22 Kasım 2012 Perşembe

Sendikalaşma çabaları artıyor!


ÖZGÜRCE
23/11/2012
1970’lerden itibaren üretimin esnekleşmesine paralel olarak emek piyasaları da esnekleşmiş; büyük fabrika sistemi içinde çok sayıda işçinin bir arada standartlaşmış biçimdeki çalışma düzeni yerini az sayıda işçinin düzensiz (esnek) çalıştığı küçük işletmelere bırakmıştır. Üretimin çeşitli aşamalarının küçük işletmeler eliyle gerçekleştirilmesi bir taraftan işçi sayısının az olması nedeniyle emeğin örgütlülüğünü kırarken diğer taraftan da işletmelerin (iş yasalarına uygunluk ve vergi gibi konularda) devlet denetiminden kaçmasını kolaylaştırmıştır. Sermayenin küresel rekabet gerekçesiyle emek maliyetini en düşük düzeye indirme hedefi doğrultusunda uyguladığı bu yöntem üretimin, emeğin örgütsüz ve dolayısıyla da son derece ucuz olduğu ülkelere doğru kaydırmasıyla sürmüştür.
Sermayenin, emeği ucuzlatarak kârı en üst düzeye yükseltmeyi amaçladığı bu yeni üretim stratejisi karşısında sendikalar direnç gösterememiş ve üye sayıları hızla düşmeye başlamıştır. Özellikle sendikal örgütlülüğün yüksek olduğu kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve devletin sendikalar üzerinde oluşturduğu baskı sendikaların üye sayıları ve üretim sürecindeki gücünde zayıflamayı derinleştirmiştir. 1970’lerden bugüne son 35-40 yıl içinde sendikalar bu gerilemeye karşı koy(a)mamış; izledikleri uzlaşmacı yaklaşımlarla emekçilerin sahip oldukları hakların ortadan kaldırılmasına ortaklık etmişlerdir. Böylece sendikalar hem emekçilerin güvenini büyük ölçüde kaybetmiş hem de emekçilerin yaşadığı sorunların çözümünü sağlayacak bir mücadele örgütü olma özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir.
Üretim sürecindeki değişim ve sendikaların bu süreçteki zafiyeti Türkiye’de de yaşanmıştır. Dünyadaki gelişmelere ek olarak 12 Eylül darbesi sonrasında sendikaların “terör örgütü” gibi gösterilerek itibarsızlaştırılması ve sendikal özgürlükleri ortadan kaldıran düzenlemeler nedeniyle Türkiye’de bu süreç çok daha sancılı olmuştur.
Dünyada ve Türkiye’de emekçileri sendikalardan uzaklaştıran tüm gelişmeler, sendikaların artık işçi sınıfının mücadele aracı olamayacağı yorumlarını da beraberinde getirmiştir. Özellikle tarihsel olarak sendikal mücadelenin öznesi olan kol (mavi yakalı) işçilerinin, üretimin sendikal hareketin geliştiği merkez ve yarı çevre ülkelerden uzaklaşması ve bu ülkelerde kafa (beyaz yakalı) işçilerinin emek piyasasındaki yoğunluğunun artması bu yorumların artmasına yol açmıştır.
Ancak gelin görün ki sendikalar mavi yakalı işçilerin yoğun olduğu imalat sanayinde azalmakla birlikte beyaz yakalıların yoğun olduğu hizmetler alanında artmaya başlamıştır. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ve ABD’de 1990’lı yıllarda başlayan beyaz yakalıların sendikalaşma çabaları Türkiye’de de karşılığını bulmaktadır. Türkiye’de beyaz yakalı örgütlenmesinin başlangıcı 1989 Bahar Eylemleri’nin ardından yükselen kamu emekçileri hareketidir. Ancak son yıllarda çok daha farklı kesimler sendikalaşma çabası içerisine girmişlerdir. Özellikle son birkaç yıl içinde sporcular sendikası, oyuncular sendikası gibi işçi sınıfının içinde kabul edilmeyen kesimler; dernek, meslek odası gibi örgütlenmeler yerine işçi sınıfının mücadele aracı olan sendika çatısı altında yer almayı tercih etmişlerdir. Buna en son örnek polisler ile hakim ve savcıların sendikalaşma çabalarıdır.
Daha önce işçi sınıfı içinde yer aldığı tartışmalı olan ve hatta kendilerini sınıf içinde tanımlayacakları akıllara bile gelmeyen kesimlerin; hem de mevcut sendikaların güven kaybettiği bir ortamda sendikalaşma çabaları son derece anlamlıdır. Kuşkusuz 1980’li yıllardan bu yana uygulanan politikalar mavi yakalı işçilerden sonra en yüksek vasıflara sahip olduğu ya da doğrudan devletin yanında olduğu düşünülen bu kesimleri de sınıfın mücadele örgütleri içinde yer almaya zorlamıştır. Bundan sonra gereken yaka rengi (mavi ya da beyaz) ya da toplumsal işbölümü içindeki yeri ne olursa olsun, kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir. 

16 Kasım 2012 Cuma

Metal işçisinin bürokrasiye karşı mücadelesi




ÖZGÜRCE
16/11/2012
Renault işçileri, sendikalarının MESS ile yapılacak toplu iş sözleşmesi metninin açıklanmasıyla birlikte tepkilerini fabrikayı bir süreliğine işgal ederek ve iş bırakarak gösterdi. Renault işçilerine destek için gelen Bosch işçileri de T.Metal Sendikası’nın adamları olduğu iddia edilen kişilerin saldırısına uğradı.
Renault işçisinin ve daha önce benzer bir eylemle gündeme gelen Bosch işçilerinin tepkileri patrona değildir. Türkiye’de en yüksek katma değeri ve kârlılığı üreten metal sektöründe işçinin tepkisi örgütlü oldukları Türk Metal Sendikası’nın başındaki bürokrasiyedir. Çünkü sendika, her zaman olduğu gibi işçileri yok sayıp işveren sendikası MESS’le başa başa vermiş ve toplu sözleşme taslağını belirlemiştir.
MESS ile Türk Metal Sendikası arasındaki –işçiye rağmen ve işçinin çıkarlarına karşı- işbirliği tavrının geçmişi 1970’li yıllara dayanmaktadır. 1950’li yılların sonlarında özel sermayenin metal sektöründe gerçekleştirdiği yatırımlarla birlikte metal işverenleri Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS)’nı kurmuştur. 1960 yıllardan itibaren metal işçilerinin örgütlü olduğu Türkiye Maden-İş Sendikası, Kavel Grevi ve Sungurlar Direnişi başta olmak üzere metal sektöründe etkili bir mücadele yürütmüştür. Özellikle 1970’li yıllarda T. Maden-İş’in MESS işyerlerinde mücadelesinin yoğunlaşması üzerine, 1973 yılında kurulan T.Metal Sendikası, MESS tarafından T. Maden-İş Sendikası’nın karşısına rakip olarak çıkartılmıştır. 1975 yılından 2009 yılına kadar tam 34 yıl sendikanın başında olan ve ancak Ergenekon Davası’ndan tutuklanmasının ardından başkanlığı bırakan Mustafa Özbek ile MESS uzun yıllar patron-sendika arasında olmaması gerektiği kadar “yakın” bir işbirliği içerisinde olmuşlardır(!) Özbek’in başkanlığı sonrasında da MESS ile yeni yönetim kadrosu arasındaki ilişki bozulmamış; bu ilişki MESS ile T. Metal Sendikası’nın işçilere sertifika sattığı bir ortak şirket kurulmasına kadar gitmiştir.
İşçinin sermayeye karşı emeğinin hakkını savunma mücadelesinin aracı olması gerekirken; işverenle işbirliği içerisine giren sadece T. Metal Sendikası değildir elbette. Bugün Türkiye’de ve dünyada birçok sendika, sahip oldukları bürokratik yapı içinde üyelerinin iradesi olmadan işverenlerle işbirliği içerisine girmekte ve maalesef işçi sınıfından çok sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum karşısında işçilerin emek mücadelesinin aracı olan sendikaları gerçek işlevlerine döndürmek üzere sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi, sermayeye karşı mücadeleden de öncelikli hale gelmiştir.
Türkiye’de sendikal örgütlülüğün en yoğun olduğu metal sektöründe, önce Bosch sonra da Renault işçilerinin sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi son derece anlamlıdır. Ancak daha önce Bosch’da olduğu gibi Renault’da da birkaç günlüğüne medyada yer alan ve heyecan uyandıran eylemler şiddete varan baskılar ve öncü konumundaki işçilerin işten çıkartılmasıyla birlikte sonlanmıştır. Sınıf mücadelesinin sermayeyle de sendikal bürokrasiyle de mücadelesinin başarıyla sonuçlanabilmesi için sınıf perspektifine dayanan, işçilere güven verebilecek ve farklı işyerleri ve işkollarındaki mücadeleleri birleştirecek örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Aksi halde işçilerin işverene ve sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi kısa süreli heyecan yaratan ama sonuçlanamayan eylemlerle sınırlı kalacaktır(!)
Emekçinin, yoksulun hakkını yerken kılı kıpırdamayan zalimin 66. gününe giren ölüm oruçları karşısında da vicdanı körelmiştir. Zalimin zulmü karşısında verilen insanlık sınavından emekçiler azade değildir (!)

9 Kasım 2012 Cuma

Üniversitede kışla düzeninden piyasa düzenine



ÖZGÜRCE
09/11/2012

Türkiye’yi ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmak için gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi, üniversiteleri de bu doğrultuda dizayn etmek üzere YÖK’ü kurdu. YÖK, merkezi bir yapı olarak kısa sürede üniversitede kışla düzenini egemen hale getirmiş; üniversitede militarist bir anlayış içinde anti-demokratik bir yönetim mekanizması oluşturdu. Böylece bir taraftan toplum için bilimi savunan devrimci-demokrat akademisyenler tasfiye edilirken diğer taraftan üniversite koridorları ve sınıflar polisin ablukası altına alındı.
Üniversitede, kışla düzeninin kurulmasıyla amaçlanan, akademik özgürlükleri ortadan kaldırarak üniversiteyi sermayenin ve onun çıkarlarının temsilcisi olan devletin güdümü altına sokmaktır. 12 Eylül darbe rejimi 31 yıl önce YÖK’ü kurarak oluşturduğu kışla düzeni içinde amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Böylece bir taraftan üniversiteler toplumdan uzaklaşıp, sermayenin güdümü altına girerken diğer taraftan kışla düzenindeki üniversitede yetişen nesiller, baskı düzenini içselleştirmiş ve 12 Eylül anlayışını bugünlere taşımıştır.
Kışla düzeni içinde üniversiteyi ve bilimi sermayenin hizmetine sunan YÖK, üniversitede yeniden yapılanmayı amaçlayan yeni bir Yükseköğretim Yasa Taslağı hazırladı (). Bu yeni taslağın şimdiki düzenden farkı, sermayenin üniversite üzerindeki dolaylı hâkimiyeti yerine, bir şirket haline dönüştürülen üniversite yönetiminde doğrudan yer almasını sağlamaktır. Sermaye temsilcilerinin yer aldığı üniversitede; akademisyenlerin, öğrencilerin, üniversite emekçilerinin hiçbir söz hakkı yoktur. Rektörler ve dekanlar, içerisinde siyasi partilerin (meclis çoğunluğuna göre) belirlediği ve sermayeyi temsil edenlerin de yer aldığı kişilerden oluşan üniversite konseyleri tarafından “atanacaktır”. Tamamen şirket yönetim kurulu işlevi görecek olan konseyler, üniversitenin tüm akademik, idari ve mali işlerini yönetecektir. Sözleşmeli hale getirilerek iş güvenceleri ellerinden alınan akademik ve idari personelin ücretleri de “performanslarına göre” bu konsey tarafından belirlenecektir.   
YÖK’ün sermaye örgütlerince çeşitli zamanlarda yayınladığı raporlara da sadık kalarak hazırladığı bu yeni taslakta üniversitede piyasa düzenini hâkim kılmayı amaçlamaktadır. 1981’de YÖK’le getirilen kışla yapılanması, üniversiteyi piyasalaştırmayı amaçlayan bir geçiş düzeniydi. Geçen 31 yıl içinde bu düzen işlevini tamamlamıştır ve artık doğrudan piyasanın hâkim olduğu bir düzene geçilmesi hedeflenmektedir.
Kışla düzeninden piyasa düzenine geçilmesi, üniversitede daha demokratik bir yapının oluşacağı anlamına asla gelmemelidir. Piyasanın yani sermayenin çıkarlarına hizmet edecek olan üniversitede kışla düzenindeki kadar bile özgürlüklere yer yoktur. Kâr ile güdülenmiş olan üniversitede sermayenin çıkarlarına hizmet etmeyen hiçbir bilgi üretilemeyecek ve sunulamayacaktır. Akademisyenlerin işsizlik tehdidiyle baskılanması sonucunda kışla düzene rağmen toplumsal kaygılarla az da olsa yapılabilen bilimsel faaliyet de yapılamaz hale gelecektir.
Sözün özü: Piyasa düzeni kışla düzeninden daha despottur. Piyasa düzeninde akademik özgürlüklerden söz edilemez. Akademik özgürlüğün olabilmesi ve insan, toplum ve doğa için bilgi üretilip sunulabilmesi ancak tüm bileşenlerin katılımının sağlandığı demokratik, özerk, finansmanı kamusal kaynaklardan sağlanan bir üniversiteyle mümkündür. Bunun için de tek yol toplumun üniversiteye sahip çıkmasıdır (!) 

1 Kasım 2012 Perşembe

Öğretmene Performans Değerlendirmesi..! (*)




ÖZGÜRCE
02/11/2012

Türkiye, bir taraftan ölüm oruçları karşısında insanlık sınavından geçiyor diğer taraftan 29 Ekim’deki polis şiddeti sonrasında, 89 yıldır “en yüce değer” olarak kabullenilen Cumhuriyet’i kaybetmişiz de haberimiz mi yokmuş duygusu yaşıyor. Ama tüm bunlar olurken hükümet son sürat, kamusal alanı piyasanın istekleri doğrultusunda düzenlemeye ve emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya devam ediyor.

Kamudaki dönüşüm ve emekçilerin haklarına yönelik saldırının son örneği basının “öğretmenlere performans değerlendirme sistemi geliyor” başlığıyla duyurduğu haberle gündeme gelmiştir. Habere göre Resmi Gazete'de yayımlanan 2013 Yılı Programı'nın ''Eğitim Sistemi'nin Geliştirilmesi'' başlığı altındaki temel amaç ve hedeflere göre, 2013 yılında performans sistemini de içeren öğretmen istihdamına ilişkin strateji ve politika belgesi hazırlanacak ve uygulanmaya başlanacaktır.

 Öğretmenlere performans uygulaması 2000’li yılların başından beri Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)’nın gündeminde olmasına karşın bugüne kadar uygulamaya konulamamıştır. Ancak bu kez Bakan’lığın performans sistemini uygulamakta çok daha kararlı olduğunu düşünüyorum. Zira eğitimde piyasalaşmayı getiren birçok uygulama fiilen yaşama geçmiş ve son olarak 4+4+4 eğitim sistemi sistemiyle bu piyasalaşma süreci yasal zemine oturtulmuştur ve sıra öğretmenlerin çalışma koşullarının piyasa sürecini uyumlaşmasına gelmiştir.

Performans, Türkçe anlamıyla başarının, verimliliğin değerlendirilmesidir. Başarının değerlendirilmesi, çalışanla çalışmayanın, işini iyi yapanla yapmayanın birbirinden ayrılması biçiminde anlaşılıp, çalışanlar arasında kimi zaman olumlu karşılanabilmektedir. Ancak performans değerlendirmesi tek başına bir değerlendirme sistemi değildir. Performans değerlendirme sistemi emek verimliliğini arttırmak üzere çalışma ilişkilerini baştan aşağı yeniden düzenleyen ve esas olarak Japonya’da fabrikalarda uygulanmak üzere geliştirilen Toplam Kalite Sistemi (TKY)’nin bir parçasıdır.

TKY’nin eğitim sistemine uyarlanması özünde bir değişiklik getirmemiştir. Tıpkı sanayideki uygulaması gibi eğitimde de TKY kârlılığı ve verimliliği hedeflemektedir. Bu anlayış içerisinde eğitim metalaştırılmakta ve girişimci eğitim olarak tanımlanan sistem içinde okul=işletme; öğrenci ve veli=müşteri; öğretmen=tedarikçi; okul yönetimi=tahsildar olarak değerlendirilmektedir. Bu yapıda eğitim hizmetini veren öğretmen kilit konumdadır. Öğretmenin içinde yer almadığı karar alma süreçlerinde belirlenen hedeflere koşulsuz uyması beklenir; aksi halde hedeflere ulaşılabilmesi mümkün olamaz. Örneğin 4+4+4 sistemi yasalaşmış da olsa ya da müfredat istediği kadar şoven, ırkçı ve piyasacı da olsa öğretmen istemezse sınıf içinde oluşturacağı irade ile bunlar fiilen uygulamayabilir. Oysa performans sistemi ile sağlanan denetim sayesinde iradesini öne çıkartan ve belirlenen hedeflere uymayan öğretmen “başarısız” sayılır.

Performans değerlendirme sonucunda başarısızlığın karşılığı –kamuda iş güvencesini kaldırmaya yönelik diğer düzenlemelerle birlikte değerlendirildiğinde- işini kaybetmektir (MEB performans yetersizliğinin işten çıkartma nedeni olacağı birçok çalışmasında belirtilmiştir). İşini kaybetme tehdidi öğretmenlerden beklentilerin ve iş yoğunluğunun artmasına neden olacaktır. Bu bağlamda çalışma saatlerinin artması, hafta sonu toplantıları, eve iş götürme nedeniyle çalışma süreleri uzayabilecek; bunun yanı sıra öğretmenler para toplama, okulun fiziksel eksiklerini tamamlama gibi öğretmenlik dışı işleri de kabullenmek zorunda kalacaklardır. 
Performans değerlendirme sistemiyle birlikte artan denetim ve işsizlik baskısı öğretmenleri daha itaatkâr olmaya zorlayacaktır. Öğretmenler mesleklerine ve kendilerine yabancılaşacak; iş yükleri artacak, yaratılan rekabet nedeniyle örgütlenme ve aralarındaki dayanışma zayıflayacaktır. Bu koşullar altında çalışacak olan öğretmenlerden çocuklarımıza eşit, demokratik ve nitelikli bir eğitim sunmalarını beklemek olanaksızdır.

Sözün özü: Öğretmenler için performans değerlendirmesi eğitimde piyasalaşmasının bir parçasıdır. Sonuçları sadece öğretmenleri değil, tüm toplumu etkileyecektir. Bu nedenle öğretmenlere uygulanmak istenen performans sistemine karşı mücadelenin de sadece öğretmenlere bırakılmaması gerekir(!)  

(*) Bu yazı Evrensel Gazetesinde teknik nedenlerle kısaltılarak yayınlanmıştır.