17 Kasım 2023 Cuma

Demokratik toplum olmadan demokratik anayasa olur mu?

                                18 Kasım 2023


7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında çözüm masasının AKP iktidarı tarafından dağıtılmasıyla beraber zaten var olan hak ihlalleri ve hukuksuzluklar sistematik hale geldi. İş cinayetleri, kadın cinayetleri, taciz ve tecavüz vakaları, yolsuzluklar, siyasi cinayetler vb cezasız kalırken; AKP’nin iktidarı için tehdit olarak gördüğü -HDP ve Kürt siyasetçiler başta olmak üzere- tüm muhalif yapılar kriminalleştirilerek sindirme yoluna gidildi. Bununla da yetinilmeyip hakkını arayan işçiler; toprağını, suyunu savunan köylüler, çevre mücadelesi yürütenler; demokratik, laik eğitim talebini dile getirenler vb. “şiddet”le bastırılarak susturulmaya başladı.

Tüm bunlar yaşanırken, Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Can Atalay’ın tutukluluğuna ilişkin hak ihlali kararını Yargıtay’ın tanınmaması ve iktidar ortaklarının Anayasa ve AYM üzerine yaptığı açıklamalar, her vesileyle tanık olduğumuz hukuk tanımazlığı bir üst boyuta taşıdı. İktidar cephesi, kendi yarattığı yargı karmaşasını gerekçe göstererek “yeni anayasa” meselesini yeniden gündeme getirdi. Muhalefet de bunun üzerine daha önceki “yeni anayasa” tartışmalarında olduğu gibi “otokratik bir iktidarın demokratik bir anayasa yapamayacağı” minvalindeki sözleriyle tepkisini yineledi.

Otokratik yönetimlerin, varlıklarını mutlaklaştıracak biçimde anayasayı ve yasaları yeniden yapılandırmak istemesinde yadırganacak bir taraf yoktur. Yadırganması gereken olsa olsa iktidardakilerin bu niyetlerini gizlemeden saklamadan -Devlet Bahçeli’nin yaptığı gibi- halkın gözünün içine baka baka ifade etmeleri olabilir. Halkın en temel haklarını ellerinden alan, özgürlük alanlarını tamamen ortadan kaldıran bir rejim halkın tepkisinden kaçınmadan, açıkça savunulabiliyorsa orada sorunu sadece otokrat iktidarda değil; onun inşa edildiği koşulları sağlayan toplumsal düzende aramak gerekir. Otokratik rejimin inşa edilmesini engelleyemeyen ve üstelik bunu tepkisizce hazmedebilen bir toplumda, buna yol açan dinamikler sorgulanmadan -bugün muhalefetin yaptığı gibi- demokratik bir anayasanın önündeki tek engeli iktidar olarak görmek son derece yanıltıcı olur.

Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bir toplumda demokratikleşmenin ölçütünü belirleyen yasalar değildir. Aksine yasa metinlerini şekillendiren ve o yasaları ete kemiğe büründürerek uygulanmasını sağlayan, farklı kimlikler, inançlar ve özellikle sınıflar arasındaki güç ilişkileridir. Demokratik bir toplum -ve elbette demokratik bir devlet mekanizması- için tüm etnik kimlik, inanç ve sınıftan halkların kendisini özgürce ifade ederek her sevideki karar alma ve uygulama mekanizmalarına demokratik katılımı gerekir. Demokratik katılım için düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde hiçbir engel bulunmamalı; toplumun her kesimi, özgür düşüncenin oluşabilmesi için gereken bilgiye ve gerçek habere sınırsızca ulaşabilmelidir. Dolayısıyla bilimsel bilgiyi üreten, aktaran akademinin ve gerçekleri halka duyuran basının da özgür olması, demokratik toplumun vazgeçilmezdir.

Demokratik toplum için kaçınılmaz olan diğer bir konu da örgütlenmedir. Toplumun tüm kesimlerinin kendilerini ifade edebilmek ve haklarını savunabilmek için özgürce örgütlenebilmeleri gerekir. Toplumsal düzenin şekillenmesinde belirleyici olan güç ilişkilerinde üstünlük ancak örgütlü mücadele ile sağlanabilir.

Kapitalizmde egemen olan burjuvazi ve onu temsil eden siyasi iktidar sahipleri, toplum içinde azınlık olmasına rağmen ulusal ve uluslararası düzeyde en örgütlü güçtür. Ulusal düzeyde devlet ve sermaye kuruluşları (TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD vb); uluslararası düzeyde AB, Dünya Bankası, IMF, Birleşmiş Milletler, NATO vb kurumlarda örgütlü olan egemenler karşısında iktidar sahipleri dışında kalan kesimlerin örgütlenmekten başka seçeneği yoktur. Burjuvazinin ve siyasi egemenlerin en büyük korkusu, karşılarında güç oluşturabilecek bu örgütlenmelerdir. Dolayısıyla -sendikalar başta olmak üzere- kendileri dışındaki tüm demokratik örgütlenmeleri engellemeye ya da manipüle etmeye çalışırlar.

Sözün özü: Kapitalist toplum düzeni içinde hem burjuvazinin çıkarlarını hem de kendi iktidarının bekâsını korumak için otokratik bir rejim inşa eden AKP/MHP ittifakı, bunun kalıcılaşması için anayasayı yeniden yapılandırmayı istemektedir. Temel insan haklarını ve sosyal hakları yok sayarak, demokrasiyi, özgürlükleri tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan bu “anayasayı yeniden yapılandırma girişimi”ni engellemek için sadece iktidarın otokratik yapısını eleştirmek yeterli değildir.

Muhalefet otokrasiye son vererek demokratik bir anayasa talebinde samimi ise demokratik toplumun inşasını sağlayacak mekanizmaların işlerliğinin sağlanması için uğraş vermelidir. Bunun için de akademik özgürlüklerin ve basın özgürlüğünün yanı sıra “egemen kimlik, egemen inanç, egemen sınıf” karşısında ayrımcılığa uğrayanların, ezilenlerin, sömürülenlerin örgütlü bir güç haline gelmesini savunan bir iradeyi de açıkça ortaya koyması gerekir. Bunu içermeyen söylemler ve eylemler, havanda su dövmenin ötesine geçemez!



10 Kasım 2023 Cuma

Silah yatırımıyla övünenler barış ister mi?

                                11 Kasım 2023

İsrail, Gazze’de hastaneleri, kiliseleri, camileri, okulları bir aydır aralıksız bombalanıyor. Filistin Sağlık Bakanlığı, büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 11 bin’i aşkın insanın bu bombalamalarda katledildiğini bildiriyor. Tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu katliam karşısında uluslararası hukuk, insan haklarına ilişkin evrensel normlar, bizzat bu normların mimarı olan ülkelerin yönetimleri tarafından ayaklar altına alınıyor. Başta ABD ve “medeniyet”in beşiği sayılan Avrupa ülkeleri İsrail’in katliamlarını seyretmekle kalmıyor; onu destekliyor, teşvik ediyor.  Gazze’de sadece Filistinliler değil, yüzlerce yılda oluşan en temel insani değerlerle birlikte “insanlık” katlediliyor! Ukrayna’da, Rojava’da ve dünyanın birçok yerinde süren savaşlarda da durum farklı değil. 


Savaş, egemenlerin ekonomik ve siyasi hegemonya alanlarını genişletmek ya da korumak için araç olarak kullanıyor; savaşların bedelini ödeyenler ise her zaman yoksullar, ezilen halklar oluyor. Gazze’de de parçalanmış çocuk bedenleri karşısında taşlaşmış vicdanlarıyla ellerini ovuşturanlar, silaha yatırım yapıp, parçalanan o bedenler üzerinden kâr etmeyi bekleyenlerden başkaları değil. 


Son yıllarda silah sanayi (Onlar buna "savunma sanayi” diyor.) öylesine büyüdü ki bu sektöre yatırım yapanların ve kimi ülkelerde onları teşvik eden iktidar sahiplerinin övünme vesilesi haline geldi.    


Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2022 yılı raporuna göre geçtiğimiz yıl küresel silah ticaretinin cirosu 100 milyar doları geçerken, toplam askeri harcamalar 2 trilyon doları aştı. Avrupa silah ithalatını 2018 ila 2022 yılları arasında, daha önceki beş yıla oranla yüzde 47 artırarak en çok silahlanan kıta oldu. NATO üyesi Avrupalı ülkelerde bu rakam yüzde 65'e çıktı. Avrupa’nın yanı sıra Orta Doğu ülkelerinin de silah ithalatı arttı. Suudi Arabistan, Katar ve Mısır dünyada en çok silah ithal eden 10 ülke arasında yer aldı.


ABD, küresel silah ticaretinde yüzde 40'lık pay ile en büyük silah tedarikçisi olma özelliğini, diğer ülkelerle arasındaki farkı açarak sürdürdü. ABD'nin silah ihracatı 2013-2017 ve 2018-2022 dönemlerinde yüzde 33'ten 40'a çıkarken, Rusya yüzde 16, Fransa yüzde 11, Çin yüzde 5 ve Almanya yüzde 4 ile ilk beş sırada yer aldı.


Türkiye’de de silah sanayi son yıllarda büyük gelişme kaydetti! AKP, her vesileyle silah sanayindeki gelişmeyle övünürken; Mayıs seçimlerinde de bunu seçim malzemesi olarak kullanmaktan geri durmadı.


Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD)’ın 2022 sektör raporuna göre, silah sektörünün cirosu 2022’de geçen yirmi yıla göre 12 kat artarken, bir önceki yıla göre -dolar bazında- yüzde 20 arttı ve 12.2 milyar dolara ulaştı. AR-GE yatırımları ise 20 yılda 40 kat artarken, 2021 yılına göre yüzde 26 artarak 2 milyar doları aştı.


SIPRI raporuna göre, Türkiye'nin 2013-2017 arasında yüzde 0.69 olan küresel ihracattaki payı 2018-2022 döneminde yüzde 1.1'e çıktı; en büyük silah tedarikçileri arasında 12'inci sırada yer aldı. Ocak-Ekim 2023 döneminde toplam 4.3 milyar dolar tutarında ihracat gerçekleştirdi. Türkiye’nin silah ihracatında ilk sırayı insansız hava araçları (SİHA) ile güdümlü ve güdümsüz mühimmatlar oluşturuyor. Silah ihracatında aslan payı ise Erdoğan’ın damadının sahibi olduğu BAYKAR’a ait. 


12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, silah sanayindeki sıçramanın daha da ileriye taşınması amaçlanmış. Bu bağlamda 2023’te 6 milyar dolar olan ihracat hedefi, 2028 için 11 milyar dolara yükseltilirken, 15 milyar dolar olan sektörün toplam cirosunun ise 26 milyar dolara çıkarılması öngörülmüş. 


Silah sanayindeki hızlı gelişmede siyasi iktidarın devlet aracılığıyla aktardığı kaynağın önemli bir yeri var. 2024 yılı bütçesinde Savunma Sanayi Destekleme Fonu için ayrılan kaynak da dahil edildiğinde savunma ve güvenlik sektörü için 2024’te 1 trilyon 133.5 milyar lira ödenek tahsis edildiği anlaşılıyor. Dolar bazında bakıldığında 2023’te 16 milyar dolar olan payın 2024’te 40 milyar dolara yaklaştığı görülüyor ki bu da savunma bütçesindeki artışın yüzde 150’ye ulaştığını gösteriyor. 


Savunma ve güvenlik harcamaları için ayrılan pay, 86 milyonun temel gereksinimi olan eğitim için 1 trilyon 615 milyar lira, sağlık için 1 trilyon 650 milyon lira, tarım için 384 milyar lira ve 10 ili yerle bir eden deprem sonrası kentlerin yeniden inşaası için ayrılan 1 trilyon 28 milyar lira ile karşılaştırıldığında AKP/saray iktidarının silahlanmaya verdiği önem daha iyi anlaşılıyor.


Tüm bu verilerin ardından sormak gerekiyor: Kâr aracı olarak gördükleri silah üretimine yatırım yapanlar; onları teşvik etmek için okullarda çocuklara bir öğün yemeği esirgeyen, emekliyi açlığa terkeden yönetimler silahların susmasını çocukların, sivillerin katlinin engellenmesini yani “barış”ı ister mi?


3 Kasım 2023 Cuma

AKP iktidarı 22. yılına girerken…


3 Kasım’da AKP, iktidar koltuğunda 21. yılını doldurdu. Geçen bu süre zarfında tam on hükümet kuruldu. 7 Haziran 2015 sonrasında kurulan ve 1 Kasım 2015 seçimlerinin ardından yeni hükümet kurulana kadar (88 gün) görevde kalan 63. Geçici Seçim Hükümeti’ni saymazsak AKP’nin 21 yıldır ülkeyi tek başına yönettiğini söyleyebiliriz. Bu, CHP’nin tek parti dönemindeki 27 yıllık iktidarından sonra Cumhuriyet tarihinde bir partinin tek başına iktidarda kaldığı en uzun süredir.

100 yıllık Cumhuriyet’in beşte birinden daha uzun bölümüne tekabül eden iktidarı süresince AKP, darbe dönemleri ve tek partili yıllar dışında Türkiye’de ekonomik, siyasal ve sosyal etkisi en güçlü dönüşümün uygulayıcısı oldu. 

AKP’yi iktidara taşıyan koşulları ve onun, iktidarı boyunca gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümü kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarından ayrı düşünmek mümkün değildir. 16 Kasım 2002’de Erdoğan’ın kamuoyuna duyurduğu 58. Hükümet Acil Eylem Planı’nda da belirtildiği gibi AKP iktidarının temel hedefi Kemal Derviş’in kurumsal alt yapısını hazırladığı neoliberal Yapısal Uyum Programı (YUP)’u uygulamaktır. Acil Eylem Planı’nın “Ekonomik Dönüşüm Programı” başlığı altında yer alan hedefler, 21 yıllık iktidarın ana eksenini belirlemiş ve AKP bu programı sadakatle uygulamıştır.

AKP’nin sınıfsal tercihini de açıkça belirleyen Ekonomik Dönüşüm Programı doğrultusunda ekonomi yönetimi “bağımsız kurullar” adı altında piyasa aktörlerine (sermayeye) devredilmiş, kamu işletmeleri hızla özelleştirilmiş, vergiler sermaye dışında kalan emekçi kesimin sırtına yüklenmiş,  kamu harcamaları ve sosyal harcamalar kısılarak toplumdan alınan kaynaklar ve kamu varlıkları; teşvikler, istisnalar vb yollarla sermaye aktarılmıştır. Öte yandan çalışma rejimi esnek ve güvencesiz hale getirilirken sosyal haklar önemli ölçüde ortadan kaldırılmış; eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik başta olma üzere kamu hizmetleri sermaye için kâr alanı haline dönüştürülmüştür.

İktidarı boyunca devleti yoksul, emekçi kesimlerden alıp sermayeye aktaran bir mekanizma olarak kullanan AKP döneminde emek ve doğa sömürüsü ile birlikte gelir eşitsizliği giderek artmış ve halkın büyük çoğunluğu beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmiştir. Sınıflar arası çelişkilerin artmasıyla birlikte emekçilerden ve yoksullaşan halk kesimlerinden gelecek tepkileri bastırmak için AKP hükümetleri, -başta sendikalaşma olmak üzere- örgütlenme hakkı ile basın özgürlüğü, akademik özgürlükler, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi tüm özgürlükleri engellemiş; toplumda etnik kimlik, inanç, cinsiyet ve cinsel yönelim üzerinden “kutuplaştırma siyaseti” izlemiştir.

AKP iktidarının 22. yılına girerken sosyal çöküntüye neden olan politikalarını büyük bir kararlılıkla sürdürmeye devam etmektedir. Eylül’de açıklanan Orta Vadeli Program (OVP), geçtiğimiz günlerde TBMM’de kabul edilen 12. Kalkınma Planı, halen görüşülmekte olan 2024 Bütçe Kanun Teklifi ve hazırlığı yapılan çeşitli kanunlar ile AKP’nin bugüne kadar olduğundan çok daha köklü bir dönüşüme hazırlandığını göstermektedir.  

Bir avuç sermayedarı ihya ederken toplumun çok geniş kesimlerinin içinde bulunduğu yoksulluğu, açlığı, güvencesizliği çok daha derinleştirecek düzenlemelere ilişkin haberlere her gün bir yenisi eklenmektedir. İşte bunlardan bir kaç örnek:

* 25 Ekim'de Resmi Gazete'de yayımlanarak onaylanan 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı ve 12. Kalkınma Planı’nda yer verildiği üzere, ormanları yok eden, toprağı zehirleyen maden arama faaliyetleri "kamu yararına faaliyet" olarak tanımlanacak. Böylece ekolojik yıkıma ve hak gasplarına neden olan madenler toprağını, suyunu, doğasını savunanlara söz hakkı tanınmadan faaliyete geçirilecektir.  

* Gazete Duvar’da Bahadır Özgür’ün “Erdoğan, İstanbul tarihinin en büyük mülkiyet gaspına hazırlanıyor.” başlıklı makalesinde “çitleme hareketi”ne benzettiği  6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da yapılmaya hazırlanılan değişiklikle AKP, tarihin en büyük mülkiyet gaspının yolunu açmaya çalışmaktadır. Buna göre konutunun dönüşüm bedelini karşılayamayanlar kentin dışına sürülecek ve rant merkezleri haline gelecek olan kentler varlıklılara uygun biçimde yeniden imar edilecektir.

* Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda açıkladığı üzere, Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) bazı HES’ler, limanlar, otoyol ve köprüler özelleştirme kapsamına alınacaktır.

* Bakan Şimşek’in 2024 bütçe sunumundan anlaşıldığı üzere şirketlerden alınması gereken vergilerden 2024’te 2.2 trilyon lira, 2025’te 2.7 trilyon lira, 2026’da 2.6 trilyon lira olmak üzere, üç yılda toplam 8 trilyon lira silinecektir.

AKP’lilerin ve onun iktidarlarından nemalananların 21. yılı kutlarken “Nice 21 yıllara!” temennisinde bulunduklarına şüphe yok. Bu temenni gerçek olur ve Türkiye önümüzdeki yirmi yıllarda AKP ya da onun muadili iktidarlar tarafından yönetilir mi? Bu sorunun yanıtını AKP’li yıllarda yoksullaşan, özgürlüklerinden ve haklarından yoksun kalan halkların, emekçilerin mücadelesi belirleyecektir!