26 Şubat 2010 Cuma

TEKEL Direniyor ya Sendikalar?..

26/02/2010


ÖZGÜRCE

TEKEL işçisi 74 gündür, kar kış demeden sürdürdüğü direnişle ekmeğine sahip çıkıyor. Aslında direnişle savunulan sadece TEKEL işçisinin ekmeği değil, Türkiye’deki tüm emekçilerin ekmeğidir. Çünkü TEKEL işçisinin ekmeğini elinden alan; onu güvencesiz, örgütsüz çalışmaya mahkum etmeye çalışan, içinde bulunduğumuz düzendir. Dolayısıyla TEKEL işçisi ekmeği için direnirken, tüm emekçilerin ekmeğini de savunmaktadır.

TEKEL işçisinin tüm emekçilerin ekmeğini savunan direnişinde gösterdiği kararlılık, son 30 yıldır sindirilmiş olan işçi sınıfına yeniden mücadeleyi hatırlatmıştır. Ancak tüm emekçilerin haklarını savunmasına rağmen TEKEL direnişi, diğer emekçi kesimler ve elbette en başta da sendikalar tarafından gerektiği gibi sahiplenilmemiş ve mücadelede ortaklaştırılamamıştır.

Her ne kadar Türkiye’nin 6 konfederasyonu TEKEL direnişi sayesinde bir araya gelmiş ve bunlardan özellikle 4’ü bir takım eylem kararları almışsa da, bunlar “destek” amacının ötesine geçememiştir. Oysa gerek kamu gerekse özel sektörde pek çok işyerinde çalışma koşulları, TEKEL işçisinin direndiği koşullardan çok daha kötüdür ve birçok işkolunda koşullar daha da kötüleşecektir. Bu süreçte mücadeleyi ortaklaştırmak için TEKEL direnişi büyük bir fırsat yaratmıştır. Ama gelin görün ki konfederasyon yönetimleri, bu önemli fırsatı kullanmak bir tarafa, direnişi etkisizleştirmek ve TEKEL işçisini yalnızlaştırmak için neredeyse özel bir çaba harcamaktadır. Bunun son örneği, 22 Şubat’ta 4 konfederasyon tarafından alınan kararlardır.

TEKEL işçisinin büyük umut beslediği ve “Genel grev, genel direniş” sloganlarıyla beklediği 22 Şubat toplantısında alınan kararlar, tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratmıştır. 22 Şubat’ta, bırakınız TEKEL direnişiyle ortaklaşacak bir mücadele kararını, tam tersine; TEKEL işçisini yalnızlaştıracak bir “mücadeleden kaçış” tavrı ortaya konmuştur. Zira, 70 günü aşan süredir en zor koşullarda, en güçlü baskılara karşı koymayı başarmış bir direniş karşısında kokart, pankart uygulaması gibi meşaleli yürüyüş ya da oturma eylemleri gibi son derece pasif eylemlere yönelmeyi “mücadeleden kaçmak” dışında ifadelendirmek mümkün değildir.

22 Şubat kararlarının daha da vahim olan tarafı; hükümete birtakım talepler yöneltip bu taleplerin yerine getirilmemesi halinde -direnişi bitirin anlamına gelecek biçimde- 26 Mayıs’ta, yani 3 ay sonra bir genel eyleme gidileceğinin belirtilmesidir. Konfederasyonun talepleri, tüm emekçilerin karşı karşıya olduğu ve TEKEL direnişinin de gerekçesini oluşturan -iş güvencesi, kıdem tazminatı hakkının korunması, kiralık işçiliğin yasallaşmaması ve örgütlenme hakkı gibi- emeğe yönelik saldırıların durdurulmasıdır. Bunlar yanında bir başka talep de çalışma yaşamına ilişkin yasaların ILO ve AB normlarına uyarlanmasıdır. Bir taraftan emekçilere yönelik saldırıların durdurulması talep edilirken, diğer taraftan özellikle AB normlarına uyulmasını istemek çok büyük bir tutarsızlıktır. Zira, karşı çıkılan tüm düzenlemeler zaten AB normlarının gereği olarak yapılmaktadır. Bu tutarsızlıklarıyla konfederasyonlar, “AB’den medet umarak emekçilerin haklarının korunamayacağını” halen anlamadıklarını bir kez daha göstermiştir.

22 Şubat kararları, gerek içeriğindeki “tutarsızlık” gerekse Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli mücadelelerinden biri olan TEKEL direnişini yalnızlaştırması nedeniyle, Türkiye sendikal tarihinde “yüzkarası” bir belge olarak yerini alacaktır. Konfederasyonların sendikalara güvensizliğini daha da artıran ve örgütlü mücadeleyi anlamsızlaştıran bu tutumunu kabul etmek mümkün değildir. Mücadeleden kaçan, tutarsız sendikal yapılarla ekmek kavgası verilemez. Bu durumda örgütlü mücadeleye daha fazla zarar vermeden, 22 Şubat kararlarının altında imzası olan yönetimlerin sendikalar içinde sorgulanması ve sendikaların acilen emekçilerin ihtiyaç duyduğu mücadeleyi örgütleyecek bir yapıya kavuşturulması gerekir. Sendikaların mücadeleye nasıl çekileceği konusunda ise fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. TEKEL işçisi, 74 günlük direnişinde bunun nasıl yapılacağını en güzel şekilde göstermiştir.

24 Şubat 2010 Çarşamba

TEKEL Direnişi ve 22 Şubat Kararları Üzerine...

23.02.2010


Sendikacılarla sohbetlerde mücadeleden neden uzak oldukları, neden sürekli olarak hak kayıplarına neden olduğu halde sermaye ile uzlaştıklarını sorduğumda birçok kez, “mücadele edecek işçi bulduk da biz mi kaçıyoruz” yanıtını almışımdır. Bu yanıt beni hiçbir zaman tatmin etmemiştir; çünkü sendikaların görevinin mücadeleye hazır işçileri yönlendirmek yanında işçileri mücadeleye hazırlamak olduğunu da düşünmüşümdür. Özellikle 1980’den bu yana -birkaç şube ya da işyeri düzeyindeki girişim dışında- sendikal yayınlar ve eğitim çalışmalarına bakıldığında işçileri mücadeleye yönelik olarak bilinçlendirmek bir yana, mücadeleden uzaklaştırılmaya yönelik olduğunu dahi söylemek mümkündür.

Üyelerini mücadeleye yöneltmekten özellikle uzak duran birçok sendikanın, kimi zaman hak ya da çıkar amaçlı mücadelelerde işçileri yalnız bıraktıkları ve hatta mücadelelerini engelledikleri de görülmüştür. Emekçileri esnekliğin boyunduruğuna alıp, güvencesizleştiren, örgütsüzleştiren 4857 sayılı İş Kanunu ve emeklilik hakkını fiilen ortadan kaldıran, sağlığı piyasalaştıran 5510 sayılı SSGSS de yine sendikalar ve konfederasyonlar tarafından yeterli mücadele gösterilmediği için yasalaşarak uygulamaya konulmuştur.

Sonuç olarak, sendikaların özellikle konfederasyon düzeyinde yapılanmaların son 20 yıllık icraatlarına bakıldığın son derece açık ve net bir biçimde “başarısız” oldukları söylenebilir. Konfederasyon düzeyindeki bu başarısızlık 2001 krizi sonrasında Türkiye’nin piyasa ekonomisi doğrultusunda emekçi haklarını yok ederek yeniden yapılandığı süreçte çok daha görünür hale gelmiştir.

Sermaye ve siyasi iktidar yandaşlığına dayanan uzlaşmacı, sosyal diyalogcu sendikal anlayışı tüm başarısızlığına rağmen sürdürmekte ısrarcı olan konfederasyon yönetimleri TEKEL direnişi sürecinde de aynı tavrı sürdürmeye devam etmiştir. TEKEL işçisinin kararlı duruşu sayesinde direnişin yanında görünmek zorunda kalan Türk İş ve diğer konfederasyonların samimiyetsizlikleri 17 Ocak mitingi, 4 Şubat grevi ve 20 Şubat eylemlerindeki göstermelik katılımlarıyla bir kez daha açığa çıkmıştır.

Konfederasyonların TEKEL direnişine yönelik desteklerinin samimiyetsizliğini ortaya koyan son durum 22 Şubat’ta 4 konfederasyon tarafından alınan kararlardır. Sendikaların son 20 yıldaki başarısızlığının devamı niteliğinde olan ve kendi içerisinde çelişkiler barındıran bu kararlar 70 gündür son derece zor koşullarda yürütülen bir mücadeleye yapılabilecek – en hafif tabiriyle- en büyük haksızlıktır. Çünkü bu kararlar içerisinde kokart, pankart uygulaması gibi meşaleli yürüyüş ya da oturma eylemleri gibi son derece pasif eylemlere yer verilmiştir. TEKEL işçisinin canı pahasına yürüttüğü 70 günlük direnişle dalga geçercesine alınan bu kararlar direnişi sönümlendirmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Aslında konfederasyonlar 22 Şubat’ta aldıkları kararların talepler başlığı altında ne kadar derin bir çelişki içinde olduklarını da ortaya koymuşlardır. Kabul edilmemesi halinde hükümeti 26 Mayıs’ta genel greve gitmekle tehdit ettikleri bu taleplerde bir taraftan iş güvencesi, kiralık işçiliğin yasallaşmaması, kıdem tazminatının korunması ve örgütlenme hakkı dillendirilirken diğer taraftan tüm bunları dayatan AB normlarına da uyulması istenmektedir. Hiç şüphe olmamalıdır ki hükümet bu talepler içerisinde yer verilen AB normlarına uyumu en kısa sürede gerçekleştirecek ve bu kapsamda iş güvencesini, örgütlenmeyi tamamen ortadan kaldıracak düzenlemeleri getirecektir. Kiralık işçilik düzenlemesi de yine AB normu olarak getirilecektir.

Sözün özü: Sendikaların yıllardır mücadeleden kaçma bahanesi TEKEL direnişiyle ortadan kalkmış, sadece TEKEL işçileri değil tüm emekçiler mücadeleye hazır olduklarını göstermiştir. Ama sendikaların konfederasyonlar düzeyindeki yönetimleri sermaye ve iktidar yandaşlığına devam ederek, sendikacılara rağmen ortaya konan direnişi boşa çıkartma gayreti içindedir. Buna karşı mücadeleden kaçma anlamına gelen 22 Şubat kararlarının altında imzası olan konfederasyonların üyeleri acilen kendi örgütleri içinde bu kararları sorgulamalı ve TEKEL işçisinin yaptığı gibi sendikalar mücadele içerisine çekilmelidir(!)

19 Şubat 2010 Cuma

TEKEL Direnişinden Yargı Krizine…

19/02/2010

ÖZGÜRCE

TEKEL direnişinin hükümeti düşüreceği dillerde dolaşırken, bir anda Erzincan-Erzurum-Ankara hattında yargı üzerinden yaşanan gerginlikler, adeta bir rejim krizi halinde gündeme düşüverdi.

Oysa TEKEL direnişi sayesinde belki de 30 yıldır ilk kez, Türkiye’de işçi sınıfının sorunları ve mücadelesi üstü örtülemez hale gelmiş ve toplumun tüm kesimlerince tartışılmaya başlanmıştı. Dahası, bu direniş sayesinde 7 yılı aşkın süredir iktidarda bulunan AKP Hükümeti, hiç olmadığı kadar sorgulanmaya başlamış ve köşeye sıkışmıştı. Aslında sorgulanan sadece AKP Hükümeti değil, onun da ötesinde 1980’den bu yana uygulanan emek düşmanı ekonomi politikaları ve bu politikaların uygulanmasını sağlayan siyasal düzendi. Daha açık bir ifadeyle, 30 yılın ardından nihayet kapitalist düzen içerisindeki Türkiye’de, kapitalizmin gerçek gündemi olan “sınıflar arası mücadele” su yüzüne çıkmıştı. Ama gelin görün ki, gerçek gündem yine alaşağı edildi ve bu kez yargı üzerinden yürütülen düzen içi iktidar mücadelesi öne çıktı.

Bu ifadelerden yargının, yani hukuk düzeninin ve onun üzerinden yürüyen çekişmenin önemsenmediği düşünülmesin. Elbette hukuk düzeni ve onun üzerinden yürüyen tartışmalar önemlidir. Ancak mevcut sistem içinde yaşanan bu tartışmaların ya da çekişmelerin, işçi sınıfının sorunları ve talepleriyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu tartışmalar sonucunda AKP iktidarı ya da üst yargıdan hangisi üstünlük sağlarsa sağlasın, sonuçta uygulanan ekonomik düzen değişmeyecektir. Düzen aynı düzen olunca da madende, tersanede, inşaatta ölen, sakatlanan emekçinin hakkı yine aranamayacak; ödenmeyen ücretler, sigorta ve tazminatlar yine alınamayacak ya da sendikal örgütlenme hakkını kullandığı için işçiler işten atılmaya devam edecektir.

Dolayısıyla yargı üzerinden yürüyen sistem içi iktidar çekişmesiyle birlikte emekçilerin gerçek gündemi olan sınıf mücadelesi, yani ekmek kavgası, yeniden gündemden düşecek ve sömürü sürecektir. Ve bu çekişmenin galibi kim olursa olsun, yine emekçi kaybetmeye, sermaye ise kazanmaya devam edecektir.

İşte bu döngüyü bozmak için TEKEL direnişini daha da güçlendirmek, yükseltmek gerekir. Bu da her şeyden önce, TEKEL direnişinin yanında olduğunu söyleyen sendikaların samimiyetinden geçer. Bu sendikalar, 4 Şubat’ta bir günlük dayanışma grevi kararı almış, ancak bu kararın gereği önemli ölçüde yerine getirilmemiştir. Aynı samimiyetsizlik bundan sonraki süreçte de devam ederse, TEKEL direnişiyle simgeleşmiş olan ve 30 yıl sonrasında yeniden dirilen işçi sınıfı mücadelesinin yeşerttiği umutlar solacak ve ekmek mücadelesi yerine gündemi yine kısır iktidar tepişmeleri alacaktır. Yani işçiler ölmeye, sakat kalmaya, emeğinin karşılığını alamamaya, örgütsüzlüğe, işsizliğe, yoksulluğa; kısacası sömürülmeye, daha fazla sömürülmeye devam edecektir…

12 Şubat 2010 Cuma

Sendikacıları Yunanistan’a Göndermek Gerek…

12/02/2010

ÖZGÜRCE

Bizim sendika yöneticilerini Yunanistan’a göndermek gerek. İki nedeni var bu önerimin. Birincisi, özellikle AB üyeliğini işçi sınıfının ve sendikaların kurtuluşu olarak görüp, emekçileri de buna ikna etmeye çalışanların, Yunanistan’ın durumunu görmesi için. İkincisi de grev nasıl yapılırmış öğrensinler diye…

Yunanistan, 1981 yılında 10. üye olarak AB’ye kabul edilmişti. 29 yıldır AB üyesi olan Yunanistan, özellikle geçen 10 yıl içerisinde AB’nin üyelerine koşul olarak getirdiği serbest piyasa ekonomisine uyumlu politikalar izledi. Bu politikaların gereği olarak da aynen bizde olduğu gibi sosyal güvenlik sisteminden sağlık sistemine sosyal haklar geriletilirken, kamu hizmetleri piyasalaştı ve çalışma yaşamında esneklik hakim kılınmaya çalışıldı. Tüm bunların üzerine Yunanistan, para sistemini AB para sistemine uyarlayıp avroya geçince yaşam pahalandı ve yoksulluk arttı.

Yunanistan’da bunlar yaşanırken, gözleri Brüksel’den başka bir yeri görmeyen bizim sendikacılar, Avrupa Sendikalar Birliği’nin (ETUC) yönlendirmesi ve bol akçeli projelerin de çekiciliğiyle Türkiye’de işçi sınıfının ve sendikal hareketin AB ile kurtulacağı hayaline kapıldı. Böylece AB’ye üyeliğin gereği olarak uygulanan politikaların getirdiği piyasalaştırma süreçleriyle emekçileri güvencesizleştiren ve örgütsüzleştiren uygulamalara karşı ciddi bir mücadele örgütlemedi. Aksine, AB destekli eğitim çalışmalarıyla işçiler, AB masallarıyla uyutulmaya çalışıldı. Sonuç olarak da gerekçesi AB’ye uyum olan 4857 sayılı İş Yasası’yla iş güvencesi, 5510 sayılı SSGSS Yasası’yla sosyal güvence ve sağlık güvencesi önemli ölçüde ortadan kalktı. Öte yandan, yine AB’ye üyeliğin gereği olarak kamu hizmetleri piyasalaştı ve özelleştirmeler gerçekleşti. Böylece emekçileri işsizliğe, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe ve dolayısıyla yoksulluğa iten pek çok düzenleme, AB üyeliğinin gereği olduğu için sendikalar tarafından kabullenildi ve gerekli tepki gösterilmedi.

Bugün TEKEL’in özelleştirilmesi, TEKEL işçisinin işsiz bırakılması ve razı edilmeye çalışıldığı güvencesiz çalışma koşulları da AB üyeliği gerekçe gösterildiği ve bu nedenle sendikaların karşı mücadele örgütlemediği sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani TEKEL işçisini direnişe sürükleyen koşulların oluşmasında, emekten yana olduğunu söyleyerek AB’yi savunanların büyük vebali vardır. Şimdi bu vebalin sahipleri, tüm bu yaşananlardan ders çıkartmıyorsa, gidip 29 yıllık AB üyesi Yunanistan’ın ekonomisine ve emekçilerine yönelik uygulamalarına bakmalıdır. Belki o zaman, AB’yi savunarak emekçileri temsil edemeyeceklerini anlayabilirler(!)

Sendikacılara Yunanistan ziyaretini önermemin ikinci nedeni, grev eyleminin nasıl yapılacağını öğrenmeleri içindir. Aldıkları grev kararına rağmen 4 Şubat’ta uçakların, trenlerin vızır vızır işlemesine; bankalarda, devlet dairelerinde ve pek çok fabrikada üretimin, hizmetin kesintisiz devam etmesine rağmen meydanlara çıkıp grevin başarısından söz edenlerin, Yunanistan’a gidip grev nedir, nasıl yapılır dersi almaları gerekir. Ama grev kararı aldıktan sonra işyerlerine “İş bırakmayın” talimatı verenlerin, grev dersinden önce dürüstlük dersi almaları gerekir. Tabii dürüstlük, samimiyet dersle elde edilebilecek bir meziyetse(!..)

9 Şubat 2010 Salı

Sendikalar AB'ciliğin Hesabını Vermelidir!..

09.02.2010

 Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin piyasaya açılması ve emek piyasasının esnekleştirilmesi AB’nin tam üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu ev ödevlerinin başında gelir. Çünkü AB’nin temel belgesi olan Kopenhag Kriterlerinin ekonomi başlığı altında Birliğe üyeliğin temel koşulu, “serbest piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi” olarak ifade edilmektedir. Türkiye’nin AB’ye uyumu taahhüt ettiği AB Müktesebatına Uyumun Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Program ise Kopenhag Kriterlerini içeren Katılım Ortaklığı Belgesi ve çerçeve yönetmelik doğrultusunda hazırlanmıştır. Yani Türkiye, AB’ye uyumu taahhüt ederken özelleştirmeyi, piyasalaştırmayı ve esnekleştirmeyi içeren piyasa ekonomisini tüm kurum ve kurallarıyla yaşama geçirmeyi de taahhüt etmiştir.

Türkiye’yi 7 yılı aşkın süredir yönetmekte olan AKP’nin 11.02.2002 tarihli “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” adını taşıyan parti programı AB’ye uyum üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca AKP, kendisini iktidara taşıyan Kasım 2002 seçimlerine giderken hazırladığı “Her Şey Türkiye İçin!” adlı seçim bildirgesinde de “Kopenhag Ölçütleri”ni benimsediğini özellikle belirtmiş ve hemen her alanda AB müktesebatına uyumu gözetilmiştir. İktidara geldikten sonra da AKP; parti programı ve seçim bildirgesine sağdık kalmış ve AB’nin verdiği ev ödevlerini en iyi biçimde yerine getirmeye gayret etmiştir. Bu bağlamda, tarımdan enerjiye, sağlıktan eğitime pek çok alanda piyasa kuralları hâkim olmuş; 1980 sonrası özelleştirmelerin (satış hasılatı bakımından) yüzde 85’i AKP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir. Emek piyasalarının esnekleşmesi bakımından da AKP, son derece önemli ilerlemeler kaydetmiş ve başta 4857 sayılı İş Kanununu olmak üzere esnek çalışmayı yasallaştıran düzenlemeler yapmıştır. Böylece kamu hizmetleri dahil olmak üzere tüm alanlarda iş güvencesi ve sosyal güvence muğlaklaşmış, taşeron uygulamaları, kısmi süreli çalışma gibi esnek istihdam biçimleri emek piyasasında hakim duruma gelmiştir.

AKP hükümetlerinin diğer uluslararası kurumlarla beraber AB’ye uyum çerçevesinde uyguladığı politikalar, TEKEL işçilerinin 57 gündür kışın en soğuk günlerinde Ankara sokaklarında açlık grevleriyle birlikte devam eden direnişinin nedenidir. TEKEL işçilerinin çalıştıkları işyerleri özelleştirilirken ve kapatılırken gerekçe olarak AB’ye uyum gösterilmiştir. AB’ye uyum için işyerleri özelleştirilen, kapanan işçilerin 4C gibi güvencesiz bir statüde çalışmaya zorlanmaları da yine AB’nin Türkiye’den uymasını istediği ve esnekliği çalışmayı içeren Avrupa İstihdam Stratejisinin gereğidir.

Velhasıl, AKP kuruluşundan bu yana savunduğu AB’ye uyum konusunda izlediği “tutarlı” yolun sonrasında ekonomik kaynakları yerli ve yabancı sermayeye aktarmış ve TEKEL işçileri ile sembolleşen milyonlarca emekçiyi işsiz ve güvencesiz bırakmıştır. AKP, işçinin direnişi karşısında da hala aynı “tutarlılıkla” varlığını borçlu olduğu politikaları canla başla savunmaktadır.

AB’ye uyum süreci içinde son 7 yılda hızla piyasa ekonomisine entegre olan Türkiye’de kendi içerisinde “tutarlı” olan AKP’yi günah keçisi haline getirmek yerine emekçinin hakları adına, demokrasi ve insan hakları adına AB’yi savunanları sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Kimi üniversitede, kimi sendikalarda, kimi sol partiler içerisinde AB savunuculuğu yapanların emekçilerin son 7 yılda kaybettiği haklar üzerinde büyük vebali vardır. Çünkü onlar AB’yi savunacağız derken piyasa ekonomisine entegrasyon sürecine emekçilerin tepki vermesini engellemişlerdir.

Örneğin sendikalar, mücadeleyi örecek sınıfsal eğitimler yerine AB’nin finanse ettiği sosyal diyalogla ve AB’ye üye olarak her şeyin çözüleceği yalanlarını içeren eğitimler vermişler ve hala da vermektedirler. Sendika yöneticileri ne üyelerine ne de işçi sınıfının diğer kesimlerine kulak vermiştir, onların gözü kulağı Brüksel’de ya da işverenlerle beş yıldızlı otellerde yapılan toplantılardadır. Kimi sendikalar için AB, gelir kapısı haline dönüşmüş, üye aidatlarından daha çok AB projelerinden gelir elde etmeye başlamışlardır. Üniversitelerde de gerek kurumsal düzeyde gerekse bireysel olarak akademisyenler düzeyinde AB’nin politikaları sorgulanmadan mutlak bilimsel doğrular olarak kabul görmüştür. Kendisini sol’da, emekçinin yanında tanımlayan birçok akademisyen bol akçeli AB projelerinin peşinde piyasa ekonomisini meşru hale getirmiştir. Sol’da tanımlanan kimi partiler de yine AB akımına kapılmışlardır.

Sonuç olarak, işçinin emekçinin gözünde AB’yi savunan sol siyasi oluşumlar da sendikalar da çelişkiler içerisinde, güven duyulmayacak kurumlar olarak belirlenmiştir. İşinden, ekmeğinden olan emekçiler sendikalara güvenlerini kaybetmiş ama örgütlü olmaya ihtiyaç da giderek artmıştır. O zaman da seçenek olarak geriye sendikalarda ve emekten yana örgütlerde başta AB savunuculuğu olmak üzere emekçilerin haklarının gasp edilmesinde vebali olanlardan hesap sorulması kalmıştır. Ancak bu hesap sorulduğu takdirde sendikalar ve diğer emek örgütleri yeniden itibar kazanacak ve örgütlü mücadele yeniden umut olabilecektir.

5 Şubat 2010 Cuma

Yumurta Küfesinin Hesabını Kim Ödemeli?

05/02/2010
ÖZGÜRCE

31 Ocak akşamı TRT 1’de yayınlanan Enine Boyuna programında Başbakan’a gazeteciler soruyor: "TEKEL işçilerine, eczacılara, doktorlara, avukatlara yönelik çalışmalar bir dönüşüm. Bu dönüşüm iyi yönetilebiliyor mu, zamanlaması iyi yapılabiliyor mu?"


Başbakan yanıtlıyor: "Bunlar planlı, programlı işler, ertelediği zaman da ‘niye bu kadar ertelediniz?’ diye sorulacak” diyor ve devam ediyor: "Sırtımızdaki yumurta küfesi çok ağır. Bunu hafifletmemiz lazım. ’Acaba bu ne der, şu ne der’ diye bakarsak, hiçbir adımı atamayız. Bunlar ertelene ertelene gelecek kuşakların üzerine çok daha büyük yük olarak kalır, biz bunun kalmasını istemiyoruz".

Başbakana sorulan soru da bu soruya verilen cevap da çok önemli. Soruda işçilere, eczacılara, doktorlara avukatlara yönelik bir “dönüşüm”den söz ediliyor ve bu dönüşümün iyi yönetilip yönetilemediği sorgulanıyor. Başbakanın bu önemli soruya cevabı; bu dönüşümün planlı, programlı olduğu sırtlarına yumurta küfesi olarak yüklediği ve ertelendiğinde hesap sorulacağı şeklinde oluyor.

Bizim de aklımıza başbakanın sırtına bu “planlı, programlı” yumurta küfesini kimin yüklediği ve başbakanın ve hükümetinin kime hesap vereceği geliyor. Önce “bunlar ertelene ertelene “gelecek kuşakların” üzerine çok daha büyük yük olarak kalır, biz bunun kalmasını istemiyoruz" sözünü anımsayıp acaba başbakan, yükü çocuklarımızın üzerine mi bırakmak istemiyor? diye düşünüyoruz ama dönüşüm adına işçileri, eczacıları, doktorları, avukatları ve bilumum emekçi ve kamu hizmeti gören kesimi düşününce aklımız başına geliyor.

Öyle ya işçinin yani “gelecek kuşağın” anasının, babasının çok düşük ücretle çalıştığı için sağlıklı beslenememesi, iyi eğitim alamaması; iş kazalarına kurban gittiği için yetim kalması; güvencesiz olduğu için ve sağlık hizmetleri paralı olduğu için hastalandığında doğru dürüst tedavi olamaması çocuklarımızın geleceği üzerinden nasıl bir yükü kaldırır ki?

Demek ki başbakanın gelecek kuşaklara kalmasın diye hafifletmek istediği yumurta küfesinin ne bizim ne de çocuklarımız geleceğini daha iyileştirmekle ilgisi yoktur.

O halde sormak gerekiyor başbakana: Bu ülkede işçisinden memuruna, esnafından çiftçisine, işsizinden öğrencisine kadar toplumun çok büyük bölümünü açlığa, işsizliğe, güvencesizliğe iten bu “planlı, programlı işler” kimler tarafından organize ediliyor ve kimler tarafından önünüze konulup sonra da hesabı soruluyor? diye.

Bu soruya cevap olarak bizi iktidara getirenler denecektir elbette… Bu cevap kabulümüzdür. Ama sakın sözü geçen televizyon programında olduğu gibi “bizi TEKEL işçisi iktidar yapmadı, bizi milletimiz iktidar yaptı” masalı anlatılmasın. Başbakanın ve hükümetin içinde bulunduğu siyasi ve psikolojik bunalımda işçiyle milleti ayrıştırarak vaziyeti kurtarma gayretini anlayabiliriz ama özellikle TEKEL direnişinin hükümetin hiçbir zaman olamadığı kadar samimi ve gerçek olduğunu herkesin çok açık biçimde görmekte olduğunu da hatırlatmak isteriz.

Lafı uzatmadan biz söyleyelim, eğer sandıktaki oy olarak bakarsak, başbakanı ve partisini iktidara getirenler içinde TEKEL işçisi de kapanan SEKA’nın işçisi de taşeronda çalışan ya da işsiz olan emekçi de vardır. Ama iktidarın esas kaynağı ve yumurta küfelerini başbakanın sırtına koyarak, ondan hesap soranlar; bu toplumu açlığa yoksulluğa, işsizliğe ve güvencesizliğe sürükleyenler ABD, AB, DB, OECD ve IMF ile TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB gibi yerli patronların örgütleridir…

Son söz şunu hatırlatalım: TEKEL işçisi ve onun direnişiyle bütünleşen milyonlarca emekçi başbakan sırtındaki yumurta küfesinin hesabını ödesin diye açlığı, yoksulluğu ve güvencesizliği kabullenmeyecek, hesabı o yükü sırtına alanların ödemesi için mücadelesini sürdürecek ve kazanacaktır(!)