28 Mayıs 2021 Cuma

Çökme(k)...


29 Mayıs 2021

Bir organize suç örgütü elebaşısının itiraflarıyla ortaya dökülen devlet/siyaset-mafya-sermaye ilişkileri, yasa dışı ilişkilerin jargonunu da yaşamımıza soktu. “Çökme” bunlardan biri. Sözcük hem itiraflarla hem ifşalarla tescillendi milyonların gözü önünde: Birileri birilerinin malına, mülküne mafya aracılığıyla “çöküyor!” Kimi zaman da doğrudan kendileri için birilerinin malına mülküne “çöküyor” mafya...

Örneğin Sedat Peker’in Bodrum Yalıkavak Marina’ya “çökmek”le suçlamasına karşılık Mehmet Ağar, “Biz olmazsak buraya mafya çökecek. Bugün eğer mafya buraya giremiyorsa bizim burada olmamızdandır.” yanıtını veriyor. Ya da Sedat Peker, İçişleri Bakanı Soylu tarafından “Köfteci Yusuf’a çökmeye çalışmak”la suçlanıyor... Yani mafya-devlet/siyaset-sermayenin iç içe geçmiş kirli muhabbetinde bir “çökmek” meselesi almış başını gidiyor.

Günlük yaşamda sıkça kullandığımız “çökmek” sözcüğü kirli ilişkiler içinde sıkça telaffuz edilince gerçek anlamı haliyle merak uyandırıyor. TDK’ye göre sözcüğün anlamlarından biri, “bulunduğu düzeyden aşağı inmek, çukurlaşmak”; bir diğeri, “üzerinde bulunduğu yere yıkılmak”;  mecazi olarak kullanılan diğer bir anlamı da “son bulmak, yıkılıp dağılmak”; yine mecazi bir başka anlamı ise “üzerine oturmak.”

Mafya-devlet/siyaset-sermaye ilişkilerinde “çökmek” sözcüğü genellikle “üzerine oturmak” yani el koymak anlamında kullanılıyor. Bu anlamıyla “çökmek” sadece mafya bağlantılı ilişkilerde çıkmıyor karşımıza, aksine “el koymak” anlamıyla “çökmek”, kapitalizme içkin bir eylem olmanın ötesinde kapitalizmin esası olan sermaye birikim sürecinin olmazsa olmazı olarak, Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor tepemizde! Sermaye, kimi zaman doğaya; mala, mülke; ekonomik ve sosyal haklara ama her daim emeğin yarattığı değere el konulmasıyla yani çökülmesiyle birikiyor. Ayrıca kapitalizmin ulus devlet yapılanmasında egemenlik de diğer halkların siyasi ve kültürel haklarına çökülmesiyle kazanılıyor.


Mala, mülke, siyasal ve sosyal haklara sermaye ve devletin çökmesiyle (el koyması) mafyanınki arasındaki tek fark, birincinin devlet vasıtasıyla ve yasalarla meşrulaştırılmış olması; diğerinin ise kapitalizmin ihtiyaç duydukça kullandığı “karanlık (yasa dışı)” bir alanda tutulmasıdır. 

Sedat Peker’in itirafları ve kendisinin de içinde yer aldığı mafya-devlet/siyaset-sermaye ilişkilerinin ifşası, kapitalizmin “karanlık” alanını açığa çıkartmıştır. Bu da devletin, sermayenin ve kendi iktidarının bekasını, kendi koyduğu yasalar çerçevesinde bile sürdüremediğini yani “bulunduğu yere yıkılmak anlamında çöktüğünü” dolayısıyla mafyaya ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.

Karşımızda iki seçenek vardır: Birincisi toplumun; emeğine, haklarına, malına, mülküne, deresine, dağına çökülmesine, kısacası “kapitalizmin üzerine çökmesine izin vermemek için” mücadele etmesidir. Diğeri ise kaderine razı bir edilgenlikle tüm olan biteni heyecan ve merak uyandıran bir TV dizisi izler gibi izlemesidir ki bunun sonucu toplumun TDK’ye göre “yerin dibine geçerek çukurlaşması anlamında” çökmesidir. Bu ise aynı zamanda “devletin ve mevcut toplumsal düzenin de yıkılıp, dağılarak çökmesi” manasına gelmektedir. Ama karşısına alternatif bir düzen getirilmediği sürece çöküşler; daha demokratik, refah seviyesi daha yüksek bir toplumun ortaya çıkmasını sağlamayacağı gibi “toplumsal çöküşü” daha da hızlandıracak ve şiddetlendirecektir!   



 

21 Mayıs 2021 Cuma

‘Siz eğlenin, ben aşı oldum’


22 Mayıs 2021

Turizm Bakanlığı, turistlere pandemi endişesi taşımadan Türkiye’de tatil yapabilecekleri mesajı vermek için "Siz eğlenin, ben aşı oldum" yazılı maskeler giydirilen turizm sektörü çalışanlarının gösterildiği bir tanıtım videosu hazırlamış. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun yaptığı "Turistlerin gördüğü herkes aşı olacak" açıklamasıyla birlikte bu video değerlendirildiğinde turist çekmek için turizm emekçilerinin öncelikli olarak aşılanmasının, yalnızca bir bakanın ya da bakanlığın değil, AKP hükümetinin genel yaklaşımı olduğu anlaşılıyor.

Muhalefet partileri, Dışişleri bakanının açıklamasına doğrudan bir tepki göstermezken videoya gösterilen tepki öne çıktı ve kendisi aynı zamanda turizm şirketi sahibi de olan Turizm bakanının istifası istendi. Tepkiler genellikle ‘kendi yurttaşlarını aşılamayan devletin turist olarak gelecek yabancılara ayrıcalık sağladığı ve Türk milletini aşağıladığı’ yönünde oldu. Milliyetçilik soslu gerekçelerin öne çıktığı bu tepkilerle, muhalefetin AKP’yi “yeterince milliyetçi olmadığı” üzerinden köşeye sıkıştırmak istediği anlaşılıyordu. Eleştiriler, Cumhur İttifakı’nın yumuşak karnı olan milliyetçilik üzerinden olunca karşılık bulması da fazla gecikmedi ve video yayından kaldırıldı. Muhalefet de sesini kesti haliyle!


Peki hükümetin videoyu kaldırmak dışında sermayeyi ve siyasi iktidarın bekâsını korumak için emekçileri pandemiye kurban etmeye yönelik yaklaşımında bir değişiklik oldu mu? Olmadı elbette! Muhalefetin hükümetten böyle bir talebi de olmamıştı zaten.

Turizm Bakanlığı’nın videosu ve Dışişleri bakanının sözleriyle siyasi iktidarın açığa çıkan yaklaşımı, Türk milletinin aşağılamasının ötesinde -muhalefetin eleştirilerinde dillendirmediği- çok daha derin toplumsal sorunlara işaret etmektedir. Çok uzun zamandır AKP’nin, toplumun ortak sorunlarında vatandaşlar arasında ayrımcılık yaratarak onları birbirine düşürmeyi, iktidarını sürdürmenin aracı olarak kullandığının tanığıyız.  Kütler, Aleviler, Suriyeliler vs derken ayrımcılığa uğrama sırasının Türk milletine de gelmiş olması çok da beklenmedik bir durum değil bu nedenle. Öte yandan AKP’nin devlet-yurttaş ilişkisi içinde yurttaşın haklarını korumasını beklemek de gerçekçi değil bu arada…

Zira AKP iktidara geldiği 2002 Kasımından bu yana uyguladığı politikalarla devleti “şirket mantığı” ile yönettiğini sayısız kez gösterdi. Birçok defa en yetkili kişilerce de ifade edildi bu. Örneğin 2010’da Ankara’da TEKEL direnişinin devam ettiği süreçte o sıralar başbakan olan Erdoğan, işçilerin hakları üzerine sorulan bir soruya “Biz bu devleti adeta bir özel sektör mantığı ile çalıştıracağız…” yanıtını vermişti şaka yaparcasına. Şaka değildi ama. İktidarı boyunca AKP ülkeyi gerçekte de bir devletten ziyade bir şirket gibi yönetti.

Hal böyle olunca yurttaşlar kimi zaman -yolunacak tavuk- “müşteri” kimi zaman da -üzerinde tahakküm kurularak, sömürülen- “işçi” olarak görüldü.


Pandemi süreci ise bu durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Bulaşın başından bu yana “fiziksel mesafe” kuralı uygulanmayarak emekçiler, yaşam hakları ve toplum sağlığı ihlal edilerek çalıştırıldı. İSİG Meclis’in tespitlerine göre 2020 yılında en az 741 işçi Covid 19 nedeniyle yaşamını yitirdi. Geçtiğimiz nisan ayında belirlenebildiği kadarıyla aynı nedenden ölen işçi sayısı 135 oldu. TTB ve sağlık meslek örgütlerinin tüm uyarılarına rağmen öğretmenler aşılanmadan yüz yüze eğitime geçilmişti. Bu yüzden yine belirlenebildiği kadarıyla 162 eğitim emekçisi Covid 19 nedeniyle yaşamını yitirdi.

Sözün özü: Diğer emekçiler aşılanmazken sadece “turistler eğlensin” diye turizm emekçilerinin aşılanması, Türk milletinden önce işçi sınıfına yönelik bir ayrımcılıktır. Muhalefet partileri bunu görmedikleri/görmek istemedikleri için emekçilerin yaşam hakkının ihlal edilmesi umursanmadı yine ve muhalefet muhalifliğini milliyetçilik üzerinden yapma alışkanlığını sürdürdü.


 

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Toplum, mafya-devlet-sermaye ilişkisinin neresinde?


15 Mayıs 2021

Organize suç örgütü elebaşı firari Sedat Peker'in yurt dışından tefrika halinde yaptığı açıklamalar, 1996'da Susurluk kazasıyla ortaya çıkan mafya-devlet/siyaset-sermaye ilişkilerini yeniden gündeme getirdi. Gözden düştüğü anlaşılan elebaşının anlattıklarıyla meydana dökülen “kirli” ilişkiler bilmediğimiz şeyler değildi. Ama bunları dillendirmek bile “devlet büyükleri”ne hakaret ya da vatana ihanet sayılıyor; kamuoyunun önemli kısmı da bunu komplo teorisi olarak niteliyor ya da kendisiyle bir bağlantısı olmadığını düşünerek ilgilenmiyordu.

Peki bu karanlık ilişkiler, işinde gücünde, ekmek derdinde olan milyonlarca insanı ilgilendirmiyor muydu gerçekten?

Mafya-devlet/siyaset-sermaye, bu ilişkilerde görünen üç aktördür (Bu konudaki değerlendirmelerde genellikle devlet ve siyaset ayrı aktörler olarak görülse de partili cumhurbaşkanlığı ve tek adam rejimi devlet ve siyaseti AKP'de bütünleştirmiştir.). Ama bir de görünmeyen, adı hiç telaffuz edilmeyen bir aktör daha vardır ki o da “toplum”dur. Bu üç aktörü bir araya getiren, toplumsal değere yani işçinin, çiftinin, küçük üreticinin alınteriyle yarattığı değere ve yine tüm topluma ama onunla birlikte tüm canlılara ait olan doğaya el koymaktır.

AKP 19 yıllık iktidarı boyunca, diğer tüm burjuva partiler gibi, kendisini iktidara taşıyan yandaşları ile iktidarına destek veren sermayenin çıkarlarını toplumun genel çıkarlarının üzerinde tutmuştur. 2013 baharında gerçekleşen Gezi eylemlerine kadar bunu öylesine başarıyla yapmıştır ki toplumun geniş kesimleri bunu (AB'ye uyum süreci, derin devletle mücadele, inanç özgürlüğü gibi nedenlerle) fark etmemiş ve AKP'yi desteklemiştir. Gezi direnişiyle birlikte sihir bozulmuş ve 7 Haziran seçimlerinde de toplum, desteğini önemli ölçüde çekmiştir.

Toplumsal desteği kaybetmeye başlayan iktidar, bu desteği yeniden göremeyeceğini bildiğinden, toplumdan umudunu kesmiş, yandaşlarına daha fazla ayrıcalık tanırken, sermayeye de toplumsal kaynakları aktarmakta daha bonkör davranmıştır. Bunu yaparken de Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği körükleyerek ve muhalif hareketleri şiddetle baskı altına alarak toplumu susturmuştur. Darbe girişimi bahanesiyle getirilen OHAL ve bu süreçte gerçekleşen otokratik rejim değişikliği de bunun devamıdır.

Devletler, toplumsal çıkarları koruma işlevini yitirip, toplumsal desteği kaybettikçe hukuktan da uzaklaşır. Bu durumda devletin baskı aygıtları hukuk dışı yol ve yöntemlere daha sık başvururken; devlet dışı yapılar ve hatta suç örgütleri de bu hukuksuzluğa ortak edilir. Karşılığında da yasal yükümlülükten korunma ayrıcalığı ve el konulan toplumsal değerden pay alır.

Benim de içinde yer almaktan onur duyduğum Barış Akademisyenleri'ni “kanımızda duş almak”la tehdit eden ve bu nedenle dava ettiğimizde “itibarlı iş adamı” denilerek mahkemeye bile çıkartılmayarak beraat ettirilen (yargı tarafından alenen korunan) Peker'in açıklamalarından anlaşılan şudur: AKP'nin toplumsal desteği zayıflayıp, MHP'nin Cumhur İttifakı’ndaki ağırlığının artması kimi başka mafya elebaşlarını ayrıcalıklı hale getirmiş ve kendisi bunlarla arasındaki rekabeti kaybetmiş ve gözden düşmüştür. Bunun intikamını da -klasik mafya yöntemleri yerine- var olan karanlık ilişkileri sosyal medya üzerinden ifşa ederek almaya çalışmaktadır.

Özetle, mafya-devlet/siyaset-sermaye ilişkilerinin doğrudan hedefi emeğiyle geçinenlerin alınteridir, doğasıdır, yaşamıdır, geleceğidir! Bu asalaklardan kurtulmak için demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunmak ve demokratik bir yaşamı kurana kadar “inatla” mücadele etmek gerekir!


 

7 Mayıs 2021 Cuma

‘Suç’un Absürtlüğü...


8 Mayıs 2021

Neyin “suç” olacağı, hangi eylemlerin “suç” sayılacağı, toplumsal güç ilişkilerine ve bunun belirlediği koşullara göre değişir. Güç ilişkilerinin sonucunda, yasa koyma yetkisine sahip olan “devlet” aygıtını ele geçirenler “suç”u tanımlar ve “suç”a karşılık gelecek “ceza”yı belirler.

Devlet erkini elinde bulunduran egemenlerle toplumun genel çıkarları arasında mesafenin olmadığı, toplumun geniş kesimlerinin demokratik katılım sağlayabildiği, iktidar tarafından temsil edilebildiği koşullarda “suç”, toplum vicdanıyla da değer yargılarıyla da örtüşür. Ancak bu örtüşmeyi sağlayan koşulların olmadığı durumlarda yasa koyucu “suç” tanımlamasını ve suça karşılık gelecek ceza hükümlerini kendi egemenliğini koruma ve güvence altına alma saiki ile gerçekleştirir. Devletin otoriterleştiği bu gibi durumlarda “suç ve ceza”, toplumsal gerçeklerle uyuşmadığı, toplum vicdanıyla ve değeriyle ters düştüğü gibi hem mantık dışı hem de absürt (saçma) olabilir.

Diğer burjuva devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti'nde de toplumun genel çıkarlarıyla devletin temsil ettiği çıkarlar hiçbir zaman tam olarak uyuşmamıştır. Özellikle ayrımcılığa uğrayan halklar ve toplum kesimleri (Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, emekçiler, sosyalistler vd...) için hak, hukuk, adalet tanımadan yapılan “suç” tanımları ve bunlara mukabil ceza hükümleriyle geçen yüz yıl boyunca bu topraklarda büyük acılar çekilmiştir. Bu nedenle Türkiye'de yasa koyucunun “suç” tanımlamalarına ve ceza hükümlerinde‘hak, hukuk, adalet, vicdan, ahlâk tanımazlığı’na alışkınızdır! Öylesine normalleşmiştir ki artık, örneğin ekmeğini yediği, suyunu içtiği toprağının talan edilmesine ses çıkarmanın; emeğinin ve sosyal haklarının ardına düşmenin; anadiliyle eğitim almayı ve dilinin olanaklarını geliştirmeyi savunmanın; ibadet hakkının ardına düşmenin “suç” sayılması da bu “suç”ları işleyenlerin cezalandırılması da garip gelmez bize... 

Ama ne yalan söyleyelim, yasa koyucu-yürütücü-yargılayıcının tüm yetkilerinin “tek adam”da toplandığı saray nizamında -özellikle son dönemde- üretilen “suç”lar bizi bile şaşırtıyor! Mesela, “padişah türbesinde ellerini arkada birleştirmek suretiyle yürümenin türbeye saygısızlık” gibi bir “suç”un eylemi olacağı ya da ülkenin üçüncü büyük partisini ziyaret etmenin “suç”  sayılacağı, bundan birkaç ay öncesinde bile söylense absürt gelirdi, inanmakta zorlanırdık.

Hadi bu absürtlüğe muhatap olan İmamoğlu’na yönelik, iktidardakilerin yerel seçimlerden gelen bir kuyruk acısı vardı diyelim. Ya da yarın bir gün bu İmamoğlu başkanlık için rakip olarak ortaya çıkar vs... denilerek özel üretilmiş bir “suç” olarak bakalım; pandemiye önlem diye getirilen -akıldan, bilimden, izandan uzak- yasaklarla birlikte üretilen “suç”lar ve karşılığında hükmedilen “ceza”lara ne diyeceğiz peki?

Adına “tam kapanma” dedikleri büyük çoğunluğu yaşamları tehlikeye atılarak çalışmak zorunda bırakılan emekçilerden oluşan 16 milyonu aşkın kişiye sokaklara çıkma izni verilirken ve toplum sağlığını tehlikeye atan pek çok uygulama varken, torunuyla markete giden emekliye bir aylık emekli aylığını aşan miktarda ceza kesilmesine ne demeli örneğin? Veya virüsü yayıcı değil, yok edici etkisi olan alkolün içecek olarak satılmasının; yanı sıra pil, ampul, defter, kitap, çamaşır, bardak, çanak gibi ürünlerin satışının “suç” sayılmasını nasıl açıklamalı? Ya da denize giren üç kişiden iki yabancıya izin verip Türkiyeli’ye ceza kesmeyi, fıkralardan başka nerelere sığdırmalı? 

Açıklanamaz bir durumu yaşıyoruz velhasıl! Sarayın iletişim “erbabı”, hukukçu tayfası, kadrolu medya soytarıları...  tümü bir araya gelse “suç” üretmekteki bu absürtlüklere mantıklı bir açıklama bulamazlar.

Ama Emniyet Müdürlüğü'nün yayımladığı "Toplumsal olaylarda, polisin halka, öğrencilere, sivil toplum üyelerine yönelik coplu, biber gazlı şiddetin belgelenmesini engellemek için görüntü alınmasını yasaklayan genelge"sini bunlardan ayrı tutmak gerekir. Diğerleri gibi mantıksız değildir çünkü. O genelgeyle üretilen “suç”, devletin yüz yıllık “suçunu örterek iktidarını yürütme” geleneğinin devamıdır! Farklı olarak bugün devlet, ayrımcılığa uğrayan halklar ve toplum kesimleri içine -Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar, emekçiler, sosyalistlerin yanı sıra- AKP iktidarında işsiz kalan, yoksullaşan işçi, esnaf, köylü, memur... herkesi almıştır ki onlar da bir avuç sermayedar ile AKP/MHP yandaşı dışında kalan nüfusun tümüdür!

Son anketler, toplumun AKP'den gün be gün kopuşunu, desteğin azalışını açıkça göstermektedir. Buna bakarak kimileri -başta Kılıçdaroğlu- önümüzdeki ilk seçimlerde AKP'den kurtuluşun müjdesini vermektedir! “Ham bir hayal”dir bu. Zira toplumsal muhalefet demokrasi, adalet, özgürlük talebini örgütlenerek mücadeleye dönüştürmeden, toplumsal güç ilişkilerini değiştirmeden sadece sandıkta oy vererek; iktidarda kalmak için en akıl almaz şeyleri bile yapan/daha da yapacak olan otokratik bir iktidardan kurtulmayı ummak, iktidarın ürettiği suçlar kadar absürttür!