26 Nisan 2024 Cuma

Kapitalizmin düşen maskesi ve 1 Mayıs korkusu

                                   27 NİSAN 2024

Kurulduğundan bu yana, sermaye sınıfının siyasi temsilciliğini üstlenen AKP’nin çatısı altında siyaset yapanlar “kraldan çok kralcı olmaya çalışırken” öyle gaflar yapıyor ki -çoğu zaman gaf yaptıklarının farkında bile olmadan- kapitalizmin tüm çirkinliğini, vahşiliğini alenen ortaya seriveriyorlar. Bunlara bir yenisine geçtiğimiz günlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Ekonomi İşleri Sorumlusu Nihat Zeybekçi eklendi. Zeybekçi, hükümet olarak gizlemeye çalıştıkları İsrail’le ticari ilişkiler açığa çıkınca, işi pişkinliğe vurarak “Eyvallah, İsrail'in Müslümanlara yaptığı bebek katliamını kınıyoruz ancak diğer taraftan da İsrail serbest ticaret anlaşmamızın olduğu bir ülke yani 6 satıp 1 aldığımız bir ülke.” diyerek kendisinin ve partisinin “katliamların ticarete mani olmayacağı” görüşünü açıkça ifade etmiş oldu.


Zeybekçi’nin -daha sonra sosyal medya hesabından da teyit ettiği- “ticaretten elde edilen kârlar için bebek katliamlarının görmezden gelinebileceği”ne yönelik anlayış, kamuoyunda tepkiyle karşılansa da kapitalizmin tabiatına uygundur. Hatta büyük katliamlara neden olan savaşlar, özellikle kriz dönemlerinde sistemin bekâsı için bir gereklilik olarak görülür. Savaşlarda gerçekleşen ölümler ve yaşanan insani dram, kapitalizmin ayakta kalabilmesi için insanlığın katlanması gereken bir bedeldir sadece. İnsanlara ödettirilen bedel sadece savaşlarla da sınırlı kalmaz. Sermaye sahibi olmayan ve onu temsil etmeyen milyonlar, iş cinayetlerinde; doğa talanının kirlettiği havadan, sudan zehirlenerek ya da sürüklendikleri açlık ve sefalet nedeniyle kaybettikleri canlarıyla öder bu bedeli.


Egemenliğini sürdürebilmek için insanı, doğayı katletmeyi mübah gören bu anlayış, kapitalist sistemin -maskelemeye çalıştığı- gerçek yüzüdür aslında. Kapitalizmin ideologları (bunların birçoğu akademisyen kimliği altında faaliyet yürütür), sistemin bu vahşi yüzünü maskelemek gayesiyle insanlığı, “kapitalizmden başka seçeneği olmadığı”na inandırmak için sürekli bir çaba içindedir. Bu çaba yetersiz kalıp maske düşmeye başladığında ise devreye devletin baskı aygıtları girer. Türkiye’de, ABD’de ve birçok Avrupa ülkesinde Gazze katliamı protestolarının ya da genel olarak savaş karşıtı eylemlerin şiddetle bastırılması bunun en yakın örnekleridir. Savaş karşıtlarının yanı sıra emek sömürüsü, iş cinayetleri ve doğa katliamlarına karşı eylemleri bastırmaya yönelik devlet şiddeti de yine bu örnekler arasındadır.  


Kapitalizmin vahşetine karşı direnenlere yönelik şiddetin nedeni çok açıktır: Dünya nüfusunun çok küçük bir azınlığını oluşturan burjuva sınıfının çıkarları için dünyanın geri kalınına ölümü, açlığı, sefaleti reva gören bir sistemin gerçek yüzünün açığa çıkmasından duyulan korku!


 Bu korku boşuna değildir; çünkü sistemin gerçek yüzünün görünür olmasıyla birlikte, vatan-millet uğruna(!) savaşta ölüme razı olan, ekmek parası için sömürüye, iş cinayetlerine ve doğa katliamlarına ses çıkar(a)mayanlar, bir avuç azınlığın servetine servet katması için kurban edildiklerinin farkına varacaklardır. Bu ise, kapitalizmin sorgulanmasına neden olacak ve kapitalist-emperyalist sömürü düzenine karşı, halkların topyekün ayağa kalkması tehlikesini beraberinde getirecektir.   


Bundan 135 yıl önce II. Enternasyonel tarafından “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul edilen 1 Mayıs’la dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan dünyanın dört bir yanındaki emekçiler, ezilenler “sınıf bilinci içinde” kapitalizmin vahşetine karşı bir araya gelmeye çağrılmıştır. Bu nedenle de burjuvazi ve onun siyasi temsilcileri, kapitalizmin maskesini düşürmeyi ve ona karşı mücadele etmeyi amaçlayan 1 Mayıs’lardan hep korkmuş, 1 Mayıs etkinliklerini engellemeye, provake etmeye çalışmıştır. 


Diğer birçok kapitalist ülkede olduğu gibi Türkiyede de 1 Mayıs korkusu, yasaklamalarla ve çoğu zaman şiddet kullanılarak engellenmek istenmiş; 1977’de olduğu gibi kimi 1 Mayıs’lar gerçekleştirilen provakasyonlar nedeniyle cinayetlere, katliamlara sahne olmuştur. Bu yıl da gelenek değişmemiş, işçilerin Taksimde yapmayı planladıkları 1 Mayıs etkinliği İstanbul Valiliği tarafından yasaklanmıştır. Diğer pek çok kentten de benzer yasaklama haberleri gelmektedir.


2024 1 Mayıs’ı sömürünün, açlığın, yoksulluğun sefaletin, eşitsizliklerin doruğa çıktığı yani sınıflar arası çelişkilerin tarihte eşine az rastlanır ölçüde derinleştiği; aynı zamanda -Zeybekçi’nin de ifşa ettiği gibi- kâr uğruna katliamların, soykırımların görmezden gelindiğinin tüm açıklığıyla ortaya çıktığı bir döneme denk gelmiştir. Böyle bir dönemde tüm yasaklamalara karşı 1 Mayıs’ı meydanlarda kutlayarak burjuvazinin korkularını büyütmek önemlidir elbette. Ancak ondan daha önemlisi, 1 Mayıs’ın tarihsel anlamına uygun olarak, kapitalizmin vahşetine karşı işyerlerinden mahallelerden başlayarak grevleri, direnişleri örgütlemektir. Maskesi düşen kapitalizmin barbarlığı böylesine gözler önüne serilmişken, 1 Mayıs vesilesiyle insanlığın bu barbarlığa razı olmadığını göstermek gerekir. Birlik ve dayanışma ile işçi sınıfının ve tüm dünya halklarının kendi kaderini tayin ettiği savaşsız, sömürürsüz bir dünyayı inşa etmek mümkündür. 


Biji Yek Gulan!

Yaşasın 1 Mayıs!


19 Nisan 2024 Cuma

Vicdansızlık, ikiyüzlülük (!)

                                  20 Nisan 2024

Erdoğan, haftalık kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada şunları söyledi: “İhmaller ve skandallar zincirinin bir sonucu olarak rızkının peşindeki 29 emekçi kardeşimiz İstanbul’un göbeğinde hayatını kaybetti. Ancak ne sendikalardan ne basın yayın kuruluşlarından ne de muhalefet cephesinden kayda değer hiçbir tepki gelmedi. Güya hak, hukuk ve adalet adına Van’a koşanlar, Beşiktaş’ta göz göre göre can veren işçiler için tek bir adım dahi atmadılar. Bunun adı sadece vicdansızlık değil, aynı zamanda ikiyüzlülüktür.”  

Erdoğan’ın Beşiktaş’ta yaşanan iş cinayeti için gösterdiği duyarlılık önemlidir. Gerçekten daha önceki iş cinayetleri gibi 29 işçinin ölümü de sendikalardan, basından ve muhalefetten gereken ilgiyi görmemiştir. Elbette gerekli tedbirleri almadığı, denetimleri yapmadığı için doğrudan ya da dolaylı olarak iş cinayetlerinde sorumluluğu olanların cezalandırılması için gerekli tepki ortaya konulmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın ima ettiği gibi CHP, denetim sorumluluğunu yerine getirmeyen belediye yönetimi kendisinden olduğu için cinayetleri önemsemiyor ya da partili oldukları için sorumluları koruma çabası içine giriyorsa, bu asla kabul edilemez (Aynı durum belediyeleri yöneten diğer partiler için de geçerlidir. Sendikaların iş cinayetlerine yönelik ilgisizliği ise ayrıca ele alınması gereken bir meseledir.).


Ancak bu arada şunu da gözardı etmemek gerekir: Beşiktaş’ta gerçekleşen iş cinayetine tepki göstermeyenleri vicdansızlıkla ve ikiyüzlülükle suçlayan Erdoğan 22 yıldır bu ülkeyi yönetmektedir ve onun devleti yönettiği dönemde yaklaşık “33 bin emekçi” iş cinayetlerinde yaşamını yitirirken -başta Soma olmak üzere- katliama dönüşen iş cinayetlerinin hemen hiçbirinde sorumlulardan hesap sorul(a)mamıştır. Buna iş cinayetlerine neden olan üretim sistemini dayatan ekonomi politikalarının ve emekçileri örgütsüzleştiren, güvencesizleştiren çalışma rejiminin mimarı olan iktidar sahipleri ile işçi sağlığı ve güvenliğini sağlayacak önlemleri alması ve denetlemesi gereken kamu yetkililerini de dahil etmek gerekir. Bu bakımdan bugüne kadar iş cinayetlerini “fıtrat” olarak değerlendiren, önlenmesi için kılını dahi kıpırdatmayan iktidarın başındaki kişinin sendikaları, basını ve muhalefeti iş cinayetlerine karşı duyarsız olmakla ve hatta ikiyüzlülükle suçlaması son derece manidardır! 


Erdoğan’ın açıklamasındaki diğer önemli husus ise “Güya hak, hukuk ve adalet adına Van’a koşanlar, Beşiktaş’ta göz göre göre can veren işçiler için tek bir adım dahi atmadılar.” ifadesiyle Van Belediyesi’ne çökme girişimi ile Beşiktaş’taki işçi ölümlerini ilişkilendirmesidir. Her şeyden önce Van halkı başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin tepki gösterdiği, direndiği bu çökme girişiminin haksız, hukuksuz olduğu konusunda -YSK’nın da bu yöndeki kararına rağmen- Erdoğan, “güya” ifadesini kullanarak aynı görüşte olmadığını göstermektedir. Ama daha önemlisi Erdoğan’ın -geçmişten bu yana değişmeyen devlet refleksiyle- işçi ölümlerine kayıtsız kalanların Van’da Kürt halkının direnişine destek vermesini sorgularken, Van’daki hukuksuzlukla birlikte işçi ölümlerine de kayıtsız kalanlardan herhangi bir rahatsızlık duymamasıdır. Yani Van’daki hak gaspına tepki göstermeyenler, 29 işçinin ölümüne sessiz kalsalar da Erdoğan’ın “vicdansız, ikiyüzlü” sıfatlarından azadedir.


Seçim yenilgisiyle toplumsal desteğini tamamen kaybettiği görünür olan Erdoğan’ın Kürt halkının direnişi karşısına iş cinayetlerinde ölen işçilerin hakkından hukukundan söz etmesinin nedeni “artan sömürü, yoksulluk ve iş cinayetleri karşısında hareketlenmeye başlayan işçi hareketi”nin Kürt hareketiyle temas ederek, mücadelelerin ortaklaşabileceği kaygısıdır. Erdoğan bu kaygısında haklıdır. Kürt hareketi ile işçi hareketi, Türkiye’de toplumsal mücadelenin iki temel unsurdur. Bunlardan birinin güçlendiği dönemlerde demokraside sağlanan gelişme, diğerini de güçlendirir; bunlardan biri zaafa uğradığında ise demokrasiyle birlikte diğerinin mücadelesi de geriler. 80’li yıllardan itibaren dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi hareketi etkisini kaybederken Kürt hareketi, 80’li yılların ortalarından itibaren toplumsal mücadelelerin en önemli dinamiği haline gelmiştir. Dolayısıyla işçi hareketinin yeniden güç kazanması ve Kürt hareketiyle mücadelede ortaklaşması, sadece siyasi iktidarın değil sermayenin de korkulu rüyası olmaktadır.


Bu korkular, kaygılar boşuna değildir. AKP’nin emekçileri sefalete iten canlarını, kanlarını sömüren politikaları, işçi sınıfında yeni bir hareketlenmeyi beraberinde getirmektedir. Sendikal bürokrasi aşılamadığı için -şimdilik- bu hareketlenme kendisine geniş bir mücadele alanı bulamasa da ülkenin dört bir yanında işyeri, işletme düzeyinde birçok direniş gerçekleşmektedir. Son örneğini İzmir’de Lezita fabrikasında gördüğümüz üzere AKP iktidarı, direnen işçilere jandarma vasıtasıyla en sert biçimde müdahale etmekte; hakkını arayan Kürtlere olduğu gibi hakkını arayan emekçilere de düşman hukuku uygulayarak direnişi kırmaya çalışmaktadır.


Sözün özü: Kürt halkının siyasal ve kültürel talepleriyle işçi sınıfının ekonomik ve sosyal taleplerinin birbiriyle çelişmediği, aksine demokratikleşme zemininde birbiriyle örtüştüğünün anlaşılması, egemenlere karşı gösterilen toplumsal direnci karşı durulamaz ölçüde büyütecektir. Erdoğan’a bugüne kadar “fıtrat” dediği iş cinayetinden ölen işçileri hatırlatan; vicdandan, ikiyüzlülükten söz ettirense işte bu direnci kırma çabasıdır.


ÜRETİM SÜRECİNDE “YENİDEN ESNEKLİK” ve SENDİKALAR”



   İdil Ece Bal ile birlikte kaleme alınan bu makale, Türkiye'de Esnek Çalışma, (Der. Ö. Müftüoğlu ve A. Koşar) Evrensel Basın Yayın, İstanbul, 2014) kitabında yayınlanmıştır.


1970’li yıllarla birlikte Fordist üretimin yerini almaya başlayan ve esnekliği içeren üretim yapısını “yeniden esneklik” olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü kapitalist üretim sisteminin emeği tahakküm altına alarak verimliliğini yükseltmek için kullandığı esneklik, işçi sınıfının mücadeleleriyle bir dönem sınırlandırılmış ancak “yeniden” uygulanmaya başlanmıştır. Yani esneklik, ilk kez uygulanmakta olan yeni bir olgu değildir. Bu bağlamda esnekliğin emekçiler için ne anlam taşıdığı ve esnekliğe karşı mücadelenin hangi dinamikler üzerinde yürütülmesi gerektiği konusunda tarihsel süreçte edinilen deneyimlerin de dikkate alınması gereklidir. Özellikle bir dönem esnekliği sınırlandırmayı başarmış olan sendikaların “yeniden esneklik” sürecine karşı alacağı tutum ve yürüteceği mücadele sadece işçi sınıfının haklarının değil kapitalist üretimin gelişim sürecinin de belirleyicisi olacaktır.

“Yeniden esneklik” olarak tanımlayabileceğimiz bu süreci anlayabilmek için öncelikle kapitalist üretime içkin bir durum olan esnekliğin, kapitalist üretim sistemi için taşıdığı anlamı irdelemek gereklidir. Emekçilerin 19. yüzyılda sendikalar aracılığıyla yürüttüğü ve sermayeyi esnekliği sınırlandırmaya zorladığı mücadele deneyimleri “yeniden esneklik” sürecine karşı mücadele için de yol göstericidir.  Ancak 20. yüzyılın son çeyreğine kadar devam eden sınırlı esneklik döneminde sendikalar nicel olarak büyümüş olmalarına rağmen sınıftan önemli ölçüde kopmuş oldukları göz ardı edilmemelidir. İşçi sınıfı hareketinin yeniden esnekliği sınırlandırmaya yönelik etkili bir mücadele yürütebilmesi için öncelikle sendikaları sınıfın ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaklaştıran zaaflarını ortaya koymak gerekir. Öte yandan, 18. ve 19. yüzyılın esneklik uygulamalarından önemli farklılıklar içeren “yeniden esnekleşme” sürecinin özgünlüklerinin ve emekçilere yansımalarının doğru algılanabilmesi, sendikaların işçi sınıfının ihtiyaçlarına yeniden yanıt üretebilmesi için de gereklidir.   

Kapitalist üretim sistemiyle oldukça geç bir dönemde tanışan Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte liberal yollarla kalkınmayı ve kapitalist sistemle bütünleşmeyi hedeflediğini ilan etmiştir. Kimi zaman ekonomik krizler, kimi zaman askeri darbelerin zoruyla da olsa Türkiye, kapitalist sistemdeki dönüşüm süreçleriyle bütünleşme çabası içinde olmuştur. Kapitalizmle bütünleşmeyle birlikte sermaye ve teknoloji birikimi ile sınıf hareketlerinin gücüne bağlı olarak üretim sistemlerindeki değişimler Türkiye’de emek süreçlerine de yansımıştır. Türkiye’de “yeniden esneklik” süreci ve bu süreçte sendikaların konumunu değerlendirebilmek için kapitalist sistemdeki dönüşümün yanı sıra Türkiye’nin sosyolojik, siyasi ve iktisadi koşullarını da dikkate almak gerekecektir. 

Kapitalist Üretim Sisteminde Birikimin Kaynağı: Esneklik

Kapitalist üretimi daha önceki üretim sistemlerinden ayıran en temel özellik, üretimi gerçekleştirenin ihtiyacını ya da pazardan gelen talebi karşılamak yerine sermaye birikimini amaçlamasıdır. Birikim için üretim, ürün çeşitliliğini ve pazarda rekabeti beraberinde getirmekte ve birçok ürünün talep esnekliği artmaktadır. Üretimin miktar ve çeşidinde sürekli ve hızlı değişmelere neden olan ürünün talep esnekliği; emek gücünün de bu değişime ayak uyduracak esnekliğe sahip olmasını gerektirmektedir. Köle, serf gibi kapitalizm öncesi emek biçimleri üretimdeki esnekliğe uyum sağlayamamakta ve birikim için gereken artı değer yaratılamamaktadır. Bu nedenle kapitalist üretim sisteminin emek gücü, birikimin ihtiyaçlarını karşılayacak esnekliğe sahip olmalıdır.

Emek gücünün kapitalist birikimin ihtiyaçlarını karşılayacak esnekliğe sahip olabilmesi için piyasada kullanım değeri yaratabilmesi ve metalaşmış olması gerekir. Emek gücünün piyasada meta olarak bulunabilmesini sağlayan iki temel koşul vardır. Birincisi emek gücünün sahibi olan işçi, meta olarak kendi emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilmelidir. Bunun için emek gücü meta olarak mübadele edilebilmeli; sermayeden ayrışmış, bağımsızlaşmış ve nesneleşmemiş (canlı emek) olmalıdır ki bu da onun “özgür” birey olmasını gerektirir. İkinci koşul ise işçinin üretimi sürdürebileceği araçlardan koparılıp (mülksüzleştirilip ya da köle ve serf olmaktan çıkartılıp) yaşamını sürdürebileceği geliri elde edebilmek için emek gücünü başkalarına satmak zorunda bırakılmasıdır. Ancak bu koşullar yerine geldiğinde işçi sermayeye boyun eğecek, artı emeğin kullanılmasına rıza gösterecek ve sermaye birikim süreci içerisine katılacaktır (Marx, 2011: 170-171). 

Emek talebinin esnekleştirilmesi yani sermayenin emeği dilediği gibi kullanabilme serbestliğinin sağlanması kapitalist üretim sisteminin en temel ve vazgeçilmez özelliği haline gelmiştir. Burjuva demokrasisinin köleci düzene son vermesi ve emekçileri bağımsız birer yurttaş olarak tanımlamasının ardındaki en önemli gerekçe işçiyi özgürleştirme görüntüsü altında onu sisteme bağımlı hale getirmek ve onu en esnek biçimde üretim sürecine katabilmektir. Sermaye birikimi için emek gücü sahibinin özgür olması sadece üretim süreci değil, dolaşım sürecindeki işlevi bakımından da önemlidir. Zira birikim için üretilen malların talebi olmalı yani satılabilmelidir. Talebi belirleyen ise tüketicilerin sayısı değil, satın alanların sayısıdır. Oysa kapitalist öncesi üretimde emek gücünün sahibi olan köleler ve serfler sahiplerinin satın aldığı ürünleri tüketir yani her herhangi bir ürünü satın alamazlar. Piyasadan ürün satın alarak birikim sürecine katkıda bulunabilecekler sadece geçimleri için gerekli ihtiyacı karşılamak zorunda olanlardır ki onlar da emek gücünü özgürce satabilen emekçilerdir (Marx, 2003: 243).    

İşçinin sermayenin esneklik ihtiyacını karşılamak üzere elde ettiği özgürlük, emek gücünü kendi iradesi ile satabilmesine olanak tanımakla beraber; yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak zorunda olan diğer işçilerle rekabete girmesine de neden olur. İşçilerin emek gücünü sermayeye satmak için kendi aralarında giriştikleri bu rekabetin sonucunda işçiler sermayenin tahakkümüne rıza göstermek zorunda kalır ve kendi emek gücü üzerindeki tasarrufu kaybederler. Bunun sonucunda da işçiler, son derece düşük ücretlerle en kötü koşullarda çalışmak zorunda kalırlar (Marx, 2003: 202-203). 

Kapitalist birikim için sermayedarın emek gücünü satın almak zorunda olması; ‘’özgür’’ işçinin de emek gücünü kendi iradesiyle pazara sunabilmesine ve üretim ilişkilerinde sermaye ile işçi arasında çıkar farklılıklarına dayalı köklü bir ayrışmaya neden olmaktadır. Üretim sürecinde –Althusserci bir kavramlaştırmayla- alt yapıda gerçekleşen bu temel ayrışma, üst yapıyı (devlet, hukuk, ideoloji) yani toplumsal ilişkileri doğrudan etkileyen çelişki ve çatışmaları da açığa çıkartacaktır  (Althusser, 2006: 47).

Aynı zamanda bir birikim süreci de olan kapitalist üretimin kendisini yeniden üretmesi ve kâr oranlarının yükseltilmesi gerekir. Bunun için de işgünü uzatılarak (mutlak artı değer) veya emek üretkenliği arttırılarak (nispi artı değer) emek maliyetlerinin düşürülmesi ve artı değer oranının en üst düzeye çıkartılması amaçlanır (Marx, 2009: 195). Emek maliyetini düşürerek kâr oranlarını yükseltmek için artı değer oranını arttırma çabası aynı zamanda emek sömürü oranının yükselmesini de ifade eder.  Sermaye için ölüm kalım meselesi olan emek maliyetlerinin düşürülüp, emeğin üretkenliğinin arttırılması; işçi için daha uzun sürelerde daha yoğun çalışmak ve daha da yoksullaşarak kötü yaşam koşullarına mahkûm olmak anlamına gelir. Bu nedenle işçilerin sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir çalışma düzenine gönüllü olarak rıza göstermesi beklenemez. İşte bu nedenle sermaye, işçilerle bireysel olarak da sınıfsal olarak da demokrasinin egemen olduğu koşullar içinde bir ilişki sürdüremez ve onu egemenliği altına almaya çalışır. Sermayenin emek gücünün sahibi işçi üzerindeki bu egemenliği üretim sürecinden başlar ve üst yapıda yani tüm toplumsal ilişkiler içerisinde de devam eder.

Sermaye, işçiyi kendi koşullarına razı ederek, onun üzerinde egemenliğini sağlamak için yukarıda belirtilenlerin yanı sıra üretim sürecinde emek gücünü değersizleştirecek ve emek üzerindeki denetimi arttıracak teknikleri de geliştirilmek zorundadır. Üretim sürecinde kişileşmiş sermaye, işçi üzerindeki egemenliğini, işteki denetim mekanizmaları ile sağlar ve üretim biçimlerini emeği denetimi altına alarak, kendisine bağımlılığını arttıracak biçimde yeniler, geliştirir (Marx, 2007: 300). Böylece işçiyi sermayenin emek süreçlerinde esnekliği içeren dayatmalarına rıza göstermeye zorlamış olur. Emek süreçlerinin esnekleştirilip, emek üzerinde denetim sağlanmasıyla verimliğin arttırılmasında iş bölümünün rolü son derece önemlidir. 

Adam Smith, iş bölümünü emeği ucuza getirmenin mükemmel bir yöntemi olarak tanımlamış ve sermayeye hararetle tavsiye etmiştir. Adam Smith iş bölümünün emeğin üretkenliğinde sağladığı artışı üç etkene bağlamaktadır: Birinci olarak, iş bölümü sayesinde her işçi üretim sürecinde sadece belirli bir işte yoğunlaşacak ve dolayısıyla o işteki becerisi ve üretkenliği artacaktır. Her bir işçinin üretkenliğinin artması üretimin hızlanmasına ve toplamda da üretkenliğin artmasına yol açacaktır. İkinci olarak, üretimin tamamını gerçekleştiren işçi bir işten diğer işe geçerken ve her bir işe uyum sağlamaya çalışırken zaman kaybeder. İş bölümü sayesinde bu zaman kaybı ortadan kaldırılmış olur. Üçüncü olarak, iş bölümü sayesinde tüm dikkatini bir iş üzerine yoğunlaştıran işçi o işin basit ve kestirme yollardan yapılmasını sağlayacak yöntemleri de geliştirebilir. Üretimde kullanılan makinelerin birçoğu bir işte yoğunlaşmış ve işi kestirme yoldan yapma arayışındaki işçilerin düşüncelerinden esinlenerek geliştirilmiştir. Makinelerin üretimde kullanılması bir taraftan daha az işçiyle üretim yapılmasını sağlarken diğer taraftan da işçiyi makinenin bir parçası haline getirir ve denetlenmesini kolaylaştırır (Smith 1985: 20).   

Smith’in iş bölümü ile emeğin denetimi ve üretkenliğinin arttırılması üzerine görüşleri bir takım eksiklikleri nedeniyle eleştirilmişse de üretim süreçlerinin esnekleşme gereksinimini karşılayacak biçimde düzenlenmesinde sermaye için yol gösterici olmuştur. Sanayi kapitalizminin erken evrelerinde iş bölümünün geçerli olan ilkel biçimleri olarak kabul edilen eve iş verme ve taşeronluk sistemleri, emek süreci üzerinde gereken denetimi sağlayamamış ve üretim sürecini değiştirme konusunda yetersiz kalmıştır. Bunun üzerine ‘’özgür emek gücü’’nü disipline edecek bir çalışma düzeninin oluşması için üretimin tek çatı altına toplanıp istihdamın merkezileştirilmesi bir çözüm olarak görülmüştür. İşçileri günün ve yılın tamamı boyunca çalışır halde tutmak için baskıcı yöntemler gerekmiş ve ilk dönem atölyelerde katı ve despotik bir yönetim biçimi geçerli olmuştur. Ancak kapitalistlerin kendi koşullarını işçilere dayatırken despotik yöntemleri açık biçimde uygulaması, özgür işçinin emek gücünü rızasıyla üretim sürecine katma anlayışına aykırıdır. Bu nedenle işçinin kapitalistlerin emek sömürüsünü arttırmayı amaçlayan dayatmalarına rıza göstermesini sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesi gerekmiştir (Braverman, 2008: 86-90). Kapitalist üretimin en ilkel biçimi olan eve iş verme ve taşeron sisteminden manifaktüre oradan da fabrika düzenine geçişi sağlayan iş bölümündeki değişim, Taylor ve Ford ile birlikte devam etmiş son olarak da yalın üretim modeliyle emek denetimini ve verimlilik artışını en üst düzeye taşımıştır. 

İşçinin sermayenin dayatmalarına diğer bir deyişle esneklik koşullarına rıza göstermesinde üretim sürecindeki etkenlerin yansıra üst yapı kurumları da önemli rol oynamaktadır. Bu bağlamda burjuva hukuk düzeni içinde sermayenin koşullarını dayatan yasalar ve bu yasalar çerçevesinde devletin kolluk güçleri, işçiler üzerinde kimi zaman fiziki baskı da oluşturarak dayatmalara razı olmaya zorlar. Öte yandan din ve eğitim üzerinden yaratılan değerler sistemi içinde oluşturulan ‘’iş ahlakı’’ anlayışı da emek gücü üzerinden daha fazla artı değer sağlamasına yönelik dayatmaları meşrulaştırarak işçilerin bu dayatmaları kabullenmesinde etkili olur.  

Sanayi Devrimi’yle birlikte bir taraftan fabrika koşullarında işçiyi disiplin altına alan çalışma düzeni gelişir ve yaygınlaşırken; diğer taraftan kırdan kentlere göçün teşvik edilmesi ve/veya zorlanmasıyla kentlerde artan emek arzı, işsizliği (yedek işçi ordusunu) arttırmıştır. Böylece yaşamlarını sürdürebilmelerinin tek kaynağı emek güçlerini satmak olan emekçi kitlelerin birbirleri arasında artan rekabetten yararlanan sermaye, fabrika düzeni içinde işçileri çok daha kötü çalışma koşullarına zorlamıştır. 1789 Fransız İhtilali ile başlayan ve 19. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa’ya yayılan burjuva devrimleri, sermayenin dayatmalarını içeren çalışma düzenine yasalarla meşruiyet kazandırmış ve burjuva devletinin güvencesi altına almıştır. Böylece bu acımasız çalışma düzenine karşı emekçilerin bir araya gelerek örgütlenmeleri ve en küçük itirazı dahi yasa dışı sayılmış ve şiddetle engellenmiştir.

Üretim ve emek süreçlerinin esnekleşmeyi içeren biçimde dönüşmesi sermaye birikiminin hızla artışıyla beraber, yıkılan feodalizmin yerine kapitalizm egemen üretim ve toplum düzeni haline gelmiştir. Üretim sürecinde egemenliğin bütünüyle sermayenin elinde bulunduğu erken dönem sanayileşme sürecinde kadınlar, çocuklar ağır işlerde çalıştırılırken çalışma süreleri günde 17-18 saate kadar çıkmıştır. Feodal düzenin geleneksel güvence mekanizmalarının da ortadan kaldırıldığı ve “vahşi kapitalizm” olarak da tanımlanan bu süreçte emekçi kesimler, sömürünün ve sefaletin sınır tanımadığı koşullara mahkûm edilmeye çalışılmıştır. 

Gerek üretim sürecinde gerekse toplumun diğer alanlarında işçiler, burjuva devletinin tüm baskı araçlarına rağmen sermayenin dayatmalarına rıza göstermeyerek direnmiş, mücadele etmişlerdir. Özellikle 19. Yüzyıl ortalarında yükselen işçi hareketleri kapitalist üretim sistemi ve toplum düzenine karşı örgütlü bir mücadele içerisine girmiş, sermayenin egemenliğini önemli ölçüde sarsmıştır.  Böylece emek gücünün sınırsız sömürüsü, işçi sınıfının müdahaleleri sayesinde sınırlanmak zorunda kalmış; gerek alt yapıyı oluşturan üretim sürecinde gerekse üst yapıyı oluşturan toplumsal ilişkilerde işçi sınıfı etkili bir aktör haline gelmiştir.


Esnekliğe Karşı İşçi Sınıfının Mücadele Aracı: Sendikalar

İşçilerin sınıf olma bilincine erişmeleri ve sınıf olma düşüncesiyle burjuvaziye karşı mücadeleye girişmelerinin nedeni kendilerine dayatılan sömürü ve sefalete rıza göstermemeleridir. Milyonlarca emekçinin yaşamlarını sefalet içerisinde sürdürmek zorunda kaldığı sanayi devrimi sonrasında işsizliğe, güvencesizliğe, uzun çalışma sürelerine, çocuk çalışmasına, kadınların gece çalıştırılmalarına ve son derece düşük ücretlere karşı emekçi kesimlerden tepkiler yükselmeye başlamıştır. Emek gücünü sermayeye satmaktan başka yaşamını sürdürecek geliri olmayan ve birbirleriyle rekabet halinde olan emekçilerin, sömürü ve sefaletin kaynağı olan kapitalist sisteme ve sermaye sınıfına karşı birey olarak mücadele edebilmesi mümkün değildir. Mücadele için emekçilerin aralarındaki rekabeti dayanışmaya dönüştürerek birlikte örgütlenmeleri gerekmektedir. Sermayeye karşı çıkarların ortak olduğu düşüncesinin ulaştırdığı sınıf bilinci sayesinde rekabetin yerini dayanışma almaya başlamış ve sınıf örgütlenmesine giden yol açılmıştır. Ancak burjuva demokrasisinin liberal hukuk düzeni, emekçilerin hakları için örgütlenmesini sermayedarların girişimcilik özgürlüğüne engel olduğu gerekçesiyle yasaklamıştır. 

Tüm yasaklamalara karşılık gerçekleştirilen ilk önemli işçi hareketi 1790’larda ortaya çıkan ve yaklaşık kırk yıl süren Ludist harekettir. Makine kırıcıları hareketi olarak da bilinen Ludist hareket, makineleşmenin yaygın olduğu tekstil sektöründe başlamıştır. Makineleşme emeğin niteliğini değersizleştirmekte ve emeğin yerine ikame edilebilmektedir. Bu da emek talebini azaltırken emekçilerin arasındaki rekabeti arttırmakta, emeği makinenin bir parçası haline getirerek denetimini kolaylaştırmakta ve emeğin değerini yani ücreti düşürmektedir. Düşük ücret ve son derece kötü çalışma koşullarına karşı ilk işçi hareketi olan Ludist hareket, kendi başına somut bir başarı elde edemese de 19. Yüzyılın ikinci yarısında yükselecek işçi sınıfı hareketine öncülük yapmıştır. Ludist hareketin ardından yine İngiltere’de işçilerin oy hakkı ve parlamentoda temsil edilebilmesi için başlatılan Chartist hareket, sekiz saatlik iş günü, çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, emekçilerin maddi koşullarının iyileştirilmesi gibi talepler için mücadele yürütmüştür (Yeliseyeva, 2009: 109).

1830’lu yıllarda giderek yaygınlaşan Burjuva Devrimleri toplumsal ilişkilerde burjuvazinin egemenliğini daha da arttırmış; üretim ve emek süreçlerinde esnekleşmeyle birlikte işçilere dayatılan koşullar daha da ağırlaştırmıştır. 1848 yılında giderek ağırlaşan dayatmalar ve yaygınlaşan sefalet karşısında emekçiler Avrupa’nın birçok ülkesinde ayaklanmıştır. Esnekleşmenin sınırlandırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle gerçekleştirilen ayaklanmalar genellikle kanlı biçimde bastırılmıştır. Ancak işçi sınıfı, önceleri aralarında yardımlaşma mekanizması olarak kurup daha sonra sınıf mücadelesi aracı haline dönüştürdükleri sendikalar aracılığıyla sermaye karşısında mücadele etme konusunda önemli ilerlemeler sağlamıştır (Yeliseyeva, 2009: 136). 

Kapitalist üretim sisteminin sendikaların da bir aracı olduğu sınıf mücadelesine bilimsel sosyalizmin katkısı son derece önemlidir. Karl Marx ve Frederich Engels’in öncülüğünü yaptığı “bilimsel sosyalizm”in etkisiyle işçi sınıfı hareketinin ekonomik ve siyasal hak mücadelesi, kapitalizme alternatif bir sistem talebine dönüşmüştür. Bu alternatif, “sosyalizm”dir. Sosyalizm emek gücünü, üzerinden artı değer sağlanan bir meta olarak gören üretim sistemine ve mülkiyeti en yüce değer olarak gören liberal devlet anlayışına karşılık, mülkiyetin ve emeğin toplumsallaştırılmasını öngörmektedir. Bu sistemde üretim, kapitalist birikimi amaçlamayacak, yaşamlarını sürdürebilmek için işçiler emek gücünü sermayedara satmak zorunda kalmayacaktır. Dolayısıyla emeğin sömürüsüne dayanan kâr mekanizması ve temel işlevi mülkiyeti korumak olan liberal devlet anlayışı ortadan kalkacak ve toplumun tümü güvence altına alınmış olacaktır. 

Sosyalizm düşüncesinin etkisi altındaki işçi sınıfı mücadelesi, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde hızla yayılmıştır. Grevler ve eylemlerle kendisini göstermeye başlayan işçi sınıfı hareketi, 1848’de Komünist Manifesto’nun yayınlanması, 1864’te toplanan I. Enternasyonel ve 1871 Paris Komünü ile kapitalist sistem karşısında önemli bir tehdit haline gelmiştir. Burjuvazi ve iktidarda bulunan temsilcileri, işçi sınıfından gelen bu tehdit karşısında, işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için demokratik düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır (Akkaya, 2002: 78). Böylece emek süreçlerinde esneklik uygulamalarını bir ölçüde de olsa sınırlandıran ve işçi sınıfının en yaşamsal talebi olan sosyal güvenceyi sağlamaya yönelik düzenlemeler getirilmeye başlanmıştır. 

I ve II. Enternasyonel ile uluslararası meslek örgütlerinin çabaları ve işçi sınıfının sendikalar aracılığıyla yürüttüğü mücadeleler, çalışma sürelerinin düşürülmesi, kadın ve çocuk çalışmasının sınırlandırılması ve ücretlerin yükseltilmesi gibi bir takım kazanımların elde edilmesini sağlamıştır. Öte yandan Almanya’da 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortası yürürlüğe konulmuştur (Sosyalizm Ansiklopedisi, 307). 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte reel sosyalizmin kapitalizm üzerinde oluşturduğu tehdit artmış, 19. Yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadeleleriyle sermayenin işçileri razı etmeye çalıştığı dayatmalar daha da sınırlandırılmıştır. I. Dünya Savaşını sonlandıran Versay Barış Anlaşması’yla birlikte esnekliği sınırlandıran düzenlemeleri yaygınlaştırmak üzere 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kurulmuştur.  

İşçilerin bilimsel sosyalizmin etkisi ve sendikalarla yürüttüğü mücadelelerle çalışma süreleri, çalışma yaşı ve gece çalışması sınırlandırılmış; kimi sosyal risklere karşı güvence sağlanmış ve toplu pazarlık yoluyla işçiler, sınırlı da olsa üretim sürecinde söz sahibi olmuşlardır. İşçilerin elde ettiği bu haklar, emek süreçlerinde esneklikle beraber emek gücünün yarattığı artı değeri sınırlandırmış ve sermaye birikim sürecinin tıkanmasına neden olmuştur. Kapitalizmin krizine dönüşen bu tıkanmayı açmak üzere iki savaş arası dönemde bir taraftan faşist ve totaliter rejimlerle işçi sınıfı baskı altına alınmaya çalışılırken, diğer taraftan emek gücü üzerinde tahakküm oluşturacak yeni üretim ve yönetim biçimlerinin arayışına girilmiştir. 


Sınırlandırılmış Esneklikte Birikimin Formülü: Taylorist-Fordist Üretim Sistemi     ve Sendikalar

İşçi sınıfının mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehditleri sonucunda esnekliği sınırlandırmak zorunda kalan kapitalist üretim sisteminde kâr hadleri düşmeye başlamış ve kapitalizm krize sürüklenmiştir. Sermaye birikiminin ve bir başka ifadeyle kapitalist sistemin içine girdiği bu derin krizden çıkabilmesi için emeğin üzerindeki denetimi yeniden arttırmak ve işçilerin rıza gösterecekleri yeni artı değer elde etme yöntemleri geliştirmek gerekmektedir. F.W.Taylor, kapitalist işletmenin giderek karmaşık hale gelen emek denetim sorunlarını çözmek üzerine çalışmalar yapmış, bu çalışmaları 1911 yılında Bilimsel Yönetimin İlkeleri kitabında toplamıştır. Adı “bilimsel” olsa da varsayımları tamamen kapitalist bakış açısından hareket eden ve emeğin sermayenin ihtiyaçlarına uyarlanmasını hedefleyen bu çalışmalar bilimsel nitelikten uzaktır. Taylor’un çalışmalarında nihai amaç işi gerçekleştirmenin en iyi yolunu bulmak değil, yabancılaşmış emeğin, yani metalaşmış emek gücünün nasıl en iyi biçimde denetleneceğinin yolunu bulmaktır (Braverman, 2008: 106)     

Daha önce de belirttiğimiz gibi emek gücü üzerinde denetimi sağlamak, en başından beri kapitalist üretimin en temel sorunlarından biri olmuştur. Dolayısıyla Taylor’dan önce de emek üzerinde denetim kurmanın yöntemleri geliştirilmeye çalışılmış ve bu yöntemler uygulanmıştır. Braverman, Taylor öncesinde emek üzerindeki denetimin aşamalarını şu şekilde sıralamaktadır: “İşçilerin bir atölye içinde bir araya getirilmesi ve işçilere çalışma günü süresinin dayatılması; işçilerin sebatlı, yoğun ya da kesintisiz çalışmalarını güvence altına alacak biçimde gözetim altına alınmaları; çalışmayı kesintiye uğratacağı düşünülen (konuşmak, sigara içmek, işyerini terk etmek vs) oyalamalarla ilgili kuralların uygulanması; asgari üretim düzeylerinin belirlenmesi; vs.” İşçinin bu kurallara uyması sağlandığında emek gücü yönetimin denetimi altına girmiş sayılmaktadır. Oysa Taylor, belirli kurallar koyup işçinin bu kurallara uymasını beklemek yerine işçiye inisiyatif bırakmadan, üretimin tamamen yönetimin kontrolü altında gerçekleşeceği bir tarzda düzenlenmesini amaçlamıştır. Taylor böylece iş bölümünde o zamana kadar görülmemiş bir büyük devrimin öncülüğünü yapmıştır (Braverman, 2008: 109).    

Taylor’un iş bölümünde devrim yaratan modelinde üç temel ilke vardır. Birincisi emek süreçlerinin işçilerin vasıflarından kopartılmasıdır. Burada amaç emek sürecinin zanaat, gelenek ve işçilerin bilgisinden kopartılarak, tamamen yönetimin inisiyatifine terk edilmesidir. İkinci ilke yönetimin sahip olduğu denetimin güvenceye alınması ve emeğin ucuzlatılması için üretim sürecinde tasarımın uygulamadan ayrılmasıdır. Zihinsel faaliyetlerden tamamen uzaklaştırılan işçinin sadece kendisine buyrulan basitleştirilmiş iş görevlerine itaat etmesi istenmektedir. Böylece hem vasıflı işçiye gerek kalmayacak ve vasıfsız işçi ucuza çalıştırılabilecek; hem de yönetimin emek süreci üzerinde kontrolü artacaktır. Üçüncü ilke ise işçiye verilecek görevin sadece neyi yapacağını değil, nasıl ve ne kadar süre içerisinde yapılacağının da ayrıntılı biçimde belirlenmesine dayanır. Bu sayede, üretim sürecinin bilgisi üzerinde yönetimin sağladığı tekel, üretim sürecinin her bir adımını ve uygulanma tarzını denetlemek için kullanılabilecektir (Braverman, 2008: 126-133). 

Taylorizmin uygulaması ile birlikte kapitalist emek sürecinde işçi her türlü beceriden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetten kopartılarak, vasıfsızlaştırılmaktadır. Birbirlerinden farksızlaştırılan işçiler, her türlü küçük parça işi yapar hale getirilmekte ve değersizleştirilmektedir. Dolayısıyla, tüm bu yönetim pratiği kapitalist ideoloji ve amaçlar etrafında şekillenmiştir. Bu nedenle Taylorizm, iş yerindeki verimliliği arttırıcı etkisinden çok, içinde barındırdığı ideoloji nedeniyle kapitalist üretimde büyük önem kazanmış ve uygulama alanı bulmuştur.

Taylor’un bilimsel yönetim anlayışı, 20. Yüzyılın başlarında sanayide yaygın biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Henry Ford, otomobil fabrikasında işleri parçalayarak, basitleştirmeye dayanan Taylorist iş örgütlenmesini daha ileri taşıyarak işin hızını birebir işverenin belirlemesini sağlayan “taşıyıcı bant” sistemini uygu­lamaya sokmuştur. İlk olarak, 1913’te titizlikle yapılan zaman ve hareket etütleri sonucu, yaklaşık 50 metrelik bir üretim hattında üretim süreci 140 montaj işçisi arasında bölünmüştür. Montajı yapılan şasi, tekerlekler üzerinde, belli aralıklarla bir halat yardımı ile çekilmeye başlanmıştır. Böylece bir şasinin montajı için gerekli olan 12 saat 28 dakikalık süre, 5 saat 50 dakikaya indirilebilmiştir. 1914 yılında mekanik olarak hareket eden ünlü montaj hattı ya da akar band üretime sokulduğunda bu süre 1.5 saate düşürülmüştür. 11 yıllık bir zaman aralığında Ford fabrikasında gerçekleştirilen tüm bu teknolojik değişikliklerle, artık emek sürecini düşünen, tasarlayan ve uygulayan ustaların yerini sadece küçük bir parça-işi sürekli tekrarlayan vasıfsız işçiler almıştır. Böylece sermayenin vasıflı işçiye bağımlılığı azalmış; emek sürecinin denetimi ve hızını tamamen sermayenin belirlemesiyle birlikte üretkenlik büyük ölçüde artmıştır (Ansal, 1985: 161). 


Fordist bant sistemiyle birlikte üretimin tüm aşamalarının tek çatı altında toplanması ve üretimin her bir aşaması için kurulan büyük tezgâhlar, mekânsal olarak devasa fabrikaların kurulmasını ve üretim için yüksek maliyetli yatırımları gerektirmiştir. Yatırım maliyetlerinin yüksek olması, üretimin kârlı olabilmesi için büyük hacimlerde gerçekleştirilme ihtiyacını doğurmuş, ölçek ekonomileri önem kazanmıştır. Öte yandan üretimin tek merkezden kontrol edilen bir bant üzerinde yapılması ve makinelerin standart bir ürün tipine/modeline göre tasarlanmış olması, stoklu ve standart bir üretim tarzını ortaya çıkartmıştır. Ayrıca üretim kapasitesinin artması; işlerin basitleştirilerek parçalara ayrılması; üretimin seri ve sürekli hale gelmesiyle birlikte emek talebi de artmıştır.   


Fordizmin stoklu üretim özelliği sayesinde ürün talebinin esnekliği olabildiğince sınırlandırılmıştır. Ayrıca üretimin standart ürün tipine/modeline göre tasarlanmış olması da üretimde esnekliğin sınırlandırılmasına ve hatta “katı” olarak tanımlanan bir üretim tarzını ortaya çıkartmıştır. Fordist üretimde esnekliğin sınırlandırılmasıyla birlikte emek talep esnekliği de sınırlanmış ve sekiz saatlik çalışma süresi, çalışma yaşının sınırlandırılması ve süresiz sözleşmeyle güvenceli çalışma gibi standart çalışma biçimlerinin geçerli olduğu bir emek süreci ortaya çıkmıştır. Öte yandan emek talebindeki artış ve seri üretimin ihtiyaç duyduğu kitlesel tüketim, işçilerin satın alma güçlerini arttırmayı gerektirmiş ve emek verimliliğindeki büyük artışın da olanak vermesiyle ücretlerde görece bir yükselme sağlanmıştır. Ücret ilişkisinin yaygınlaşması, işçilerin büyük fabrikalarda toplulaşmasıyla birlikte ücretlerin ve çalışma koşullarının belirlenmesinde bireysel sözleşmelerin yerini toplu pazarlık ve toplu sözleşmeler almıştır (Arın, 1985: 126). 

Emek süreçlerinde standartlaşma ve esnekliğin sınırlanması birlikte emeğin daha uzun süreler çalıştırılıp daha düşük ücret ödenmesine dayanan mutlak artı değer üzerinden sermaye birikimi elde etme anlayışı yerini emeğin verimliliğini arttırmaya dayalı nispi (görece) artı değeri yükseltecek bir anlayışa bırakmaktadır. Mutlak artı değerin sınırlandırılmasıyla birlikte işçi sınıfının 19. Yüzyıl boyunca süren mücadelesinin temel talepleri belirli ölçülerde de olsa karşılanmıştır. Ancak Taylorist-Fordist üretim sistemi bir taraftan 19. Yüzyılda geçerli emek gücünü açık sömürme serbestliğini sınırlarken, emeği yabancılaştırarak ve vasıflaştırarak, sermayenin üretim sürecinde denetimini ve dolayısıyla emek gücü üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır. Emek verimliliğini en üst düzeye çıkartmaya yönelik üretim sürecinde işçiler işin bunaltıcı niteliği ve artan yoğunluğu nedeniyle işlerini kısa sürede terk etmeye başlamışlar işçi devri hızla artmıştır (1914 yılında yıllık işgücü devri (turnover) oranı yüzde 400’e ulaşmıştır). Bu yoğun ve sıkıcı iş temposuna karşı işçiler tepkilerini makinelere sabotaj, kasıtlı üretim hataları, işten kaytarma biçiminde göstermeye başlamış; sendikalaşma eğilimleri artmıştır (Ansal, 1985: 162). 

Amacı emek verimliliğini arttırmak için işçinin sermayenin tahakkümüne karşı rıza göstermesini sağlamak olan ve bunu sağlamak için üretim sürecinin denetimini tamamen işverene devreden Taylorist-Fordist üretim/yönetim modelinde sendikalaşma eğilimlerinin artmasına olanak sağlayan koşullar şu şekilde özetlenebilir: 1) Fordist üretimin tüm aşamalarının tek çatı altında yapıldığı büyük fabrika sisteminde gerçekleşmesi, üretimin sürekli olması, istihdam biçimlerinin ve çalışma koşullarının standartlaşması çok sayıda işçinin ortak çıkarlar için bir araya gelmesini kolaylaştırmıştır. 2) İşçilerin üretim sürecine müdahale edebilmesi ve ortak çıkarlar için mücadele olanaklarının artması, sermayenin tahakkümüne karşı örgütlenme ve mücadele için de uygun koşulları yaratmıştır. 3) Üretimin birbirine bağımlı bir hat üzerinde gerçekleşmesi bir üretim birindeki az sayıda işçinin dahi tüm üretimi durdurabilmesini olanaklı hale getirmiş; böylece grevlerin etkisi artmıştır.


Sendikalaşma eğilimleri karşısında başta Henry Ford olmak üzere işverenler katı bir tutum sergilemiştir. Ancak bir taraftan kitlesel tüketim ihtiyacının işçilerin satın alma gücünü arttırmayı gerektirmesi, diğer taraftan 1929 krizini aşmak üzere devletin sermayeye desteğini öngören New Deal politikaları ve silah üretimine ağırlık veren savaş programıyla emek talebinin artması, sermaye ile emek arasında bir uzlaşmayı gerekli hale getirmiştir. J.M.Keynes’in 1936 yılında yayınladığı Genel Teori kitabıyla kuramsallaşarak Keynesyen politikalar adını alan ve Fordizmin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde yaygınlaşan talep yönlü iktisat akımı da çıkarları uzlaşmaz iki sınıf arasında görece bir uzlaşmayı gerekli görmüştür. Öte yandan soğuk savaş döneminde artan reel sosyalizm tehdidi de burjuvazinin işçi sınıfıyla uzlaşı içinde olması için bir başka gerekçe olmuştur. 

Reel sosyalizm tehdidi, Fordist üretim sisteminin yarattığı uygun ortam ve sermaye birikim rejiminin gereği olarak benimsenen Keynesyen politikalar sonucunda sermayenin emekle uzlaşma zarureti kapitalist üretim ilişkileri içerisinde daha önce görülmemiş bir uzlaşmaya neden olmuştur. Bu uzlaşma sürecinde sanayileşmiş ülkelerde sendikalar üye sayılarını arttırırken; işçilerin yönetime katılmalarına kadar varacak bir toplu pazarlık düzeni gelişmiştir. II. Dünya Savaşından sonra ILO’nun çabalarıyla birlikte Fordizmin (Keynesyen politikalar beraberinde) yayıldığı Avrupa’da ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sendikalaşma ve toplu pazarlık sistemi de yaygınlaşmıştır. 

Devletin sendikalaşmayı ve sendikal faaliyetleri teşvik eden düzenlemelerinin de etkisiyle sendikalar, toplu pazarlıklar yoluyla emek süreçlerinde etkilerini arttırmış ve toplumsal alanda da baskı gücü oluşturup önemli bir aktör haline gelmiştir. Ancak bu dönemde sendikalar Fordist emek sürecinde işçilerin becerilerine dayanan gücü ve kontrolü korumak yerine genellikle vasıfsızlaştırılmış işlerini korumaya, çalışma koşullarını ve ücretlerini iyileştirmeye yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda sektör ve ülkeye göre farklılıklar göstermekle birlikte sendikalar, Fordizme karşı sınıf perspektifine dayanan politikalar izlemek yerine genellikle işyeri/ücret sendikacılığını benimsemişlerdir. Öte yandan soğuk savaşla birlikte birçok kapitalist ülkede sendikalar, işçi sınıfını sosyalist ideolojiden uzak tutmakla görevlendirilmiş sistemin ideolojik aygıtları olarak görülmüşlerdir. Özellikle kapitalist blokta yer alan ülkelerde kurulu sendikaları sosyalist ülke sendikalarının da içinde yer aldığı Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’dan ayrılarak 1949 yılında kurdukları Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) soğuk savaş dönemi sendikacılığının uluslar üstü boyutta öncülüğünü yapmıştır (Fransız CGT ve İtalyan CGIL, 1949 sonra da WFTU’da kalmaya devam etmiştir). 


Fordist dönemde sendikalar nicel olarak büyümüş, toplu pazarlıklar yoluyla işçiler adına üretim sürecinde ve toplumsal alanda etkilerini arttırmışlardır. Ancak bu nicel gelişmelere karşılık sendikalar, bilimsel sosyalizmden; işçi sınıfı ideolojisinden uzaklaşarak bürokratik bir yapı içerisinde hapsolmuş ve sistemin ideolojik aygıtları haline gelmişlerdir (Althusser, 2008: 182-183). Kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizin ardından liberal ekonominin ve esnek üretimin yeniden egemen hale gelmesiyle birlikte sendikaların Fordist dönemde geçirdiği çürümüşlük çok daha açık biçimde görünür olmuştur. 



Üretim Sürecinde Yeniden Esnekleşme Dönemi ve Sendikalar

Emek süreçlerinde esneklik, işçi sınıfı mücadeleleriyle sınırlanmaya başlamış; sınırlı esneklik, reel sosyalizm tehdidi ve kapitalizmin krizden çıkış stratejisi olarak uyguladığı Fordist emek süreçleri sayesinde 1970’li yıllara kadar yaygınlaşarak sürmüştür. Ancak 1970’li yıllarda kâr hadlerini yükselterek kapitalizmin krizini aşmayı sağlamak üzere üretim sisteminde yeniden bir dönüşüm gündeme getirilmiştir. 

Krizden çıkmak için üretim sisteminde gerçekleştirilen bu yeni dönüşüm; artı değeri sınırsız biçimde yükseltmeyi sağlayacak esnek üretim biçimlerinin raftan indirilip yeniden uygulanmasına dayandırılmaktadır. Emek süreçlerinin yeniden esnekleşmesi, sermayenin emek gücü üzerindeki tahakkümünün önündeki sınırlamalarla birlikte 19. Yüzyıl sonlarından itibaren işçi sınıfının tüm kazanımlarının ortadan kalkma tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Dünyanın dört bir yanında yüz milyonlarca emekçi, sendikalardan yeniden esnekleşmeyle birlikte tehlikeye giren kazanımlarını savunmasını beklemiştir. Ancak 1970’lerde başlayan ve yaklaşık kırk yıldır uygulanan yeniden esneklik karşısında sendikaların bu beklentiye yanıt olamadığı görülmüştür. 

Sendikaların yeniden esneklik sürecine yanıt üretememesi ve kendi kazanımlarına sahip çıkamamasını gerekçelendirmek için birçok neden sıralamak mümkündür. Sendikaların işçi sınıfının kazanımlarına aracılık ederken sahip olduğu bilimsel sosyalizmin sınıf perspektifinden uzaklaşmış olmasını bu nedenlerin en başında vurgulamak gerekir. Burjuvazi işçi sınıfının tehdidi karşısında verdiği tavizlerin ardından kendisini yeniden üretecek stratejiler geliştirirken sendikalar, sınıf perspektifinden uzaklaşmışlardır. Bu nedenle de sendikalar işçi sınıfının bütününü kapsayan ve hakları uzun vadede savunacak bir strateji izleyememişlerdir. 

İşçi sınıfının mücadele aracı olan sendikaları bir uzlaşı aracı haline getirmek için burjuvazi, üretim sitemindeki dönüşümün yanı sıra liberal ekonomi politikalarından da tavizler vermiştir. Büyük ölçüde sermayenin belirlediği sınırlar içerisinde işçi sınıfın örgütlenmesinin önündeki baskıları kaldıran ve toplu pazarlıklar yoluyla sendikaların emek sürecine katılımı sağlayan yasal düzenlemeler yapılmıştır. Sendikalar elde ettikleri tavizler ve emek sürecindeki söz hakkı karşılığında işçi sınıfının devrimci taleplerini yumuşatarak reformcu bir çizgiye rıza göstermişlerdir. İşçi sınıfının rızasını da alan bu uzlaşı, Marx’ın tarihsel materyalizm içerisinde tanımladığı toplumsal yapıyı değiştirecek devrimci bir güce sahip olan işçi sınıfının bu bilinçten uzaklaşmasında önemli rol oynamıştır. 

Kapitalizmin işçi sınıfının örgütlenmesine yönelik tavizleri yanında üretim sistemindeki değişimlerin de işçi sınıfının yapısı ve sendikal örgütlenme üzerinde etkisi olmuştur. Kapitalist üretim sisteminde köklü bir değişime neden olan Taylorist-Fordist üretim ve yönetim modeli bir taraftan çalışma süresi, iş güvencesi, daha yüksek ücret gibi işçi sınıfının 19. Yüzyıldaki mücadelesinin en temel taleplerini karşılarken; artı değer oranını ve kâr hadlerini de yükseltebilmiştir. 20. yüzyılın başlarından yüzyılın son çeyreğine kadar egemen olan Fordist üretim sistemi, bir taraftan büyük fabrika düzeni içerisinde, aynı çatı altında standart çalışma biçimleriyle işçilerin dayanışma ve örgütlülüğünü arttırırken diğer taraftan da işin yoğunlaşmasına, emeğin niteliğinin değersizleşmesine ve yabancılaşmaya yol açmıştır. Fordizmin işçi sınıfı için olumsuz yansımaları; olumlu yansımaların gölgesinde kalmış ve sendikalar, sınıf bilinci ve aidiyeti üzerinde son derece olumsuz olan gelişmeleri göz ardı etmiştir. Bu da sendikaların hızla sınıf perspektifinden uzaklaşmalarında önemli bir etken olmuştur.

Sendikaların işçi sınıfından koparak mücadele gücünü yitirmesinde bir başka etken de sermaye ve devletle işbirliği içerisine girmesidir. Fordist dönemde işçi sınıfının bir takım temel taleplerinin karşılanmasına karşılık olarak sınıf perspektifinden uzaklaşan sendikalara kapitalizmin devamını sağlayacak iki önemli görev verilmiştir. Bunlardan birincisi Keynesyen politikalar doğrultusunda talebin düzenlenmesinde rol üstlenmek; ikincisi ise soğuk savaş döneminde işçi sınıfını sosyalist ideolojiden uzak tutmaktır. Sendikalar üstlendikleri bu görevlerin karşılığı olarak üye sayılarını arttırmışlar, kendilerine çizilen sınırlamalar içinde üretim süreçlerine katılmışlardır. Ancak 1970’lerin başında ortaya çıkan krizin ardından esnek üretim ve neoliberal politikaları içeren yeniden yapılanma süreciyle birlikte sermaye ve devletin sendikalara ihtiyacı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Fordizmin standart çalışma düzeni ve talep yönlü ekonomi politikalarının uygulanmasına katkı sağlayarak sisteme destek olan sendikalar artık düzensizliği içeren esnek çalışma ve sosyal devlet uygulamalarını sonlandıran arz yönlü politikaların önünde engel olarak görülmeye başlamıştır. Öte yandan 1980’li yıllarla birlikte Doğu Bloku’nun zayıflaması ve ardından da çökmesi, soğuk savaş koşullarında sendikalara yüklenen işlevleri de sona erdirmiştir. Böylece sınıflar arası uzlaşı dönemi sona ermiş; ABD ve İngiltere başta olmak üzere neoliberalizmi benimseyen ülkelerde devletin ve sermayenin sendikalara karşı tavrı sertleşmiş, gerek örgütlenme gerekse diğer sendikal faaliyetler engellenmeye çalışılmıştır. Sendikalara yönelik baskılar birçok kapitalist ülkede amacına ulaşmış ve bağımsız sendikalar ya bütünüyle ortadan kaldırılmış ya da devlete ve sermayeye bağımlı sendikaların egemen olması sağlanmıştır (Maclnnes, 1987: 3). 


Sendikalar, sınırsız sömürü anlamına gelen esnek emek süreçlerine karşı işçi sınıfının mücadele aracı olarak ortaya çıkmışlardır. Yeniden esnekleşme süreci sendikaların ortaya çıkış nedenlerinin de yeniden gündeme gelmesi demektir. Yaklaşık 150 yıllık deneyimleri de dikkate alındığında sendikaların yeniden işçi sınıfının önüne getirilen esnekliğe karşı çok daha etkili bir mücadele yürüteceği beklenebilir. Ancak esnekliğin “yeniden” gündeme gelmesiyle birlikte sendikalar kendilerinden bekleneni karşılayamadıkları gibi ideolojik olarak çürümüşlükleri ve sınıftan ne denli uzakta kalmış oldukları açıkça ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı içerisindeki örgütlülük düzeyi ve emekçileri temsiliyeti bakımından oldukça güçlü görünen sendikalar,  yukarıda sıraladığımız nedenlerle mücadele gücünü önemli ölçüde kaybetmiş ve emek süreçlerinde esnekleşmeye karşı koyamamıştır. Sendikaların karşı koyamadığı esnekleşme karşısında sergiledikleri tavır ve esnekleşmenin sendikalara etkilerini ele alırken esnek üretim biçimlerine de kısaca değinmek gerekecektir.   

Esnekliği içeren üretim organizasyon biçimleri, birçok kez değinildiği üzere işçi sınıfının mücadeleyle elde ettiği üretim sürecindeki görece denetimi, yeniden kaybetmesi anlamına gelmektedir. Esnek üretim organizasyon biçimleri, Fordizmde tek çatı altına toplanan ve katı uzmanlaşmayı içeren üretim sürecinin, üretimin çeşitli aşamalarının gerektiğinde fabrika dışında küçük işletmelerde de gerçekleştirilebilecek biçimde parçalandığı ve esnek uzmanlaşmanın geçerli olabildiği bir yapıya dönüşmesini öngörmektedir. Esnek üretim biçimleri iki farklı model altında toplanabilir. Bunlardan birincisi 1960’lı yılların sonlarında sendikaların üretim sürecine müdahalelerini engellemek üzere İtalya’da uygulanmaya başlayan esnek uzmanlaşma modelidir. Esnek uzmanlaşma, üretimin bazı bölümlerinin işletme içerisinde alt işverene (taşeron) veya işletme dışarısında (fason üretim vs) küçük işletmelere devredilmesinden oluşan düzenlemeleri içerir. Diğeri ise II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’li mühendislerin katkısıyla Japonya’da geliştirilen yalın üretim modelidir. Yalın üretim, üretim ağında büyük firma içerisinde kaliteyi ve verimliliği arttırmayı amaçlayan “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi uygulamaları içermektedir (Ansal, 2004: 164). 

Esnek uzmanlaşma modelinin temelinde üretimin, maliyetlerin minimize olduğu küçük işletmelere doğru kaydırılması vardır. Burada amaç fabrika sistemi içerisinde yüksek olan maliyetlerin düşürülmesidir. Üretimin tüm aşamalarının tek çatı altında gerçekleştiği Fordist fabrika modelinde emek maliyeti yüksektir. Çünkü çok sayıda işçinin bir arada ve benzer koşullar içinde çalışıyor olması, işçiler arasındaki dayanışmayı ve bununla bağlantılı olarak da örgütlenmeyi kolaylaştırmaktadır. Sendika çatısı altında gerçekleşen bu örgütlenmeler sayesinde işveren karşısında büyük bir güç sağlanmakta ve böylece emek süreçlerinde esneklik sınırlandırılabilmektedir. Oysa hedefi maliyetleri en düşük düzeye indirmek olan sermaye için bu sendikal anlayış esnekleşmeyi engelleyen büyük bir engeldir. Bu engelin kaldırılması için geliştirilen yöntem, üretimin çeşitli aşamalarının emeğin örgütsüz, esnek çalışmanın egemen olduğu küçük işletmelerde ya da fabrika içerisinde alt işverene devredilerek gerçekleştirilmesidir (Güler-Müftüoğlu, 2005: 30-36). 

Küçük işletmeler az sayıda işçinin çalışması ve vergi, sigorta gibi maliyetleri arttıracak konularda denetim dışında bulunması nedeniyle kuralsızlığın yani esnek çalışmanın en kolay uygulanabildiği üretim alanlarıdır (Güler-Müftüoğlu, 2005: 36-44). Taşeron uygulamaları da yine maliyetleri düşürmek üzere aynı işletme içerisinde üretimin çeşitli aşamalarının bir başka işverene devredilmesidir. Bu yolla aynı işyerindeki işçiler farklı işverenlere bağlı olarak çalışıyormuş gibi gösterilerek işçilerin örgütlenmelerini ve mücadele güçleri engellenmektedir. Esnek çalışma biçimlerinin tipik bir örneği olan taşeron uygulamaları, bir taraftan sendikaları zayıflatırken diğer taraftan taşeron işçileri de düşük ücretle, güvencesiz çalışmak zorunda bırakmaktadır. Emek maliyetinin önemli ölçüde düşmesini ve kâr oranlarının yükselmesini sağladığı için sermaye tarafından daha fazla tercih edilmeye başlayan taşeron uygulamaları, giderek yaygınlaşmış ve emek piyasasında egemen çalışma düzeni haline gelmiştir (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005:171).

Esnek uzmanlaşmayı kapitalizmin 17. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar süren ve tamamen mutlak artı değeri yükseltmeye dayalı esneklik uygulamalarına dönüş olarak nitelendirmek mümkündür. Esnek örgütlenme modelinin diğer bir türü olan yalın üretim, esnek uzmanlaşmadan farklı olarak nispi (göreceli) artı değeri yani emek verimliliğini arttırmayı amaçlar. 1950’li yıllarla birlikte Japonya’da geliştirilen yalın üretim modelinde hedeflenen Taylor’un emek denetimine dayalı üretim ilkelerini daha ileri taşımaktır. Bu modelin geliştirilmesi, Savaşı’dan büyük bir yıkımla çıkan Japonya’nın son derece sınırlı olan kaynaklarını; Japon emekçisinin güçlü ulusal duyguları, itaatkârlığı ve çalışkanlığıyla birleştirerek üretimi en etkin biçimde gerçekleştirme düşüncesine dayandırılmıştır. “Toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi öğelerin uyum içerisinde çalışmasını gerektiren yalın üretim modeli, Fordist üretim sürecinde emek-gücünün sadece çalışma saatleri içerisinde ve kol gücü ile sınırlı olan üretkenliğini, tüm gün boyunca ve kol gücünün yanına kafa gücünü de kullanacağı bir yapıya dönüştürerek emek verimliliğini arttırma amacına ulaşmaya çalışır (Belek, 2004:46-55).

Yalın üretim modelinde Fordizmde standartlaşan istihdam biçimlerinin yerine tam zamanlı üretimin gereği olarak ürün/hizmet talebine göre istihdamın esneklik koşullarını oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekir. Bunun için öncelikle yaşam boyu istihdam anlamına da gelen süresiz iş sözleşmelerinin yerini esnek iş sözleşmeleri alır. Esnek iş sözleşmeleri, birkaç aylık veya birkaç yıllık süreli sözleşmeler yanında kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici çalışma, evde çalışma gibi istihdam biçimlerini kapsamaktadır. İstihdam biçimlerinin esnekleştirilmesinin emekçilere yansıması, işverenin dilediği zaman işe alıp, dilediği zaman işten çıkartması ya da dilediği şekilde istihdam etmesidir ki bu da üretim sürecinde kontrolün bütünüyle sermayenin eline geçtiği anlamına gelir.

 İstihdam biçimlerinin esnekleştirilmesinin yanı sıra yalın üretim modelinde emek gücünü işletme içerisinde teknoloji ve üretim sürecine uyumlaştıracak biçimde işin tüm aşamaları da yeniden düzenlenir. Bu bağlamda başta çalışma süresi olmak üzere iş, işletmenin sabit giderlerini en alt düzeye çekecek biçimde esnekleştirilir. Burada standartlaşmış (örneğin 8 saat/gün veya 40 saat/hafta) çalışma sürelerinin yerini, talebe göre düzenlenen yoğunlaştırılmış (sıkıştırılmış) iş haftası, esnek vardiya veya kayan (esnek) çalışma süreleri türü uygulamalar almaktadır. Böylece çalışma süreleri de yine emek verimliliğini en üst düzeye çıkarmayı amaçlayan sermayenin kontrolüne devredilmektedir  (Belek, 2004: 129-140).

1970 yıllarda krizden çıkışın çaresi olarak mutlak artı değeri olabildiğince yükselterek emek maliyetini düşürmek ve bunun için de emek süreçlerinde esnekliğin önündeki tüm sınırlamaları kaldırmak hedeflenmiştir. Ancak Fordizmin standartlaşmış çalışma biçimlerinin ve bununla birlikte işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu merkez –erken sanayileşmiş- kapitalist ülkelerde (sendikaların tüm yetersizliklerine rağmen) bu hedefe ulaşmak kolay olmamıştır. Bu nedenle, merkez ülkelerde sermaye, üretimin çeşitli aşamalarını ya da bazı sektörlerde bütününü emeğin ucuz olduğu çevre ve yarı-çevre ülkelere doğru kaydırmaya başlamıştır. Böylece üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin ve sosyal hakların zayıf olduğu ve sermayeye birçok ayrıcalıkların tanındığı bu ülkelerde son derece düşük maliyetlerle gerçekleştirilebilmiştir (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005: 171-172). Üretimin, emek piyasasının ve sömürünün küreselleşmesi anlamına gelen bu süreçte, “küresel nimetlerden yararlanma” söylemiyle, emek-gücü ve hammadde olarak kullanılacak kaynakları bonkörce uluslararası sermayenin hizmetine sunan azgelişmiş çevre ülkeleri ikna edilmeye çalışılmıştır. Buna karşılık, üretimini çevre ülkelere kaydıran ve dolayısıyla emek talebi daralan merkez ülkelerin işçilerini ikna etmek için ise “sanayi ötesi toplum modeline geçildiği ve artık bilişim teknolojilerinin kullanıldığı, emeğin daha temiz işlerde, daha az süre ile çalışıp daha refah içinde yaşayacağı” söylemi kullanılmıştır. Her iki gruptaki ülkelerin geniş toplum kesimleri ile birlikte sendikaları da bu söylemler karşısında “ikna” olmuş ve sürece karşı çıkmamıştır (Müftüoğlu, 2006: 134-135). 

Üretimin esnekleşerek küresel düzeyde yaygınlaşması, ucuz emek alanı olarak seçilen çevre ülkelerde sendikaların ve dolayısıyla işçi sınıfının sert biçimde baskılanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu baskılama, Türkiye, Şili, Arjantin gibi ülkelerde askeri darbelerle, kimi ülkelerde ise “liberal demokrasinin” kuralları içindeki baskılama yöntemleriyle gerçekleştirilmiştir. Süreç ne şekilde gelişmiş olursa olsun sonuç olarak bu ülkelerde üretim büyük ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar gerilemiştir. Bu nedenle sendikalar üyelerini önemli ölçüde kaybetmiş ve toplu pazarlık mekanizması işlemez hale gelmiştir (Müftüoğlu, 2006: 135). 

Sendikaların küreselleşmeye karşı bir mücadele geliştirememesi büyük ölçüde Fordizmin ulusal düzeyde gerçekleşen üretim yapılanmasına uygun örgütlenme anlayışını kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Sendikalar nicel büyümeyi sağladığı Fordist dönemde örgütlenmelerini ve faaliyetlerini ulusal düzeyde gerçekleştirirken sınıf mücadelesinin enternasyonel düzeyde olması gerektiği gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Bu nedenle küreselleşen üretim sitemi ve birikim rejimiyle birlikte sermaye, tüm kapitalist dünyada sınırsızca dolaşmaya başlayıp, üretimi ucuz emek bölgelerine kaydırarak emekçiler arasında küresel düzeyde bir rekabet yaratırken sendikalar “ulusalcı” anlayıştan kurtulamamış ve uluslararası düzeyde bir mücadele örgütleyememiştir. 


Üretimin küreselleşmesi karşısında ulusal düzeydeki sendikaları bir araya getirerek enternasyonel bir mücadele örgütlemesi beklenen kuruluşların başında uluslararası sendikalar gelmektedir. Küreselleşme sürecinin başlangıcı olan 1970’li yıllarda kapitalist ülke sendikalarının büyük bölümü Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) çatısı altında toplanmıştır. Yukarıda da değinildiği gibi ICFTU, soğuk savaş politikalarının bir aracı olarak kurulmuş ve işçi sınıfını sosyalist ideolojiden uzak tutacak bir sendikal anlayışı yaygınlaştırma işlevi görmüştür. Soğuk savaşın sona ermesi ve sosyalizmin bir tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte ICFTU’ya verilen yeni görev, küresel rekabet koşullarını gerekçe göstererek sendikaların sermaye ile işbirliği yapmalarına öncülük yapmasıdır. ICFTU, kendisine verilen bu yeni görevi kabullendiğini 1981 yılında Yeni Delhi Bildirgesi ile küreselleşme sürecinde sınıflar arası uzlaşmayı savunan Brandt Raporlarını destekleyerek göstermiştir. 2006 yılında ICFTU, Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) ile birleşerek ITUC adını almış ve sosyal diyalog adı altında izledikleri uzlaşmacı yaklaşımla ulusal düzeydeki sendikaları da sınıf perspektifinden ve enternasyonel mücadele düşünden uzak tutma işlevini sürdürmüştür. ICFTU (ITUC) küresel rekabet gerekçesiyle ulusal düzeyde sendikaları sınıf perspektifinden uzaklaştırmaya çalışırken Avrupa Sendikalar Birliği (ETUC) da benzer bir yaklaşım içinde olmuştur. ETUC, sermayenin bölgesel düzeyde bir örgütlenmesi olan AB’nin emek süreçlerinde esnekliği de içeren Avrupa Sosyal Modelini geliştirmeyi temel amaç olarak belirtmiş ve “ETUC, işçilerin müzakere, toplu sözleşme, sosyal diyalog ve iyi çalışma koşullarının Avrupa’nın yenileştirme, verimlilik, rekabet ve büyümesini geliştirmede anahtar rolü olduğuna inanır” ifadeleriyle bu konudaki yaklaşımını ortaya koymuştur. Yine aynı kaynakta ETUC, AB düzeyinde Avrupalı işverenlerle olan sanayi ilişkilerini sosyal diyalog yoluyla yürüttüğünden söz etmektedir. Buna göre Avrupa sosyal partnerleri olan işçi ve işveren temsilcileri Avrupa komiteleri ve danışma organlarında yıllardır birlikte çalışmaktadır.

Fordist üretim sisteminin serbest piyasa ekonomisinin kuralları içerisinde yürüyemeyeceği 1929 kriziyle açığa çıkmıştır. 1930 yılların başlarından itibaren ABD’de uygulanan New Deal politikalarıyla devlet ekonomiye doğrudan müdahale etmeye başlamış ve üretim içerisinde kamu işletmeleri önemli bir yere sahip olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında talep yönlü politikalar kapsamında eğitim, sağlık, yerel yönetimler, alt yapı hizmetleri gibi birçok hizmet alanının da devlet eliyle yürütülmesiyle kamu işyerleri istihdamın en yoğun olduğu işyerleri haline gelmiştir. Fordist işletme kurallarının geçerli olduğu kamu işletmeleri ucuz hammadde ve yatırım olanakları sağlayarak sermaye birikimine katkıda bulunmakla birlikte talep yönlü politikalara aracılık etmek üzere kamusal faydayı da gözeten tekeller durumundadır. Bu nedenle kamu eliyle gerçekleştirilen üretim ve hizmetlerin talep esnekliği ve buna paralel olarak da emek süreçlerinin esnekliği son derece sınırlıdır. Bir taraftan Fordist işletmenin esnekliği sınırlandıran standart çalışma biçimlerinin geçerli olması diğer taraftan üretim ve hizmetlerin esnek olmaması kamu işyerlerinde emek süreçlerinde esnekliği tamamen ortadan kaldırmaktadır. Öte yandan devletin talep yönlü politikalarda üstendiği öncülüğü ve işçi haklarına ve sendikalaşmaya yönelik paternalist yaklaşımı da kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme ve karar süreçlerine katılımı güçlendirmektedir. Tüm bunların sonucu olarak kamu işyerlerinde iş güvencesi başta olmak üzere çalışma standartları ve sosyal haklar özel sektör işyerlerinden çok daha ileri düzeye taşınabilmiştir. Ancak neoliberal politikalar doğrultusunda uygulanan özelleştirme ve kamu hizmetlerinin tasfiyesine yönelik politikalarla esnekliğin olabildiğince sınırlı olduğu kamu işletmeciliği ve kamu hizmetleri de ortadan kalkmaya başlamıştır. Böylece istihdam içinde önemli bir yere sahip olan kamu işletmeleri, esnek üretim biçimlerinin geçerli olduğu işletmelere dönüşmüştür. Sendikalı işçilerin çok büyük bölümünü oluşturan kamu işyerlerinin özelleştirilmesi ve/veya esnekliğin geçerli olduğu işletmelere dönüşmesiyle birlikte sendikalar önemli üye kaybına uğramış ve toplu pazarlık güçlerini büyük ölçüde kaybetmiştir. Sendikaların güç kaybetmesi ve esneklik koşullarının geçerli olmasıyla birlikte kamu işyerlerinde çalışan emekçiler sahip oldukları çalışma standartları ve sosyal haklar da gerilemeye başlamıştır. 

Esnek uzmanlaşmayla birlikte imalat sanayi emeğin örgütsüz olduğu çevre ülkelere ya da kayıt dışı çalışmanın yaygın olduğu küçük işletmelere kaymış, emeğin örgütlü olduğu merkezlerde istihdam hizmet sektöründe yoğunlaşmıştır. İstihdamın çok önemli bölümünün büyük sanayi kuruluşlarının yer aldığı Fordist üretim sisteminde sendikalar örgütlenme ve faaliyetlerini sanayi sektöründeki emek-gücünü temel alarak gerçekleştirmişlerdir. Esnekleşmeyle birlikte istihdamın sendikal örgütlülüğün zayıf olduğu hizmet sektöründe yoğunlaşması ve hizmet sektöründe çalışanları örgütleyecek stratejilerin geliştirilememesi sendikaların istihdamın en yoğun olduğu bu sektörde temsil kabiliyetini yitirmelerine üye kaybetmelerine neden olmuştur (Hyman, 2012: 81).   


İşsizlik, esnek üretim yöntemlerinin uygulanmasıyla birlikte emekçilerin karşısına çıkan en temel sorundur. Esnek uzmanlaşmanın üretimi emeğin örgütlü olduğu alanların dışına çıkartarak, emek maliyetini düşürme stratejisi, kapitalist üretimin yaygınlaşmasına ve ücretli emeğin artışıyla birlikte emek arzının yükselmesine neden olmuştur. Öte yandan üretimin esnekleşerek kuralsızlaşması ve verimliliği yükseltmeye yönelik yalın üretim yöntemleri iş yoğunluğunu arttırarak istihdamı azaltmıştır. Teknolojideki hızla gelişmesi ve üretim alanında kullanılması da yine istihdamın, diğer bir söyleyişle emek talebinin azalmasında önemli bir etken olmuştur. Emek talebinin azalarak emek arzının artmasının doğal sonucu olan işsizlik, 1980’li yıllardan itibaren sendikal örgütlülüğün yoğun olduğu ABD ve AB ülkelerinde yükselmeye başlamıştır. İşsizlik oranlarının yükselmesiyle birlikte emekçiler arasında artan işini kaybetme endişesi işverenler tarafından emek maliyetini düşürmek için bir fırsat olarak değerlendirilmiş; üretimin çevre ülkelere kaydırılması, işçiler ve sendikalara karşı bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Çalışma standartları ve sosyal haklar bakımından önemli kazanımlara sahip olan sanayileşmiş ülke işçilerini, bu haklardan yoksun olan çevre ülkelerin işçileriyle rakip hale getirmeyi amaçlayan bu tehditler sayesinde ücret ve sosyal haklar baskılanmıştır. Böylece, erken sanayileşen ülkelerde 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlamış; ücretler düşmüş, çalışma süreleri uzamış ve sosyal haklar önemli ölçüde tırpanlanmıştır. İşsizlikle birlikte üyelerini ve yedek işçi ordusunun artmasıyla toplum pazarlık güçleri kaybeden sendikalar işsizliğin ani yükselişi karşısında ücret sendikacılığında ısrar ederek, işsizleri kapsayıcı politikalar üretememişlerdir. Böylece bir taraftan artan işsizlik sendikalar üzerinde önemli bir baskı unsuru oluştururken, diğer taraftan da işsiz kalan kesimler kendi sorunlarını sahiplenmeyen sendikalara güvenlerini yitirmiştir. 


Esnek uzmanlaşmayla birlikte üretimin çeşitli aşamaları ana üretim alanının dışında küçük ve orta ölçekli işletmelere kaydırılmış, ana üretim alanı içerisindeki birçok iş ise alt işverenlere (taşeronlara) aktarılmıştır. Böylece sendikaların örgütlenmesi ve mücadelesi için büyük olanak sağlayan büyük işletme modelinin yerini az sayıda işçiyi istihdam eden küçük işletmeler almıştır. Bir metanın üretimi veya bir hizmetin sunumunda birçok farklı işverenin bulunması, aynı üretim için çalışan işçilerin çalışma koşullarını da farklılaştırmaktadır. Emek süreçlerinde standartlaşmayı tamamen ortadan kaldıran bu üretim yönteminin emekçiler arasında yarattığı farklılaşma, emekçilerin sermayeye karşı örgütlenmesini ve mücadele gücünü de önemli ölçüde zayıflatmaktadır. Sendikalar, örgütlenme alanlarını önemli ölçüde sınırlandıran küçük işletmecilik ve taşeron uygulamalarını engelleyemediği gibi bu alanda çalışanları örgütleme yöntemleri de geliştirememiş ve örgütlenmelerini çalışan sayısının giderek azaldığı ana firmalar dışına taşıyamamışlardır. Bunun sonucu olarak da bir taraftan üye sayıları azalırken diğer taraftan ana firma dışına çıkmış olan ya da ana firmanın mekanı içinde taşeron olarak istihdam edilen ve çoğunluğu çok daha kötü koşullarda çalışan emekçi kitlelerini temsil edememişlerdir. Bu da sendikaların hem üretim sürecindeki etkinliğini hem de siyasal karar alma süreçlerindeki baskı gücünü zayıflatmıştır. 


Emeğin üretkenliğini arttırmak üzere geliştirilen yalın üretim modeli de sendikaları olumsuz yönde etkilemiştir. Yalın üretim, “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi yönetim teknikleriyle bir taraftan işi yoğunlaştırırken diğer taraftan da işçiyi işletmeye bütünüyle bağımlı hale getirip bireyselleşmesine neden olmaktadır. Bu da işçiler arasında sınıf dayanışmasını zayıflatmakta ve sendikal örgütlenmeyi önemli ölçüde engellemektedir. Birçok sendika özellikle 1990’lı yıllarda örgütlenme için son derece olumsuz sonuçları olan yalın üretim tekniklerine karşı çıkmak bir tarafa bu üretim tekniklerinin doğrudan içinde yer alma çabası içerisinde olmuşlardır.


Esnek üretimle birlikte Fordizm’in tam gün ve süresiz sözleşme olarak standartlaşan istihdam biçimlerinin yerini esnek istihdam biçimleri almıştır. İstihdamın standartlaşması işçiler arasında farklılaşmaları azaltıp, çıkar ortaklıklarını arttırmaktadır. Bu da örgütlenmeyi ve toplu iş sözleşmelerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmaktadır. Esnekleşmeyle süreli sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma, çağrı üzerine çalışma, stajyer çalıştırma, eve iş verme gibi düzensiz istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. Böylece aynı üretim sürecinde ve birçok zaman aynı işyerinde çalışan emekçilerin çalışma koşulları farklılaşmış ve bu işçiler arasında çıkar farklılıkları olduğu düşüncesini yaratmıştır. Fordizmin standartlaşan istihdam koşullarında örgütlenme ve faaliyet yürütme alışkanlığında olan sendikalar, esnek istihdam koşullarında örgütlenme konusunda yetersiz kalmaktadır. Bazı ülkelerde bu yönde bir takım çabalar olmasına karşın sendikaların çok önemli bir bölümü henüz esnek istihdam biçimlerinde çalışanları örgütleme konusunda ciddi bir gelişme kaydedememiştir.    


Kapitalist üretim sisteminde Fordizmin yerini yeniden esnek üretim biçimlerinin almasıyla birlikte istihdamın sektörel dağılımında hizmetlerin yoğunlaşması ve üretim teknolojilerindeki hızlı değişim emek gücünün nitel yapısını da değiştirmiştir. Bu bağlamda, emek piyasasında beyaz yakalılar, kadınlar ve gençlerin oranı artarken; sanayinin yoğun olduğu Fordizmin mavi yakalı, erkek ve orta yaşlı işçilerinin oranı azalmıştır. Öte yandan dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan ekonomik krizler ve savaşlar ile Doğu Blok’unun çöküşü farklı ırk ve etnik kökenden göçmen işçilerin artmasına neden olmuştur (Hyman, 2002: 81). Sendikalar emek gücünün nitel özelliklerindeki bu değişime ayak uyduramamışlardır. Bu nedenle işçi sendikalarının üye profili ve yönetim kadroları Fordist dönemden bu yana fazlaca değişmemiş, kadınları, beyaz yakalıları, gençleri ve göçmen işçileri sendikalara çekecek stratejiler üretilememiştir.  


Üretim sürecindeki tüm bu esneklik uygulamaları 18. ve 19. yüzyıldaki üretim ilişkilerinin yeniden yaşam bulmasına yol açmış ve üretim sürecinde emeğin denetimini sınırlandıran ve güvenceli bir çalışma ortamı sağlayan haklar hızla aşınmaya başlamıştır. Sendikalar, aracı oldukları işçi sınıfı mücadelesinin ortaya çıkış nedeni olan esneklik uygulamaları karşısında direnç gösteremedikleri gibi küresel rekabet koşullarını gerekçe göstererek sermayeyle uzlaşma yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla yeniden esnekleşme sürecine karşı bir mücadele geliştiremeyen sendikalar, esneklik uygulamalarını meşrulaştıran ve işçi sınıfının rıza göstermesine aracılık eden bir rol üstlenmişlerdir. 


Türkiye’de Krizler, Esneklik ve Sendikalar

Türkiye, kapitalizmle uzun bir bütünleşme tarihine sahip olmasına rağmen batı toplumlarında burjuvazinin ortaya çıkmasını ve sanayi devriminin gerçekleşmesini sağlayan feodal dönemin koşullarını tam anlamıyla yaşamamıştır. Feodalizmin toprak mülkiyeti ve buna dayalı emek süreçlerinin yerine Osmanlı toprak düzeninde tımar sistemi geçerlidir ve bu sistemde toprağı işleyen emek gücünün sahibi ne köle ne de serftir. Toprak üzerinde söz hakkı olan tımar sahibi de toprakta çalışan köylüler de hükümdarın tebaasıdır. Emek gücünün sahibi olan köylüler, kesin yasalarla belirlenmiş olmasa da tımar sahibinin haksız ve keyfi uygulamalarına karşı korunmuşlardır. Osmanlı, sanayi devrimi ve ardından da burjuva devrimleri Avrupa’ya yayılırken içe kapalı bir ekonomiyle bu süreçten korunmaya çalışmıştır. Ancak Avrupa burjuvazisi yeni pazar arayışları çerçevesinde henüz küçük el endüstrisini aşamamış ve burjuvazisini oluşturamamış olan Osmanlıyla ticaret ilişkilerini geliştirme çabası içerisine girmiştir (Sencer, 1969: 26-32). 

1838’de imzalanan ticaret anlaşmaları ve 1839 Tanzimat Reformlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda liberal ekonomiye geçişin alt yapısı oluşturulmaya ve sanayi işletmeleri kurulmaya başlanmıştır. Ancak bu ilk sanayi kuruluşlarında kapitalist emek sürecinden söz etmek mümkün değildir. Zira Osmanlı ekonomisi yapı itibariyle emeğini satarak geçinen işçinin ortaya çıkmasına olanak tanımamıştır. 1835’te üretime başlayan Feshane örneğinde olduğu gibi sanayi kuruluşları Osmanlı ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere devlet eliyle işletilmektedir ve işçileri askerlerdir. Ya da Zonguldak kömür madenlerinde olduğu gibi zorla çalıştırma yöntemleriyle temin edilen işçilerdir  (Quataert ve Zürcher, 1998: 28). Yani Osmanlı’nın ilk sanayi deneyimlerinde kapitalist emek sürecinin en belirleyici özelliği olan “özgür ücretli emek” yoktur. Mülkiyet devlete aittir ve toprak düzenindeki köylüler gibi fabrika ve madenlerde çalışan işçiler de tebaa konumundadır. 

Osmanlı’da ilk sanayileşme girişimleri kapitalist üretim ilişkilerini henüz ortaya çıkartamamışken halı, kilim, altın ve gümüş işleme, kumaş dokuma, iplik bükme gibi dokuma endüstrisinin çeşitli kollarında, çoğunluğu kadın ve genç kızlardan oluşan bir emekçi kitlenin varlığından söz etmek mümkündür. Ancak kapitalist üretimin en ilkel ve en esnek biçimi olan eve iş verme yöntemiyle gerçekleştirilen bu üretim içerisindeki işçilerin sayısı oldukça azdır ve Osmanlı içinde istisnai bir çalışan kitlesini oluştururlar (Sencer, 1969: 38).

Kapitalist ülkelerle yapılan ekonomik anlaşmalar ve uluslararası rekabetin dayatmasıyla geleneksel Osmanlı üretim tarzı 19. yüzyılın sonlarında hızla dönüşmeye, özellikle yabancı sermayeye ait işletmelerde ücretli sanayi işçiliği ortaya çıkmaya başlamıştır. Ücretli işçilik daha çok demiryolu, gemi inşaatı gibi yapım işlerinde geçerlidir ve eve iş vermeyle birlikte çalışmanın en esnek biçimi olan taşeronluk son derece yaygındır.

Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle beraber Osmanlı toplumu içerisinde küçük bir kesimi de oluştursa ücretli işçiler, karşı karşıya kaldıkları kapitalist sömürünün sınırlandığı bir çalışma düzeni talebiyle tepkilerini göstermeye başlamışlardır. Her ne kadar Ami Boué 1840 yılında yayınlanan çalışmasında Türk işçilerinin koşullarının Avrupa işçileri kadar kötü olmadığını ve işverenlere Avrupa işçileri kadar tepki duymadıklarını söylemişse de 1838’lerde Rumeli’de dokuma işçileri, kendilerini işsiz bırakacağını düşündükleri makineleri kırarak tepkilerini ortaya koymuşlardır (Sencer, 1969: 68-69). Osmanlı’da çalışma yaşamını düzenleyen ilk yasa 1876 yılında medeni kanun ve borçlar kanununu niteliğine haiz olan Mecelle’dir. Mecelle’de “insan kirası” başlığı altında yer alan çalışma yaşamına ait hükümler, tamamen liberal bir anlayışla, bireysel sözleşme sistemi içinde düzenlenmiştir. İşçilerin örgütlenmesine de cevaz verilmeyen koşullarda bu düzenlemeyle emek gücünün denetimi ve çalışma koşullarının belirlenme keyfiyetinin işverenlere verilmesi yasal olarak da güvenceye alınmıştır. Böylece Avrupa’da sınıf mücadelelerinin yükseldiği bir dönemde Osmanlı’da kapitalist üretimin geçerli olduğu alanlarda sınırsız emek sömürüsünün yolu açılmıştır. Kapitalist üretim koşullarının yaygınlaşması ve emek süreçlerinde getirilen liberal düzenlemeler karşısında Rumeli’de başlayan çalışma koşulları ve işsiz kalma endişesine karşı çeşitli isyan hareketleri ve grevler, işçileşmenin olduğu diğer bölgelere de yayılmıştır. 20. yüzyılın başlarından itibaren özellikle yabancılara ait kapitalist işletmelerde işçi örgütlenmeleri artmış ve tüm yasaklamalara rağmen işçiler düzensiz, kuralsız çalışmayı içeren kapitalist üretim sisteminin dayattığı esnekliğe tepkilerini göstermişlerdir. Ancak ücretli emeğin Osmanlı ekonomisinde son derece küçük bir kesimi oluşturması ve devletin işçi örgütlenmelerine ve sosyalist hareketlere yönelik sürekli baskıları nedeniyle işçilerin tepkileri aynı dönemde Avrupa’da gerçekleşen sınıf hareketleriyle birleşememiş ve yeterince etkili olamamıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar süren tek parti döneminde toplumsal yaşamda halkçılık düşüncesi öne çıkartılmış, sınıfların varlığı ve sınıflar arası mücadeleler reddedilmiş ve bunları engelleyecek düzenleme ve uygulamalarda bulunulmuştur (Makal, 2007: 77). İzmir İktisat Kongresi’nde liberal yollarla kalkınmayı benimseyen Cumhuriyetin ilk yıllarında yerli burjuvazi yaratmak üzere teşvik programları uygulanmıştır. Bu süreçte 1926 yılında yürürlükten kaldırılan Mecelle’nin yerine 1936 yılına kadar çalışma yaşamını düzenleyecek yeni bir düzenleme yapılmayarak emeğin sınırsızca sömürüsüne olanak tanınmıştır. Liberal ekonominin başarısızlığının 1929 kriziyle birlikte açığa çıkması ABD’de New Deal politikalarıyla devletin ekonomide üretici olarak da yer almasını benimseyen uygulamalar, Türkiye’nin de 1930’lu yılların hemen başında liberalizmden vazgeçerek devletçilik anlayışını benimsemesini sağlamıştır. Böylece devlet eliyle kurulan sanayi işletmeleri hızla artmış; bununla birlikte ücretli emeğin de istihdam içerisindeki payı yükselmiştir. Giderek artan işçileşmeyle birlikte emek süreçlerini düzenleyen bir yasa zorunlu hale gelmiştir. Bu amaçla faşist İtalya’nın iş mevzuatından esinlenerek 1936 yılında 3008 sayılı İş Kanunu çıkartılmıştır (Makal, 2007: 104). Bu yasada da yine kapitalist üretimin emekçileri sömüren tüm acımasızlığı karşısında sınıfları reddeden anlayış sürdürülmüş ve ülkenin kalkınması gerekçe gösterilerek örgütlenme özgürlüğü engellenerek, çalışma yaşı ve günlük çalışma süreleri Avrupa’da sağlanan kazanımların gerisinde kalmıştır. 

II. Dünya Savaşı’nın ardından kapitalizm, reel sosyalizmin gölgesi altında ve talep yönlü politikaları yaygınlaştırma gayretiyle daha demokratik ve daha sosyal bir çehreyle ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan Birleşmiş Milletler içerisinde yer almak için ülkelere bir takım koşullar getirilmiş, bu çerçevede Türkiye de çok partili sisteme geçmek ve ILO normları doğrultusunda 1938 yılında çıkartılan sınıf esasına dayalı cemiyet kurma (sendika kurma) yasağını kaldırmak zorunda kalmıştır. Sendika kurma yasağının kalkmasıyla birlikte yükselen işçi hareketlerini sınırlandırmak üzere 1947 yılında Türkiye’de ilk kez bir sendika yasası (5018 sayılı yasa) çıkartılmıştır. 

Türkiye, talep yönlü ekonomi politikaları ve reel sosyalizmin yarattığı tehdidin etkisiyle benimsenen Fordist birikim rejimine uyum sağlamada büyük sıkıntılar yaşamıştır. Bu bağlamda emek süreçlerini esnekliği ve emek sömürüsünü sınırlandıracak biçimde yeniden düzenleyen, sendikal örgütlenmeyi ve toplu pazarlık düzenini yaygınlaştıran sosyal devlet uygulamaları 1950’li yıllar boyunca yaşama geçirilememiştir. Ancak 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından çıkartılan 1961 Anayasası ve bu Anayasa doğrultusunda çıkartılan yasalarla birlikte Fordist birikim rejimi ve bu birikim rejiminin öngördüğü çalışma düzenini sağlayacak düzenlemeler gerçekleştirilebilmiştir. 1963 yılında çıkartılan 274 ve 275 sayılı yasalarla grevli toplu pazarlık hakkı başta olmak üzere sendikal hak ve özgürlükler genişletilmiştir. 1964 yılında çıkartılan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu da işçilerin iş ve sosyal güvencesini koruma altına alacak şekilde düzenlenmiştir. 1971 yılında çıkartılan 1475 sayılı İş Kanunu’yla da emek süreçleri, Fordist rejimin ilkeleri doğrultusunda çalışmayı standartlaştıran ve işçiyi koruyucu hükümlerle esnekliği sınırlandıran biçimde yeniden düzenlenmiştir. 

1960 sonrasında gerçekleştirilen esnekliği sınırlayıcı ve sosyal hakları geliştiren düzenlemelerde yükselen işçi sınıfı hareketinin de önemli katkısı olmuştur. Özellikle 1952 yılında kurulan ve diğer birçok kapitalist ülke sendikası gibi soğuk savaş döneminin bir aracı olarak görülen Türk İş’i eleştirerek ayrılan sendikaların kurduğu DİSK’le birlikte sendikalar, grev silahını da sıklıkla kullanarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde etkili bir aktör haline gelmiştir. Ancak Türkiye Fordist rejime henüz ayak uydurmaya başladığı bir süreçte 1960’lı yılların sonlarında kapitalizmde yeni bir krizin işaretleri gelmeye başlamıştır. Krizin nedeni olarak Fordist rejimin esnekliği sınırlandıran standart üretim sistem ve emek süreçleriyle, talep yönlü politikalar görülmüştür. 

Bir taraftan devletin “sosyal” işlevlerinden ödünler vermeye başladığı ve üretim sürecinde de esnekliğin yeniden gündeme geldiği bu süreçte Türkiye’de de yükselen işçi hareketleri yönelik baskılamalar artmıştır. Bu çerçevede yükselen işçi hareketinin öncülüğünü yapan DİSK’in mücadelesi engellemek üzere sendika yasalarında sınırlandırmalar öngören bir tasarı TBMM’de kabul edilmişse de 15-16 Haziran 1970 tarihinde gerçekleştirilen işçi eylemleriyle bu düzenleme geri çektirilmiştir. Bundan kısa bir süre sonra gerçekleştirilen 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte işçi sınıfı hareketi baskı altına alınmaya çalışmıştır. Ancak 12 Mart darbesinin yarattığı baskı ortamı uzun sürmemiş işçi hareketleri daha da yükselmiş ve emek süreçlerinde sömürüyü sınırlandıracak yeni düzenlemeler kabul ettirilmeye devam etmiştir. Örneğin 1975 yılında kıdem tazminatına hak kazanma süresi üç yıldan bir yıla indirilmiş, her geçen yıl için kazanılacak kıdem tazminatı miktarı 15 günlük ücret tutarından 30 günlük ücrete çıkartılmıştır. Öte yandan 12 Mart darbesinin grevleri yasaklaması ve 1978 krizine rağmen 1970-1979 döneminde reel ücretler kamu işyerlerinde yüzde 5.3, özel sektör işyerlerinde ise yüzde 4 artmıştır (Eser ve Eser, 1995: 67).  


Kapitalizmin Fordist birikim rejimiyle bütünleşmeyi amaçlayan 27 Mayıs darbesinin getirdiği düzenlemeleri iyi değerlendiren Türkiye işçi sınıfının 1960’lı ve 1970’li yıllarda edindiği kazanımlar son derece önemlidir. Ancak bu kazanımlar sadece kamu işyerleri ve büyük ölçekli özel işyerlerinde çalışan emekçiler için söz konusudur. Oysa istihdamın 1960’lı yılarda yüzde 70-75’i, 1970 yıllarda ise yüzde 60-70’i tarım sektöründedir. Ondan fazla işçi çalıştıran işletmeler gurubuna giren işyerlerinin oranı ise 1963’te yüzde 1,9 1970’te yüzde 2,75 ve 1980’de ise yüzde 3,5’dir. Yani 1960’lı yıllarla birlikte emek süreçlerinde esnekleşmeyi sınırlandıran düzenlemeler toplam emek gücünün küçük bir kesimi için geçerli olmuş; bunun dışında kalan geniş emekçi kitleleri eve iş vermeden taşeronluğa kadar esnekliğin tüm biçimleriyle karşı karşıya kalmaya devam etmiştir.  

1970’li yıllarla birlikte esnekliğin yeniden kapitalist üretim sistemine egemen olması ve üretimin küresel ağlar üzerinden yeni bir iş bölümü çerçevesinde gerçekleşmesi Türkiye’nin de kapitalist üretimin bu yeni formuna uyum sağlama ihtiyacını ortaya çıkartmıştır. 1960’lı yıllarla başlayan ithal ikameci döneme son verip küreselleşme sürecine ayak uydurma anlamını taşıyan bu uyumlaşma sürecinde Türkiye, sahip olduğu sermaye ve teknoloji birikimiyle emek gücünün niteliğini göz önünde bulundurarak ucuz emek gücü ile küresel rekabette yer almak durumunda kalmıştır. Bunun anlamı merkez kapitalist ülkelerde gerçekleştirilen üretimin emek yoğun kısmına talip olmaktır ki bu da emek maliyetlerini en düşük düzeye indirecek politikaları gerektirmektedir. Oysa Fordist birikim rejimine uygun düzenlemeler ve işçi sınıfının yükselen mücadelesi imalat sektöründe emek maliyetlerini yükseltmiştir. Küresel rekabet sürecinde Türkiye’nin var olabilmesi için yabancı sermaye için cazip bir yatırım ortamının yaratılmalıdır. Bunun için ise emek süreçlerinde esnekliği sınırlandıran etkenler ortadan kaldırılarak, emek maliyetleri düşürülmelidir.

Türkiye, ekonomide “yeniden” liberalizmi, üretim sisteminde “yeniden” esnekliği içeren kapitalizmin neoliberal dönüşüm süreciyle bütünleşmesini 24 Ocak 1980 tarihinde açıklanan kararlarla ilan etmiştir. İstikrar programı niteliği taşıyan 24 Ocak Kararları, uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla “pazarladığı” ve iç ve dış piyasa serbestisi ile uluslararası ve ulusal sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi stratejisi üzerine oturmaktadır (Boratav, 2003; 148). Emekçilerin kazanılmış haklarını büyük ölçüde ortadan kaldırmayı içeren bu politikaların işçi sınıfının ve diğer toplumsal güçlerin örgütlü olarak hareket ettiği bir ortamda gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunun için her şeyden önce işçi sınıfının örgütlü yapısının kırılması gereklidir. 12 Eylül 1980’de Arjantin ve Şili’de olduğu gibi işçi sınıfı mücadelesini baskılamak üzere bir askeri darbe gerçekleşmiştir. Darbeyle birlikte sendikalar işlevsizleştirilmiş ve emekten yana her türlü siyaset şiddetle bastırılmıştır (Yücesan-Özdemir, 2009: 19). Darbenin ardından 1960’lı yılların ortalarından itibaren yükselen işçi sınıfı hareketine öncülük yapan DİSK kapatılmış, 78 yöneticisi idamla yargılanmıştır. Grev ve toplu sözleşme düzenin de askıya alındığı darbeye karşı Türk İş tepki göstermek bir tarafa Türk İş Genel Sekreteri olan Sadık Şide darbeciler tarafından kurdurulan hükümette sosyal güvenlik bakanı olarak görev almıştır. 

12 Eylül darbesi, emek maliyetlerini düşürmek için bir taraftan örgütlenmeyi ve toplu pazarlığı içeren kolektif hakları ortadan kaldırıp işçi sınıfını doğrudan baskı altına alırken diğer taraftan üretimi kayıt dışına yani çalışma yasalarının denetim alanının dışına çıkarmıştır. Böylece 1980 sonrasında esnek, kuralsız çalışma yaygınlaştırılarak reel ücretler hızla düşürülmüş; Türkiye, Avrupa’ya coğrafi olarak en yakın ucuz emek cenneti olma hedefini bir süreliğine de olsa gerçekleştirmiştir. Ancak 1989 yılı baharında yeniden yükselen işçi eylemleri, 12 Eylül rejiminin devamı olan siyasi iktidarı sarsmış ve 1980 sonrasında yüzde 50’leri bulan reel ücret kayıplarının bir ölçüde telafi edilmesini sağlamıştır. Reel ücretlerde yükseliş 1990’lı yılların başına kadar devam etmiştir. 

1993 yılında bir dizi siyasi cinayet (Uğur Mumcu vb), şaibeli ölüm (Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Turgut Özal vb) ile birlikte Sivas katliamı ve Kürt sorunundaki çatışmalı sürecin yarattığı travma, işçi hareketlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan 1994 yılında ortaya çıkan ekonomik kriz ve ardından 5 Nisan kararlarıyla gerçekleşen devalüasyonla birlikte üretim daralmış ve işten çıkartmalar yoğunlaşmıştır.  Yine aynı dönemde dağılan Doğu Bloku ülkelerinden Türkiye’ye yoğun (nitelikli ve ucuz) bir emek gücü hareketi yaşanmış; bu da işsizlik baskısını arttırmıştır. Artan işsizlikle birlikte işini kaybetme endişesi işçilerin daha güvencesiz, daha düşük ücretle çalışmaya rıza göstermelerine neden olmuştur. Böylece 1980’li yıllarda kayıt dışı çalıştırmayla sağlanan esneklik, artık kayıt içinde çalışan kesimler için de geçerli olmaya başlamış ve bununla birlikte reel ücretler de düşmüştür.

1990’lı yılların ekonomik ve siyasi krizleriyle birlikte emekçilerin yaşadığı hak kayıpları karşısında sendikalar, yeterli direnci gösterememiştir. Türk İş, kaybedilen haklara karşı bir mücadeleyi örgütlemek bir yana kamu sözleşmelerinde ikramiyelerin düşürülmesi ve ertelenmesi gibi kazanılmış haklar üzerinden bile tavizler vermiştir. 1960’lı 1970’li yıllarda yükselen sınıf mücadelesinin öncüsü olan ve bu nedenle 12 Eylül rejimi tarafından kapatılan DİSK, 1992 yılında yeniden açılmış ve faaliyetlerine başlamıştır. Ancak DİSK de 1990’larda emekçilerin haklarının gasp edilmesi karşısında bir direnç gösterememiştir. Bunda yeniden açılan DİSK’in Haziran 1992’de Ören toplantılarında benimsediği ve mücadele yerine “çağdaş sendikacılık” adı altında uzlaşmacı sendikacılığı benimsemesinin önemli etkisi olmuştur.  

1994 krizi emek sömürüsünü arttırmaya yönelik tüm uygulamalara karşın aşılamamış; 2001 yılında kriz yeniden derinleşmiştir. 2001 yılında yaşanan ekonomik krizden çıkış için ekonomi yönetimine Kemal Derviş getirilmiştir. Derviş’in hazırladığı “güçlü ekonomiye geçiş programı” ile Dünya Bankası, IMF gibi uluslar arası kurumlarla yapılan ikili anlaşmalar ile GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) gibi çok taraflı anlaşmalarda taahhüt edilen yapısal uyum programlarının yasal bir zemine oturtulması amaçlanmıştır. Bu bağlamda ekonomi yönetimini bürokrasinin elinden alıp piyasa aktörlerine devretmekten, çalışma yasalarını esnek çalışma ilkeleri doğrultusunda değiştirmeye kadar birçok alanda liberalleşmeyi içeren düzenlemeler hız kazanmıştır.  Öte yandan AB’ye üyelik süreci içinde 2001 yılında “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nın kabul edilmesiyle birlikte Türkiye’de yasal mevzuatın hemen tümünün AB normlarına uyumlaştırılması gündeme gelmiştir. AB’nin Türkiye’nin önüne koyduğu iktisadi hedeflerin başında gelen piyasa ekonomisinin kurumsallaşması ve işlerlik kazanması hedefi yapısal uyum programının uygulamaya konulabilmesine önemli katkı sağlamıştır. 

Derviş tarafından hazırlanan temel yasal düzenlemeleri içeren yapısal uyum programını yaşama geçirmek büyük ölçüde 2002 yılının Kasım ayından itibaren tek başına iktidarda bulunan AKP hükümetlerine nasip olmuştur. Bu çerçevede 4857 sayılı İş Kanunu başta olmak üzere üretim ilişkilerinde esnekliği içeren birçok düzenleme AKP tarafından uygulamaya konulmuştur. Öte yandan devletin sosyal işlevlerinin tasfiyesi amacıyla eğitim, sağlık yerel yönetimler ve sosyal güvenlik sistemi başta olmak üzere daha çok emekçi ve yoksul kesimlerin yararlandığı kamu hizmetleri özelleştirilerek ya da piyasalaştırılarak sermayeye kâr alanı haline getirilmeye başlamıştır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 6287 sayılı eğitim sisteminde değişiklikleri içeren (4+4+4 sistemi olarak da bilinen) kanun başta olmak üzere kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve piyasa ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesini içeren birçok yasal düzenleme yapılmıştır. Kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla birlikte Kamu Personel Reformu adı altında kamu hizmet sunumunda da emek süreçlerini esnekleştirecek düzenlemeler gündeme getirilmiştir. Tüm bu düzenlemeler sonucunda kısmi süreli hizmet sözleşmelerinde artış olmuş, taşeronlaştırma, stajyer çalıştırma, kısmi süreli ve çağrı üzerine çalışma gibi esnek ve güvencesiz istihdam biçimleri yaygınlık kazanmıştır. Öte yandan esnekliğin sınırsız biçimde uygulandığı enformel sektörün toplam ekonomi içindeki payı yüzde 60’lar düzeyinde kalmıştır.

1990’lı yılların başlarından itibaren emekçilerin hak kayıplarına karşı direnç gösteremeyen sendikalar, 2001 krizine gelindiğinde nicel (üye sayıları) ve nitel (toplu pazarlıklarda ve toplumsal muhalefet oluşturmaktaki etkileri) olarak daha da zayıflamışlardır. Bu nedenle krizin ardından gerek yapısal uyum programı kapsamında çıkartılan yasalara gerekse bu yasalar çerçevesinde çalışma standartları ve sosyal hakların aşındırılmasına karşı bir mücadele geliştirememişlerdir. Özellikle bu düzenlemeler ve uygulamalar için öne sürülen küresel rekabet söylemi, sendikalar için bir “çaresiz kabul” gerekçesi haline gelmiştir. Ulusal ve uluslararası yatırımların Türkiye’ye gelmesi ya da Türkiye’de kalması için emekçilerin haklarını geri götüren birçok düzenlemeye “sosyal diyalog” adı altında sendikalar da destek vermiştir. 

Emek süreçlerinin esnekleşmesi ve emekçilerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması pahasına sendikaların yapısal uyum programına destek vermesi ya da en azından karşı çıkmamasında AB üyeliğinden beklentilerin ve AB fonlarıyla gerçekleştirilen projelerin önemli etkisi olmuştur. Oysa AB’nin üyelik sürecinde Türkiye’den talepleri, Kopenhag ekonomik kriterlerinde de açıkça ifade edildiği gibi piyasa mekanizmasının tüm kural ve kurumlarıyla yerleşmesini içermektedir. Kopenhag kriterleri temel alınarak hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri, İlerleme Raporları ve diğer dokümanlarda da özelleştirmelerden, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden emek piyasasının esnekleştirilmesine kadar birçok koşul getirilmektedir. Sendikaların emekçiler için olumsuz olan tüm bu koşulları tartışmadan AB üyelik sürecini kabullenmesi ve AB üyeliği ile birlikte çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda ilerlemeler olacağına yönelik beklenti yaratması, yapısal uyum programına karşı mücadeleleri de olumsuz yönde etkilenmiştir. Öte yandan, işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk artarken bunlara neden olan uygulamalara AB kriterlerinin gereği diyerek karşı çıkılmaması ve AB üyeliğinin koşulsuz biçimde savunulması, zaten zayıf olan sendikalara güvenin daha da zayıflamasına neden olmuştur (Müftüoğlu, 2007:150).

Türkiye ekonomisi 2001 krizinin ardından uygulanan yapısal uyum programı sayesinde 2008 yılına kadar yüksek büyüme oranlarına ulaşmış ve kâr oranlarının yükselmesi krizi ötelemiştir. Ancak emekçi kesimler ekonomideki bu büyümeden pay alamadığı gibi büyümeyi sağlayan politikalar, emekçilerin iş ve sosyal güvencelerini önemli ölçüde kaybetmelerine, reel ücretlerin gerilemesine ve işsizliğin, yoksulluğun daha da artmasına neden olmuştur. Sermayenin emekçilerin daha yoğun sömürüsü üzerinden birikimini arttırdığı bu süreçte 2008 yılının Eylül ayında resmen ilan edilen yeni bir kriz daha ortaya çıkmıştır. 2008 krizi, 1979’dan itibaren Türkiye’nin lokal düzeyde yaşadığı krizlerden farklı olarak kapitalist sistemin bütününü kapsamaktadır (Müftüoğlu ve Özgün, 2010: 156). 

2008 krizi gelişmiş ekonomiler başta olmak üzere kapitalist ülkelerde işsizliğin hızla yükselmesine neden olmuştur. Türkiye’de de 2001’den beri yüzde 10 seviyelerinde olan işsizlik oranı 2008 kriziyle birlikte hızla artarak 2009’da yüzde 14’e kadar yükselmiştir (TÜİK, 2009). İşsizliğin krizle birlikte hemen tüm ülkelerde toplumsal bir sorun haline gelmesi ve işsizlik sorununun çözümüne yönelik beklentilerin artması nedeniyle piyasa ekonomisinin gereği olarak uygulanan politikalar “işsizlik sorununu çözme” söylemi üzerinden gündeme getirilmiştir. İşsizliğin kriz öncesi dönemde de önemli bir sorun olduğu Türkiye’de kriz sonrasında hazırlanan önlem paketlerinde de istihdam vurgusu ön planda olmuştur (Özgün ve Müftüoğlu, 2011: 199). 

AKP hükümetinin krize karşı istihdamı destekleme iddiasıyla getirdiği düzenlemeler OECD, DB ve AB gibi uluslararası kurumlarla sermaye örgütlerinin kriz öncesinde de savundukları esnekliğe dayalı istihdam politikalarının uygulamaya konmasından ibarettir. Söz konusu düzenlemelerle sermayenin üzerindeki istihdam (emek) maliyeti, Hazine ve İşsizlik Sigortası Fonuna aktarılarak toplumsallaştırılmaktadır. Bunun yanı sıra ücretin ve sosyal güvencenin son derece düşük olduğu geçici ve stajyer statüsünde istihdam yaygınlaştırılarak emek piyasası esnekleştirilmektedir. Bu düzenlemelerle sadece yeni işe girenler değil, kadrolu ve güvenceli işlerde çalışmakta olanlar da sahip oldukları hakları kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır (Müftüoğlu ve Özgün, 2010: 160).

Ekonomik krizi emek süreçlerini daha da esnekleştirmenin bir fırsatı olarak değerlendiren sermayeye ve hükümete karşı işçi ve kamu emekçi sendikaları uzlaşmacı yaklaşımlarını sürdürmüşlerdir. Krizinin hemen ardından toplu işçi çıkartmaların özellikle güvenceli ve sendikalı çalışanlar üzerinde yoğunlaşması, krize karşı işçi sendikalarının tepkisinin de istihdamın korunması üzerine odaklanmasına neden olmuştur. Sendikalar istihdamın korunmasına yönelik olarak sermayenin teşvik edilmesi ve emek maliyetinin bir kısmını devletin üstlenmesi gibi sermaye kesiminin talepleriyle de örtüşen öneriler getirmişlerdir. Sendikaların krizin kapitalist sistemden kaynaklanmış olduğu düşüncesinden öte, daha çok küresel düzeyde “kazara” ortaya çıkmış “doğal” bir durum olarak algıladıklarını söylemek mümkündür. Krize karşı sınırlı sayıdaki eylem ve direnişlerde de yine sendikalar bu yaklaşımlarını sürdürmüşlerdir. 


2008 krizi sürecinde işçilerin en çok ses getiren eylemi, işyerleri kapanan ve esnek çalışma koşulları dayatılan TEKEL işçileri, Türk İş Genel Merkezi önünde gerçekleştirmişlerdir. 78 gün süren TEKEL işçilerinin eylemi, esnek çalışma koşullarına karşı en kapsamlı direniştir ve Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli eylemlerinden biri haline dönüşmüştür. TEKEL direnişi de olarak adlandırılan eylemlere sendikalar ve emekçiler de destek vermişlerdir. Ancak TEKEL direnişi, Türkiye’de geniş emekçi kesimlerinin ortak sorunu olan güvencesizlik ve esnek çalışmaya bir başkaldırı olmasına rağmen sendikalar direnişte destekçi olmanın ötesine geçememiş ve direniş ortak bir mücadeleye dönüştürememişlerdir. Konfederasyon yönetimleri, direnişteki işçilerin dahi görüşünü almadan kendi bürokratik yapıları içinde aldıkları bir kararla henüz amacına ulaşmadan direnişin sona ermesini sağlamışlardır. 


1980 sonrasında ortaya çıkan diğer krizler gibi 2008 krizinde de sendikalar, piyasalaştırma, güvencesizleştirme vb. süreçlerinde etkili bir mücadele yürütememişlerdir. Sendikaların krize karşı önerileri, sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanan ekonomi politikalarını destekler nitelikte olmuş ve krizin maliyetinin emekçi kesimler üzerine aktarılmasına engel olmak bir tarafa, krizin bedelinin emekçi kesimlere yüklenmesine katkıda bulunmuşlardır (Müftüoğlu ve Özgün, 2010: 172).


Son derece ironiktir; Türkiye’de bir askeri darbe sonrasında emek süreçlerinde esneklik sınırlandırılırken, “yeniden” esneklik koşulları da yine askeri darbelerle sağlanmaya çalışılmıştır. Kapitalist üretim sisteminin yaygınlaşmaya başladığı ve çalışma düzeninin kapitalist üretimle uyumlaştığı 19. yüzyılın başlarından Fordist birikim rejimiyle bütünleşmenin önünü açan 27 Mayıs 1960 darbesine kadar Türkiye’de esneklik sınırsızdır. 1961 Anayasasıyla esnekliği sınırlanmaya yönelik düzenlemeler yapılmaya başlamıştır. Ancak 1970’lerde kapitalizmin krize girip “yeniden” esneklik düzenlemelerinin gündeme gelmesiyle birlikte önce 1971 darbesi bunun başarısız olması üzerine ise 1980 darbesiyle işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet baskılanarak esnekliği sınırlandıran düzenlemeler kaldırılıp, yeniden esnekliğin sınırsızlaşması amaçlanmıştır. Darbenin baskısıyla birlikte emek süreçleri hızla esnekleşmeye başlarken, 1994, 2001 ve 2008 krizlerinde de yükselen işsizlik, emekçileri baskılamanın ve sınırsız esneklik koşullarına razı etmenin aracı olarak kullanılmıştır. 


Türkiye’de esneklik uygulamaları getirilen düzlemelerle daha da derinleşmekte, her geçen gün sahip olunan haklar ortadan kaldırılmaktadır. Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sendikaların esnekliğin yaygınlaşarak derinleştiği bu sürece müdahalesi son derece yetersizdir.  Sendikaların dünyada yaşadığı kriz Türkiye’deki sendikalara da doğrudan yansımaktadır. Ayrıca askeri darbeler ve ekonomik krizler Türkiye’de sendikaları baskı altına alan önemli bir etkendir. Sendikaların gerek genel gerekse Türkiye’ye özgün sorunlarını aşmadan yeniden işçi sınıfının mücadele araçları haline dönüşmesi ve Türkiye’de esnekliği tamamen ortadan kaldıracak ya da sınırlandıracak bir rol üstlenmesi mümkün olmayacaktır. 



Sonuç Yerine


Kapitalist üretim sisteminde esneklik, emek sömürüsüyle paraleldir. Esneklik sınırlanmamışsa sömürü de sınırsızdır. Esnekliği tamamen ortadan kaldırmanın veya en azından sınırlandırmanın yolu işçi sınıfının topyekûn mücadelesidir. Mücadele olmadığı ya da yetersiz olduğu sürece esneklik ve ona paralel olarak sömürü devam edecektir. 1848 devrimleriyle yükselen işçi hareketleri sınıf partileriyle birlikte üretim sürecindeki örgütlenmesi olan sendikaların bu mücadelenin en önemli araçları olduğunu göstermiştir. II. Enternasyonel’i de sonlandıran ayrışma, sendikaları sınıf perspektifinden büyük ölçüde uzaklaştırmıştır. Sendikalar toplu pazarlık mekanizmasını kullanarak kapitalist sistem içinde emekçilerin haklarını savunabileceklerini düşünmüşlerdir. Fordist birikim rejimi içerisinde gerçekten de toplu pazarlıklar yoluyla bir takım kazanımlar elde edilebilmiştir. Ancak bu süreçte sendikalar sınıf perspektifinden daha da kopmuş bürokratik bir yapılarıyla emek süreçlerinde belirleyici bir aktör olmaktan çıkıp, burjuvazinin rolünü tamamlayan bir figüran haline gelmiştir. 


1970’li yıllarla birlikte Fordist birikim rejimi yerini yeniden esnek üretime dayanan ve serbest piyasanın geçerli olduğu bir birikim rejimine bırakmış ve emek süreçlerinde esnekliğin sınırsız biçimde uygulanması gündeme gelmiştir. Emek sömürüsünü de sınırsız hale getiren bu gelişmeyle birlikte sendikaların temsil ettiği işçi sınıfı ile figüranı haline geldiği sermaye arasındaki çelişkiler artmış, çatışmalar yoğunlaşmıştır. Bu durumda sendikaların önünde iki yol belirmiştir. Birincisi sendikaların figüran rolünden sıyrılıp yeniden sınıf perspektifi içinde işçi sınıfının mücadele aracı olmak; ikincisi ise sermaye ile uzlaşarak figüran rolünü sürdürmektir. Başta ICFTU ve ETUC gibi uluslar üstü örgütler olmak üzere sendikaların büyük bir çoğunluğu uzlaşmacı sendikacılığı yani figüranlık rolüne devam etmeyi seçmiştir. Bu nedenle de sendikalar yeniden esneklik politikaları karşısında sınıfın tümünü kapsayacak bir mücadele örgütlemekten uzak kalmış, emekçilerin haklarını ortadan kaldıran düzenlemeleri engellemek bir tarafa bu düzenlemeleri meşrulaştıran bir işlev görmüştür. İşçi sınıfının çok büyük kesimi kendilerini temsil etmediğini düşündüğü sendikalara güvenini yitirirken, işçi sınıfının ihtiyacına yanıt veremeyen sendikalar da üyelerini ve etkilerini kaybetmiştir.


İşçi sınıfının sendikalara güvenlerinini kaybetmesi ve sendikalardan uzaklaşması, sendikalara ihtiyacın ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine esnekliğin ve sömürünün giderek yaygınlaştığı ve sınırsız biçimde uygulandığı bir dönemde emekçiler için örgütlü mücadeleden başka çare bulunmamaktadır. Mevcut sendikal yapılardan umudunu kesen birçok kesim sendika dışında dernek ve işyeri komiteleri gibi bir takım örgütlenmelere yönelmektedir. Şüphesiz sınıf perspektifiyle kurulmuş her tür örgütlenme mücadele için önemlidir. Ancak işçi sınıfının öz örgütlenmesi olan sendikaların sınıf mücadelesinin önünde engel oluşturan yapılarının yıkılarak sendikaların tarihsel işlevlerine uygun biçimde yeniden inşa edilmeleri, geçmişte edinilmiş mücadele birikimlerinden de yararlanılması ve mücadelenin topyekûn yürütülmesi bakımından son derece gereklidir.   



KAYNAKÇA

Althusser, L. (2006) “İdeoloji ve Devletin Aygıtları” ile Birlikte Yeniden Üretim Üzerine, çev: Işık Ergüden-Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları. 

Althusser, L. (2008) “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” ile Birlikte Yeniden Üretim Üzerine, çev: Işık Ergüden-Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları.

Akkaya, Y. (2002) “Sosyal Güvenlik “Versus” Demokratik Uzlaşma”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı. 130, 78-80 

Akkaya, Y. (2004) “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık”,  Balkan N. ve S. Savran (haz.) Neoliberalizmin Tahribatı 2 , İstanbul: Metis, 139-164

Ansal, H. (1985) “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişkileri” Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, 152-171


Ansal, H. (2004) “Emek Sürecinde Yeni Hedef: Esneklik Çalışanlar İçin Ne Demek?”, Toplum ve Hekim, cilt:19, sayı:3, Mayıs-Haziran, 164-168.

Arın,T. “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi: 1, (104-138)

Belek,İ ve Demirer, T. (1992) Disk'in 'Ören Tezleri' ve Sosyalist Tavır, İstanbul, Sorun Yayınları

Belek, İ. (2004) Esnek Üretim Derin Sömürü, İstanbul: NK yayınları.

Breverman,H. (2008) Emek ve Tekelci Sermaye, çev. Çiğdem Çidamlı, İstanbul:  Kalkedon Yayınları 

Boratav, K. (2003) Türkiye İktisat Tarihi 1908- 2002, Ankara: İmge.

DİSK (2010) “İşçi ve Kamu Çalışanları Konfederasyonlarının Ortak Açıklaması”,  www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=926&Highlight=22+Şubat+2010

Erdoğdu, S. (2006) Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Sendikacılık, Ankara: İmge.

Eser, U. ve K.Eser (1995), Türkiye'de Sanayi Sektörünün Yapısı ve Gelişme Eğilimi, Türk

Harb-İş Sendikası, Ankara

Güler-Müftüoğlu, B. (2005) Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi, İstanbul, Bağlam Yayınları.

Güler-Müftüoğlu, B. ve N. Akdemir (2005), “Üretimde Çözülme ve Tutunma Halleri”, 1.Sınıf Çalışmaları Sempozyumu Bildiriler Kitabı, SAV-TÜSAM, Ezgi Matbaası, 165-173.

Hobsbawn, E. (2003). Kısa 20. Yüzyıl 1914- 1991. İstanbul: Sarmal Yayınları. 

Hyman, R. (2007) “How can trade unions act strategically?” Transfer: European Review of Labour and Research Summer 2007 vol. 13 no. 2 193-210


Hyman, R. (2012) “Sendikalar Stratejik Olarak Nasıl Davranabilir?”, Küresel Kapitalizm ve Sendikal Hareket, Dünyada Sendikal Hareket Dosyası 1, Sendikal Güç Birliği Platformu, 77-99


Maclnnes, J. (1987) “Why Nothing Much has Changed: Recession,Economic Restructuring      and Industrial Relations since 1979”, Employee Relations, vol.9 n.1: 3-9 

Makal, A. (2007) Ameleden İşçiye, İstanbul, İletişim Yayınları

Marx, K. (2003) Grundrisse (ikinci kitap), Çev. Arif Gelen, İstanbul: Sol Yayınları


Marx, K. (2007) Kapital, Cilt: 1, Çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları.

Marx, K. (2009) Kapital, Cilt: 2, Çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yayınları.

Marx, K. (2011) Kapital, Cilt: 1, Çev. Mehmet Sevik, Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Yayınları.

Marx, K. (2008) Grundrisse, Çev. Sevan Nişanyan, İstanbul: Birikim Yayınları.

Müftüoğlu, Ö. (2007) “Kriz ve Sendikalar”, F. Sazak (der.), Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Ankara: Epos, 117- 156.

Müftüoğlu, Ö. (2008) “Esnekleşmenin Uluslararası Dayanakları”, Toplum ve Hekim, 23 (4): 269- 275.

Müftüoğlu, Ö ve Özgün, Y. (2010) “Sınıflar Arası Mücadelede Yeni Bir Dönemeç: Türkiye'de 2008 Krizi Praksis, Sayı. 22, Bahar, 151-174

Özdemir-Yücesan, G ve A. M Özdemir (2008) Sermayenin Adaleti Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika, Ankara: Dipnot

Özgün,Y. ve Müftüoğlu, Ö. (2011) “Turkey after 2008: Another crisis-the same responses?”, Trade Unions and the Global Crisis, ed. Serrano, M., Xhafa, E., Fichter, M., Cenova, ILO

Quataert, D. ve Zürcher, E.J. (1998) Osmanlıdan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, çev. Cahide Ekiz, İstanbul, İletişim Yayınları

Petrol İş (2000) 1997-1999 Petrol-İş Yıllığı, Yayın no: 58

Sencer,O (1969) Türkiye’de İşçi Sınıfı, İstanbul, Habora Kitapevi

Smith, A. (1985) Ulusların Zenginliği, Çev. A.Yunus-M.Bakırcı, İstanbul: Alan Yayıncılık

Sosyalizm Ansiklopedisi, cilt. 1, İletişim Yayınları

Yeliseyeva, N.V. (2009) Yakın Çağlar Tarihi, Yordam Kitap, çev. Özdemir İnce, İstanbul