28 Ağustos 2020 Cuma

Müjdemiz barış olsun!

29 Ağustos 2020

1 Eylül Dünya Barış Günü. Aynı zamanda “Bu suça ortak olmayacağız!” metnini imzalayan “Barış İçin Akademisyenler”in OHAL gerekçesiyle çıkartılan KHK’lar ile ilk kez üniversiteden ihraç edildiği gün.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), geçtiğimiz günlerde “Barış İçin Akademisyenler: Güncel Durum Raporu” yayınladı.

Türkiye üniversitelerinde ‘tarihin en büyük tasfiyesi’, 1 Eylül 2016 günü 44 barış imzacısı akademisyenin ihracıyla başlamıştı. TİHV raporuna göre bu süreçte 406 akademisyen KHK’larla, 89 akademisyen başka yöntemlerle (iş sözleşmesinin sona erdirilmesi vb) işten çıkarıldı. 72 akademisyen istifaya, 27 akademisyen ise emekliliğe zorlandı. Sonuç olarak Türkiye üniversitelerinden 594 akademisyen tasfiye edilmiş oldu. Ayrıca 70 akademisyen gözaltına alınırken, 4 akademisyen tutuklandı. 822 akademisyene “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla dava açıldı, 204 akademisyen bu davalarda 15 ile 36 ay arasında değişen sürelerde hapis ceza aldı. Prof.Dr. Füsun Üstel’in cezası kesinleşti ve cezaevine girdi. İhraç edilenlerin pasaportları tahdit altına alınarak yurt dışa çıkışları ve herhangi bir işte çalışmaları engellendi.

Yaklaşık bir yıl önce Anayasa Mahkemesi “Barış Bildirisi” olarak bilinen ve 2212 akademisyen tarafından imzalanan “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi. Bildiriyi imzaladığı için dayanaksız suçlamalara maruz kalan, ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve hapis cezalarına çarptırılan akademisyenlerin devlet organları eliyle adaletsizliğe uğratıldığı ve haklarının ihlal edildiği, böylece hukuken tasdik edilmiş oldu. En yüksek yargı organı tarafından verilen bu kesin ve bağlayıcı karara rağmen birçok tahdit ortadan kalkmadığı gibi ihraç edilen akademisyenler üniversiteye dönemedi.

Tüm bunların üniversiteye etkisi sadece 594 akademisyenin üniversiteden uzaklaşmasıyla kalmadı, üniversiteler üzerinde büyük bir baskı oluştu. Bu ortamda YÖK düzeninde zaten zayıflayan akademik özgürlük, özerklik tamamen ortadan kalkarken; üniversiteler, evrensel bilgi üretme ve aktarma işlevinden hızla uzaklaştı. Bugün gelinen noktada üniversiteler üniversite olmaktan çıkıp, iktidar partisinin çiftliği haline geldi (Üniversiteyi kazanmış olmanın sevinci ve gururunu yaşayan genç arkadaşlarımın hevesini kırmak istemiyorum; aksine bu durumu mücadele ederek onların değiştireceğine inanıyorum.).

Bu yazının amacı üniversitelerin hali üzerine hasbihal etmek değil; bunu başka yazıya bırakıp 1 Eylül’ü de vesile ederek, akademide bu büyük tasfiyenin gerekçesi haline getirilen “barış suçu”na gelelim. Eğer varlığını halkları birbirine düşman ederek sürdürebilen bir iktidarın yönetimi altındaysanız, barış istemek en büyük “suç”tur. Ne mutlu ki ben de “üniversiteden ihraç edilmiş, yargılanmış olsa da, barışı savunma ‘suç’unu işlemenin gururunu yaşamı boyunca taşıyacak akademisyenler”den biriyim!

Türkiye gündemi çok hızlı değişiyor ve her şey çok hızlı unutuluveriyor, unutulan da değersizleşiyor haliyle. Türkiye tarihinin en büyük üniversite tasfiyesine neden olan “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi ve onun ortaya çıktığı koşullar da bu unutulmuşluktan nasibini aldı sanırım.

Zaman zaman anımsatmakta yarar var: 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürt ve Türk halklarının eşitliğini savunan HDP, iktidarın tüm oyunlarını bozarak barajı geçip, hükümetin kurulması için kilit parti haline gelince, çözüm masası dağıtılıp, şiddet ortamını yeniden canlandırmak üzere derin güçler devreye girdi. Bir taraftan Suruç ve 10 Ekim katliamları tezgahlanırken ve onlarca canımızı bu katliamlarda kaybederken diğer taraftan Diyarbakır başta olmak üzere birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edildi; ardından sivil ölüm haberleri gelmeye başladı. Bu dönemde ilgili pek çok haberin yanı sıra, insanlığın bittiği yer dedirten, evinin önünde öldürülen Cemile’nin cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; yine evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan kaldıramayan evlatların haberleri ulusal medyada yayımlanıyordu.

TİHV’in raporlarına göre Ağustos 2015’den itibaren ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasakları nedeniyle 2 milyona yakın yurttaş gıdaya, suya, geçim kaynaklarına, acil sağlık hizmetlerine, eğitime, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017’deki raporuna göre, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan 355 bin’i aşkın yurttaş, bu dönemde sürdürülen operasyonlar sırasında evlerini terk ederek, göç etmek zorunda kaldı.

Yine TİHV’nın Ağustos 2016 ve BM’nin aynı biriminin Şubat 2017 raporuna göre; Güneydoğu’da sokağa çıkma yasakları sırasında, resmi olarak belirlenebilen 323 sivil yaşamını kaybetti. Yaşamını kaybedenlerin 79’u çocuk, 71’i kadın, 30’u ise 60 yaşın üzerindeydi. Sadece 2015 yılında çatışmalı ortamlarda yaşamını yitiren sivil sayısı 222 oldu. Barış sürecinin 2015 yılının Temmuz ayında sona erdirildiği düşünüldüğünde sadece altı aylık süre içerisinde 222 sivil yaşamını yitirdi. Oysa 2002’den 2015’e kadar geçen 13 yıl içerisinde çatışmalarda ölen sivil sayısı toplam 87; çözüm sürecinin geçerli olduğu 2013-2014 yıllarında ise sadece 1 olduğunu belirtmek, barış ortamının değerini vurgulamak açısından önemlidir diye düşünüyorum.

İşte “Bu suça ortak olmayacağız!” derken kast ettiğimiz bu suçlardı ve bunları suç sayan sadece bizim vicdanımız değil, ulusal ve uluslararası hukuktu. Biz evrensel hale gelmiş bu değerleri savunduğumuz için, Türkiye’nin insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olabilmesi için o metne imza attık. Hiç pişman olmadık. Bu imzanın -bedeli yaşamlarımızda belki büyük oldu ama- demokrasi ve barış için ödenen onca ağır bedelin yanında sözü bile edilmez elbette.

Hiçbir müjde ‘barış olmadan’ toplumda huzuru ve refahı sağlayamaz. Barışın müjdelenmesi ise savaşla kendisini var eden egemenlerden beklenemez. Ancak mücadeleyle elde edilebilir.

Barış için bedel ödemek zorunda kalınmayan bir dünya umuduyla, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü kutlarım.

21 Ağustos 2020 Cuma

İşçi haklarına yeni saldırı hazırlığı ve sendikaların sessizliği!

                                            
 22 Ağustos 2020

Yandaş medyanın “8 milyon gence iş kapısı! İstihdam paketi Ekim’de Meclis’te….” başlıklı haberine göre; Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, Meclis açılır açılmaz Erdoğan’ın daha önce çerçevesini açıkladığı güçlü istihdam kalkanı paketinin geçmesiyle birlikte, daha pozitif adımların atılacağını söylemiş.

Anlaşılan, 2008 krizi sonrasında “istihdam paketi” adıyla ortaya atılan, pandemiyle birlikte “istihdam kalkanı paketi” adını alan paketlerin başına bu kez de “güçlü” sıfatı getirerek “güçlü istihdam kalkanı paketi” adı verilmiş. Başına “güçlü” sıfatı getirilince paketin etkisinde değişen bir şey olur mu, göreceğiz ama bakanın açıklamalarına bakılırsa özünde pek de değişen bir şey yok: Esnek çalışma düzeninin (emekçiler için güvencesiz çalışmanın) yaygınlaşması, sermayenin çalıştırdığı işçinin maliyetinin devlet aracılığıyla topluma yıkılması ve çalışanların haklarını gasp eden her düzenlemede gündem olması adet haline gelen ‘kıdem tazminatı’nın, tamamlayıcı emeklilik vs ile fona devredilerek fiilen tasfiye edilmesi…

“8 milyon gence iş kapısı!” manşetini atanlar ne kadar farkındadır bilemem ama bu manşet, TÜİK’in işsizliğin düştüğü yalanını da deşifre etmiş(!) Pandemiyle birlikte tüm dünyada işsizlik artarken TÜİK’in geçtiğimiz Mayıs ayı verilerini yayınladığı (10 Ağustos tarihli) istatistikleri, Türkiye’de işsizliğin düştüğünü ve toplam 3 milyon 826 bin işsiz olduğunu iddia ediyordu. Oysa yandaş medyanın haberine göre 8 milyon gence “iş kapısı” açılacakmış. “3 milyon küsur kişinin işsiz olduğu iddia edilen bir ülkede, “8 milyona ‘iş kapsı’ açılacağı müjdesini veren bu haber”, saçmalığın ve tuhaflığın iç içe olduğu bir durumun açıklamasını gerektirmez mi?

Gerektirir elbet. Ama mantıklı bir yanıt alınamayacağı bilindiği için kimse böyle bir açıklama ısrarında bulunmaz. Zira bilimsel kriterlerle hareket etmesi gereken TÜİK’in uzun süredir sadece “siyasi iktidarın başarısızlıklarını örtme” kaygısıyla hareket eden bir kurum haline geldiği ve bu nedenle yaşamın gerçekleriyle ilgili açıkladığı verilerin absürt olduğu, herkesin malûmudur. Ancak ‘maIûm’un “geniş kitlelerin doğrusu” imiş gibi olduğunu göstermek için bu kez başka kuruluşlar devreye giriyor. TÜİK’le aynı amaca hizmet eden yandaş medya sahipleri ve kalemşörlerinin, yaptıkları haber, attıkları manşetlerle bu absürtlük halkası tamamlanıyor.

AKP iktidarının, TÜİK ve kimi zaman onunla çelişse de yandaş medyayı kullanarak sergilemek istediği senaryo çok bilindik: Bir taraftan ülkenin çok iyi yönetildiğini göstermek kaygısıyla, TÜİK aracılığıyla işsizlik vs sorunların üzerini örtmeye çalışmak, diğer taraftan yandaş medya sayesinde halkın yaşadığı sorunlara çözüm üretildiği algısı yaratarak, boş hayaller üretmek… Amaçlanansa, toplumu sermayenin ve AKP iktidarının istediği biçimde dizayn etmek, müesses nizamın sürekliliğini sağlamak; yani artan işsizlik kaygısıyla emekçileri daha fazla baskı altına alarak, elde kalan hakları da ortadan kaldırıp, esneklik adı altında getirilen derin sömürü koşullarına razı etmek.

Söz konusu haberde yer alan açıklamalardan da anlaşıldığı üzere hükümet, pandeminin derinleştirdiği krizi de fırsat bilerek, kendi marifeti olan işsizlik sorununu çözmek görüntüsü altında “çalışanların haklarını gasp etmek ve onları daha kötü koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkum etmek” için yeni bir hamle hazırlığındadır. Bu, AKP iktidarından beklenmeyecek bir hareket değildir.

Ama asıl merakımızı celbeden, bu hamle karşısında sendikaların ne yapacağıdır. Sendikalar bu kez, varlık nedenleri olan emekçilerin haklarını korumak için bir mücadele hazırlığında mıdır yoksa her zaman olduğu gibi “kıdem tazminatı kırmızı çizgimiz” diyerek diğer tüm hak gasplarına göz mü yumacaklardır? Görünürde -ne yazık ki- sendikaların mücadeleye yönelik herhangi bir hazırlığı yoktur.

Hal böyleyse hatırlatmak isterim ki sendikalar, işçilerin haklarını korumak ve geliştirmenin aracı olan örgütlerdir. Bunu yerine getir(e)medikleri taktirde işçilerin sırtında yük olurlar. İşçiler zaten kapitalist sistemin yükü altında ezilirken bir de sendika(cı)ların yükünü taşımak zorunda değildir. Bu yükü sırtlarından atmak için sendikaları yük haline getiren sendika(cı)lardan kurtulup işçi, işsiz tüm emekçiler sendikalara sahip çıkmalıdır. Eğer bunun koşulları yoksa, mevcut sendika(cı)lara rağmen haklarını koruyacak fiili ve meşru bir mücadele, tüm emekçileri kapsayacak bir çerçevede acilen örgütlenmelidir!


14 Ağustos 2020 Cuma

Okullar açılacak(mış)! Ne pahasına?

15 Ağustos 2020


Milli Eğitim Bakanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde yapıldığını özellikle vurguladığı görüşmelerde alınan kararlar neticesinde, 2020-2021 Eğitim-Öğretim yılına nasıl başlanacağını açıkladı. Milyonlarca öğrenci, veli ve eğitim emekçisinin merakla beklediği kararda sürpriz yoktu!

Hükümet, nasıl ki pandemi sürecinin başından bu yana sermayenin çıkarlarını toplum sağlığının önünde tutmuş; cami hoparlörlerinden “herkesin evde kalması” çağrısı yapılırken ve sokağa çıkma yasakları ilan edilirken fabrikalarda, bankalarda, kargo şirketlerinde emekçileri, yaşam hakları ihlal edilerek çalıştırmış; ulusal ve uluslararası sağlık örgütlerinin itirazlarına rağmen “normalleşme” sürecine geçmiş; LGS ve YGS’leri yapmışsa şimdi de 20 milyonu aşkın öğrenci ve eğitimci ile onların ailelerini tehlikeye atma pahasına 21 Eylül’de yüz yüze eğitime geçileceğini açıklamıştır. Bakanın açıklamasına göre yüz yüze eğitimden önce; 31 Ağustos’ta uzaktan eğitime geçilecek, özel okullar dilerse 17 Ağustos’ta eğitime başlayabilecektir.

13 Haziran’da bu köşede “Uzaktan (dijital) Eğitim Fırsatçılığı!” başlığıyla paylaştığım şu bilgiyi hatırlatmakta yarar görüyorum: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın “Covid 19 Dönemi TEGV Çocukları Uzaktan Eğitim Durum Değerlendirme Raporu”na göre EBA’nın internet üzerinden yaptığı video dersleri izleme oranı yüzde 47, canlı derslere katılım ise sadece yüzde 11’dir. Öğrencilerin çok önemli bölümü (yüzde 66) ise uzaktan eğitim programına ise günde sadece 1-2 saat zaman ayırmış. Bu konuda yapılan ve benzer sonuçlara ulaşan birçok çalışmayı bir yana bırakıp yalnızca belirttiğim veriler üzerinden bakıldığında bile “bilgisayar ve internete ulaşımın yetersiz olması ve eğitimin toplumsal’ y işlevlerinin ‘uzaktan apılacak eğitimle gerçekleştirilememesi” önümüzdeki günlerde başlatılacak eğitimin anlamsız olacağını ayan beyan ortaya koymaktadır.

Alınan kararda ‘toplum sağlığı’ bakımından asıl önemli olan, yüz yüze eğitimin 21 Eylül’de başlayacak olmasıdır. Dikkatinizi çekmek isterim, Cumhurbaşkanı’nın “liderliğinde” alınan ve ilgili bakan tarafından açıklanan bu karar, ironik bir şekilde pandemi konusunda gerçekleri gizlemeyi görev edinmiş Sağlık Bakanı’nın “Ekim ve Kasım” ayında tehlikenin daha da artacağı uyarısını yaptığı gün (12 Ağustos) alınmıştır. Yani Sağlık Bakanı’nın koronavirüsün tehlikeli boyutlara ulaşacağı uyarısını yaptığı ve yeniden kapanma olasılığını dillendirdiği gün, 20 milyonu aşkın öğrenci ve eğitimciyi, çok büyük çoğunluğu fiziksel olarak yetersiz ve sağlıksız okullarda, pandemiden korunmanın temel kuralı olan fiziksel mesafe kuralı göz ardı edilerek bir araya getirme kararı alınmıştır.

Gerçi yüz yüze eğitimin sağlıklı bir ortamda yapılabilmesini sağlamak için birtakım önlemlerin alınacağı(!) Bakan’ın açıklamasında yer almaktadır. Ancak pandemi öncesinde bile ne kadar sağlıklı olduğu şüphe götüren okul ortamlarının, koronavürüs tehdidinden arındırılacağının söylenmesi, inandırıcı olmaktan epeyce uzaktır.

İki bakanın birbiriyle çelişen açıklamaları, akıllarımızın hep bir köşesinde duran “Pandemi tehdidine rağmen okulların açılmasının özel okul patronlarının talebini yerine getirmek için mi yapılıyor?” sorusunun haklılığını güçlendirmektedir. Hükümetin eğitim politikasının, eğitimi kâr alanı haline getirmek ve bu alana yatırım yapan patronları teşvik etmek üzerine kurulu olduğu gerçeği, nicedir gün gibi ortadadır. Pandemi nedeniyle okulların açılmaması, velilerin yüklü paralar ödedikleri özel okulları tercih etmemesine neden olacaktır. Özellikle Mart’ta kapanmasına rağmen, birçok özel okulun yemek, servis vb bedellerini dahi velilere geri ödemeyerek adeta gasp etmesinin de bunda etkili olacağı düşünülebilir. Özel okul patronları (ki bakan da özel okul patronudur) bunun telaşıyla, ‘okulları açma kararı’ alması için hükümete baskı yapmıştır. Hatta Özel Okullar Derneği Başkanı Nurullah Dal, öğrencilerinin ve kendilerinin yaşamının riske atılmasına karşı çıkan sendikaları “ortalığı bulandırmak”la suçlarken, öğretmenleri de “İşe gitmeden maaşlarını alıyorlar. Sanırım rahata alıştılar” sözleriyle hedef almıştır.

Pandemi sürecinin başından beri sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda hareket eden AKP hükümeti, -yine milyonlarca öğrencinin, eğitimcinin ve genel olarak tüm toplumun sağlığını hiçe sayarak- eğitim ve öğretim yılının başlama kararını da bu anlayışla vermiştir. Siyasi iktidarın sınıfsal olan bu tercihi karşısında yaşam hakkını korumanın yegane yolu, “sınıfsal perspektifte örgütlü bir karşı duruş ortaya koymak”tır. Bu ‘karşı duruş’un nasıl olması gerektiği doğru belirlenmelidir. Örneğin Eğitim Sen’in öğretmen ve sendikaları hedef gösteren açıklaması için “patron temsilcisinin özür dilemesini, sözünü geri almasını talep etmesi vs.” hiçbir anlamı olmayacak tepkilerdir. Ancak burada sorumluluğun sadece eğitim sendikalarında olmadığını da özellikle vurgulamak gerekir. Çocuklarımız başta olmak üzere toplumun sağlığını yakından ilgilendiren böyle bir konuda tüm örgütlerin güçlü tepkilerini ortaya koymaları ve mücadeleye katılmaları tarihi bir sorumluluktur.

8 Ağustos 2020 Cumartesi

Toplumsal kriz, toplumdan saklanabilir mi?

         
8 Ağustos 2020


Pandeminin, toplum yaşamını tehdit eden boyutlara ulaşan bir sorun haline gelmesi ve pandemiyle derinleşen ekonomik çöküş, Türkiye’yi Cumhuriyet tarihinin en derin toplumsal kriziyle karşı karşıya getirmiştir.

Hükümetin sermayenin çıkarlarını toplum sağlığının önünde tutan pandemiyle mücadele politikası tam bir “fiyasko”dur. Hiçbir bilimsel veriyi, öngörüyü dikkate almadan alelacele geçilen normalleşme sürecinin ardından, ülkenin her yerinden koronavirüs nedeniyle yoğun bakım ünitelerinin, hastanelerin yetersiz kaldığı ve tedavi olamadığı için yaşamını kaybedenlerin her geçen gün arttığı haberleri gelmektedir. Hükümetin gazabına uğramak pahasına görüş açıklama cesaretini bulan uzmanlar, önümüzdeki günlerde ve aylarda durumun daha da kötüleşeceği konusunda hemfikirdir. Baskı altında tutulan haber alma kanallarına rağmen gündemi biraz olsun takip edebilen ve gerçeklerin farkında olabilenlerin kaygısı, pandeminin giderek yayılacağı ve ilk aylardakinden çok daha fazla can kaybının olacağı yönündedir.
 
Zaten krizlerle çalkalanan kırılgan Türkiye ekonomisi paramparça olmuştur. Üretim ve ihracat düşerken, dış ticaret açığı ve cari açık artmış, kamu ve özel sektör borçları sürdürülemez hale gelmiştir. Türk lirasının önlenemez değer kaybının eşliğinde işsizliği, yoksulluğu, enflasyon artışını görmek için sokağa bakmak yeterlidir. AKP’nin iktidarı boyunca övündüğü ekonomik büyüme tepetaklak olmuş; ekonomide, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir daralma beklenir hale gelmiştir.

Mevcut durumun vahametinden daha beter olansa; krize karşı mücadele yürütmesi gereken siyasi iktidarın, krize çare olacak politikalar üretmek yerine krizi inkâr ederek, başarısızlıklarını toplumdan saklamaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor olmasıdır.

Toplumsal sorun haline dönüşmüş bir kriz, toplumdan saklanabilir mi? Var olanı yokmuş, yok olanı varmış gibi göstermek hokkabazlara mahsustur. Siyaset literatüründe hokkabazlığa kibarca “algı yönetimi” denir. Algı yönetimi, toplumun genel çıkarlarını temsil etmeyen, “en büyük düşmanı gerçekler olan” iktidarların varlık koşuludur aynı zamanda. AKP’nin 18 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan da “algı yönetimi”ni iyi becermesi değil midir zaten?

AKP’nin iktidarını sürdürmek için neler yaptığını hatırlayın: Uzun süre AB üyeliği ardına sığınıp, kimilerinde demokrasinin ve sosyal hakların gelişeceği beklentisi yaratarak “sözde” Alevi, Kürt vd açılımlarıyla toplumu oyalayarak “geniş kesimlerinin yaşamını olumsuz yönde etkileyecek politikaları” yaşama geçirdi. Bunların inandırıcılığı kalmayınca da iç/dış düşmanlar yaratıp onlarla çatışma ortamları yaratılarak iktidarını sürdürmeye çalıştı. Ancak bugün gelinen noktada krizin sonuçları toplumda öylesine hissedilir hale geldi ki iktidar hiç olmadığı kadar sorgulanmaya ve halk desteğini kaybetmeye başladı. Hal böyle olunca “tarikat şeyhleri ve eski derin devlet kalıntıları” iktidarı ayakta tutan büyük ortaklar haline geldi. Ama bunlar toplumun sorunlarını çözmediği gibi akıldan, bilimden ve demokrasiden daha da uzaklaşmaya neden oldu ki böylece krize karşı gerçekçi çözüm üretebilmenin koşulları tamamen ortadan kalktı.

İktidarın elinde, başarısızlıklarının ve bunların yarattığı çöküntünün üzerini örtmenin tek yolu olarak sadece, algı yönetimi için rakamlarla oynamak kaldı. Sağlık Bakanlığı ve TÜİK, bugünlerde rakamlara en çok dans ettiren iki kurum. Sağlık Bakanı’nın koronavirüse ilişkin her gün açıkladığı verilerin gerçeği yansıtmadığı, TTB’nin, sağlık emekçilerinin, koronaya yakalananların ve yakınlarının paylaşımlarıyla açıkça ortaya çıkmakta. Pandemi sürecinde birçok iş yeri kapanıp üretim ve ticaret azalırken; üstelik ILO ve diğer birçok uluslararası kurum, dünyada işsizliğin tarihte olmadığı kadar arttığını açıklarken, TÜİK’in akıllara zarar biçimde “Türkiye’de işsizliği azalmış göstermesi”, dünyada tüm zamanların en büyük yalanları arasına girecek türden. Enflasyon verilerinin gerçeklerden uzaklığı da işsizlik verilerinden geri kalmıyor.

AKP’nin başarısızlıklarını ve yaşanan krizi örtme çabası içindeki kurumlar, bunlarla sınırlı değil. Tüm bakanlıklar, bağlı kurumlar ve taşra teşkilatlarının yani tüm devlet kurumlarının çabası da, gerçekleri çarpıtmak ya da gizlemek üzerine. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı, pandemi sürecinde uzaktan eğitimi başarılı göstermeye çalışırken Maliye Bakanlığı toplumu; ekonominin iyiye gittiğine, Sanayi Bakanlığı sanayi üretiminin iyi olduğuna, İçişleri ve Milli Savunma bakanlıkları da her işin yolunda olduğuna inandırmak için çabalamakta. Elbette her zaman olduğu gibi merkezi iktidarı oluşturan küçük iktidar alanlarında da devletin her birimi “bal tutan parmağını yalar”, “devletin malı deniz…” anlayışı içinde görevlerini ifa(!) etmekte.

Ezcümle Türkiye’nin karşı karşıya olduğu krizler, iktidarın “algı yönetimi” ile toplumun günlük yaşamındaki gerçeklerin arasındaki açıyı o kadar büyütmüştür ki hokkabazlığın hiçbir türü AKP iktidarını ve beraberinde “tek adam rejimi”ni temsil eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni temize çıkartmaya yetmemektedir artık.

Bu durumda geriye iki seçenek kalmaktadır: Ya emekçiler, ezilenler, ayrımcılığa uğrayanlar yani küçük bir çıkar çevresi dışındaki halkın büyük kesimi, yaşadıkları gerçeklerle yalanların ayrımına varacak ve krizlerin bedelini canlarıyla, kanlarıyla, alın terleriyle ödememek için bir araya gelerek mücadele edecek ya da yalanları otoriter yöntemlerle topluma kabullendirmeye çalışan dikta rejimine boyun eğeceklerdir!!