28 Ocak 2022 Cuma

Muhalefetin ‘müesses nizam’la imtihanı

                                29 Ocak 2022

“Türkiye müesses nizamı”, Cumhuriyet’in kapitalist sistemi benimsediğinin ilan edildiği İzmir İktisat Kongresi’nde kararlaştırılan milli burjuvaziyi (sermaye sınıfını) yaratmak ve onunla kalkınmak prensibine dayanır. İttihat ve Terakki’nin mirası olan ve ulus devletleşme sürecinin gereği olarak görülen; kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine bağlı olarak kimi değişimlere uğrasa da özü itibariyle günümüze kadar sadık kalınan bu prensibin “milli” karakteri Sünni-Türklüğü içerir. 20. yy başlarından itibaren Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve ilerleyen yıllarda Aleviler bu prensip bağlamında inkâr edilmiş ve hatta imha edilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla Sünni-Türk’ler dışında kalan ırk, din ve mezheplere yönelik ayrımcılığa dayanan milliyetçilik; müesses nizamının en temel ilkelerinden biridir. Diğer önemli ilke ise yaratılmak istenen milli burjuvazinin “burjuva” karekterinin gereğidir ki bu da işçi sınıfının inkârını içerir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde sıkça tekrarlanan “sınıfsız ve zümresiz bir toplum” ya da güncel haliyle “aynı gemide” olunduğu masalı bunun ifadesidir.

99 yıllık Cumhuriyet’te hükümet etsin etmesin parlamentoda kendisine yer bulabilen siyasi oluşumların hemen tümü müesses nizamın bu temel ilkelerini benimsemiştir. Bunun istisnası olarak; 1960’lı yıllarda TİP ve 1990’lardan sonra HEP, DEP, HADEP, BDP ve nihayet HDP, müesses nizamı reddetmelerine rağmen, tüm engellemeleri aşarak parlamentoda temsil edilmiştir. Bunlardan davası halen süren HDP dışındakiler kapatılmış; bu partilerde siyaset yapanlar yargılanmış, tutsak edilmiştir.

AKP etnik, mezhepsel ve sınıfsal ayrımcılığa dayanan müesses nizamı hiçbir zaman reddetmediği gibi konjonktüre uygun olarak Türklüğü de Sünniliği de iktidarını tahkim etmenin aracı olarak kullanmıştır. Bunu yaparken işçi sınıfı ve tüm toplumsal muhalefet üzerine kurduğu baskıyla emeğin yanı sıra doğayı da sermayenin sömürüsüne açmış, hayata dair tüm alanları tahakküm altına alarak milliyetçi muhafazakar yaşam tarzını dayatmıştır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında inşa edilen otoriter rejimle bu baskılar daha da artarken, devlet aracılığıyla toplumun yaşam/geçim kaynakları burjuvaziyi ihya etmek için kullanılmış, halk yoksullaşmıştır.

2001 krizinin ardından neoliberal yapısal uyum programını uygulayacak irade olarak iktidara ge(tiri)len ve 20 yıllık iktidarı boyunca kapitalizmin uluslararası kurumlarının belirlediği politikalara sadık kalan AKP, bu politikaların ortaya çıkardığı toplumsal sorunlar iktidarını sarsmaya başlayınca müesses nizamın etnik, mezhepsel ve sınıfsal ayrımcılığına daha sıkı sarılmıştır. Ancak gerek neoliberal politikalar gerekse müesses nizamın gerektirdiği otoriter düzen ekonomide çöküşü hızlandırıp toplumsal sorunlar, içinden çıkamaz bir hal alınca AKP ve onunla birlikte hareket eden MHP toplumsal desteğini yitirmeye başlamıştır.

AKP ve MHP’nin temsil ettiği otokratik düzene karşı ortaya muhalif iki kanat çıkmıştır. CHP ve İYİ Parti’yle birlikte diğer bazı milliyetçi-muhafazakar partilerin içinde yer aldığı Millet İttifakı bunlardan biridir. Bu ittifak, AKP’nin son dört yılda kurduğu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak anılan düzene karşı, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i savunur. Millet İttifakı’nın AKP’ye yönelik eleştirileri daha çok “kapitalizmin dönemsel koşullarına (sermaye birikim rejimine) uyum sağlamakta başarısız olduğu” üzerinedir. Dolayısıyla müesses nizamın etnik, mezhepsel ve sınıfsal ayrımcılığına karşı hiçbir itirazı olmadığı gibi; AKP’nin 20 yıldır uyguladığı politikaları daha iyi yürütmeyi vaat etmek dışında bir alternatif de ortaya koyamamaktadır.

Muhalefetin diğer kanadı ise müesses nizamı reddettiği için kapatılma davası süren HDP ile HDP’nin çağrısıyla ortak bir mücadele için bir araya gelen sol, sosyalist parti ve örgütlerden oluşan “Demokrasi İttifakı”dır. Halkları birbirine düşmanlaştıran; emeği, doğayı sermayenin sınırsız sömürüsüne teslim eden ve milliyetçi-muhafazakar bir yaşam biçimini dayatan müesses nizama karşı olmak, başlı başına önemli bir adımdır ve desteklenmeyi hak eder. Ancak yoksullaştırılan, güvencesizleştirilen, açlıkla karşı karşıya bırakılan; yaşam kaynağı olan ormanı, deresi, denizi yok edilen; uğradığı ayrımcılık nedeniyle her alanda hakları gaspedilen geniş toplum kesimlerinin sorunlarına çözüm olacak “somut çözüm yolları”nın da bir an önce ortaya koyulması gerekir.

Sözün özü: Halkları düşmanlaştırmak, emekçileri yok saymak üzerinden inşa edilen müesses nizamın sınırları içinden çıkmadığı sürece Millet İttifakı’ndan ne demokrasiyi, barışı, adaleti sağlaması ne de açlığa, yoksulluğa, işsizliğe çözüm olması beklenebilir. Buna karşılık müesses nizamı reddedenlerin oluşturduğu Demokrasi İttifakı sadece bir seçim birlikteliği olarak değil, seçim sonrasında bir mücadele zemini oluşturması bakımından da umut vericidir.

21 Ocak 2022 Cuma

Yoksullaştır, sadaka ver, biat ettir!

                                 22 Ocak 2022

İktidara geldiğinden bu yana AKP’nin izlediği neoliberal politikalar Türkiye’de gelir eşitsizliğini arttırdı, yoksulluğu derinleştirdi. Bu politikaların küresel düzeyde uygulatıcısı olan kurumlardan Dünya Bankası, ülkelere neoliberal politikaların yanı sıra bu politikaların kaçınılmaz sonucu olacak yoksulluğa karşı da “yoksullukla mücadele programları” öneriyordu. AKP iktidarı süresince kapitalizmin küresel kurumlarının önerdiği tüm politikalar gibi bu programı da “başarı”yla uyguladı.

Yoksullukla mücadele programları, özü itibariyle sosyal devletin tasfiyesiyle sosyal güvence mekanizmalarından ve haklardan mahrum kalan ve yoksullaşan halk kesimlerinin bu durumunun sürdürülebilir hale getirilmesini amaçlar. Bunun anlamı, yoksulluğu ortadan kaldırmadan kontrol altında tutularak yönetilebilmesidir. Zira neoliberal politikalar uygulandığı sürece yoksullaşma kaçınılmaz olduğu gibi, gereklidir de.

Yoksulluk sadece karınları aç bırakmaz. Aç kalma korkusu insanların iradelerini de teslim alır. Bu da hem patronlara hem de siyasi iktidara biat etmelerini sağlar. Böylece patronlar, emekçileri en kötü koşullarda çalışmaya razı ederken; zamanla sosyal hak yerine geçen devletin sosyal yardımlarına muhtaç hale getirilenler, “özgür yurttaş” olma iradelerini kaybederek adeta “tebâ” haline gelen “uysal yurttaş”lara dönüşür.

AKP, iktidarı boyunca yoksullukla mücadele programını “dincileştirme” amacı da güderek uyguladı. Bu bağlamda bir taraftan sosyal yardımlar cemaatler üzerinden yapılırken diğer taraftan piyasalaşan ve paralı hale gelen kamu hizmetlerine ulaşamayanlar cemaat okullarına, yurtlarına mecbur bırakıldı. Böylece yaptığı hiçbir şeyi sual etmeyen, siyaseten kendisine koşulsuz biat eden bir kitle yarattı. Bugün AKP’nin kemikleşmiş tabanını, büyük ölçüde bu kesim oluşturur. Ayrıca hemen her gün intihar, taciz, tecavüz olaylarıyla anılan cemaatlerin dokunulmazlıklarının esbabı mucibesini de burada aramak gerekir!

AKP hükümeti yapıp ettikleriyle, halkı yoksullaştırma konusunda neoliberalizmin de ötesine geçti. Tek adam rejiminin hemen her alanda çıkmaza girdiği ve toplumsal desteğini yitirdiği bir dönemde ekonomide alınan irrasyonel kararlar, zaten kırılgan olan ekonomiyi çöküşe sürükledi ve artan bir yoksullaşmayı beraberinde getirdi. Bu süreçte AKP’yi 20 yıldır iktidarda tutan “yoksullaştır, sadaka ver, biat ettir, iktidarını sürdür” anlayışını göz ardı edenler AKP’nin toplumsal desteğini daha fazla kaybedeceği beklentisi içine girdi. Hatta muhalefetin bir kesimi (özellikle CHP) -ortada henüz sandık bile yokken- seçimi garantilemiş havasına büründü.

Oysa iktidar cephesinden gelen mesajlar ve Erdoğan’ın son Cumhurbaşkanlığı Kabine Toplantısı’nın ardından yaptığı açıklamalar; yılbaşında fiyatı bir, bir buçuk kat artan elektrik, doğalgaz, kömür gibi enerji kaynaklarına ulaşamayan halka destek sağlayacak bir sosyal yardım programının uygulanacağını gösteriyor. Örneğin 4 milyon haneye doğalgaz, 20 bin aileye elektrik desteğinin verileceğini, geçmiş yıllarda da uygulanan kömür yardımının süreceğini yine Erdoğan’ın açıklamasından öğreniyoruz.

AKP’nin ekonomiyi çöküşe götüren politikaları sermayeyi ve yandaşlarını ihya ederken halkı açlığa, yoksulluğa itmiştir. Ancak bir zamanlar Dünya Bankası’nın da önerdiği “yoksulluğun yönetimi ve yoksulluk üzerinden iktidarını tahkim etme” konusunda son derece başarılıdır. Bu nedenle toplumun karşısına daha iyi bir alternatif konul(a)madığı sürece, yoksullaşan halkın AKP’ye sandıkta ders vermesini beklemek de gerçeklikten uzaktır.

“AKP’nin 20 yıldır uyguladığı neoliberal politikalar çerçevesinde oluşan ekonomi anlayışı”nı savunarak topluma güven verecek bir alternatif ortaya konulamaz. Bu noktada, pek çok önemli soruya ikna edilir cevaplar verilmek zorundadır. Örneğin iktidara talip olan partilerin yoksullukla mücadele politikası, yoksulluğun nedenlerini ortadan kaldırmak mı yoksa yoksulluğu daha iyi yönetmek mi olacaktır? Emekçilerin ve sermaye dışındaki diğer kesimlerin “özgür yurttaş” olmalarını sağlayacak ekonomik ve demokratik haklarının önündeki engeller kaldırılacak mıdır?…  Bu sorulara toplumu tatmin edecek yanıtlar verebilmek için sınıfsal tercihlerin, AKP’den farklı olması gerekir. Millet İttifakı dahlindeki partilerin böyle bir perspektifi olmadığı aşikârdır.

HDP’nin çağrısıyla ortak bir mücadele için sekiz sol, sosyalist parti ve örgütün bir araya gelmesi; faşizmin girdabından kurtulup demokratik bir ülkeyi yeniden kurabilmek için önemli bir fırsattır. Bu oluşum aynı zamanda benimseyeceği sınıf perspektifiyle topluma umut verecek bir alternatifin oluşması için de son derece kıymetidir. Umarım bu fırsat iyi değerlendirilir.


14 Ocak 2022 Cuma

CHP Ne Yapmaya Çalışıyor?

                            15 Ocak 2022

Ekonomideki sorunlar derinleşip iktidarın kendi yarattığı sorunları çözemeyeceği kanısı yaygınlaştıkça AKP’nin toplum desteği azalıyor. Muhalefet -sorunların; devleti, parti devleti haline dönüştüren tek adam rejiminden kaynaklandığını düşündüğünden olsa gerek- toplumun sorunlarına çözüm olacak alternatifler üretmek yerine seçim sandığını yegâne çıkış yolu olarak gösteriyor. 

Oysa “tek adam”ın ağzından çıkanın yasa hükmünde olduğu bir düzende hangi koşullarda, ne zaman (erken mi, zamanında mı, gecikmeli mi) yapılacağı bir yana; seçim yapılmasının bile garanti olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor. Ama özellikle Millet İttifakı seçimin yapılacağı, üstelik demokratik koşullarda olacağı konusunda, oldukça iyimser görünüyor. 

Eğer bir seçim olursa bu seçim, sadece kimin iktidar olacağını belirlemekle kalmayacak; 2017’de referandumla geçilen ve otokratik bir düzen olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de halkın onayına sunulacak.

Millet İttifakı partilerinin başını çektiği altı muhalif parti (CHP, İYİ Parti, DEVA, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve Demokrat Parti) bir araya gelerek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne alternatif olarak "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”le seçmenin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Nihai hali kamuoyu ile paylaşılmadı henüz ama yapılan açıklamalara göre taslak, son haline getirilmiş. Bu taslak üzerinden bakıldığında, tüm yetkilerin cumhurbaşkanında toplandığı mevcut sistem yerine erkler (yasama-yürütme-yargı) ayrılığı ilkesi yeniden yaşama geçirilerek cumhurbaşkanlığının önceden olduğu gibi sembolik bir makam haline getirilmesi ve yasama organı olarak yetkilerin parlamentoda toplanması amaçlanıyor. Altı muhalif parti içinde yer almayan HDP’nin de -en azından şimdilik- "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i desteklediği anlaşılıyor.

Otokratik bir rejimin “sadece” sandıkta değiştirilebileceği ve seçimin toplumdaki tüm sorunların çözümü olacağı konusundaki çekincelerimi saklı tutarak, muhalefet partilerinin bir araya gelerek alternatif bir sistem ortaya koymalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün devasa boyutlara ulaşmış sosyal sorunların otokratik rejimle doğrudan ilişkili olduğu, demokratik bir düzene geçilmediği sürece bu sorunların ortadan kaldırılamayacağı konusunda da hemfikirim. Ancak bu altı partinin kendi hazırladıkları sistemin gereklerini ne ölçüde yerine getirecekleri konusunda kuşkularım var. 

Cumhurbaşkanı adayı belirleme konusunda CHP’nin tavrı bu kuşkuları derinleştiriyor. Bu süreçte şöyle bir tablo görüyorum: Muhalefet partileri Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayını CHP’nin belirlemesi konusunda görüş birliği içinde. Ancak CHP içinde kimin cumhurbaşkanı adayı olacağı konusunda ciddi bir tartışma var. Parti kulislerinden gelen bilgilere göre parti içinde Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını isteyenlerle İmamoğlu’nun adaylığını isteyenler arasında yaşanan tartışma, krize dönüşme potansiyeli taşıyor.    

CHP içinde yaşananlar, kendi meseleleridir. Burada sorun olarak gördüğüm şey, kimin aday olacağı tartışmasının kendisinin "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” projesinin özüne ters düşmesidir. Hazırlanan taslaktan anladığım kadarıyla önümüzdeki seçimde 7 yıllığına seçilecek olan cumhurbaşkanı, 2 yıllık geçiş sürecinin ardından yetkilerinin önemli bölümünü parlamentoya devredecek ve sembolik bir konuma geçecek. Bu iki yıl içinde “tek adam”a ve partiye bağlı hale getirilmiş olan devletin tüm kurum ve kurulları, erkler ayrılığı ilkesine göre yeniden yapılandırılacak. Yani seçilecek cumhurbaşkanı; fiilen icraatın başı olmak yerine, tamamen tahrip edilmiş hukukun yeniden tesis edilmesi ve devletin de bu doğrultuda yeniden yapılanması görevini üstlenecek. 

"Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”de iktidar cumhurbaşkanında olmayacağına göre adayın da siyasi kariyer için bu makama talip olmaması gerekir. Üstleneceği sorumluluk düşünüldüğünde cumhurbaşkanı adayında olması gereken mutlak özellik “insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi konusunda yaklaşımlarıyla toplumun tüm kesimlerine güven verebilmesi”dir.

CHP’nin adaylık için tartıştığı isimlerden biri partinin genel başkanı diğeri ise İstanbul’un belediye başkanıdır. Hükümet etmek gibi işlevi olmayacak bir makama ana muhalefet partisi başkanının ya da dünyanın en büyük metropollerinden birinin belediye başkanının neden aday gösterilmek istendiğini anlamak hayli güçtür. Bu noktada akla gelen ihtimallerden biri, CHP’nin iktidardan ve İstanbul belediyesinden çekilip sembolik bir cumhurbaşkanlığı uğruna iktidarı İYİ Parti’nin önderliğinde kurulacak bir sağ koalisyona devredeceği; diğeri ise "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”den vazgeçip kendi “tek adam” rejimini kurmak gibi gizli bir maksadı yaşama geçireceğidir.

CHP’nin siyaseten ne yaptığını anlamlandırmak her zaman zor olmuştur. Anlamaya çalışmak çok da gerekli midir, emin değilim açıkçası. Ancak seçim sandığının, her sorunun çözümü olarak gösterildiği bir süreçte ana muhalefet partisinin tutarsızlıklarının; AKP’den umudunu kesen kesimleri yine ona mecbur bırakma olasılığı -ne yazık ki- oldukça yüksektir.   


7 Ocak 2022 Cuma

Sokaksız muhalefet(!)

                               8 Ocak 2022

AKP hükümeti dış politikadan pandemiyle mücadeleye, eğitimden kentleşmeye kadar hemen her konuda inandırıcılığını kaybetti. Özellikle son dönemde ekonomi yönetiminin irrasyonel kararları ve bunun toplumsal yansımaları, siyasi iktidara güvenin hiç olmadığı kadar yitirilmesine neden oldu. Yapılan araştırmalar Cumhur İttifakı seçmenlerinin bile hükümetin ekonomik kararlarına dayanak olarak kullandığı TÜİK verilerine de hükümete de güvenmediğini gösteriyor.

Örneğin MetroPOLL Araştırma’nın Türkiye’nin Nabzı Aralık 2021 anketine göre AKP’li seçmenlerin yüzde 77,7’si, MHP’lilerin ise yüzde 86,3’ü iktidarın açıkladığı enflasyon rakamlarına inanmadığını söylüyor. 2021 yılı enflasyon rakamını TÜİK yüzde 36.08 olarak açıklamasına karşın, AKP’ye oy verenlerin yüzde 31,3’ü gerçek enflasyonun yüzde 50 ila yüzde 100 arasında, yüzde 46,4’ünün ise yüzde 100’ün üzerinde olduğunu belirtmiş. Cumhur İttifakının küçük ortağı MHP’lilerin ise yüzde 24,7’si gerçek enflasyonun yüzde 50 ila 100 arasında; yüzde 61,6’sı yüzde 100’ün üzerinde olduğu görüşünde.

Bir başka örnekse Aksoy Araştırma’nın anketi. Orada da, AKP ve MHP seçmeninin üçte ikisi geçtiğimiz senenin “kötü” veya “çok kötü” olduğunu söylerken; bu kesimin 2022’den umudu olanların oranı, yüzde 30’un üzerine çıkmıyor.

Bu veriler AKP’nin yaşamın gerçekliğinden tamamen koptuğunu ve kendi seçmenini dahi ikna edemediğini açıkça gösteriyor. Bu güvensizliğin kaçınılmaz olarak siyasi yansıması AKP ve MHP’nin toplum desteğini hızla kaybetmesi olacaktır ki yapılan seçim anketlerinde çıkan sonuçlar da bu yöndedir. TL’deki büyük değer kaybı ve TÜİK’in -güven telkin etmeyen- verilerinde bile ÜFE (Üretici Fiyatları Endeksi)’nin yüzde 80’i bulması önümüzdeki aylarda enflasyonun daha da artacağını gösteriyor.

Artan enflasyon kaçınılmaz olarak gelir eşitsizliğini, yoksulluğun derinleşmesi ve yaygınlaşmasını beraberinde getirecektir. Bu, hükümete duyulan güvensizliği arttıracağı gibi Cumhur İttifakına desteği de azaltacaktır.

Peki tüm bu gelişmeler AKP’nin iktidarı kaybettiği ve ilk seçimde “sandığa gömüleceği” anlamına gelir mi?

Eğer Türkiye, Anayasa’sında yazdığı gibi “demokratik hukuk devleti” olsa idi; ilk seçimde AKP’nin iktidarı kaybetmesi doğal bir sonuç olurdu. Ama Türkiye’de ne hukuktan ne de demokrasiden söz etmek mümkün değil! 2017 Nisan’ında yapılan referandumla resmen otokratik bir rejim inşa edildi ve otokratik rejimlerde yalanlarla, algı operasyonlarıyla ikna edilemeyen yurttaşlar devletin baskı araçlarıyla rızaya zorlanır. Bu nedenle otokratik rejimlerde iktidar sadece “seçim”le değiştirilemez.

Otokratik rejimler bir yana demokrasilerde bile yurttaşların kendisini ifade edebileceği tek platform seçim sandığı değildir. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı 82 Anayasası’nda dahi halen “izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” mevcuttur (madde 34). Kaldı ki emeği sömürülen, hakları gaspedilen, yoksullaştırılan ve hatta açlığa terkedilen insanların buna tepki göstermesi yasalarda yer almasa bile “meşru” bir eylemdir. Öte yandan Anayasa’da sadece “toplu iş sözleşmelerinde uyuşmazlık olması hali” ile sınırlandırılmış olsa da (madde 54) uluslararası sözleşmeler ve daha da önemlisi emekçinin doğal bir hakkı olan “üretimden gelen gücün kullanılması” da yine genel grevi meşru bir hak haline getirir.

“Para birimi dünyada en hızlı değer kaybeden, dünyada en yüksek enflasyona sahip 10 ülke içinde yer alan, halkı süratle yoksullaşan ve hatta açlıkla karşı karşıya gelen bir ülkede yurttaşların seçim sandığını beklemeden hükümete karşı tepki göstermesi” şaşırtıcı olmaz. Son Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmaya bakılırsa Erdoğan da böyle bir beklentinin endişesi içindedir. Erdoğan bu endişe içinde sokağa çıkılmasının önünü kesmek için muhalefete, “Sokağa döküleceklermiş, nereye dökülürseniz dökülün 15 Temmuz’da o sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse siz dökülün siz de aynı dersi evelallah alırsınız!” sözleriyle gözdağı vermeye çalışmıştır.

Erdoğan’ın bu sözleri karşısında Kılıçdaroğlu, “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok. Sandıkta gereğini yapacağız…” derken, Akşener de “Bizde sokağa çıkın, diyen bir tavır yok!” diyerek endişelerin yersiz olduğunu belirtip Erdoğan’ı rahatlatmışlardır.

Muhalefet liderlerinin bu yaklaşımı karşısında, açıkça ifade etmese de Erdoğan’ın müteşekkir olduğuna kuşku yoktur. Ancak Millet İttifakı’nın “sandığı adres göstermek” dışında sorunlara hiçbir çözüm getirmemesi, alternatif politikalar üretememesi ve en temel demokratik hak olan sokağa çıkma hakkını bile reddederek otokrasiye boyun eğen bir tavır sergilemesi; AKP’nin hukuksuz, yoksullaştıran politikaları altında inim inim inleyen halk kesimlerini umutsuzluğa düşürmektedir. Bu umutsuzluğun en önemli nedeni Millet İttifakı’nın otokratik rejime son vermeyi gerçekten isteyip istemediğine yönelik kaygıdır. Zira “kitabında ‘sokağa çıkmak’ olmayanların olası iktidarının, AKP’nin iktidarından farkının ne olacağı” zihinleri kurcalayan bir soru olarak yanıt beklemektedir!