa sermaye ile iş birliği içinde emeğin daha fazla sömürülmesine katkıda bulunmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
SENDİKALAR DELİ GÖMLEĞİNDEN KURTULMALI

Türkiye’de sendikalar, 1947 yılında çıkartılan 5018 sayılı Yasa’ya kadar engellenmiştir. 1946 yılında sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kalkmasının ardından işçiler hızla örgütlenmiş ve etkili grevler gerçekleştirmiştir. Grev hakkını yasaklayan 5018 sayılı ilk sendikalar yasası burjuva demokrasi anlayışına uygun olarak işçileri ve sendikaları baskılamak üzere çıkartılmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından dönemin sermaye birikim rejimine uygun olarak çıkartılan 1961 Anayasası ve 1963 tarihli 274 ve 275 sayılı yasalarla grevli sendika hakkı tanımıştır. 1967 yılında kurulan DİSK’in devletin denetimden çıkarak, yürüttüğü mücadeleci sendikacılık anlayışını kırmak için parlamentoda çıkartılan yasalar 15-16 Haziran 1970’te gerçekleştirilen işçi direnişleriyle püskürtülmüştür. 12 Mart 1971 askeri darbesi işçi sınıfı hareketi üzerinde baskı kurmaya çalışmışsa da mücadeleci sendikalar buna da teslim olmamış ve 1970’li yıllar boyunca DİSK öncülüğünde işçi sınıfı hareketi yükselmiştir. Yükselen işçi sınıfıyla baş edemeyen burjuvazi çareyi 12 Eylül 1980’de gerçekleşen yeni bir askeri darbeyle sağlamaya çalışmıştır. Türkiye’nin 1970’lerde başlayan neoliberal dönüşüm sürecine uyumunu amaçlayan 12 Eylül darbesi sendikaları baskı altına almış ve kapitalizme ideolojik karşıt olmaktan çıkartıp kapitalizmin ideolojik aygıtlarına dönüştürmeyi amaçlamıştır. 1983 yılında çıkartılan 2821 ve 2822 Yasalar bu dönüşümün yansımasıdır. 1983 yasalarının yanı sıra ICFTU ve ETUC’da Türkiye’de sendikaların kapitalist sistemle bütünleşmesinde önemli işlevler görmüştür. 2001 yılında AB üyelik sürecine uyumu hedefleyen Ulusal Program sonrasında AB’ye uyum adı altında özellikle ETUC aracılığıyla gerçekleşen iş birliği sonucunda sendikalar sosyal diyalog anlayışı içinde sermaye ile partner (ortak) olma anlayışını benimsemişlerdir. Böylece özellikle 2001 yılından bu tarafa getirilen ve emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya yönelen tüm düzenlemeler sendikalar tarafından sosyal diyalog süreçlerinde meşrulaştırılmıştır. Toplu İş İlişkileri Kanunu adı altında getirilen yeni sendika yasası, diğer tüm yasalar gibi burjuvazinin sendikalar üzerindeki denetimini arttırmaya ve işçi sınıfının giderek artan sömürü koşullarına karşı mücadele direncini kırmaya yöneliktir. Emekçi kesimler, sermaye ile mücadeleye en fazla ihtiyaç duyduğu bir süreçte mücadelenin aracı olan sendikalara da ihtiyaç duymaktadır. Sendikaların sermayenin ideolojik aygıtı olmaktan çıkıp yeniden işçi sınıfının mücadele araçları haline dönüşmesi için her şeyden önce burjuvazinin sendikaları içine sokmaya çalıştığı deli gömleğinden kurtulup, yeniden sınıfsal bir perspektife kavuşması gerekir. Diğer bir söyleyişle yasalardan medet umarak sendikacılık yapmak yerine emekçilerin gücünü mücadeleye dönüştürecek bir sendikal anlayışa acilen ihtiyaç vardır.