30 Nisan 2021 Cuma

Gelecek güzel günlerin bayramıdır 1 Mayıs!


1 Mayıs 2021

Sınıf mücadelesi yaşam mücadelesidir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadeleye girişmesi, sadece çalışma koşulları ve sosyal hakların iyileştirilmesi için değil hayatta kalabilmek, yaşam hakkını savunmak içindir aynı zamanda. Kapitalizmin mülksüzleştirip, üretim araçlarından mahrum bıraktığı ve yaşamını sürdürebilmek için emek gücünü satmak dışında seçeneği kalmayan kitlelerin “sınıf” olma bilincine varmaları, insan olmaktan kaynaklanan hakları olduğunun da bilincine varmalarıdır. 

Fransız burjuva devrimi sonrası hazırlanan ve liberal demokrasinin temelini oluşturan 1791 Anayasası, insanlık tarihi için çok önemli olan eşit yurttaşlık hakkından söz ederken, emekçiler için yaşamsal olan hakları, mülkiyet hakkı ve girişimcilik özgürlüğüne engel olarak gördü. İşçilerin örgütlenmesini ve iş bırakmasını yasaklamasının yanı sıra mülkü olmayanlara seçme seçilme hakkı bile tanımadı. Böylece liberal demokrasi, işçi ile patronu eşit kabul etmediğini de tescillemiş oldu. Oysa yaşamak için emeğinden başka geliri olmayanlar da tıpkı mallarına, mülklerine, üretim araçlarına, ardından da emeklerine el koyan patronlar gibi insandır ve haklarıyla var olmalıdır. 

Bir burjuva devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti de Fransız Anayasası’ndaki  anlayışı benimsedi. Mahkeme duvarlarını süsleyen ve “mülkün yoksa adalet de yok” anlamına gelen “Adalet Mülkün Temelidir” sözü bunun en bariz nişanesidir. 

İşte, hayatta kalma mücadelesi olarak da görülebileceğimiz sınıf mücadelesi, kendisini bir insan olarak yok sayan, emeği sömürülecek varlıklar olarak gören kapitalizme karşı bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı aynı zamanda savaşsız, sömürüsüz daha yaşanası bir dünyayı kurma mücadelesidir. 1886’da 8 saatlik iş günü mücadelesi nedeniyle Amerika’da başlattıkları eylem nedeniyle idam edilen işçilerin anısına II. Enternasyonal tarafından 1889 yılında “Uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kabul
edilen 1 Mayıs bu başkaldırının en somut ifadesidir. 

                                          *        *        *

Sınıf mücadelesinin yaşam mücadelesi olduğu, Covid-19 vesilesiyle bir kez daha tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Pandemide yaşamda kalmanın temel ilkesi olan “fiziksel mesafe” kuralı emekçiler için uygulanmamış ve yaşamları (aileleri de dahil) tehlikeye atılmıştır. İşini kaybedenler ise gelirsiz kaldıkları için aileleriyle birlikte açlıkla karşı karşıya gelmiştir. İşverenin hak gasplarına itiraz edenler, örgütlenme hakkını kullanmak isteyenler, “ahlaka aykırı davranmak”la suçlanmış, hemen hiçbir hakkını kullanamayacağı biçimde işten çıkartılmışlardır. Sonuç olarak çalışma olanağı bulan pek çok işçi korona nedeniyle ya da diğer nedenlerle iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmiştir. Çalışma olanağı bulamayanlar ise aç kalmış ya da açlığı, borçluluğu gururuna yediremeyip intiharla yaşamına son vermiştir. Yani emekçiler üretim sürecinde söz hakları olmadığı için sadece sömürüyle karşı karşıya kalmamış, yaşamlarını da kaybetmiştir. 

Aradan geçen yüzlerce yılda yöntemleri değişse de kapitalizm öldürmeye devam etmektedir. İşçi sınıfının, sermaye karşısında yaşam hakkını dahi koruyamayacak acziyette kalmasında en önemli etken kuşkusuz sınıf bilincinden uzaklaşarak “kapitalizme mahkûm olmayıp üretenin de yönetenin de kendileri olacağı yeni bir dünya kurma” hayalinden uzaklaşmış olmasıdır. 

Emekçilerin kanı ve teri üzerinde yükselen, bununla yetinmeyip, havasını, suyunu, toprağını zehirleyerek dünyayı yaşanamayacak hale getiren kapitalizme karşı mücadele tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar acil ve gereklidir. Bu nedenle 1 Mayıs bugün her zaman olduğundan daha günceldir. 1 Mayıs, yalnızca tarihin anıldığı bir günü değil, yaşanılası bir dünyayı kurmak için sınıf dayanışması ve mücadelenin tek yol olduğunu hatırlatan bir bayramdır.

Tarlada, bağda, bahçede, fabrikada, markette, bankada, plazada, evde, okulda, hastanede çalışan, başkasının emeğini sömürmeyen, kendi emeğiyle geçinen herkesin 1 Mayıs’ı kutlu olsun! Bijî Yek Gûlan!

23 Nisan 2021 Cuma

Tek adamla olmuyor!

24 Nisan 2021

Erdoğan, yakın dönem Türkiye siyasi tarihinde tek adam olma hayali kuran ilk kişi değildir. 80’li yılların sonlarında Turgut Özal da yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı başkanlık sistemini gündeme getirmişti. Ama 12 Eylül darbesinin tüm baskılarına rağmen hâlâ “mutlakıyet”e  rıza göstermeyecek, özgürlüğü için mücadele yetisini henüz kaybetmemiş toplumsal dinamikler vardı. “Demir tavında dövülür!”sözü devredeydi ve toplum, tek adamla yönetilecek “tav”da değildi henüz. Dolayısıyla tek adamlık Özal’a kısmet olmadı! 

Ama ülkeyi tek adam rejimine götürecek başkanlık meselesi özellikle İkinci Cumhuriyetçiler tarafından hep gündemde tutuldu. Hem de “demokratikleşmenin bir yolu” gibi gösterilerek!

Son üç yıldır fiilen ve resmen uygulanan başkanlık sistemi, o zamanın İkinci Cumhuriyetçilerini ne ölçüde tatmin etmekte bugün, bilemiyorum! 

Özal’ın gündeme getirdiği o günden bugüne, toplum adım adım tek adamın tahakkümüne dayalı başkanlık rejimini kabullenecek kıvama/tava getirildi. Nasıl mı? Tabii ki baskıyla, örgütsüzleştirmeyle, halklar arasında ayrımcılığı derinleştirerek, biat eden dindar ve kindar nesiller yetiştirilerek...

Bu süreç adım adım kabullenilirken herkesin kendince bir gerekçesi vardı. Kimi bu yolla AB’ye girileceğini düşündü; kimi askeri vesayetten kurtulmak için sessiz kaldı; kiminin gerekçesi inanç hürriyetiydi; kimi ise derin devletin ortadan kalkacağını, halklar arasında barış olacağını umdu. Daha kişisel gerekçeleri olanlar da vardı. Sosyal yardımlardan faydalanmaktan asgari ücretle de olsa bir işe girebilmeye, irili ufaklı ihale almaktan yakınında açılacak AVM ile evinin değerinin artacağı beklentisine girmeye kadar pek çok gerekçeyle milyonlarca kişi AKP’nin ülkeyi tek adam rejimine götürmesine göz yumdu. Ekonomik krizler, siyasi alternatifsizlikler de bu süreci körükledi.

Tüm bunlara tevessül etmeyen, demokrasinin özgürlüklerin tek adama devredilecek yetkiyle sağlanamayacağının bilincinde olan ve karşı çıkanlar ise diğerlerinin desteğinden ya da sessizliğinden güç alan iktidar sahiplerinin baskısıyla susturulmaya, güç karşısında boyun eğdirilmeye çalışıldı.

Sonuç olarak, 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte fiilen, 2017 Nisan referandumu sonrasında ise resmen uygulanan tek adam rejiminin bugün ülkeyi getirdiği yer; ekonomide, dış politikada, sağlıkta, eğitimde, tarımda ve aklınıza gelebilecek her alanda tam bir çöküş oldu! Çöküşün sonu ise işsizlik, açlık, yoksulluk, yolsuzluk, emek ve doğa sömürüsü, iş cinayetleri, intiharlar vs... ile tarih sahnesine yazıldı/yazılıyor.

Tek adam rejimi öncesi, parlamenter sistem çok mu iyiydi? Parlamenter sistem güzellemesi yapacak değiliz elbette. “Ama arada bir darbe yapılmasını gerektirecek kadar egemenleri rahatsız edebiliyormuş hiç değilse(!)” diye düşünmekten de alamıyor insan kendini... Öyle ya uzunca süredir darbe olmamasını memlekete demokrasinin gelmiş olmasına yoramayacağımıza göre darbeye bile ihtiyaç duyulmayan bir rejimin sevilecek bir tarafı da olmuyor haliyle.

Sözün özü: Bugün Türkiye’nin her alandaki çöküşünün müsebbibi sarayda ikamet eden tek adam rejimidir. Bu tek adamın (ya da kadının) adının Recep mi Kemal mi Meral mi Muharrem mi olacağının zerrece önemi yoktur. Türkiye halklarının gün yüzü görebilmesinin çaresi ne tek adam rejiminde ne antidemokratik düzende kurulu parlamenter sistemdedir. Çözüm, demokrasinin, özgürlüklerin sınırlanmadığı örgütlü bir toplumun inşa edilmesidir!

16 Nisan 2021 Cuma

Aşı, patent, yaşam hakkı vs...


17 Nisan 2021

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) salgının sona ermesinin şu dört etkene bağlı olduğunu belirtiyor: “Teşhis, tedavi, aşılama ve güçlendirilmiş sağlık sistemi.” Bunların işe yaramasının koşulu olarak da eşitsizliklerin ortadan kaldırılıp tüm insanlara -ırk, cinsiyet, sınıf, gelir farkı gözetmeden- kamusal bir hizmet olarak aşı sağlanması gerektiğine işaret ediyor.

“Sağlık hakkı”nın en temel insan hakkı olması kabûlüyle, pandemiyle mücadelede ayrımcılık yapılması kabul edilemez elbette. Ama kapitalizm, tarihinin en vahşi dönemini yaşarken ne sermayenin ne de siyasi iktidarların meselelere insan hakkı çerçevesinden bakmasını beklemenin hayalden öte geçmeyeceği aşikâr.

DSÖ Genel Direktörü Ghebreyesus da bunu bildiğinden olsa gerek, 4 Aralık 2020’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada sağlık hakkının insan hakkı olduğunu söylemekle yetinmeyip zengin ülkelere, “tüm dünyada kökü kazınmadan salgından kurtulmanın mümkün olmadığı” yani “tek başına kurtuluşunuz yok!” uyarısı yapıyor.

Ghebreyesus’un Aralık ayının başında yaptığı bu konuşma, aşı çalışmalarının sonuna gelindiği ve uygulama hazırlıklarının başladığı döneme denk geliyor. Bu nedenle aşının, pandemiden kurtuluş için “tünelin sonundaki ışık” olduğu müjdesinin yanında, eşitsizlik konusundaki kaygılarını da şu sözlerle dile getiriyor: “Ama açık konuşayım: Zengin ve güçlülerin aşıya hücum ederken fakirlerin, dışlanmışların ayaklar altına alındığı bir dünyayı kabul edemeyiz.”

Ayrıca şu eklemeyi yapıyor: “Aşılama ve pandemiyle mücadele için acilen 4,3 milyar dolara ihtiyaç var. Mücadelenin tümü için gereken kaynak ise 23,9 milyar dolar. Aşıların güvence altına alınabilmesi, hayatların kurtarılabilmesi ve gerçekten küresel bir ekonomik iyileşmenin hızlandırılması için zengin ülkelerin bu boşluğu bir an önce doldurmalarını tavsiye ediyorum.”


Genel Direktör’ün bu konuşmasının hemen ardından aşılar piyasaya sürülüyor ve aşılama işlemleri başlıyor. Nisan ayı ortası itibariyle; aradan geçen dört ayda piyasaya sürülen aşı miktarı 841 milyon civarında. Tüm dünyada iki doz aşı olanların sayısı 185 milyon ki bu dünya nüfusunun yüzde 2,4’üne tekabül ediyor; sadece aşının ilk dozunu olanlar ise dünya nüfusunun yüzde 6’sına karşılık gelen 468 milyon kişi. Yani dünya nüfusunun yüzde 96’sı henüz aşıya ulaşmış değil. Aşı temin edenler, büyük ölçüde zengin ülkeler. Yoksul ülkelerin birçoğuna henüz bir doz aşı dahi gitmemiş. Aşı temin eden kimi ülkelerde ise zenginler ve ayrıcalıklı kişiler aşı olabiliyorken ve binlerce dolar karşılığında aşı turizmi yapılıyorken, salgın riskiyle her gün işe gitmek zorunda olan emekçilere, yoksullara sıra bir türlü gelmiyor!

DSÖ Genel Direktörü’nün de öngördüğü gibi, zenginler parasını bastırıp aşısını olurken, yoksullar artan bir hızla ölmeye devam ediyor. Aşılamanın başlamasından bu yana geçen dört ayda Covid-19 nedeniyle ölenlerin sayısı 1.5 milyondan 3 milyon kişiye çıkmış durumda. Önümüzdeki süreçte ölümlerin coğrafi ve sınıfsal dağılımı, kapitalizmin sürekli yeniden ürettiği eşitsizliklerin pandemiyle beraber çok daha çarpıcı bir biçimde görülmesini sağlayacaktır.

Genel Direktör’ün tespitleri ve uyarılarına katılmamak mümkün değil. Bugüne kadar ortaya çıkan sonuçlar da bunu doğruluyor zaten. Ancak demeçlerde, pandemiyle mücadeleye dair çözüm önerileri sadece zengin devletler tarafından yapılacak bağışlarla karşılanmasıyla sınırlı kalıyor. Nedense başta aşı üretimi olmak üzere pandemi sayesinde zenginleşen sermaye hakkında tek söz edilmiyor!

Oysa Forbes dergisi ve diğer yayınlar ekonomik krizin derinleştiği pandemi döneminde en kârlı sektörlerin başında sağlık sektörünün geldiğini gösteriyor. Örneğin sağlık sektöründeki dolar milyarderlerinin serveti, geçen yıl 7 Nisan-31 Temmuz tarihleri arasında yüzde 36,3 artmış. Bu arada 2020 yılında dolar milyarderleri arasına katılan 40 yeni milyarderin içinde pandemiden korunmak için maske ve diğer ekipmanlar üreten firmaların yanı sıra aşı üreticileri de yer alıyor.

Bunlardan biri de Covid-19 aşısını geliştiren Türkiye kökenli Uğur Şahin. Şahin, Almanya’da faaliyetgösteren Biontech firmasının kurucu ortağı ve CIO’su. Aşı geliştirmedeki başarısı nedeniyle layık görüldüğü Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı’nı Almanya Cumhurbaşkanı’nın elinden almıştı. Ama ödülün daha büyüğü, geliştirdiği aşılardan elde ettiği servet olmuş. 4 milyar doları aşan servetiyle Şahin, dünyanın en zenginleri arasına katılmış.

DSÖ Genel Direktörü’nün gözden kaçırdığı ya da değinmeye cesaret edemediği mesele burada işte! Parası yetişmediği için milyarlarca insanın yaşadığı ülkeler aşıya ulaşamıyor ve yurttaşlarını ölüme terk ediyorken; birileri dolar milyarderi oluyor. Sistem milyonlarca insanı ölümle yüz yüze getiren sermaye birikiminin, tekelleşmenin en önemli araçlarından olan, evrensel bilgiyi bilim insanı kisvesi altında pazarlayan üç beş kişiyi zengin ediyor yani. Bunu da bilimi, şirketlerin tekeline terk eden “patent düzenlemesi”yle yapıyor. Patent nedeniyle geliştirilen aşının üretimi yaygınlaşmıyor/yaygınlaştırılmıyor. Kaçınılmaz olarak milyonlarca insanın yaşam hakkı ihlal ediliyor, milyarlarca insan işsizliğe, açlığa terk ediliyor. Yüce kapitalizm bir kez daha taçlandırılıyorken, sağlık alanında dünyanın en yetkili kurumu olan DSÖ bunu dillendiremiyor bile!! 

9 Nisan 2021 Cuma

Kod 29: İş yerinde despotizm

10 Nisan 2021

Pandemiyi fırsat bilen işverenler “Gemiyi iyiden iyiye azıya aldı”. Neoliberal politikalarla ve giderek otoriterleşen devlet yönetiminin baskılarına sırtını dayayan sermaye, işçi sınıfının büyük bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmaya yelteniyor.

Kod 29 olarak bilinen, İş Kanunun 25/II. maddesine dayanarak işçiyi “Ahlâk ve iyi niyet kurallarına aykırı davranmak”la itham ederek, tüm haklarına el koyup işten çıkartma yöntemi; son zamanlarda sermayenin en sık başvurduğu yollardan biri haline geldi. Kod 29, insafsız, ahlâksız bir uygulama olmanın yanı sıra “iş yerinde despotizm”in gelebileceği son noktadır aynı zamanda!

Zira emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan işçinin sadece işini, biricik gelirini, kazanılmış haklarını elinden almakla yetinmiyor, onuruyla da oynuyor ve onun belki de yaşamı boyunca üzerine yapışacak bir iftirayla damgalıyor. Hem de işçiye hakkını arayabileceği, uğradığı iftiraya karşı kendini savunabileceği hukuk yolları, kağıt üzerinde açık görünse de fiilen kapalıyken.

İşçinin hak arama yolları sadece kağıt üzerinde açıktır çünkü uğradığı haksızlığa uğrayan, işini kaybeden işçinin yargıya gidebilmesi için yani işvereni dava edebilmesi için para gerekir. Yoksulluğun adaletle mesafesi uzundur zira paran yoksa dava bile açamazsın bu ülkede. Diyelim dava açıldı, işverenin avukatı ya da avukat ordusu ve emeğin haklarını tanımazdan gelen yargı sisteminde işçinin hakkını alabilmesi aylar, yıllar alır en iyi olasılıkla. Oysa işini, gelirini kaybeden işçinin adalet arayışı değildir önceliği. Önceliği, yakınlarının temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Hal böyle olunca da işverenin tüm dayatmalarına rıza göstermek zorunda kalır çaresizce. İşçinin bu zaafından cesaret alan işverense despotlaştıkça despotlaşır!

Kod 29, işveren için bir fırsat haline dönüşüp her gün yüzlerce işçi, işten çıkartılarak açlığa terkedilince; işçilerden ve kimi sendikalardan tepkiler yükselmeye başladı. DİSK’in girişimiyle SGK, Kod 29’la işten çıkarılanları açıklamak zorunda kaldı ve her gün ortalama 500 işçnini “ahlâksızlıkla, uygunsuz davranışlarda bulunmakla” itham edilerek işten çıkartıldığı görüldü.


Tepkilerin son günlerde artması üzerine SGK yeni bir düzenleme yaptığını açıkladı. Bu açıklamada, "Birbirinden farklı fesih nedenlerinin tamamının aynı kod (Kod 29) ile bildiriminin çalışma hayatında belirsizliklere yol açtığının görülmesi üzerine SGK genelgesinde yapılan değişiklikle ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan hallerin tamamı için ayrı ayrı kodlar belirlenmiştir" denildi.

SGK’nın bu açıklamasından anlaşılan, amaçları “cinsel taciz, küfür, hırsızlık, uyuşturucu madde kullanmak gibi hallerin tamamını kapsayan Kod 29’da ahlâk kurallarına uymayan haller”le “görevi kasten ve sürekli ihmal etme, mazeretsiz işe gelmeme” gibi iyi niyet kurallarına uymayan halleri birbirinden ayırmaktır. 

Peki bu düzenleme işverenlerin işçiler üzerinde kurduğu insafsız, ahlâksız despotizmi ortadan kaldıracak mıdır?

Despotizm “tehdit ve cezalandırma yollarının kullanılarak iktidar gücünün elde tutulması’’ anlamına gelir. Ülke yönetiminde, bir toplulukta, evde, okulda ya da iş yerinde yasal sınırlamaların olmadığı; otoritenin hesapsız, sorumsuz ve sınırsızca kullanılmasıdır. İş yerinde despotizmse, hukuk tanımadan, emekçileri zor ve şiddetle çalışmaya zorlayan yönetimin adıdır. Böylesi yönetimlerin, emekçilere hiçbir söz hakkı tanımadığı gibi örgütlenmelerine de olanak tanımayacağı örneklerle malûldur. SGK’nın düzenlemesi, Kod 29 ve çalışma yaşamına ilişkin emekçilerin elini kolunu bağlayan ve işverenlerin iş yerinde mutlak hakimiyet sağlamalarına olanak veren düzenlemeler var olduğu sürece de iş yerinde despotizm sürecektir. Hesap sorulmayan despotlukları  uzun zamandır dolaşımda olan yönetimlerin tavrında “işi kitabına uydurmak” dışında bir tavır değişikliği yaratmayacaktır.

İş yerinde despotizm, siyasal sistemdeki otoriterleşmeyle doğrudan ilişkilidir çünkü. İş yerinde yani üretim ve hizmet sunum süreçlerinde otoriter bir yönetim varsa ülkede demokratik bir yönetimin olması beklenemez. İş yerinde emeğinin denetimini ve iradesini tamamen patrona kaptırmış olan bir işçinin iş yerinde demokratik katılımı sağlaması mümkün olmadığı gibi, yaşamın diğer alanlarına demokratik katılımı da mümkün değildir buna paralel olarak. Tüm yaşamı karabasana çeviren bir döngüdür bu.

Sonuç olarak: Türkiye’de çalışma rejimi otoriterdir ve emekçiler, işverenlerin despot yönetimi altında en kötü koşullarda çalışmaya razı olmak zorunda bırakılmaktadır. Kod 29 bu despotizmi en çirkin biçimiyle göstermiştir. SGK’nın yeni düzenlemesi bu durumu değiştirmeyecek ve iş yerinde despotizm sürecektir.

İş yerinde ve aynı zamanda ülke yönetiminde despotizme karşı durmanın yolu sadece iş yerlerinde değil despotizmin geçerli olduğu tüm alanlarda örgütlenmek ve demokrasi için mücadele etmektir!



 

2 Nisan 2021 Cuma

'AKP’li olmak ya da olmamak!'

3 Nisan 2021

Ulus devlet, feodal devlete karşı kapitalizmin ortaya koyduğu devlet modeliydi. Ulus devletin ortaya çıkması için imparatorlukların dağılması, bunun için de imparatorlukları oluşturan farklı etnik kökenden halkların birbirinden ayrışması gerekiyordu. Böylece ulus devleti kuran egemen ulusun halkı dışında kalan, ötekileştirilen halklar sürgünle, tehcirle uzaklaştırılmış ya da asimile olmaya, kültürel ve siyasal haklarından vazgeçerek egemen ulusa biat etmeye zorlandı.

Kapitalist ülkelerin hemen tümü gibi Türkiye’de de ulus devletin oluşum ve gelişim süreci benzer aşamalardan geçti. Adı artık Cumhuriyet olan ülkenin üzerinde kurulduğu topraklarda yaşayan halkların çeşitliliği, bu ayrıştırma sürecinin diğer pek çok ülkeden daha sancılı olmasına neden oldu. Kanlı ve gözyaşının eksik olmadığı sürecin üzerinden geçen 100 yıla rağmen ayrıştırma ve zorla razı etme politikaları hala sürüyor.

Ayrımcılığın ulus devletin varlığına içkin olması, siyaseti de ayrımcılık üzerinden şekillendirmiştir haliyle. Zira siyaseti belirleyen ayrımcılık, sadece etnik köken üzerinden de değildir; inanç farklılıkları ve yine kapitalizmin ürünü olan laisizm de siyaseti şekillendiren temel ayrımcılık alanlarıdır.

Türklükle birlikte Sünni mezhebi de Türkiye’de ulus devlet yapılanmasının egemen unsuru yapıldı. Bu bağlamda siyaset kurumunda da Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerin yanı sıra Alevilere yönelik ötekileştirme ve hatta düşmanlaştırma politikası da esas teşkil etti. Öte yandan laik-antilaik ayrışması da siyaseti belirleyen bir diğer etken oldu, seküler yaşam sürenler ile mütedeyyinler karşılıklı olarak birbirlerini ötekileştirdi.

AKP de 19 yıllık iktidarı boyunca ulus devletin tüm ayrımcı kodlarını, farklı zamanlarda farklı biçimlerde kendi iktidarının bekâsı için kullandı. Özellikle “tek adam” rejiminin tesis edilerek AKP’nin devlet partisi haline gelmesi ve aynı zamanda ideolojik üstünlüğünü ve yanı sıra toplumsal desteğini de kaybetmesiyle birlikte “AKP’li olmak ya da olmamak” üzerinden yeni bir ayrımcılık alanı yaratıldı. (AKP’yi destekleyen MHP ve mafya mensupları da bundan ziyadesiyle yararlandırılmakta.)


AKP’nin desteğini almak için halka sunabileceği inandırıcı hiçbir vaadi kalmadı. Geçen 19 yılda yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, gelir eşitsizliği hiç olmadığı kadar arttı, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sistemi çöktü. Bu tablo karşısında muktedir parti, iktidarını sürdürebilmesinin tek yolunu partililerine ayrıcalıklar sunmakta gördü.

Önceki dönemlerde iktidara gelen tüm partilerin de kendi yandaşlarına bir takım ayrıcalıklar sağladığı bilinen bir gerçek elbette. Ancak devlet partisi haline gelen AKP’nin yarattığı ayrımcılık, toplumda köklü bölünmeye yol açacak boyutlara vardı.

“AKP’li olmak ya da olmamak” üzerinden gerçekleşen ayrışma toplumu dört yeni tabaka haline getirdi:

1. Kaymak tabaka: Bunlar tüm yasaların üzerinde her bakımdan sarayın koruması altındadır. Bütün ballı ihaleler bunlarındır, devletin en üst kademelerini işgal ederler ve birçok yerden maaş(lar) alırlar. Başları bir biçimde mevcut yasalarla derde girse, haklarındaki suçlama ne kadar açık ya da ağır olursa olsun (örneğin evlerinde çalışan yabancı uyruklu bir kadın, AKP’li bir vekilin tabancasından çıkan kurşunla ölmüş olsun ya da lüks içinde yaşayan parti çalışanının uyuşturucu kullandığı belirlensin veya organize suç örgütü liderliği yapsın) yargı tarafından derhal “ak”lanırlar. Yolsuzluklar ya da yanlış kararlarla devletin milyarlarca lira/dolar zarara uğratmaları ise zaten görmezden gelinir, hesabı sorulmaz.

2. Birinci sınıf vatandaşlar: AKP’nin üst kademeleriyle sıkı fıkı olamayan, kaymak tabaka içine giremeyen partililer ve yandaşlardır. Devletin tüm olanaklarından örneğin devlet kurumları ve devlet bağlantılı şirketlerin alt ve orta kademelerindeki işlerinden ve tüm sosyal yardımlardan öncelikli olarak faydalanırlar.

3. İkinci sınıf vatandaşlar: AKP’li ya da yandaş değillerdir. Bunlar kendilerini hep birinci sınıf vatandaş olarak görmeye, ulus devletin tercihleri doğrultusunda diğer kesimleri ötekileştirmeye alışmışlardır. Genellikle içlerinden ya da kendi aralarındaki sessiz sohbetlerde AKP’yi eleştirir, sayıp dökerler ancak bunun dışında bir şey yapmazlar. En radikal eylemleri, sosyal medyada adlarının önüne TC ibaresi, profillerine de Türk bayrağı ya da Atatürk resmi koymaktır. Kaderlerine razı olmuşlardır, tek umutları bir gün birinin gelip kendilerini kurtarmasıdır!

4. Vatan haini, terörist ilan edilen vatandaşlar: AKP’nin politikalarını eleştirirler, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri savunur; hakları için mücadele ederler. Onlar; emeğinin karşılığını alamayan işçidir, çiftçidir; belediyesine kayyum atanan, siyasi temsilcileri tutsak edilen, partisi kapatılmak istenenlerdir; demokratik özerk üniversite talebiyle direnen öğrencilerdir; insan hakları ihlallerine karşı çıkan, barış isteyen akademisyenlerdir; pandemi ile mücadelede her gün meslektaşlarını kaybeden, ölüm riskiyle çalışmaya itiraz eden sağlıkçılardır, doğa katliamlarına karşı çıkanlardır. Onları ikinci sınıf vatandaşlardan ayıran, kaderlerine razı olamayıp demokratik yollarla mücadeleyi seçmeleridir.

Sözün özü: Ayrımcılık, büyük bir salgın hastalık gibidir. Bugün siz Ermeni’yi, Rum’u, Kürt’ü, Alevi’yi, mütedeyyin yaşamı ya da seküler yaşamı tercih edeni veya sığınmacıyı ötekileştirirsiniz, yarın da başkası gelir, bir partinin yandaşlığı üzerinden sizi ötekileştirir. Demokratik, adil bir düzende özgürce yaşamak isteniyorsa her şeyden önce bunun, diğer halklara rağmen ol(a)mayacağını idrak etmekten geçtiğini görmek gerekir. Diğer halkların ya da toplum kesimlerinin özgürlüğü sınırlanarak hiç kimse daha özgür olamaz. Bu nedenle halklar arasında her türlü ayrımcılığa karşı olunmalı ve bu ayrışmanın kapitalizmin ürünü olduğu dolayısıyla mücadelenin de nihai olarak kapitalizme karşı yürütülmesi gerektiği unutulmamalıdır!