22 Aralık 2011 Perşembe

2012 Bütçesi: Devlet Eliyle Yoksullaştırmaya Devam(!)


ÖZGÜRCE
23/12/2011

1980’den bu yana -yani tam 31 yıldır- Türkiye’de bütçelerin hazırlanması ve uygulanmasındaki anlayış değişmemiştir. Bu bütçeleri yapanlar, kimi zaman doğrudan darbe hükümeti (1981-1983) kimi da zaman darbe rejiminin emanetçisi hükümetler olmuştur. Bu hükümetler içerisinde ANAP, DYP, MHP, RP, SP, DSP, SHP, CHP ve nihayet AKP olmak üzere hemen tüm milliyetçi-muhafazakar, liberal ve sosyal demokrat partiler yer almıştır. 24 Ocak 1980 kararları ışığında hazırlanan bu bütçeler -neoliberal politikalar doğrultusunda- devletin düzenleme işlevini (sosyal devlette olduğunun aksine) piyasanın gereksinimleri doğrultusunda yerine getirmeyi hedeflemektedir. Piyasanın gereksinimi ise küresel rekabet gerekçesiyle devletin; (a) sermayeye sürekli olarak kaynak aktarması, (b) yeni kâr alanları açması ve (c) emek maliyetlerini minimum düzeye indirmesini içermektedir. Devletin bütçe yoluyla piyasanın (sermayenin) gereksinimlerini karşılama yollarını kısaca şöyle özetleyebiliriz:


(a) Devlet sermayeye kaynak aktarmak üzere toplumun geniş kesimlerinden (dolaylı vergilerle) sağladığı kaynağı, sermayeye (teşviklerle) aktarır. Ayrıca sermayeye aktaracağı kaynağı arttırmak için sosyal harcamalarda kesintiye gider ve kamu hizmetlerini piyasalaştırır.

(b) Sermayeye yeni kâr alanları açmak için devlet, kamu işletmelerini, değerli kamu mallarını ve doğal kaynakları özelleştirme adı altında sermayeye devreder. Ayrıca eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerini de yeni kâr alanları olarak sermayenin hizmetine sunar.

(c) Emek maliyetini düşürmek üzere devlet, “istihdam üzerindeki yüklerin hafifletilmesi” adı altında işverenin (sosyal sigorta payı, vergi vd) istihdam ettiği işçi için üzerine düşen payını İşsizlik Sigortası Fonu ya da genel bütçeden yani toplumun cebinden ödenmesini sağlar. Öte yandan kamu emekçilerinin ücretlerinin baskılanmasını sağlayarak hem ücretler genel seviyesini düşürür hem de sermayeye aktaracağı kaynağı arttırmış olur.

Devletin 31 yıldır izlediği bu bütçe anlayışının sonucunda bir taraftan emekçiler eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklarını kaybederken diğer taraftan da geniş toplum kesimleri yoksullaşmıştır. 2012 yılı bütçesinde de devlet eliyle sosyal hakların gaspı ve yoksullaştırma anlayışı daha da derinleşerek devam etmektedir.

Devlet bütçeleri, ekonomik –teknik- bir belge (imiş) gibi gösterilmeye çalışılsa da esas itibariyle son derece siyasi ve ideolojik belgelerdir. Dolayısıyla bütçeler sınıflar arası güç dengelerinin de bir yansıması olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda 1980’den bu yana hazırlanan bütçelere bakıldığında (reel ücretlerin görece yükseldiği 1989-1993 arası kısmen istisna kabul edilebilir) Türkiye’de emekçi sınıfların siyasi ve ideolojik olarak varlık gösteremediklerini söylemek mümkündür. Emekçilerin siyasi ve ideolojik varlıkları ancak örgütlülükleriyle görünür (hissedilebilir) hale gelebilir. O halde Türkiye’de emekçilerin haklarını ortadan kaldıran onları yoksulluğa, açlığa iten bütçelerin emekçilerin örgütleri olan sınıf partileri ve sendikalar sorgulanmadan eleştirilmesi, değerlendirilmesi çok da anlamlı değildir(!)

8 Aralık 2011 Perşembe

Kimin sendikası?


ÖZGÜRCE
09/12/2011

Türk İş’te yeni yönetimin belirleneceği genel kurulu öncesinde AKP’nin sendikalar ve meslek örgütlerine manipülasyonunu düşünürken Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Memur-Sen’i yerlere göklere sığdıramadığı açıklaması gündeme geldi. Biri Türkiye’de üye sayısı en yüksek işçi örgütü, diğeri üye sayısı en yüksek ve yetkili (Onlar kendilerine memur deseler de) kamu emekçi örgütü olunca konunun önemine binaen daha geniş bir çerçevede devlet-sendika ilişkileri üzerine yeniden düşünmek gereği ortaya çıktı.

Devlet ve sendika bağını en açık biçimde ortaya koyanların başında Fransız düşünür L. Althusser gelir. Althusser, kapitalist devletin işçi sınıfının sendikal örgütlenmesine yönelik yaklaşımını ele alır. Ülkelerin sınıf mücadeleleri tarihi ve toplumsal formasyonlarına göre belirlenen devletin sendikalara yaklaşımlardan birincisi doğrudan sendikaları yasaklamaktır. ABD emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı denetimi altındaki Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin bir kısmında işçi sınıfının örgütlenmesini yasaklama yaklaşımı görülmektedir.

Kapitalist devletinin sendikalara yönelik diğer bir yaklaşımı sendikaları sisteme entegre ederek devletin ideolojik aygıtları haline getirmektir. Örneğin İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere birçok kapitalist ülkede sosyal demokrat eğilimli partilerle birlikte organik bağları bulunan sendikalar, reformist örgütler haline dönüşmüşlerdir.

Althusser’e göre devletin sendikaları ideolojik aygıtlarına dönüştürmedeki diğer bir yaklaşımı ise faşist burjuva rejimlerinde görülen devletin örgütlediği “Devlet Sendikaları”dır. Faşist burjuva rejimler, ister Avrupalı ister Güney Amerikalı olsun sendikaları devletin ideolojik aygıtları haline dönüştürmüştür. Althusser, Faşist Almanya ve İtalya’da da Peron Arjantin’inde olduğu gibi “Emek Cepheleri” ya da “Devlet Sendikaları” olduğundan söz eder ve Peron’un şu sözünü hatırlatır: “Burjuvazi işçi sınıfını örgütlemelidir: Onu Marksizme karşı korumanın en iyi yolu budur…”

Türkiye’de devletin sendikalara yaklaşımının hangisi olduğunu ve sendikaların kimin sendikası olduğunun yorumunu siz okurlara bırakıyorum.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Özgürlüklerin olmadığı bir ortamda demokratik anayasa yapılamaz..

NASIL BİR ANAYASA-3

03/12/2011

AKP’nin yeni yasama döneminde önüne koymuş olduğu en temel hedef “yeni anayasa”dır. Kuşkusuz, Türkiye’nin darbe rejiminin ürünü olan 1982 Anayasasından kurtulması sadece AKP’nin değil tüm toplum kesimlerinin arzusudur. Yani AKP’nin “yeni bir anayasa” yapma hedefi toplumun hemen tüm kesimlerinin arzularıyla örtüşmektedir. Ancak toplum kesimleri arasında derin çıkar çatışmalarının olduğu kapitalist toplumlarda tüm toplum kesimlerinin ihtiyaçlarını, arzularını karşılayacak bir anayasa yapmak mümkün değildir.

Sermaye sınıfının egemen olduğu kapitalist düzende yapılacak bir anayasanın, sermayenin çıkarları doğrultusunda olması kaçınılmazdır.

Ancak anayasada sermaye ile diğer toplum kesimleri arasında çıkar farklıklarının hangi düzeyde olacağı toplumsal sınıflar arasındaki güç dengelerine göre belirlenmektedir. Bu durum kapitalist bir toplum düzenine sahip bulunan Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’de, anayasalar, şimdiye kadar baskı yoluyla toplumsal güç ilişkilerini egemenlerin lehine değiştirerek egemenlerin gücünü mutlak hakim kılmayı amaçlayan askeri darbeler sonrasında yapılmıştır. Dolayısıyla sermayenin çıkarları ve egemen devlet ideolojisi bu anayasalara hakim olmuş; çıkarları sermayeyle çelişen ve egemen devlet ideolojisi içerisinde kapsanmayan kesimlerin (emekçi sınıflar, etnik kökenler, mezhepler vd.) hakları anayasalarda göz ardı edilmiştir.

AKP’nin iddiası; bugüne kadar anayasada göz ardı edilen toplum kesimlerinin haklarının kendi hazırlayacakları bu “yeni anayasada” gözetileceği yönündedir. Her ne kadar daha önceki anayasa yapım süreçlerinde olduğu gibi bugün toplum ve siyaset üzerinde askeri bir vesayet yoksa da bu anayasanın daha demokratik bir ortamda yapılacağını söyleyemeyiz. Çünkü bugün anayasa yapma niyetinde olan parlamento ve bununla beraber siyasi iktidar hiç de demokratik olmayan bir seçim sistemi (yüzde 10 barajı, eşitsiz seçim yardımları vs.) sonucunda oluşmuştur. Öte yandan anayasada hakları savunulacağı vaat edilen kesimlerin başında gelen Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve emekçilerin en temel demokratik talepleri 9 yıldır iktidarda bulunan AKP Hükümetleri tarafından göz ardı edilmektedir.

12 Eylül darbe rejiminin geride bıraktığı en temel belge 1982 Anayasasıdır ve başından sonuna antidemokratik bir anlayışa sahip olan bu anayasanın değiştirilmesi elzemdir. Ancak devletin temel ideolojisini yansıtan anayasanın bir yazılı belge olarak değişmesi tek başına bir anlam ifade etmez. Önemli olan o anayasadaki antidemokratik anlayışın, devleti yönetenlerin ve yeni anayasa yapma iddiasında olanların zihninde değişmesidir. Aksi halde darbe rejimi anayasasının değiştirilip onun yerine “yeni” olarak tanımlanan bir başka anayasanın yapılması göz boyamaktan öteye geçmeyecektir.

Gerçekten demokratik bir anayasa yapılabilmesi için öncelikle Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, öğrencilerin, emekçilerin ve egemen güç tarafından ezilmeye çalışılan diğer toplum kesimlerinin kendilerini özgürce ifade edebilecekleri demokratik bir ortamın sağlanması gerekir.

Bunun için de örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellemeler kalkmalı, kendilerini demokratik yollarla ifade etmeye çalışanlara yönelik gaz, tazyikli su gibi şiddet yöntemlerine ve adaletsiz yargılamalara son verilmelidir. Aksi halde bu “yeni anayasa”nın diğerlerinden hiçbir farkı olmayacaktır.

24 Kasım 2011 Perşembe

İşçi sınıfı askere gider...

ÖZGÜRCE
25/11/2011


Başbakan bedelli askerliğin bedelini açıkladı: 30 bin TL.

30 bin TL’nin anlamı elde edilen gelire ya da sahip olunan servete göre değişir. Kimi 30 bin TL’ye çocuğuna yılbaşı hediyesi alır kiminin de 30 bin TL kazanabilmek için yıllarca çalışması gerekir. Örneğin asgari ücretle iş bulabilen bir emekçinin 30 bin TL’yi elde edebilmek için (Hiç işsiz kalmamak kaydıyla) 50 ay ter dökmesi gerekir. Yine asgari ücretten çalışan bir emekçi ancak 35 yıl 8 ay kesintisiz çalışmışsa 30 bin TL kıdem tazminatı alabilir.

Rakamların gösterdiğine bakılırsa asgari ücretle çalışan bir emekçi gelirinin tamamını bile ayırsa askere gitmemenin bedelini ödeyebilmesi mümkün değildir. Ama kapitalizmde çare tükenmez(!) Önce çaresizliği üretip sonra da çareyi pazarlayan yani önce zehri üretip sonra panzehir üzerinden kâr elde etmeyi amaçlayan kapitalizm, askerliğin bedelini ödeyemeyecekler için de hemen “çare” üretmeye soyunmuştur. Henüz başbakan bedellinin bedelini açıklamadan bankalar “bedelli askerlik kredisi” için hazırlıklarını tamamlamışlardır bile…

Ama askerliğin bedelini –nam-ı diğer vatan borcunu- banka kredisiyle taksit taksit ödemeye niyetlenenler için önce kredinin bedelini hesaplamalarını öneririz. Bankaların “bedelli askerlik kredisi” faizleri aylık yüzde 1.40-1.45 dolayındadır. 1 ile 5 yıl arasındaki seçilecek bir vadedeki kredinin aylık taksitleri ise 2 bin 800 TL ile 800 TL arasında değişmektedir. Bankalar, kredi vermek için aylık taksitlerin ortalama olarak kişinin gelirinin en az yüzde 30-50 civarında olmasını beklemektedir. Bu durumda “bedelli askerlik kredisi”ne başvuracakların asgari aylık gelirinin 2 bin 500 TL ile 5 bin 500 TL arasında olması gerekmektedir.

Asgari ücretin net (Asgari geçim indirimi olmadan) 600 TL olduğu ve milyonlarca işçinin asgari ücretin altında çalıştırıldığı, ortalama memur maaşının bile yaklaşık 1500 TL olduğu Türkiye’de askerliğin bedelini karşılayacak krediyi alabilmenin koşulu olan asgari geliri elde edebilen emekçilerin oranı bir elin parmaklarını geçmemektedir.

Uzun sözün kısası: Eğer atadan dededen kalma satılacak bağı bahçesi yoksa ister memur olsun ister işçi; ister mavi yakalı olsun ister beyaz yakalı; ister sendikalı olsun ister sendikasız Türkiye’de işçi sınıfının çok büyük kesiminin bedelli askerliğin bedelini ödemesi imkansızdır. Bu durumda sermayenin üretim sürecinde terini sömürdüğü işçi sınıfı -askerliğin bedelini ödeyebilecek parası olmadığı için- şimdi de cepheye sürülmektedir.

Kapitalist düzeni tercih eden Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların “sınıfsız, zümresiz toplum” yönündeki temelsiz söylemi birçok alanda olduğu gibi askerlikte de gerçekleşmemiştir. Diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de varlıklılar, mevki ve sermaye sahipleri ve onların çocukları günlerini gün ederken “kutsal vatan hizmeti” denilerek askere gönderilen, cephe önlerinde hedef olan hep işçiler, köylüler, yoksullar olmuştur. Bugün AKP Hükümetinin çıkarttığı “bedelli askerlik” uygulaması, geçmişten beridir var olan sınıfsal ayrımcılığı çok daha net biçimde ortaya koymaktadır.

Askere gitmeyi sadece işçi sınıfına dayatan bedelli askerlik uygulaması “İşçi Sınıfı Cennete Gider” filmini anımsatmıştır. İtalyan Yönetmen Elio Petri’nin “İşçi Sınıfı Cennete Gider” filmi 1971 yılında gösterime girmiş ve 1972 yılında da Cannes Film festivalinde Altın Palmiye ödülü almıştır. Petri, filmi için doğru bir isim seçmiştir; eğer bir cennet varsa şüphesiz, emeğiyle yaşamını sürdüren işçiler, emekçiler cennete gideceklerdir. Ama sınıf bilincine sahip hiçbir işçi, cennete gitmeyi hedeflemez. Onun hedefi; şimdiki yaşamını yani bu dünyayı cennete çevirmek için mücadele etmektir(!) Dünyayı cennete çevirmenin birinci koşulu; doğayı, insanlığı hızla yok eden kapitalizm belasından kurtulmaktır. Kapitalistler, kendilerine “sömürü cenneti” haline getirdikleri bu düzeni sürdürmek için işçi sınıfına bu dünyada zulmü hak gösterip, başka bir dünyada cenneti vaat ederler.

Eğer sınıf bilinci oluşmamış ya da sınıfsal hafıza silinmişse, kapitalistlerin başka dünyada cennet vaadi emekçiler tarafından kabul görür. Böylece bu dünyada yaşanan ne sömürü, ne açlık ne de yokluk sorgulanır. Hal böyle olunca emekçi için ölüm neredeyse zulümden kurtulmanın yolu haline gelir ve iş kazalarında ölmek de askere gidip savaşta ölmek de emekçiler için olağanlaşır.

Bu nedenle işçi sınıfı örgütlerinin üretim sürecindeki sömürü kadar, ulusların, halkların emekçileri ve yoksullarından oluşan askerlerin –sermayenin çıkarları için- birbirlerine silah doğrulttuğu savaşlara da karşı olması ve militarizme karşı emekçileri bilinçlendirerek mücadele etmesi gerekir. Başta sendikalar olmak üzere sınıf örgütlerinin üretim sürecindeki sömürü gibi işçi sınıfının kanı üzerinden savaş çığlıklarının yükselmesi karşısında sessiz kalmasını da kabul etmek mümkün değildir(!)

17 Kasım 2011 Perşembe

Demokrasi askıya, teknokratlar hükümete…

ÖZGÜRCE
18/11/2011

Burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte iktisadi alanda egemenliğini ilan ettikten sonra devlet aygıtını ele geçirip siyasi alanda da egemenliği sağlayacak burjuva devrimlerini gerçekleştirmiştir. Burjuvazinin feodal düzeni yıkıp siyasal alanda egemenliği sağlamaya çalışırken izlediği yol (17. yüzyıl İngiliz burjuva devriminden itibaren), mutlak monarşi yerine siyasal erkin parlamentoya devredilmesidir. Böylece burjuvazi sarayın ve kilisenin siyasal alandaki egemenliğine ortak olabilecektir. 1789 Fransız İhtilali ve Avrupa’ya yayılan devrimlerle birlikte burjuvazi siyasi egemenliğini ilan ettikten sonra parlamenter düzeni liberal demokrasinin gereği olarak benimsemiştir.


Liberal demokraside parlamento, burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) geniş toplum kesimleri önünde meşrulaştırmanın bir aracı olarak görülmüştür. Önceleri sadece yüksek düzeyde vergi ödeyebilenlerin seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu parlamento düzeninde işçi sınıfı ve yoksul halk dışlanmıştır. Toplumun tüm kesimlerinin seçme ve seçilme hakkını kullanabilmesi, ancak işçi sınıfının 1830’lu yıllarda Chartist hareketle başlattığı ve 19. yüzyılın ikinci yarısında sürdürdüğü mücadelelerin sonucunda mümkün olmuştur. Ancak tüm bunlar burjuvazinin parlamentoyu kendi iktidarını meşrulaştırma aracı olarak kullanmasını engellememiştir. Bu nedenle -sosyal demokrat partilerin de katkısıyla- burjuvazi parlamenter demokrasi adı altında 200 yıldır devlet aygıtı üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir.

Bu kısa hatırlatmanın ardından bugün Avrupa’da yaşanan siyasal gelişmelere gelelim: Yunanistan ve İtalya’da kurulan teknokrat hükümetlerle birlikte burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) meşrulaştırmak için parlamenter demokrasinin yetersiz kaldığı bir döneme girilmiştir. Zira kapitalizmin 1970’li yıllarda başlayan krizini aşamamış ve çıkışı olmayan bir batağın içerisine girmiştir. İçine girdiği bataktan çıkmak için debelenen kapitalizmin doğaya ve insanlığa verdiği zarar meşru kabul edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. İşte bu nedenle uluslararası ve ulusal burjuvazi parlamentoyu da devreden çıkartarak, kendi atadığı teknokratlar aracılığıyla devlet aygıtını yönetmek zorunda kalmıştır.

Teknokratlar hükümeti yoluyla parlamenter demokrasinin askıya alınmasını bir darbe biçimi olarak da değerlendirmek mümkündür. Çünkü artık devlet aygıtının idaresinde göstermelik de olsa halk iradesi yoktur ve bu teknokrat hükümetlerin halka hesap vermek gibi bir sorumlulukları da bulunmamaktadır. Bu hükümetlerin hesap vermekle yükümlü olduğu tek merci kendilerini oraya atayan burjuvazinin uluslararası ve ulusal kurumlarıdır.

Bu noktada 18 Haziran 2010 tarihinde bu köşede yayınlanan “AB’den işçi sınıfına darbe tehdidi…” başlıklı yazımızda da gündeme getirdiğimiz bir olayı hatırlatmakta yarar vardır: “Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 2010 yılında Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcileriyle yaptığı bir görüşmede Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in içinde bulundukları borç krizlerine acil çözüm bulamamaları ve kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda bu ülke demokrasilerinin çökme tehlikesiyle yani askeri darbeyle karşı karşıya olduğu söylemiştir.” İşte bugün Barroso’nun sendikacılara -mücadeleden uzak durmaları için- tehditkar bir üslupta ifade ettiği gibi Avrupa’da demokrasiler çökmeye ve askeri görünümde olmasa da darbeler gerçekleşmeye başlamıştır.

Türkiye, teknokrat hükümetler ve darbelerle Avrupa’dan çok daha alışıktır. 12 Mart 1971 darbesinin ardından kurulan Nihat Erim hükümeti teknokrat bir hükümettir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan ve uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Turgut Özal’ın son derece etkin olduğu Bülent Ulusu hükümeti teknokrat bir hükümettir. Bu hükümetin ardından baskı ortamında gerçekleşen seçimler sonrasında Turgut Özal’ın kurduğu ANAP hükümetleri de parlamenter demokrasi içinde imiş gibi görünse de işlevi itibariyle teknokrat hükümetlerdir. 2001 krizinin ardından uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Kemal Derviş’in içinde yer almasıyla birlikte DSP-MHP-ANAP koalisyonu da teknokrat bir hükümet haline gelmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelen AKP, 1980’li yılların ANAP’ı gibi iktidarını parlamenter demokrasiye dayandırmaktaysa da dokuz yıldır Kemal Derviş’in ekonomi programını uluslararası ve ulusal burjuvazinin çıkarları doğrultusunda uygulamaktadır. Bu nedenle AKP hükümetlerini tam anlamıyla teknokrat olarak tarif edemesek bile izlediği politikalarla teknokrat bir hükümete ihtiyaç bırakmayacak bir hükümet olarak tanımlayabiliriz.

Kapitalizmin doğaya ve insanlığa yönelik tahribatı artık hiçbir yolla meşrulaştırılamayacak hale gelmiştir. Bu nedenle de tüm kapitalist ülkelerde kapitalizm karşıtlığı ve işçi hareketleri yükselme eğilimine girmiştir. Bu durumda önümüzdeki süreçte diğer bazı Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere açık ya da örtük olarak demokrasiler rafa kaldırılıp, baskılar arttırılacaktır. Sınıflar arası çatışmanın yükseleceğine işaret eden bu süreçte işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizm karşıtı hareketlerin sınıfsal bir perspektif içerisinde örgütlenerek uluslararası dayanışmayı da içeren bir mücadele sürdürmesi gerekir!

3 Kasım 2011 Perşembe

Sendika Yasaları Üzerine…

ÖZGÜRCE
04/11/2011

Toplumun ekonomik, hukuki ve siyasal üstyapısının belirlendiği yer altyapı olarak da tanımlayabileceğimiz üretim ilişkileridir. Daha açık bir ifadeyle üretim ilişkileri içerisindeki sınıflar arası güç dengesi o toplumda geçerli olan siyasal sistem ve bu siyasal sistem içerisinde belirlenen hukuk kuralları ve ekonomi politikalarının temel belirleyicisidir. Dolayısıyla siyasal yapıda, hukuk düzeni içerisinde ve ekonomi politikalarında kendisini ifade etmek isteyen bir toplum kesiminin önce üretim ilişkilerinde bir güç haline gelmesi gerekir. Örneğin burjuva sınıfı, feodal toplum yapısı içerisinde önce –sanayi devrimiyle birlikte- üretim süreçlerinde büyük bir güç edinmiş; burada edindiği güç sayesinde de feodalizmin 8-9 yüzyıl süren egemenliğine son verip kapitalizmi tarih sahnesine çıkartmıştır.


Kapitalist üretim sisteminin egemen hale gelmesiyle birlikte burjuvazi, üretimin gerçek gücü olan emeğin sahibi işçi sınıfını kendisine en büyük tehdit olarak görmüş ve sürekli olarak işçi sınıfını üretim süreci içerisinde denetim altında bulundurmak için çabalamıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının da farkına vardığı gibi toplumsal ilişkiler içerisinde söz hakkı elde edebilmek için işçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesi gerekir. İşçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesinin en önemli aracı sendikalardır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu sorunlarla mücadele için “sürekli örgütler” olarak sendikaları oluşturmasıyla birlikte, burjuvazi sendikaları önce yasaklamış, yasaklamalara rağmen sendikal mücadelenin sürdüğünü görünce de sendikaları ehlileştirecek düzenlemeler yapmaya yönelmiştir.

Kapitalist sistem içerisinde sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerini düzenleyen bütün yasaların temel amacı sendikaları işlevsizleştirmek ve işçi sınıfının üretim sürecinde güçlenerek kendisine tehdit oluşturmasını engellemektir. Türkiye’de de sendika yasalarının temel felsefesi daima işçi sınıfı hareketlerini kontrol altına almak ve işlevsizleştirmek olmuştur. Örneğin 1947 tarihli 5018 sayılı ilk Sendikalar Kanunu, 1946’da yükselen işçi hareketlerini bastırmak için çıkartılmıştır. Halen yürürlükte bulunan 2821 ve 2822 sayılı kanunların da amacı yine 1970’li yıllarda yükselen işçi hareketlerini baskılamak olmuştur. Aynı biçimde 2001 tarihli 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu da özellikle 1990’lı yıllarda toplumsal muhalefete öncülük yapan KESK’in mücadelesini kırmayı amaçlamıştır.

İçinden geçtiğimiz günlerde hem işçi sendikalarını düzenleyen 2821 ve 2822 hem de kamu emekçi sendikalarını düzenleyen 4688 sayılı yasalarda köklü değişikliklerin çalışmaları yürütülmektedir. Hükümetin “demokratikleşme” söylemi içerisinde gündeme getirdiği söz konusu düzenlemeler, sendikaların da katıldığı “danışma kurulu” adı verilen sosyal diyalog süreçleri içerisinde şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Getirilmesi düşünülen yeni düzenlemelerde işçi sendikalarına üyelikte noter zorunluluğunun kalkması ve toplu iş sözleşmesi yetki barajının binde 5’e indirilmesi; kamu emekçi sendikalarına ise toplu sözleşme hakkı tanınması gibi sendikal özgürlüklerin önünü açacakmış izlenimi veren birkaç değişikliğe de yer verilmiştir.

Her şeyden önce kapitalist bir toplum düzeninde işçi sınıfının üretim sürecinde bir güç oluşturamadıktan sonra siyasete de ekonomiye de hukuka da müdahil olamayacağını, burjuvazinin de işçi sınıfını üretim sürecinde güçlü kılacak hiçbir düzenlemeyi kendi isteğiyle yapmayacağını tekrar vurgulamak gerekir. Bunun ardından da bürokratik bir yapı içerisine kilitlenip sistemin bir aygıtı haline gelmiş bulunan sendikaların yer aldığı sosyal diyalog masalarından emekçilerin yararına hiçbir düzenleme çıkmayacağını; 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı SSGSS ve emekçilerin haklarını geri götüren daha nice sosyal diyalog süreçlerini de anımsatarak belirtmekte yarar vardır.

Üretimin ve emek piyasalarının alabildiğince esnekleştirildiği, en temel hak ve özgürlüklerin dahi kullanılamadığı bir dönemde yasa metinleri üzerinde olumlu görülen birkaç düzenlemenin sendikal hak ve özgürlükleri geliştirmek bakımından hiçbir anlamı yoktur. Bu noktada getirilen düzenlemeleri AB ve ILO normlarına yeterince uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirmek de son derece anlamsızdır. Zira özellikle son on yılda emekçilerin üretim sürecindeki gücünü daha da zayıflatan ve sosyal haklarını geriye götüren düzenlemelerin arkasında AB’ye uyum gerekçeleri vardır. Sendikalar, -bugün, yapılan düzenlemeleri AB ve ILO normları uygun olmadığı için eleştirenlerin de telkiniyle- AB’ye uyum gerekçesiyle getirilen tüm düzenlemeleri kabullenmiş ve bunun da etkisiyle emekçiler, en kabul edilemez düzenlemelerde dahi mücadeleden uzaklaştırılmıştır. Sosyal diyalog masalarında AB’den ve ILO’dan medet umarak yapılan sendikacılık anlayışıyla ne emekçilerin her geçen gün daha fazla ezilmesine yol açan düzenlemeleri ne de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması mümkün değildir.

Sözün özü: İşçi sınıfının kendi emeğine ve yaşamında söz sahibi olabilmesi üretim sürecinde örgütlü mücadeleyle edinebileceği güce bağlıdır. Üretim sürecinde emeğin örgütlü mücadelesinin aracı olan sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerinin sistemin –ulusal veya uluslararası- aygıtlarınca düzenlenmesini beklemek abesle iştigaldir. Sendikalar ancak sisteme olan bağımlılıklarından kurtuldukça işçi sınıfının ihtiyaçlarına yanıt verebileceklerdir. Bunun için de her şeyden önce emekçilerin sendikaları sahiplenmesi ve sendikaları bağımlı kılan yapılardan kurtulmak için mücadele etmesi gerekir(!)



28 Ekim 2011 Cuma

Deprem: Kimine felaket kimine fırsat!

ÖZGÜRCE
28/10/2011

Kapitalizm fırsatları sever, insanlık için büyük acılara neden olsa da… Örneğin savaşlar, doğal afetler bunlar hep sermaye için yeni kâr edinme ve dolayısıyla da kapitalizmi sürdürme fırsatlarıdır. Aslında kapitalizm fırsatları kendi yaratır. Savaşlar kapitalizmin devamını sağlayacak kaynakları elde etmek ve savaşta yıkılan kentleri, üretim alanlarını yeniden yapmak üzere yatırım alanı olarak görülür. İkinci Dünya Savaşı’nı ya da Irak Savaşı’nı kapitalizmin kendi yarattığı ve fırsata dönüştürdüğü savaşlara örnek olarak gösterebiliriz. Bunlar dışında da dünyanın birçok bölgesinde gerçekleşen savaşların (İç savaşlar da dahil olmak üzere) ardında da yine kapitalizmin fırsat yaratma anlayışını görmek mümkündür. Bu savaşlarda acılar çeken, yaşamlarını yitiren milyonlarca insan ise kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için verilmiş kurbanlardır.

Kapitalizm, savaş gibi “doğal” afetleri de fırsata çevirmeyi bilmiştir. Kapitalizm bunu yaparken önce daha fazla kâr güdüsü içinde insan-doğa uyumunu bozmuştur. Sanayileşmenin ardından daha ucuz emek, daha ucuz hammadde, daha ucuz enerji, daha geniş rant alanları derken insanlığın milyonlarca yıllık deneyimiyle oluşturduğu doğaya uyumlu yaşam düzeni altüst olmuştur. Böylece doğayı hiçe sayan kentler, sanayi kuruluşları, barajlar, nükleer santraller kaçınılmaz doğa olaylarını insanlık için felaketlere dönüştürmüştür. Öte yandan yine kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan eşitsiz büyüme nedeniyle yoksullaşan geniş toplum kesimleri yaşamda kalabilme mücadelesi içerisinde barınma ihtiyaçlarını en ucuz biçimde sağlamak zorunda kaldıklarından felakete dönüşen doğa olaylarından en fazla etkilenen kesim olmuştur.

Türkiye’de felaketi fırsata çevirme anlayışının özellikle sel ve depremlerle gerçekleştiği görülmektedir. Özellikle kentleşmenin ve sanayinin en yoğun olduğu Marmara Bölgesi ve Düzce’de 1999 yılında gerçekleşen depremler, bu fırsat anlayışını açık biçimde ortaya çıkartmıştır. 1999 depremlerinin felakete dönüşmesinin nedeni daha fazla kâr amacıyla yerleşim yeri seçiminde ve yapı inşasında doğayı ve bilimi hiçe sayan kapitalist anlayıştır. Felaketin sorumlusu olan kapitalist anlayış, depremi fırsat bilerek hem yıkılan alanların inşasını yeni yatırım alanı olarak görmüş hem deprem nedeniyle yapılan yardımlara el koymak suretiyle çıkar sağlamaya çalışmış hem de deprem nedeniyle konulan vergileri yeni bir depreme hazırlık yapmak yerine sermayeye kaynak olarak aktarmıştır.

İşte bu anlayışın sonucudur ki diğer birçok deprem bölgesi gibi Van’da da gerçekleşeceği malum bir doğa olayı olan depreme hazırlık olarak hiçbir önlem alınmamıştır. Aksine denetim sorumluluğu olan kamu kuruluşlarının gözleri önünde yeni inşa edilen birçok binada -daha fazla kâr için- malzemeden çalma anlayışı sürmüş ve bu binalar yüzünden onlarca kişi yaşamını yitirmiştir. Türkiye’de kapitalizmin yarattığı eşitsiz gelişme sonucunda yoksulluktan en fazla nasibini alan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’dir. Bu bölgelerin özellikle kırsalındaki yoksulluk Van depreminde de kendini göstermiş ve onlarca insan, uygun bir barınağa sahip olamadığı için yaşamını yitirmiştir. Sonuç olarak daha önceki depremlerde olduğu gibi Van depreminde de yüzlerce insan kapitalizmin daha fazla kâr güdüsünün ve kapitalizmin yarattığı yoksulluğun kurbanı olmuştur.

Felaketi fırsata çevirme anlayışı Van’da deprem sonrasında da kendisini göstermiştir. Henüz yıkılan binalar altında insanlar can çekişirken enkaz kaldırma ve yardımların ulaştırılması aşamasında iktidar partisinin siyasi fırsatçılık yaptığı iddiaları -yandaş basının tüm gayretlerine rağmen- ayyuka çıkmıştır. Öte yandan bizzat Başbakan, depremi fırsat bilerek, kentsel dönüşümü hızlandıracak biçimde konut yıkma yetkisinin tamamen bakanlıklara verilmesine yönelik açıklamalar yapmaktadır. Tüm depremlerin ertesinde olduğu gibi Van’da da depremzedelere ev yerileceği vaat edilmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki 1999 depremlerinden bu yana geçen 12 yılın 9’unda iktidarda bulunan AKP’nin depremzedeler için yapılmış konutları -Kocaeli/Arızlı’da olduğu gibi- başka amaçlarla kullanmaya çalıştığı birçok örnek mevcuttur.

Kapitalizmde felaketi fırsata çevirme konusunda özellikle 1999 depremi sonrasında Türkiye’nin en hızlı büyüyen Müteahhidi Ali Ağaoğlu’nun 17 Ağustos depreminin yıldönümü vesilesiyle Referans gazetesinde yer alan söyleşisindeki şu sözlerini hatırlatmadan yazıya son vermemek gerekir: “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” (Referans gazetesi, 20.08.2009)



14 Ekim 2011 Cuma

En Alttakiler: Yabancı ‘kaçak’ işçiler…

ÖZGÜRCE
14/10/2011

Alman Yazar Günter Wallraff, bir Türk işçisi kılığına girip Almanya’da yaşayan yabancı işçilerin çalışma koşullarını hikaye ettiği romanına “En Alttakiler” adını vermiştir. En altta olanlar sadece Almanya’da çok kötü koşullarda, en düşük ücretle, sigortasız çalışan Türkiyeli işçiler değildir elbette…


Dünyanın neresinde olursa olsun göçmen işçiler hep en kötü koşullarda çalışmak, yaşamak zorunda kalmış yani hep en altta olmuştur. Hele ki başka bir ülkeden göç etmişlerse ve bulundukları ülkede “kaçak” konumuna düşürülmüşlerse…

Türkiye 1990’lara kadar Avrupa ülkelerine gerçekleşen işçi göçü akımları nedeniyle “göç veren” ülke olarak tanımlanırken, 1990’lı yıllardan itibaren “göç alan” ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’ye yönelen göçün en önemli nedeni 1980’den itibaren uygulanan neoliberal politikalar sonucunda emek maliyetlerini düşürmek üzere kayıt dışı ekonominin büyü(tül)mesidir. Türkiye’de sermaye kayıt dışı ekonomi içerisinde Türkiyeli emekçileri sınırsız biçimde sömürmekle yetinmemiş; özellikle ülkelerinde yaşanan savaşlar, rejim değişikleri ve ekonomik krizler nedeniyle göçe zorlanmış olan emekçileri Türkiyeli emekçilerden de daha fazla sömürecek iş gücü olarak görmüşlerdir.

Türkiye’ye her yıl Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinden 200-300 bin civarında yasal çalışma ve oturma izni alamamış yani “kaçak” konumuna düşürülmüş göçmenin giriş yaptığı hesaplanmaktadır. Çoğunlukla ev işleri, yaşlı ve çocuk bakıcılığı, inşaat, tekstil, gıda ve fuhuş sektörlerinde -kimi zaman pasaportlarına el konularak ya da üzerlerine kapılar kilitlenip hapsedilerek zorla çalıştırılan- yabancı kaçak işçilerin haklarını koruyacak hiçbir mekanizma bulunmamaktadır.

Devlet ve toplum tarafından görmezden gelinen yabancı “kaçak” işçiler, sadece ve sadece bir kamyonun kapalı kasasında ya da bir evde kilitlenmiş bir durumda ölü bulunmaları ya da Festus Okey gibi öldürülmeleriyle görünür hale gelmektedir. Yabancı “kaçak” işçilerin görünür olduğu son olay: İstanbul Sultangazi’de bir gecekonduda çıkan yangın sonucunda Hintli ve Pakistanlı 7 emekçinin kilitli bir kapının ardında ölü bulunması olmuştur. Bu olay nedeniyle yabancı “kaçak” işçilerin durumu birkaç günlüğüne medyanın ilgisini çekmişse de çok yakın bir zamanda unutulup gidileceğine kuşku yoktur (Ta ki yeni toplu ölümler meydana gelene kadar)…

Yabancı “kaçak” işçileri ucuz emek gücü olarak gören sermaye ile onun güdümündeki medya ve devlet kurumlarının sürekli göz önünde tutması ve onların sorunlarının çözümüne yönelmesi elbette beklenemez. Ancak emek örgütlerinin ve özellikle de sendikaların yabancı “kaçak” işçilerin durumuna duyarsız kalması kabul edilemez. Ne var ki uzun yıllardır Türkiye emek piyasası içerisinde küçümsenemeyecek bir yere sahip olan yabancı “kaçak” işçiler sendikalar tarafından göz ardı edilmiş ve sorunları sahiplenilmemiştir. Aksine Türkiyeli emekçilere rakip hale gelerek ücretler ve çalışma standartlarını geriye götüren bir etki yarattığı düşüncesiyle yabancı “kaçak” işçilerin sınır dışı edilmeleri gerektiğini savunan sendikacılar bile olmuştur(!)

Gerçekten, en kötü çalışma koşullarını kabullenmek zorunda kalan yabancı “kaçak” işçiler, yedek işçi ordusunun çoğalmasına yol açmakta ve böylece ücretlerle birlikte çalışma standartları ve sosyal hakları geriye götürecek düzenlemelerin gerekçesi haline getirilmektedir. Zaten Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği 18. yüzyıldan buyana sermayenin emek göçünü teşvik etmesi ve göçe neden olacak koşulları sağlama çabasının ardında emekçiler arasındaki rekabeti arttırma ve böylece emek maliyetini düşürme gayesi vardır. Ama unutmamak gerekir ki sendikalar tam bu nedenle yani emekçiler arasındaki rekabeti ortadan kaldırıp; sermayeye karşı birlik ve dayanışma içerisinde mücadele edebilmek için tarih sahnesine çıkmışlardır. Sendikalar bu birlik ve dayanışmayı sağlayarak mücadeleye giriştiği sürece başarılı olunmuş ve emekçilerin hakları ileriye taşınabilmiştir.

Sendikaların emekçiler arasındaki rekabeti ortadan kaldırıp, dayanışma içinde bir mücadele örgütleyebilmeleri için öncelikle emek piyasasının en altında bulunanları örgütlemeli ve mücadeleye onların haklarını savunarak başlamalıdır. Zira en alttakilerin durumu düzelmeden diğer emekçilerin ücret ve haklarında geriye gidişi durdurabilmek olanaksızdır. Bu nedenle emekçilerin hakları için mücadele etme niyetinde olan sendikaların yabancı “kaçak” işçileri ve onların sorunlarını görmezden gelme anlayışına bir son vermeleri gerekir. Öte yandan emekçi kesimleri temsil eden siyasi partiler ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak Meclise giren milletvekilleri de yabancı “kaçak” işçiler konusunu öncelikle gündemlerine almalıdır(!)

6 Ekim 2011 Perşembe

Mustafa Türkel’e (zorunlu) yanıt…

ÖZGÜRCE
07/10/2011

Tek Gıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, Evrensel Basım Yayından çıkan Bir Direniş Öyküsü TEKEL isimli kitapta yer alan söyleşisinde bana yönelik olarak aynen şu ifadeleri kullanmıştır :


“…Özgür Müftüoğlu diye bir arkadaşımız Evrensel’deki köşesinde bir yazı yazdı. O güne kadar mücadeleyi hep TEKEL işçisi olarak adlandırıyordu ama o yazıda, “Tek Gıda İş yanlış yaptı, o bile böyle bir karar alıp da 4-C’ye müracaat edin dediyse vay halimize” dedi. O güne kadar hep TEKEL işçisiydi Tek Gıda İş’in adı bile geçmezdi onun makalelerinde. Sonra bir yere geldi, Sezar’ın hakkı Sezar’a. İyi tarafta söylemedi ama zora geldi mi Tek Gıda İş Sendikası bunu yaparsa eyvah ki eyvah. Bu ifadeyi övgü olarak da algılayabilirsiniz, ben de öyle algıladım zaten. Ama günlerce bir sendikanın gücünü, önderliğini görmezden geleceksiniz, bir gün Sezar’ın hakkını Sezar’a verirken bile nasıl verdiğinizi açık yüreklilikle ortaya koyamıyorsanız orada bir soru işareti var. Şunu kabul etmek gerekiyor. Bu mücadeleyi bütün olumsuz koşullara rağmen, Tek Gıda İş Sendikası’nın yönetim kademesi vermiştir…”

Türkel’in yukarıdaki sözlerini okuyunca dönüp TEKEL direnişi süresince neler yazdığımı gözden geçirdim. TEKEL direnişinin başlangıcından direniş sonlanana kadar ve daha sonrasında başta Evrensel ve sol.org.tr sitesi olmak üzere çeşitli gazete, dergi ve internet sitesine TEKEL direnişini ve direniş sonrasındaki gelişmeleri konu alan 30 dolayında yazı yazmışım. Türkel’in söylediği gibi 78 gün süren direniş boyunca mücadelenin öznesine TEKEL işçisini koymuşum. Direniş süresince Tek Gıda İş Sendikası’nı yalnız bıraktıkları, yeterli desteği vermedikleri için başta Türk İş olmak üzere konfederasyon yönetimlerine eleştiriler yöneltmişim. Tek Gıda İş Sendikası’na ise direnişin sürdüğü 78 gün boyunca herhangi bir eleştiride bulunmamışım. Örneğin direnişe destek için 4 Şubat 2010 tarihinde konfederasyonların aldığı grev kararına uymadığı ve örgütlü olduğu işyerlerinde üyelerini greve çıkartmadığı için bile Tek Gıda İş Sendikası’nı (direniş sürecine zarar vermek kaygısıyla) eleştirmemişim.

Tek Gıda İş Sendikası’na yönelik eleştiriyi açık olarak ilk kez, 9 Ağustos 2010 tarihinde sendikanın internet sitesinden yapılan bir açıklamayla “1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun ittifakla aldığı karar gereği 4-C’nin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi” gerekçe gösterilerek eylem programının iptal edilmesi ve işçilerin 4-C kadrosuna geçmelerinin istenmesi üzerine yapmışım. Daha sonra da bir grup TEKEL işçisinin kendilerine verilen sözlerin tutulmadığı ve 4-C’yi kabul edenlere dahi işbaşı yaptırılmadığını söyleyerek geldikleri Tek Gıda İş Sendikası’na polis gücü de kullanılarak alınmamaları üzerine eleştiride bulunmuşum.

Bu kısa hatırlatmanın ardından Türkel’in eleştiri/ithamlarına geri dönersek; bunları TEKEL direnişinde sendikanın yerine işçileri özne olarak görmüş/göstermiş olmak ve sendikanın işçilerin 4-C’ye geçmelerini istenmesini eleştirmek olarak ikiye ayırabiliriz. Çirkin üslubu (“zora gelmek” gibi) bir tarafa bırakırsak, tarafıma yöneltilmiş olan eleştiri/ithamları Türkel’in şahsında Türkiye’de sendika yöneticilerinin büyük bölümüne hâkim olan anlayışın bir tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Böylece bu eleştiri/ithamları kısır bir polemiğin konusu yapmak yerine sendikaların içinde bulunduğu krizin önemli bir parçası olan sendikal bürokrasi sorununu neden ve sonuçlarıyla tartışma olanağı da yaratmış oluruz.

Sendikaların bürokratik bir yapı içerisine bürünmeleri konusunda öncelikle şunu belirtmek gerekir ki sendikal mücadelenin en önemli engellerinden biri olan bu sorun sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde ve uluslar üstü sendikal yapılarda da yaşanmaktadır. Ayrıca sendikal bürokrasi günümüzde ortaya çıkmış bir sorun da değildir. Sendikalarda bürokratikleşme eğilimlerinin ortaya çıkması 19. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanmaktadır. Böylesine köklü bir sorunu kişiselleştirip bir sendika yöneticisine mal etmek elbette haksızlık olur. Ancak Mustafa Türkel’in bana yönelik eleştir/ithamları ve aynı söyleşide ifade ettiği diğer bir takım sözleri bir örnek olay olarak değerlendirilebilir.

Sendikal bürokrasi konusunda bir örnek olay olarak alınsa bile Türkel’in sözleri üzerinden bir değerlendirmeyi bu gazete köşesine sığdırmak mümkün değildir. Bu nedenle belki yanıt babından da olabilecek birkaç temel noktaya burada değinip, Türkel’in sözlerini sendikal bürokrasi üzerine yapılacak derinlemesine bir çalışmada bir örnek olay olarak alıp değerlendirmek daha doğru olacaktır. Ayrıca hiç kuşkum yok ki Türkel’in Bir Direniş Öyküsü TEKEL kitabında yer alan söyleşisi TEKEL direnişi üzerine yapılacak çalışmalarda da çeşitli yönleriyle değerlendirilecektir.

Türkel’in eleştiri/ithamlarından biri TEKEL direnişinde neden hep işçileri öne çıkartıp -kendi ifadesiyle- “sendikanın gücünü, önderliğini görmezden gelmemdir”. Bu eleştiriyle Türkel kendisini ve Tek Gıda İş Sendikası’nı direnişteki TEKEL işçisinden ayrıştırmaktadır. Türkel, kendisini ve sendikayı işçilerden ayrı bir yere koymasını söyleşinin bir başka yerinde kendisine yöneltilen bir soruya karşılık olarak verdiği “Peki, neden sendikalar işçiye güvenmiyoruz demiyor da işçiler sendikalara güvenmiyoruz diyor? Neden işçi kendisine bakmıyor?” yanıtıyla da çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır (sayfa 368).

Sendikalar işçilerin öz örgütleridir ve sendikaları işçiler var eder. İşçiler sendikalara birileri kendilerine önderlik yapsın diye değil; sermayeye karşı dayanışma içerisine bir araya gelip mücadele edebilmek için giderler. Sendikalar verdikleri eğitim çalışmalarıyla işçilerde bilincin yükselmesini ve mücadelenin örgütlenmesini sağlamakla mükelleftir. “Neden sendikalar işçiye güvenmiyoruz demiyor? Neden işçi kendisine bakmıyor?” diyebilecek kadar işçiden kendisini ayrıştırmış ve kendisine “önderlik” payesini yakıştıran bir anlayışla yönetilen sendikaların işçilerin sendikal örgütlenmeden beklentilerini ne ölçüde karşılayabileceğini okurların takdirine bırakıyorum.

Türkel’in eleştiri/ithamlarından bir diğeri Tek Gıda İş Sendikası’nın TEKEL işçilerinin eylem programını iptal edip, işçilerin 4-C kadrosuna geçmelerini istenmesi üzerine yönelttiğim eleştirilerdir. TEKEL işçisinin 78 gün Ankara’nın soğuğunda direnmesinin nedeni kendisini güvencesizliğe ve daha düşük ücrete mahkûm edecek olan 4-C statüsüne geçmemekti. 78 gün Sakarya Meydanı “4-C mücadelesinden ölmek var dönmek yok” sloganıyla çınladı. Bu direniş, belki de son 40 yıldır toplum desteğini almış olan en büyük eylemdi. Ancak pek çok yerde ifade ettiğim gibi Türk İş başta olmak üzere konfederasyonlara hakim olan bürokratik yapı TEKEL işçisine ve elbette onunla birlikte Tek Gıda İş Sendikası’na gerekli desteği vermediği gibi direnişin kırılmasını sağlamak için bin bir oyuna başvurdu. Benim de zaten buraya kadar yani 78 günlük direnişin sonlanmasına kadar ne Türkel’e ne de Tek Gıda İş’e bir söylediğim yoktur. Ama işçiye -2 Martta alınan kararla- 4-C’ye karşı mücadeleye devam edileceği sözü verilmişken, bir anda işçilerin görüşleri de alınmadan mücadeleye son verilip konunun yargıya sevk edilmesi, Tek Gıda İş yönetimine yönelik tüm olumlu yargıları alt üst etmiştir. Zira bu kararla bir anda 78 günlük direniş anlamsız hale gelmiş, TEKEL işçileri yalnızlaşmış, direnişin kırılması Anayasa Mahkemesi’nden işçiler aleyhine bir karar çıkmasını kolaylaştırmış ve işçiler günlerce direndikleri 4-C’yi kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Sanırım TEKEL işçileri sonucun buraya geleceğini yani direnişin sonucunda sendikanın mücadeleyi bırakıp, mevzuattan medet umacağını bilselerdi, sendika çatısı altına gitmektense bir hukuk bürosuna gitmeyi tercih ederlerdi. TEKEL direnişinin mevcut durumda dahi Türkiye işçi sınıfı tarihinde son derece önemli bir yer alacağı ve bir takım kazanımları da sağladığı gerçeğini elbette yadsımıyorum. Ama şunu söylemek zorundayım ki sendikal yapıdaki yanlışlıklar olmasaydı, bugün TEKEL direnişinin ardından emekçiler sendikalara çok daha fazla güven duyacak ve örgütlü mücadele çok daha ileri bir noktada ulaşacaktı. Böyle bir ortamda da emekçilerin haklarına yönelik saldırılara karşı koyabilmek çok daha kolaylaşacaktı.

Sözün özü: TEKEL direnişi süresince ve daha sonrasında elimden geldiğince düşüncelerimi okurlarla paylaşmaya çalıştım. Bu arada yaklaşık 25 yıldır teorik ve pratikte işçi işveren ilişkilerinin içerisinde olan biri olarak gördüğüm yanlışlıkları da elbette dile getirdim. Bu süreçte eleştirilerimden rahatsız olan ve bunu dile getiren birkaç sendikacı oldu. Mustafa Türkel’in bana yönelik eleştirileri bir kitapta yer aldığı için ben de yazılı olarak yanıt vermek ihtiyacı duydum. Ama yukarıda da belirttiğim gibi muradım gereksiz polemiklere yol açmak değil, sendikal hareketin daha iyi bir zemine oturmasını sağlayacak tartışma ortamını sağlayabilmektir.

29 Eylül 2011 Perşembe

Bir direniş öyküsü TEKEL

ÖZGÜRCE
30/09/2011

İşçi sınıfı, “sınıf” bilincine ulaşma sürecinde ve sonrasında gerçekleştirdiği mücadelelerle sadece daha iyi çalışma ve yaşama koşullarını sağlayacak haklar elde etmekle kalmamış burjuvazinin “kendine demokrasi” anlayışı yerine tüm toplum kesimlerini kapsayan özgürlükçü demokrasi anlayışının ete kemiğe büründürülmesini de sağlamıştır. Ancak gelin görün ki emekçi kesimlerin çok büyük bölümü sahip olduğu ya da olamadığı hakların sınıf kardeşlerinin mücadelesiyle kazanıldığını bilmemektedir. Dolayısıyla da emekçilerin çoğunluğu sahip olduğu hakları korumanın ya da yeni haklar elde etmenin sadece ve sadece mücadeleyle mümkün olabileceğinin bilincinde değildir.


Emekçilerin sınıf bilincinden uzak kalmalarında en önemli etken mücadele deneyimlerinin hafızalarda canlı tutulamaması ve bu deneyimlerin yeni mücadelelere basamak yapılamamasıdır. Bunun en son örneği TEKEL direnişidir. 78 gün Türkiye’yi sarsan, dünyada yankılanan “şanlı” TEKEL direnişi üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden hafızalardan silinmeye yüz tutmuştur. Oysa TEKEL direnişi başlamasından sonlanmasına kadar tüm aşamaları Türkiye işçi sınıfı için birer ders niteliğindedir.

Evrensel Basım Yayından çıkan Bir Direniş Öyküsü TEKEL isimli kitap, hafızalardan silinmeye yüz tutmuş olan TEKEL direnişini yeniden canlandırmıştır. Kitap, Sevgi Yılmaz’ın direnişin 58. gününden 78. gününe kadar direnişteki 52 işçiyle (Bu işçiler arasında çeşitli düzeyde sendika yöneticileri de vardır) ve direnişin beş ay sonrasında Tek Gıda İş Başkanı Mustafa Türkel’le yaptığı söyleşilerden oluşmaktadır.

Yapılan görüşmelerde işçilerin devlete, siyasi iktidara, sendika ve sendikacılara, etnik farklılıklara, sol parti ve gruplara yönelik algıları son derece açık biçimde ortaya konulmaktadır. Ayrıca Mustafa Türkel ve diğer sendikacılarla yapılan söyleşilerde Türk İş ve diğer konfederasyonların direniş sürecindeki tavırları değerlendirilirken, sendikacıların işçilere yönelik algıları da görünür hale getirilmektedir. Söyleşilerin direnişteki gün de belirtilerek aktarılması kitabın en özgün yanıdır. Bu sayede direniş sürecinde işçilerin algılarında yaşanan değişim de görünür hale gelmiştir.

Bu kitap; Türkiye’de son yıllarda gerçekleştirilmiş en etkili işçi direnişini doğrudan işçilerin ağzından bizlere aktarması, TEKEL direnişini kalıcılaştıran bir belge olmasının yanı sıra söyleşilerle açığa çıkan işçilerin ve sendikacıların sınıf mücadelesi için son derece önemli konulardaki algı, görüş ve değerlendirmeleri önümüzdeki süreçte özellikle sendikalar ve devletin emekçi kesimler tarafından yeniden sorgulanmasını sağlayacak bir içeriğe sahiptir. Bu bağlamda Bir Direniş Öyküsü TEKEL, Türkiye’de sınıf araştırmaları konusunda önemli bir bilgi kaynağı da olacaktır.

Not: Tek Gıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel bu kitapta yer alan söyleşide bana yönelik olarak bir takım eleştiri/ithamlarda bulunmuştur. Bu eleştiri/ithamlara karşılık olarak yanıtımı önümüzdeki hafta bu köşede yer vereceğim.

9 Eylül 2011 Cuma

19. Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi üzerine....

ÖZGÜRCE
09/09/2011

19. Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi 11-15 Eylül tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştiriliyor. Türkiye, iş kazaları ve meslek hastalıklarının en yüksek olduğu ülkelerinden birisi. Resmi kayıtlara göre 2000-2009 döneminde Türkiye’de 784 binden fazla iş kazası olmuş ve bu kazalarda 10 binin üzerinde emekçi yaşamını yitirmiş. Resmi kayıtlara girmeyen iş kazaları ya da meslek hastalıkları (Önlenebilir oldukları halde gerçekleştiği için bunları “iş cinayeti” olarak tanımlamak gerekir) nedeniyle ölen ve sakat kalan emekçilerin sayısını tahmin edebilmek ise neredeyse imkansız.


Emekçilerini, iş başında kaza ya da meslek hastalığı adı altında ölüme göndermede başı çeken Türkiye’de Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi’nin yapılması olumlu karşılanabilir. Öyle ya tüm dünyadan iş sağlığı ve iş güvenliği konusundaki uzmanlar gelince bu konuda düzenleme ve denetleme görevini üstlenen devlet yetkilileri(miz) ve işverenler(imiz) onlardan bir şeyler öğrenir de belki bir kaç emekçi ölmekten ya da sakat kalmaktan ya da daha doğru bir ifadeyle iş cinayetlerine kurban gitmekten kurtulabilir(?)

Ama işin aslı hiç de öyle değildir. Her şeyden önce uluslararası düzeyde yapılan bu kongrenin kaygısının işçilerin sağlığı ve güvenliği olmadığı adından bile anlaşılmaktadır. İşçi sağlığı yerine “iş sağlığı” kavramını tercih eden kongre, işçinin değil işin sağlığını yani işletmenin verimliliğini, kârlılığını hedeflemektedir. Zaten Kongre amacını “...tüm dünyada önleme kültürünün yaygınlaşmasını sağlamak ve iş sağlığı ve güvenliği ile bağlantılı yeni bilgi ve tecrübelerin alışverişine olanak tanımak” biçiminde açıklamaktadır. Yani kongre, iş kazaları ve meslek hastalıklarının emek sömürüsüne dayanan kapitalist üretim sisteminin bir sonucu olduğunu görmezden gelerek, iş sağlığı ve iş güvenliğini bir kültür meselesi olarak göstermeye çalışmaktadır.

19. Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi’nin düzenleyicileri ve organizasyon komitesindeki kurumlara bakıldığında bu kongrenin emekçileri iş cinayetlerine kurban gitmekten kurtarma kaygısı taşımadığı bir kez daha görülmektedir. Kongre düzenleyicileri Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Uluslararası Sosyal Güvenlik Birliği (ISSA) ve ev sahipliğini de üstlenen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığıdır. Düzenleyiciler arasındaki iki uluslararası kurum kapitalist sömürünün bir miktar törpülenmesi amacıyla kurulmuşlardır. Ancak bu örgütler 1970’ler sonrası neoliberal süreçte sömürüyü törpülemek bir yana küreselleşmeyle birlikte yoğunlaşan ve yaygınlaşan sömürü düzenini meşrulaştırma işlevi görmüşlerdir. Örneğin Türkiye’de ve dünyada giderek artan iş cinayetleri karşısında bu örgütler ciddi bir mücadelede bulunmak bir yana cinayetleri görmezden gelmişlerdir. Kongrenin düzenleyicilerinden ve ev sahibi konumunda bulunan Çalışma Bakanlığı, Türkiye’de emekçilerin sağlığı ve güvenliğinden sorumlu kurumların başında gelmektedir. Ancak bakanlık, emekçilerin can güvenliğini sağlayacak düzenleme ve denetimleri yerine getireceğine; küresel rekabeti yani işletmelerin kârlığının gerekçe göstererek emekçileri koruyan mevcut düzenlemeleri dahi ortadan kaldırmakta ve denetim görevini gereği gibi yerine getirmemektedir. Bu bağlamda Çalışma Bakanlığı, Türkiye’deki iş cinayetlerinden sorumlu olan kurumların başında gelmektedir.

19. Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi’nin organizasyon komitesinde devleti temsilen Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı ile Çalışma Bakanlığına bağlı kurumlar bulunmaktadır. Bunun yanı sıra işveren kuruluşları, işçi sendikaları ve meslek kuruluşları da Kongre’nin organizasyon komitesinde yer almaktadır. Çalışma Bakanlığının sergilediği yaklaşımın hükümetin genel politikalarının bir parçası olduğu düşünüldüğünde kongreye katılan diğer iki bakanlığın da kongrede farklı bir açılımı olmayacağı ortadadır. İş cinayetlerinin temel nedeni kapitalist üretim sisteminde egemen olan sermayenin daha fazla kâr uğruna emekçilerin yaşamlarını hiçe sayması olduğuna göre sermaye kesimini temsil eden işveren kuruluşlarının kongrede emekçilerden yana bir tavır sergilemeleri doğal olarak beklenemez.

Bu durumda geriye işçi sendikaları ve meslek kuruluşları kalmaktadır. İşçi sendikalarının özellikle konfederasyon düzeyinde iş cinayetlerine yönelik tavrı son derece yetersiz ve tutarsızdır. İş başında her yıl binlerce emekçinin öldüğü on binlercesinin sakat kaldığı, hastalandığı bir ülkenin sendikaları örgütlü oldukları işyerleri dışında (Örgütlü işyerlerindeki tutumları da tartışmalıdır) yaşananları görmezden geldikleri gibi bu konuda emekçiler aleyhine getirilen düzenlemelere karşı da hiçbir mücadele yürütmemektedir. Kısacası kongre organizasyonunda yer alan işçi konfederasyonlarının işçi sağlığı ve güvenliği konusunda şimdiye kadar izledikleri yetersiz ve tutarsız tavrı burada da sürdüreceklerine kuşku yoktur.

Emekçilerin iş cinayetlerine kurban gitmelerinin önlenmesi konusunda hiçbir umut vermeyen 19. Dünya İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kongresi’nin adı, amacı, düzenleyicileri ve katılımcıları kendi içerisinde son derece tutarlıdır. Ancak bunun bir istisnası vardır ki o da Türkiye’de emek mücadelesinin iki önemli örgütü TMMOB ve TTB’nin Kongre organizasyon komitesi içerisinde yer almış olmasıdır. Umarız bu iki örgütün her yönüyle emekçilerin çıkarları için tartışmalı olan bu kongreye katılmasının haklı gerekçeleri vardır ve bu gerekçeleri en kısa zamanda kamuoyu ile paylaşırlar(!)

2 Eylül 2011 Cuma

Barış mücadele ister!..

ÖZGÜRCE
02/09/2011

Başbakan 61. Hükümet Programının sunumunda diyor ki : “Savunma sanayiinde bu güne kadar önemli bir aşama kaydettik. Sektörün ihracatını 1 milyar dolara, cirosunu 2,3 milyar dolara ulaştırdık. TSK’nın silah ve teçhizat ihtiyaçlarının yurt içinden karşılanma oranını yüzde 50’ye çıkardık. Savunma sanayiinde yürüttüğümüz projelerle 2023’te kendi milli tüfeğini, topunu, tankını, helikopterini, uçağını, insansız hava araçlarını, uydularını tasarlayan, üreten ve ihraç eden bir Türkiye hedeflemekteyiz.


12 Haziran öncesinde dönemin Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise Ankara Kazan’a yaptığı ziyarette şunları söylüyor: “Ankara özellikle savunma sanayi alanında da marka olacak.” “…savunma sanayisinin getirisi yüksek.” “…savunma sanayine yapılacak 8 milyar dolarlık yatırımın 6 milyar doları Kazan’a yapılacak. Kazan Türkiye’nin savunma üssü olacak.”

Başbakan’ın ve Cemil Çiçek’in söylemlerinden de anlaşılacağı üzere AKP Hükümetinin “savunma” yani “silah” yani “savaş” sanayine yönelik hevesi TOBB’un 2011 yılı Ağustos ayında yayınladığı Türkiye Savunma Sanayi Sektör Raporu 2010’da da açıkça görülmektedir. Rapora göre Türk savunma sanayi üretimi 2010 yılı verilerine göre 2000 yılına nazaran yüzde 100 seviyesinde bir artışla 3 milyar Dolar’a çıkmıştır. Ekonomik krize rağmen Türkiye’nin savunma harcamaları 2008 yılı sonrasında yüzde 6.6’lık artış göstermiştir. Kriz nedeniyle ücretlerin baskılandığı ve sosyal harcamalarda kısıtlamaya gidildiği bu dönemde Türk savunma sanayi ARGE’ye önemli miktarlarda bütçe ayırmış ve 2008 yılında toplam 500 milyon Dolar olan ARGE harcaması 2010 yılı itibarıyla 650 milyon Dolar’ı aşmıştır.

Evet Cemil Çiçek’in de belirttiği gibi kapitalizmin krizde olduğu, sermayenin kâr oranlarının düştüğü her dönem gibi 2008 krizi sonrası ve muhtemel yeni bir krizin arifesinde “savunma sanayinin getirisi yüksektir”. Bu nedenle sermaye bu kârlı ama aynı zamanda da “kanlı” olan bu alana yatırımlarını giderek arttırmaktadır(!)

Türkiye’deki bu gelişmeler, elbette ki dünyadaki gelişmelerden kopuk değildir. Dünyada da ulus devletlerin teşvikiyle daha da kârlı hale gelen savaş sanayi sermayenin ağzının sulanmasına neden olmaktadır. Ancak savaş sanayine yapılan yatırımın kâra dönüşmesi ve kapitalizmin krizini aşabilmesinde kaçınılmaz olan, üretilen silahların tüketilmesidir. Bunun için de halkların birbirine düşmanlaştırılması ve anaların çocuklarını savaşa yani ölüme göndermeye razı edilmesi gerekir(!)

Birbirine düşman edilmeye çalışılan halklar hangi ulus hangi etnik köken ve hangi dinden olursa olsun yoksul emekçilerden oluşur. Emekçiler önce ekmek elde edebilmek için silahların üretiminde işçi olarak çalışmaya mecbur bırakılır. Daha sonra milliyetçi, şoven propagandalarla birbirlerine düşman edilir ve en sonunda da savaş meydanlarında kendi ürettikleri silahlarla birbirlerinin kanını dökerler. Sermaye ve onun temsilcisi olanlar da emekçinin önce teri daha sonra da kanı üzerinden iğrenç sistemlerini devam ettirmenin keyfini sürerler(!)

Sözün özü: Tarihsel süreçte de bakıldığında savaş, kapitalizmin krizlerinden kurtulup kendini var edebilmesinin yegâne aracı olmuştur. Dolayısıyla kapitalist sistemde barışı beklemek anlamsızdır. Onurlu bir barış için önce barışın önünde engel olan güçle mücadele etmek gerekir(!)

Dünya Barış Günü kutlu olsun…



27 Ağustos 2011 Cumartesi

Can Yücel ve Datça…


ÖZGÜRCE
26/08/2011


Toplumcu bir şair, toplumcu bir heykeltıraşın eseri ve bir AKP’li… Bu üçü nasıl bir olayla bir araya gelebilir?


Hatırlatalım hemen: Datça’da Can Yücel’in Mehmet Aksoy tarafından yapılmış olan mezar taşı Datça AKP ilçe başkanının Can Yücel’in ölüm yıldönümünde mezara şarap dökülmesini fırsat bilip mezarı hedef göstermesi sonrasında kimliği belirlenemeyen kişilerce kırılmıştır…

Şüphesiz söz konusu olayın baş aktörü ölümünün 12. yılında andığımız Can Yücel’dir. Birinin öldükten 12 yıl sonra bile bir olayın baş aktörü olabilmesi kolay olmasa da bu kişi Can Baba olunca hiç de şaşırmamak gerekir… Olay söz konusu bir sanat eserinin “yıkılması”, “kırılması” olunca Başbakanın “ucube” olduğuna hükmedip “yıkılsın” fermanı verdiği eserin sahibi Mehmet Aksoy’un da aktörlerden biri olmasını yadırganmamalıdır elbette… Aynı zamanda bir sanat eseri de olan mezarın balyozlarla kırılması fermanını vermese de hedef gösteren kişinin başbakanın partisinin bir temsilcisi olması da -ne yazık ki- doğal karşılanabilmelidir…

Can Yücel’in mezarına saldırı haberi basında önemli ölçüde yankı bulmuştur. Ama bu olay Can Yücel’in manevi varlığına yönelen ilk saldırı değildir. Can Yücel’in Datça’yla özdeşleşmesinden rahatsız olan ve onun ismini silip atmaya çalışanlar daha önce de benzer girişimlerde bulunmuşlardır. Örneğin Can Şenliği kapsamında yapılan bir konserde dönemin Datça Kaymakam’ı Can Yücel’in ailesini yok saymış ve şenliğin düzenleyicisi Vecdi Sayar’a hakaret etmiştir. Daha sonra da 2000 yılında başlayan Datça Can Şenlikleri’ne 2005 yılında ödenek olmaması, güvenliğin sağlanamayacağı gibi sudan gerekçelerle son verilmiştir.

Datça’da Can Şenlikleri’ne son verilmesine gerekçe olarak gösterilen sudan nedenler bir tarafa, Datça’da yaşayanlar arasında şenlik afişlerinde yer alan Can Yücel şiirlerinin küfür içermesi ve mezarı başında içki içilmesinin “dine ve gelenek göreneklere saygısızlık” olduğu yönünde propaganda yapılmıştır. Gerçekten Datçalı olanlar ve Datça’nın barış, hoşgörü ve özgürlük havasına kapılıp (Can Yücel gibi) Datça’da yaşamayı seçenler bu propagandalara itibar etmemiştir. Ama büyük kısmı Datça dışından gelen ve Datça’nın doğasını, insanını sömürme çabasındaki bir kesim, Datça ile bütünleşmiş Can Yücel’i çıkarlarına aykırı bulmuş ve “liberal-muhafazakar” bir anlayış içinde Can Şenlikleri’ne karşı propagandayı desteklemişlerdir.

Tüm çabalara karşın Can Yücel Datça’dan, Datça da Can Yücel’den kopartılamamıştır. Çünkü Can Yücel’le Datça birlikteliği yapay değildir. Can Yücel yaşamını sürdüreceği yer olarak İstanbul ya da Marmaris’i değil de Datça’yı seçmişse bu sadece Datça’nın havası ve doğasından değil, Can Yücel’in yaşam felsefesiyle Datçalıların yaşam tarzının, kültürünün örtüşmesindendir. Zaten aksi olsa Can Yücel’in Eski Datça’da ve Datça’nın diğer mekanlarında birlikte şarap içtiği, dertleştiği köylülerle kurduğu ilişkinin Can Yücel’in şiirlerinde ve de o şarapların içilip, sohbetlerin yapıldığı kahvelerde halen anılması nasıl mümkün olurdu..?

Tüm bunlarla söylemek istediğim şudur: Can Yücel’in mezar taşının kırılması münferit bir olay değildir. Can Yücel’i ve onun sahip olduğu toplumcu, özgürlükçü ve bunlarla bütünleşen sosyalist kimliği Datça’dan silip atma çabası uzunca bir süredir mevcuttur. Bununla amaçlanan Türkiye’de son derece azalmış özgürlük ve demokrasi alanlarından biri olan Datça’nın da inanç değerler üzerinden yapılacak bir manipülasyonla kapitalizmin sömürüsüne sınırsız biçimde açılmasıdır.

Bu oyunu bozmak için her şeyden önce yazımızın başında saydığımız üç aktöre bir yenisini eklemek gerekir o da Can Yücel’in de temsil ettiği demokrasi, özgürlük ve emekçi haklarının mücadelesini sahiplenen kesimdir. Türkiye’de demokrasiyi, özgürce yaşamı ve emeğin haklarını savunanlar Can Yücel’e ve Datça’ya sahip çıkmalıdır!..

Bu konuda bir pratik öneri: Çeşitli siyasi grupların gerçekleştirdiği gençliği ve aktivistleri kapsayan kampların ve kamu emekçi sendikalarının her yaz düzenlediği tatil programların Can Yücel’in mekanı Datça’ya yönelmesidir!..



18 Ağustos 2011 Perşembe

YAZMAK ANLAMSIZLAŞINCA…

ÖZGÜRCE
19/08/2011


Anlamsızlaşınca yazmak şiirler yetişir bazen imdada…
Bertolt Brecht’in şiiri yetişti bugün de benim imdadıma…

ÇAĞRI
Doğrudur yıldırımın düştüğü, yağdığı
yağmurun,
Bulutların rüzgârla sökün ettiği.
Ama savaş öyle değil, savaş rüzgârla
gelmez;
Onu bulup getiren insanlardır.
Duman tüten topraktan bahar boyunca,
Dökülüp yükselir birden gökyüzü.
Ama barış ağaç değil, ot değil ki
yeşersin:
Sen istersen olur barış, istersen
çiçeklenir.
Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın.
Bilin kuvvetinizi.
Bir tabiat kanunu değildir savaş,
Barışsa bir armağan gibi verilmez
insana:
Savaşa karşı
Barış için
Katillerin önüne dikilmek gerek,
“ Hayır yaşayacağız!” demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına!
Böylece mümkün olacak savaşı önlemek.
Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç
kişidir,
Yoktur karabasandan bir çıkarları
Dünyaya bakıp “ne küçük” derler,
Bir şeylerle yetinmezler acunda,
Para hesap eder gibi hesaplıyorlar
bizi,
Savaş da bu hesabın ucunda.
Ürkmeyin tutmuşlar diye suyun başını:
Korkunç oyunları, davranın, bitsin.
Söz konusu olan çocuğundur, ana:
Koru onu, dikil karşılarına,
Biz milyonlarca kişi
Savaşı yener miyiz?
Bunu sen bileceksin.
Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz.
Bir de düşün “Yok!” dediğini:
Düşün ki savaş geçmişin malı
ve barış taşıyor gelecekten.
Bertolt BRECHT (Çeviren Attilâ TOKATLI)

Barış umutları hiç solmasın…



5 Ağustos 2011 Cuma

Üniversite reklamları üzerine…

ÖZGÜRCE
05/08/2011

Üniversite tercihlerinde son güne gelindi. Özellikle vakıf görünümündeki özel üniversiteler yürüttükleri reklam kampanyalarıyla karar verme süreçlerindeki adayların zaten karışık olan kafalarını daha da karıştırdılar. Reklamla kafa karıştırma sürecine kamu üniversitesi statüsünde olan ve Türkiye’de pek çok konuda öncülük yapmış ODTÜ’de katıldı. Bunun üzerine “Kamu üniversitesi de reklam yapar mıymış?” diyenlere ise yanıt YÖK’ten geldi: “Evet, kamu üniversiteleri de reklam yapabilir”. Kamu üniversitelerinin reklam yapabilmesine yönelik icazet geç geldiği için bu yıl reklam yapan kamu üniversitesi ODTÜ’yle sınırlı kaldı. Ama hiç kuşku yok ki önümüzdeki yıllarda diğer üniversiteler de reklam kampanyalarıyla boy göstermeye başlayacaktır.


Üniversitelerin reklam vermeleri Türkiye’de birkaç yıldır karşılaştığımız bir durumdur. Daha önceleri üniversiteler kendilerini tanıtmak amacıyla bazı girişimlerde bulunurlardı ama bunlar bir ürünün ya da hizmetin pazarlanması amacını güden, büyük kaynakların ayrıldığı (Bu yıl özel üniversitelerin reklam ve tanıtım giderleri 10 milyon lirayı buluyormuş) profesyoneller tarafından yürütülen reklamlar olmazdı.

Peki ne oldu da üniversiteler birden reklam kampanyalarıyla öğrenci avına çıktılar? Eğer reklam verenler sadece özel üniversitelerle sınırlı kalsaydı bu sorunun cevabı fazla zorlanmadan verilebilirdi. Zira özel üniversiteler, yatırımcısına kâr sağlayacak bir işletme düşüncesiyle kurulmakta ve kendileriyle aynı amacı güden ve sayıları her geçen gün artan üniversitelerle rekabet etmektedir. Bu rekabetin gereği olarak da bu üniversitelerin kendilerini pazarlamak adına reklam yoluna başvurmaları piyasa mantığı içinde doğal karşılanabilir. Zaten üniversitenin temel işlevi olan bilgi üretim ve sunumunun yani araştırma ve öğretim faaliyetlerinin kâr amacı güden bir işletme anlayışı içinde yerine getirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu üniversitelerinin reklam yoluyla kendilerini pazarlaması konusunda gelecek hayallerini üniversiteye bağlayan gençleri uyarmak dışında söyleyecek fazlaca bir söz yoktur.

Ancak bir kamu üniversitesi için aynı değerlendirmeyi yapmak kolay değildir. Kamu üniversiteleri, toplumun vergileriyle finanse edilen; toplumun genel yararına uygun olarak bilgi üretmesi, sunması ve topluma aydın insanlar yetiştirmesi beklenen kurumlardır. Bu anlayış içerisindeki üniversitelerin diğer üniversitelerle rekabete girerek öğrenci kapmak için kendilerini reklam yoluyla pazarlamasına ihtiyaç olmaması gerekir.

Peki ne olmuşta bir kamu üniversitesi, hem de Türkiye’de üniversitenin toplumsal işlevlerini bir dönem en iyi düzeyde yerine getirmiş olan ODTÜ gibi bir üniversite reklamla öğrenci kapma yoluna gitmiştir? Akla gelen ilk yanıt: ODTÜ’nün (dolayısıyla tüm kamu üniversitelerinin) de diğer özel üniversiteler gibi ticari bir işletme anlayışıyla faaliyetlerini yürütmeye başladıklarıdır.

Maalesef akla gelen bu ilk yanıt doğrudur. 1980’li yıllarla başlayan ve birkaç yıldır daha da hızlanan üniversitede yeniden yapılanma sürecinde üniversiteler kamusal özelliğini hızla kaybederek ticari işletmeler haline dönüşmüşlerdir. Böylece kamu üniversiteleri ürettikleri bilgiyi, araştırma faaliyetlerinin finansmanı karşılığında sermayenin hizmetine sunarken; eğitim faaliyetlerini ikinci öğretim, yaz okulu, tezsiz yüksek lisans gibi ek harcama yolları yaratarak öğrencilerden karşılama yoluna gitmişlerdir. Başka bir söyleyişle kamu üniversiteleri de ürettikleri ve sundukları bilimsel bilgiyi metalaştırarak pazara sunmaya başlamışlar ve metalaştırdıkları bilgiyi de reklam yoluyla pazarlama gayreti içerisine girmişlerdir.

Metalaştırılmış her ürün ve hizmet gibi üniversitede üretilen bilginin de sahibinin daha fazla para ödeyen olacağına kuşku yoktur. Bu durum üniversitede üretilen bilginin sermaye tarafından satın alınarak sermaye çıkarları doğrultusunda kullanılmasını mutlaklaştıracaktır. Öte yandan üniversiteden eğitim almak isteyenler de ya paraları kadar üniversiteden eğitim alma olanağına sahip olabilecek ya da öğrenciyi sistemle uyumlaştırarak düşünme ve eylem özgürlüğünü ortadan kaldıran burs sistemine bağımlısı haline geleceklerdir.

Sözün özü: Üniversitelerin reklam yoluyla öğrenci (müşteri) kapma yarışları bir kez daha göstermiştir ki hızla ticarileşen ve piyasanın hizmetine giren üniversiteler aynı hızla toplumdan kopmaktadır.

29 Temmuz 2011 Cuma

Üniversite seçerken..!

ÖZGÜRCE
29/07/2011

Pek çok şaibenin ardından üniversite seçme sınavları sona erdi, sınava giren adaylar puanlarını öğrendiler ve şimdi sıra “hangi bölüm” ve “hangi üniversite” sorularının cevabını aramaya geldi. Hangi bölüm sorusunun cevabı öğrenciler için önemlidir. Çünkü öğrenim görülecek bölüm aynı zamanda öğrencinin emek piyasasında emeğini hangi alanda pazarlayacağını yani ekmek parasını hangi işi yaparak elde etmeye çalışacağını da önemli ölçüde belirlemektedir. Hal böyle olunca öğrenciler kendi istekleri ve yetenekleri doğrultusunda bir alana yönelmek yerine emek piyasasında emek güçlerini daha kolay ve daha yüksek değerden pazarlayabilecekleri alanları yani bölümleri tercih etmek zorunda kalmaktadır(öğretmen olmayı arzulayan bir öğrencinin istek duymadığı halde kendisine mühendislik mesleğinin yolunu açacak bir bölümü tercih etmesi gibi). Ya da sınavda arzuladığı bir bölümün puanını tutturamayan öğrenciler bir an önce emek piyasasına girip, kendi ekmek paralarını kendileri elde edebilmek için hiç istemedikleri bölümleri tercih etmek zorunda kalabilmektedir(öğretmen olmayı arzulayan bir öğrencinin hiç istemediği işletme bölümünü tercih etmek zorunda kalması gibi).


Hangi bölüm sorusunun yanı sıra hangi üniversite sorusu da üniversite adayları için ciddi bir problem oluşturmaktadır. Zira Türkiye’de üniversite sayısı 103’ü kamu, 62’si ise vakıf statüsünde özel üniversite olmak üzere 165’e ulaşmıştır. Kamu üniversitelerinin çok büyük çoğunluğu hiçbir akademik nitelik gözetilmeden siyasi rant elde edilmek üzere kurulmuş üniversitelerdir. Vakıf adı altında kurulmuş özel üniversitelerin de hemen tümü kâr amacı güden yani öğrenciyi doğrudan müşteri görüp çeşitli biçimlerde onu yolmayı hedeflemiş işletmeler durumundadır(reklam için yaptıkları bin bir şaklabanlık bu yaklaşımlarını açıkça göstermektedir). Adı sanı kök salmış kamu üniversitelerinin ise pek çoğu YÖK düzeni içinde akademik özgürlüğü ve idari özerkliğini kaybetmiştir. Bu üniversiteler üniversite-sanayi işbirliği benzeri projelerle kendilerini sermayenin hizmetine adarken, öğrenci ve akademisyenlere karşı baskıcı bir tutum sergilemektedir.

Görüldüğü gibi üniversite seçme aşamasında “hangi bölüm”, “hangi üniversite” sorularına doğru yanıt verebilmek son derece zor ve hatta imkansızdır. Sorun üniversitelerin bilimsel bilgi üretip, toplumun yararına sunan kurumlar olmaktan çıkıp, emek gücünün niteliği arttırarak piyasa değerini yükselten meslek okulları olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Elbette bu durumu yaratan ekmek parası kazanacak iyi bir iş için üniversiteyi “cankurtaran simidi” olarak gören öğrenciler değildir. Bu durumun sorumlusu, Türkiye’de üniversitelerin son 30 yılda anti demokratik bir yapı içinde piyasalaşarak üniversite niteliğinden hızla uzaklaşmasına karşı yeterli mücadeleyi veremeyen akademisyenler, aydınlar, demokratik kitle örgütleri ile işçi ve kamu emekçi sendikalarıdır.

Üniversiteye yeni adım atmaya hazırlanan arkadaşların önüne böylesine karamsar bir tablo sermeyi elbette istemezdim. Maalesef dünyada birçok kapitalist ülkede olduğu gibi Türkiye’de de üniversitelerin hali son derece vahimdir. Ancak bu vahim durum umutsuzluk yaratmamalıdır. Madem ki üniversiteler sermayeye emek gücü sağlayan ve ona hizmet eden kurumlar haline dönüştürülmüştür. O halde üniversiteler emek mücadelesinin önemli bir alanı olarak görülmelidir. Üniversitenin emek mücadelesi içerisinde yer alması için üniversitede öğrenci, akademisyen ve emekçiler sınıfsal bir anlayış içinde önce kendi aralarında daha sonra da emekçi sınıfın üniversite dışındaki diğer bileşenleriyle dayanışma içerisinde bulunmalıdır. Bununla birlikte başta sendikalar olmak üzere emekten yana siyasi partiler, meslek odaları ve diğer demokratik kitle örgütleri üniversitede yaşanan sorunlara karşı 30 yıldır sürdürdükleri körlükten vazgeçip, üniversiteleri en azından sermaye örgütleri kadar sahiplenmeli ve üniversitede mücadelenin bir tarafı haline gelmelidir. Aksi halde daha pek çok kuşak sermayenin güdümünde bir üniversiteyi “cankurtaran simidi” olarak görmeye devam edecek ama arzuladığı özgürce yaşama asla kavuşamayacaktır..!

22 Temmuz 2011 Cuma

Türkiye’nin “örnek” olmasında sendikaların rolü…

ÖZGÜRCE
22/07/2011

Memleketimizi ziyaret eden Dünya Bankası Başkanı Robert B. Zoellick, “Avrupa’da büyüme yavaşladı, bu (Türkiye’de) ihracatı azaltabilir, doğrudan yatırımları etkileyebilir. Ancak Türkiye’deki ekonomik program çok güçlü. Türkiye bir örnek olabilir” demiş. Sadece Dünya Bankası başkanı değil, piyasa ekonomisi savunucusu olan herkes 2002’den bu yana ekonomik alandaki performans nedeniyle Türkiye’yi “örnek ülke” olarak göstermektedir.


Nasıl göstermesinler ki?

Bir ülke düşünün, bir siyasi parti dokuz yıl iktidarda kalmış olsun ve bu süreçte çalışan kesimlerin iş güvencesi ve sosyal güvencesi başta olmak üzere kazanılmış pek çok hakkını ortadan kaldırsın; gerçek ücretleri düşürüp, borçlandırma yoluyla emekçileri sisteme bağımlı hale getirsin ve tüm bunlara karşılık olarak da dokuz yılın sonunda yapılan seçimlerde yüzde 50’ye yakın oy almış olsun..!

Hiç şüphesiz Türkiye’nin örnek gösterilen “başarısının” en baş aktörü dokuz yıldır iktidarda bulunan ve hala yüzde 50’ler düzeyinde toplum desteği almasını bilen AKP’dir. AKP Hükümetleri 2002’den buyana sadakatle izledikleri ekonomik programı önemli bir toplumsal tepkiye yol açmadan uygulamayı başarmıştır. Oysa aynı ekonomik programı uygulamaya çalışan pek çok ülkede işçi sınıfı ve yoksullaşan halk kesimleri seçimlerde oylarıyla, üretim sürecinde grevlerle ve kimi zaman ayaklanmalara dönüşen sokak eylemleriyle tepkilerini göstermiştir.

AKP’nin hiçbir ciddi toplumsal tepkiye yol açmadan ekonomik programı uygulama başarısının son örneği kamu toplu iş sözleşmeleridir. Türkiye’de kamu kesimi, örgütlenmenin en güçlü olduğu, ücret ve diğer hakların en ileri olduğu alandır. Bu nedenle diğer çalışan kesimlerin sağlayacağı ücret ve haklar konusunda kamu toplu iş sözleşmeleri üst sınırı teşkil edecek biçimde örnek alınmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bağıtlanan kamu toplu iş sözleşmelerinde 2011 yılı için yüzde 4+4, 2012 yılı için ise yüzde 3+3 ücret zammı öngörülmüştür.

Oysa hükümet yetkililerinin her fırsatta övünmesine vesile olduğu gibi Türkiye yılın ilk çeyreğinde yüzde 11 büyümüştür ve önümüzdeki dönemlerde de büyümenin yine yüksek düzeylerde olması beklenmektedir. Türkiye bu büyüme oranlarını emekçilerin alın teri ve iş cinayetlerinde akıttıkları kanla sağlamaktadır. Ama emekçinin haklarına gelindiğinde yüzde 11 büyüyen ülkede ücretler yüzde 3-4’lük artışlarla sınırlandırılmaktadır. Bu emek sömürüsünün en açık ve en uç aşamasıdır. Türkiye’nin en örgütlü kesiminden bu açık sömürü belgesine hiçbir tepki gelmediği gibi Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk İş bu belgenin altına imzasını atmıştır.

Türkiye’ de sendikalar en son kamu toplu iş sözleşmelerinde görüldüğü gibi daha önce de İş Kanunu, SSGSS ve emekçilerin haklarının gasp edildiği daha nice düzenleme karşısında sessiz kalmış ve hatta TEKEL eyleminin sonlandırıldığı süreçte olduğu gibi mücadeleleri engelleyen bir rol üstlenmiştir. Böylece özellikle konfederasyon düzeyinde sendikalar, Türkiye’nin her fırsatta örnek gösterilen “başarısında” AKP ile birlikte en önemli rolü üstlenen kurumlardan biri olmuştur.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Kıdem tazminatına tecavüz girişimleri ve mücadele üzerine!..

ÖZGÜRCE
15/07/2011

61. Hükümet Programı ile AKP, neoliberal yapısal uyum programının dördüncü büyük dalgasını yaşama geçireceğini ilan etmiştir (Birinci dalga 24 Ocak 1980 kararları, ikinci dalga 5 Nisan 1994 kararları, üçüncü dalga 2001 krizi sonrasında Derviş yasaları olarak da bilinen düzenlemelerdir). Başbakan tarafından sunulan Hükümet Programı’nda açıkça ifadesini bulan dördüncü dalga, neoliberal sürecin hedeflerini nihayete erdirecek son dalga olma iddiasındadır. Dolayısıyla yaratacağı toplumsal etkiler bakımından 61. Hükümet Programının en sert en acımasız düzenlemeleri içerdiği söylenebilir.


61. Hükümet Programı’nda sağlığın, sosyal güvenliğin, eğitimin ve diğer tüm kamu hizmetlerinin özelleştirme/piyasalaşma sürecinin tamamlanması öngörülmektedir. Diğer taraftan emek piyasalarında -özellikle 2008 yılından itibaren hızlanan- esnekleşme sürecinin de sermayenin istediği biçimde sonuçlandırılması hedeflenmektedir. Türkiye’de istihdamın esnekleştirilmesinde en hassas konu şüphesiz kıdem tazminatıdır. 2001 krizi sonrası üçüncü neoliberal dalgayla gündeme getirilen kıdem tazminatının tasfiyesi, sermaye kesiminin tüm ısrarına rağmen emekçilerin ve sendikaların tepkisi nedeniyle bugüne kadar gerçekleştirilememiştir. Ancak görünen odur ki 61. Hükümet, bu kez kıdem tazminatını tasfiye etmek ve böylece emek piyasasını tamamen esnekleştirmek konusunda daha önceki dönemlerden çok daha kararlıdır.

Hükümetin kıdem tazminatı konusundaki bu kararlılığı (ya da başka bir ifadeyle cesareti) iki temel etkene dayanmaktadır. Bunlardan birincisi bu konuda Mecliste kendisinden farklı düşünen bir muhalefetin olmaması; ikincisi ise hükümetin özellikle konfederasyon düzeyinde sendikaları avucunun içerisine almış olmasıdır.

Her ne kadar konfederasyonlar, kıdem tazminatını tasfiyeye yönelik daha önceki girişimlerde bunun genel grev nedeni olacağı ilan etmişlerse de özellikle Hak-İş ve Türk-İş, -yönetim düzeyinde- hükümete karşı herhangi bir eylem kararı alamayacak ölçüde abluka altına alınmış durumdadır. Dolayısıyla hükümet, emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya yönelik diğer düzenlemeler gibi kıdem tazminatı konusunda da sendikaların ciddi bir mücadele içerisine girmeyeceği düşüncesindedir. Öte yandan Meclisteki muhalefet partilerinden ne CHP ne de MHP diğer emekçi hakları gibi kıdem tazminatı konusunda da AKP’den farklı bir yaklaşıma sahip değildir. Bu nedenle hükümet, kıdem tazminatı ve diğer esneklik düzenlemelerine karşı Meclis içerisinde de bir muhalefetle karşılaşmayacağının hesabını yapmaktadır.

Buraya kadar ortaya çıkan tablo şöyle özetlenebilir: Sendikalar hükümetin avucunun içinde, muhalefet partileri emekçilerin haklarını umursamıyor. Yani emekçiler haklarını koruyacak bir örgütsel güçten yoksun…

Peki şimdi ne olacak, Türkiye işçi sınıfının -bugünkü biçimiyle- 1975 yılında elde ettiği kıdem tazminatı hakkı gasbedilecek ve milyonlarca emekçi de bu en temel hakkı ellerinden alınırken sus pus olup seyredecekler mi?

Önce şunu belirtmek gerekir ki emekçiler için kıdem tazminatı iş güvencesi, gelecek güvencesidir. Bu kaybedildiğinde emekçiler çok daha kolay işten çıkartılabilecek ve geleceğe yönelik gelir güvenceleri de ortadan kalkacaktır. Hükümet emekçi kesimlerin tepkisini yumuşatmak için kıdem tazminatının kaldırılmayıp, fona devredileceği söylemektedir. Türkiye’de emekçiler konut fonu; tasarrufu teşvik fonu ve işsizlik sigortası fonu uygulamalarından çok iyi bilirler ki “fon” emekçiden alınan kaynakların sermayeye aktarılmasından başka hiçbir anlam taşımaz. Kıdem tazminatının da fona devri tam anlamıyla kıdem tazminatının tasfiyesi anlamına gelecektir.

36 yıl önce elde edilmiş bir hakkın böylesine açık bir biçimde tecavüze uğraması karşısında emekçi kesimlerin sessiz kalmasını düşünmek bile vahimdir. Emekçiler kendi cephelerinde son derece olumsuz bir tablo içerisinde gözükseler de kazanılmış hakların savunulmasına yönelik mücadeleyi harekete geçirmek için hâlâ umut olabilecek birkaç kaynak mevcuttur.

Bunlardan bir tanesi KESK ve DİSK içerisindeki mücadeleci sendikalar ile Türk-İş içerisinde birlikte hareket etme kararı almış olan 10 sendikadır. Elbette başta bürokrasi olmak üzere sendikalara ilişkin yapısal sorunlar bu sendikalar için de büyük ölçüde geçerlidir ve bu sorunlar sihirli değnekle bir anda düzelmeyecektir. Ancak karşı karşıya olunan sorunlar son derece ağırdır ve acilen müdahale edilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla mücadele için yeni araçlar geliştirmek ve sendikal alanda köklü bir değişimi gerçekleştirmek için yeterli zaman mevcut değildir. Bu nedenle tüm çekincelere rağmen mevcut durumla mücadele için KESK ve DİSK’in sendikalarıyla birlikte 10 Türk-İş sendikasına da fırsat tanınması gerekli hale gelmektedir.

Mücadeleyi harekete geçirmek üzere diğer bir kaynak ise Meclise Blok çatısı altında giren milletvekilleridir. BDP ve bağımsız milletvekilleri kanalıyla Türk ve Kürt emekçilerin haklarının savunulması gerekmektedir. Özellikle BDP’nin emekçilerin haklarını sahiplenmesi Türkiye’de halkların kardeşliği ve barış için de önemli katkı sağlayacaktır.

Sözün özü: Emekçilerin karşısında karanlık bir tablo vardır. Bu karanlık tablo karşısında karamsar olmak mücadeleyi baştan kaybetmek anlamına gelir. Oysa zaman karamsarlık değil, umutla mücadele zamanıdır. Bunun içinde gerçekçilikten uzaklaşmadan, en küçük kıvılcımı bile alev haline dönüştürmek için çabalamak gerekir; tarihte tüm şanlı mücadelelerin en zor koşullarda ortaya çıktığını unutmadan…

7 Temmuz 2011 Perşembe

Sosyal Politika Çözüm mü Tuzak mı?

ÖZGÜRCE
08/07/2011

1980’li yıllardan bu yana en azından siyaset alanında soyut bir kavram olmanın ötesine geçemeyen sosyal politika, 12 Haziran seçim sürecinde yeniden gündeme gelmiştir. Farklı kesimlerin farklı anlamlar atfettiği sosyal politikayı bugünün koşullarında değerlendirmek için ortaya çıkış koşullarına kısaca göz atmak gerekli hale gelmektedir.
Sanayi devrimi ve onu izleyen burjuva devrimlerinin sonucunda egemen hale gelen burjuva (liberal) devlet anlayışı, bir taraftan kuralsız (esnek) çalışma düzeni içerisinde sermayeye emeği sınırsız bir biçimde sömürme olanağı sağlarken diğer taraftan da feodal düzenin geleneksel sosyal güvence sistemini yıkmıştır. Böylece emeğinden başka hiçbir gelir (yaşam) kaynağı olmayan milyonlarca çocuk, kadın ve erkek en vahşi koşullar içerisinde çalışmaya ve yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Ancak bu mahkûmiyet uzun sürmemiş, 19. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde emekçiler içinde bulundukları vahşi sömürü koşullarına karşı sınıf bilinci içerisinde mücadeleye girişmişlerdir. Kapitalist sistemi tehdit edecek boyutlara ulaşan bu mücadeleler burjuva iktidarlarını başta sosyal güvenlik alanında olmak üzere bir takım tavizler vermeye zorlamıştır (burjuvazinin tavizleri, işçi sınıfının kazanılmış haklarıdır). İşçi sınıfı mücadelesinin devrimci tutumunu sürdürmesi üzerine burjuvazi, işçi sınıfını bu tutumundan uzaklaştırıp, kapitalizmle uyumlaştıracak bir çizgiye çekmek üzere işçi sınıfıyla uzlaşma politikası izlemiştir.
Burjuvazinin işçi sınıfını sistemle uyumlaştırmak üzere izlediği uzlaşmacı politikaların en başında geleni sosyal politikalardır. Burjuvazinin sosyal politika uygulamalarıyla işçi sınıfını devrimci tutumundan uzaklaştırma stratejisi 20. yüzyıl başlarında önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. Sosyal demokrat hareketin Marksizm’den uzaklaşması ve sendikaların toplu pazarlık sistemi içerisinde sermayeyle uzlaşmasının da burjuvazinin bu başarısında önemli rolü olmuştur.
20. yüzyılın ilk çeyreğiyle birlikte gelişmeye başlayan fordist üretim sisteminin düzenli (standart) çalışma ilişkileri; 1929 krizi sonrasında zorunluluk haline gelen talep yönlü politikalar ve II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal/refah devleti uygulamaları sosyal politikaları sadece işçi sınıfıyla uzlaşının bir aracı olmaktan çıkartıp, kapitalizmin krizden çıkma/gelişme stratejisi haline getirmiştir. 1970’lerde kapitalizmin yeniden krize girmesi ve benimsenen neoliberal politikalarla birlikte bu strateji sona ermiş ve sosyal politikalarla sağlanan haklar kapitalist gelişimin önündeki en büyük engel olarak görülmeye başlamıştır. Bu dönemde sosyal politikanın sınıflar arası uzlaşının bir aracı olarak kullanılmasına da artık ihtiyaç duyulmamıştır. Zira işçi sınıfının örgütlü olduğu sendikalar ve sosyal demokrat partiler sistemle nerdeyse tamamen bütünleşmiş ve bir tehdit unsuru olmaktan uzaklaşmıştır. Sendikaların ve sosyal demokrat partilerinin kendilerini temsil etmediğini/edemediğini gören emekçi kesimler örgütlenmeden uzaklaşmış ve yalnızlaşmıştır. Bu süreçte sosyal politikalar kapsamında elde edilen kazanımlar hızla aşınmaya başlamış sosyal politika, kapitalist üretimin ortaya çıkarttığı çelişkileri tamamen göz ardı ederek sadece yoksulluğu sürdürülebilir kılmaya yönelik bir anlayış çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Dolayısıyla kapitalizmin içinde bulunduğu koşullarda sosyal politikaların emekçi kesimler için hiçbir işlevselliği diğer bir ifadeyle inandırıcılığı kalmamıştır.
Bunun en yakın örneği CHP’nin 12 Haziran seçimlerinde aldığı sonuçta görülmüştür. CHP, sosyal demokrat bir partinin barındırdığı tüm çelişkileri sergilediği bu seçim sürecinde kapitalist üretim sisteminin çelişkilerini göz ardı ederek sosyal politikaları -kendince- öne çıkartmasına rağmen emekçilerin güvenine mazhar olamamıştır. Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de emekçiler, sorunun kökenini yani kapitalist üretimin yarattığı eşitsizlikleri, sömürüyü görmezden gelen bir siyasi anlayışın sorunlarını çözemeyeceğini çok iyi bilmektedir. Seçim barajı nedeniyle sorunların çözümü olacak partilere de oy veremeyen emekçiler, “madem çözümü üreten parti yok hiç olmazsa istikrar sürsün” anlayışıyla AKP’nin oylarını yüzde 50’lere taşımıştır.
Sosyal politika, yeni türettiği Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığından türetilmiştir) sayesinde AKP’nin literatürüne de girmiştir. AKP’nin sosyal politika adını taşıyan bir bakanlık kurması, sosyal politika kavramının kullanımı açısından çok da sorunlu değildir. Tarihsel süreçte burjuva iktidarları gibi AKP de uyguladığı politikalarla ezmiş olduğu kesimlerle bir uzlaşı sağlamak için yeni türettiği bakanlıkta sosyal politika kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Burada sorunlu olan AKP’nin -tarihsel süreçteki gibi- uzlaşı aradığı kesimin işçi sınıfı değil, ondan ayrıştırılmaya çalışılan yoksullar olmasıdır. Zira ücretli emekçiler için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, ücretle çalışma olanağı bulamayan yoksul kesimler için ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı uygun görülmüştür. Böylece AKP, sosyal politika kavramını –Dünya Bankası, AB gibi uluslararası kurumların politikalarına da uygun olarak- kapitalist üretim sisteminin öncesine yani feodal toplum düzenindeki yoksullukla mücadele anlayışına tekabül ettirmiştir.
Sözün özü: Hangi anlam atfedilirse atfedilsin bugün için sosyal politikaların kapitalizmin yaratmış olduğu tahribata çözüm olma şansı yoktur. Çözüm ancak geçmişte düşülen tuzaklara (sosyal politika gibi) yeniden düşmeden emekçi kesimlerin içinde bulundukları sorunların özüne yani kapitalizme karşı sınıfsal bir bilinçle tutum alabilmesiyle mümkün olabilecektir.

23 Haziran 2011 Perşembe

AKP’nin demokrasiyle dansı…

ÖZGÜRCE
24/06/2011


Kuruluşundan bu yana AKP’nin demokrasiyle ilişkisi oldukça ilginçtir. Kendilerine sorarsanız AKP’nin kurulması başlı başına bir “demokrasi mücadelesi”dir. AKP’nin kuruluşunun ardındaki en önemli etken Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Aralık 1997’de Siirt’te halka hitaben yaptığı konuşma sırasında, okuduğu bir şiir nedeniyle hapis cezasına mahkûm edilmesi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine son verilmesidir. Erdoğan, 4 ay kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra 14 Ağustos 2001’de AKP’yi kurmuş ve kurucu genel başkan olmuştur.


AKP, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde yani kuruluşundan 15 ay sonra katıldığı ilk seçimlerde aldığı yüzde 34 oyla birinci parti olmuştur ve bu seçim başarısı aynı zamanda demokrasinin başarısı olarak da görülmüştür. Ancak AKP, bu “demokrasi mücadelesi”nde yüzde 10 barajını içeren anti demokratik seçim sisteminin nimetlerinden yararlanmaktan da geri kalmamıştır. AKP bu seçim sistemi sayesinde aldığı üçte bir oyla Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur.

AKP tek başına iktidara kavuşmuş olsa da anti demokratik yasalar kurucu genel başkan Erdoğan’ın peşini bırakmamıştır. Erdoğan, hakkındaki mahkeme kararı nedeniyle partisinin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili adayı olamamış ve 1. AKP Hükümeti’nde yer alamamıştır.

Ancak seçimlerin ardından ilginç(!) gelişmeler olmuş ve anti demokratik yasalara toslayan Erdoğan’ın “kaderi” hızla değişmeye başlamıştır:

Önce Siirt’ten bağımsız olarak katıldığı seçimlerde milletvekili olarak seçilen ancak hakkında tutuklama kararı olduğu halde kaçak olarak yurtdışında bulunan iş adamı Fadıl Akgündüz (nam-ı değer Jet Fadıl) Siirt’e gelir gelmez tutuklanmış ve milletvekilliği düşürülmüştür. Bu arada Meclis’te AKP, CHP’nin de desteğini alarak Erdoğan’ın milletvekili adaylığının önündeki engeli kaldıracak bir yasal düzenleme yapmıştır. Bunun ardından da Jet Fadıl’dan boşalan milletvekilliği için 9 Mart 2003’te Siirt’te seçim yenilenmiş ve bu seçimlere katılan Erdoğan 22. Dönem Siirt Milletvekili olarak Meclis’teki yerini almıştır.

AKP iktidarda bulunduğu sürenin büyük bölümünde kendisinin statükocu olarak tanımladığı kurumlar ve yasalar tarafından anti demokratik biçimde engellendiğini iddia etmiştir. Bu konuda en önemli dayanak 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde 27 Nisan’da TSK’dan verilen e-muhtıradır. AKP kendisine verilmiş olan bu muhtırayı -gayet başarılı bir biçimde- mağduriyet algısı yaratmak üzere kullanmış ve bu sayede 2007 seçimlerinde oy oranını yüzde 46’ya çıkartmıştır. AKP’nin anti demokratik biçimde engellendiği iddiasına yönelik diğer bir dayanak da 14 Mart 2008’de AKP’nin kapatılması için açılan davadır. AKP bu davadan seçim yardımlarının kesilme cezasıyla kurtulmuştur.

AKP iktidara geldiği ve iktidarda bulunduğu süreçte karşısına çıkan anti demokratik engelleri “bir biçimde” aşma başarısını göstermiştir. Ancak bugün büyük çoğunlukla iktidar olduğu halde kendi karşısına çıkmış olan statükocu yapıyı ortadan kaldırmak bir tarafa statükocu olarak tanımladığı kurumları ve yasaları kendi iktidarını güçlendirecek biçimde yeniden yapılandırmaktadır. Böylece ortadan kaldırılması için mücadele ettiğini savunduğu anti demokratik engellerin çok daha büyüğünü rakip gördüğü siyasi yapıların önüne yığmaya çalışmaktadır. Özellikle 12 Haziran 2011 seçim süreci ve seçim sonrasında yaşanan gelişmeler AKP’nin demokrasiyle dansında gelinen noktayı açık biçimde göstermektedir. Bir zamanlar Erdoğan’ın milletvekilliğine yönelik engellemeler, bugün Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için de geçerlidir. Bu durumda AKP’nin ve Erdoğan’ın alacağı tutum, demokrasiyle olan dansın bundan sonraki süreci için önemli gösterge olacaktır.

Bu arada unutulmaması gereken bir konu da demokrasinin tek başına iktidardaki güçler tarafından belirlenmediğidir. Demokrasi tarihi aynı zamanda toplumsal mücadeleler tarihidir. Yani demokrasinin gidişatını iktidarda bulunanlardan çok demokrasi talebiyle yürütülen mücadeleler belirler(!) Türkiye’de de demokrasinin seyrini AKP’nin alacağı tutumdan çok önümüzdeki süreçte yürütülecek toplumsal mücadeleler belirleyecektir(!)