21 Temmuz 2013 Pazar

Kredi kartı mı dediniz?


Başbakan siyasi mesaj verme platformuna dönüştürdüğü iftar yemeklerinden birinde diyor ki: “Geçenlerde ben, faiz lobisi derken boşuna demedim bunları. Bir şeyler bildiğim için bunları söylüyorum. Zira faiz dışı gelirle abad olan bir lobi var. Kredi kartları falan filan diyorsunuz ya, ya bunları almayın be!”

Toplumun çok önemli bir kesiminin yarasına parmak basan bu sözlerini söyleyenden azat ederseniz gerçekten anlamlıdır. Ama bunu söyleyen, 10 yıldır kapitalizmin önüne koyduğu görevleri sadakatle yerine getirmiş bir Başbakandır. Onun sadakatle uyguladığı politikalar sayesinde kapitalizmin Türkiye’de yarattığı tahribat cumhuriyetin ondan önceki 80 yılından kat be kat fazladır.

Erdoğan’ın başbakanlığı  döneminde kapitalizmin toplumda yarattığı tahribatta “kullanmayın”  diye öğütlediği kredi kartlarının önemli rolü vardır. Kredi kartı, ceptepara olmadan tüketim yapmayı sağlayan ve kapitalizmin özellikle son 40 yılda geçerli olan neoliberal politikaların uygulanabilirliğini sağlayan “büyük bir buluş”tur. Zira sermaye dışındaki tüm toplum kesimlerini ama özellikle de emekçileri yoksullaştıran neoliberal dönemde kredi kartları tüketimin devamını sağlamış ve kapitalizmi 1929’dakine benzer bir talep krizinden kurtarmıştır. Öte yandan kredi kartları sayesinde borçlandırılan ve faiz sarmalı içerisine sokulan emekçiler, işsiz ve gelirsiz kalma riskini göze alamadıkları için işverenlere ve sisteme karşı daha itaatkar hale getirilmiştir.

Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde de yurttaşların en temel sosyal hakları ortadan kaldırılmış; emek piyasasındaki esnekleşme sayesinde emekçiler iş ve gelir güvencesinden mahrum kalmış, yoksulluk derinleşmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu dönemde bir taraftan mortgage gibi uzun vadeli, ipotekli borçlandırma mekanizmaları ve tüketici kredileri; diğer taraftan daha çok günlük ihtiyaçlarda kullanmak üzere kredi kartları özendirilmiştir. Devlet gerek kredi kartı kullanımını özendirerek gerekse mensuplarının kişisel bilgilerini izinsiz olarak bankalara vererek kredi kartı kullanımının yaygınlaşmasına aracılık etmiştir. Kimi kamu kurumları özendirmenin de ötesine geçerek banka kartları ve kredi kartlarını kurum kimliği haline getirerek mensuplarını kredi kartı almaya zorlamıştır. Üniversiteler, çalışanları ve öğrencilerinin kişisel bilgilerini hukuksuz biçimde bankalara veren; banka kartı ve kredi kartlarını kurum kimliği olarak kullanmaya zorlayan kamu kurumlarının başında gelmektedir. Kişisel bilgilerin izinsiz olarak bankalara verilemeyeceği; banka kartı ve kredi kartlarının kurum kimliği olarak kullanılamayacağına yönelik birçok yargı kararı olmasına karşın halen bunda ısrar eden birçok kamu kurumu vardır.  

Devletin de birçok zaman hukuk ve ahlak kurallarını da ihlal ederek teşvik ettiği kredi kartlarının kullanılmamasını öğütleyen Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde (2002 ile 2013 Mayıs arası dönem) kredi kartı sayısı yüzde 363 artarak 15.5 milyondan 56.4 milyona çıkmıştır. 2008’de 185.5 milyar TL olan kredi kartıyla yapılan işlem tutarı 2012 yılında yaklaşık iki katına çıkarak 361.3 milyar TL’ye ulaşmıştır. 2008-2012 döneminde her bir kart başına yapılan harcama ise yaklaşık yüzde 50 artarak 4.5 bin TL’den 6.8 bin TL’ye çıkmıştır (Bankalararası Kart Merkezi verileri).
Görüldüğü gibi kredi kartı  kullanılmamasını öğütleyen Erdoğan’ın başbakanlık döneminde toplumun borçlanmaya muhtaç hale getirilmesi ve bankaların bu muhtaçlık üzerinden kârlarına kâr katmalarına olanak sağlayacak tüm koşullar mükemmelen sağlanmıştır. Hal böyle olunca Başbakan’ın “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtecek açıklamasını hükümetin Gezi direnişi sürecinde yitirdiği itibarı telafi etmek için sarf ettiği arkası boş söylemlerinden biri olarak değerlendirmek mümkündür.

Sözün özü: Niyetinden azade Başbakan’ın gündeme getirdiği kredi kartı meselesi emekçiler için önemli ve öncelikli bir sorundur. Sınıf mücadelesinin önünde de engel oluşturan bu sorunun emek örgütlerince değerlendirilmesi ve kredi kartıyla birlikte diğer tüm borçlandırma tuzaklarına karşı tutarlı politikaların üretilmesi gerekir.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Çözüm süreci ve Haziran direnişi duvarları yıkıyor


ÖZGÜRCE
05/07/2013

“Böl yönet” muktedirin egemenliğini sürdürmek için kullandığı en bilindik taktiktir. Türkiye’de de muktedirler özellikle din, mezhep ve etnik köken üzerinden toplumu ayrıştırıp, birbirine düşmanlaştırarak aralarına koca koca duvarlar örmeye çalışmışlardır. Ulus devleti inşa sürecinde önce Müslüman olmayan nüfus daha sonra da Kürtler toplumun diğer kesimlerinden ayrıştırılıp, düşman olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece Anadolu topraklarını Türkleştirme ve Sünnileştirme politikasına bağlı olarak asimilasyon ve göçe zorlama uygulamaları (tehcir) meşrulaştırılmak istenmiştir. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren artan sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek ve yükselen sınıf hareketini engellemek için Alevilere ve Kürtlere yönelik ayrımcılık politikaları daha da keskinleşmiştir.


AKP de 10 yıllık iktidarı boyunca kimi zaman açılımlar adıyla ayrımcılığa karşı olduğunu iddia etmişse de “böl yönet” taktiğini büyük bir incelikle uygulamıştır. Ancak Kürt hareketinin çözüm için müzakereyi zorlaması ile başlayan barış ortamı ve Gezi direnişiyle başlayıp bir halk hareketine dönüşen süreçte 100 yıllık “böl yönet” taktiği boşa çıkmaya başlamış; adeta halklar arasına örülen duvarlar yıkılmıştır. Türkiye’nin dört bir yanında polis şiddetine karşı direnenler arasında Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-antilaik ayrışması ortadan kalkmış ve yıllardır dayatılan ayrıştırma politikalarına inat dayanışma, kardeşlik anlayışı öne çıkmıştır.


Lise öğrencisi Medeni’nin Lice’de güvenlik güçlerinin kurşunuyla öldürüldüğü haberi işte tam da halklar arasında duvarların gerçekten yıkılıp yıkılmadığı konusunda bir takım tereddütlerin yaşandığı bir ortamda gelmiştir. Zira Kürtler 30 yıldır Medeni gibi on binlerce canını kaybetmiş ama devletin Kürtlerle Türkler arasına ördüğü o koca duvar Kürtlerin sesini ülkenin batısında yaşayanlara duyurmasını engellemiştir. Ancak tereddütler boşa çıkmış ve barış süreciyle bağdaşmayan kalekolların yapımını protesto eden Medeni’yi sırtından vuran silahın sesi anında tüm Türkiye’de çınlamıştır. Yaşanan bu insanlık dışı olayın akşamında İstanbul, Ankara, İzmir ve daha birçok ilde “her yer Lice her yer direniş”, “yaşasın halkların kardeşliği” ve benzer birçok Kürtçe ve Türkçe slogan eşliğinde yürüyüşler yapılmıştır. Parklarda gerçekleştirilen forumlarda Kürtlerin yıllardır yaşadığı acılara, devletin resmi söylemine inanarak nasıl duyarsız kalındığına ilişkin suçluluk duyguları dillendirilmiştir. 29 Haziran’da Taksim’de yapılan mitingde ise Kürt ve Türk halkı arasına örülen kalın duvarın adeta bir sihirli değnekle ortadan kalkmış olduğu çok daha açık biçimde görülmüştür.     


Kürt halkının kültürel ve siyasal haklarının tanınmasını ifade eden çözüm sürecine katkı sağlaması bakımından Türkiye halkları arasındaki en kalın duvarın yıkılması ve acıların ortaklaşarak tepkiye dönüşmesi son derece önemlidir. Ancak Haziran direnişiyle tek yıkılan Türklerle Kürtler arasındaki duvar olmamıştır. Sivas katliamı anmasında da yine ülkenin dört bir yanında her dinden her mezhepten olanlar ve ateistler, katliamı lanetlemek ve Alevilerin hakları için sokaklara çıkmıştır. Öte yandan 30 Haziran’da bir büyük duvar daha yıkılmıştır. Farklı cinsel yönelimleri tanımayan, hatta suç olarak gören devlet anlayışına karşı on binlerce kişi Taksim’de toplanmıştır.


Kuşkusuz önümüzdeki süreçte araya örülen duvarlar nedeniyle toplumun duyarsızlaştığı daha birçok konuda demokratik tepkiler ortaya konulacaktır. Ama bunlar içerisinde bir tanesi vardır ki zaman geçirmeden toplumun ortak sorunu haline getirilip, tepkilerin haykırılması gerekir. Bu acil konu iş cinayetleridir. Haziran ayı boyunca sokaklarda demokrasi için özgürlükler için direniş sürerken 104 işçi ekmek parası kazanabilmek için çalıştıkları işlerde cinayete kurban gitmiştir. Cinayete kurban gittiler diyorum çünkü daha önce de kaza olarak tanımlanan diğerleri gibi onların da ölümleri öngörülebildiği halde sermaye daha fazla kâr etsin diye önlemler alınmamıştır.


Sermayenin çıkarlarına temsilcilik yapan devletin sermayeyle birlikte emekçiyi insan yerine koymayan politikalarının dayanağı Kürtleri, Alevileri, doğayı yok sayan anlayıştır. Kesişme noktası demokrasi ve özgürlük olan Kürt hareketi ve Haziran direnişinde yer alanların önemli bir kısmı aynı zamanda emekçilerdir. O halde demokrasi ve özgürlük mücadelesinin sınıfsal içeriği göz ardı edilmemeli ve bir an önce diğer duvarlar gibi işçi sınıfının diğer toplum kesimleriyle ve kendi arasında örülmüş olan duvarlar da kaldırılmalıdır (!)