25 Kasım 2008 Salı

Kriz, İşsizlik ve 29 Kasım Mitingi…


25/11/2008 07:57
Kapitalist sistemde emekçi kesimlerin karşılaşacakları en büyük tehlike emek gücünü satamaması yani çalışamamasıdır. Çünkü emekçi, emek gücünü satamadığı anda gelir elde edemez ve yaşamını sürdüremez. Emek gücünün satılmasını engelleyen en önemli etken çalışacak bir iş bulamamak yani işsiz kalmaktır. Sermaye, emekçi için yaşamsal bir tehdit olan işsizliği emek maliyetini düşürmek ve işçi sınıfı üzerinde ideolojik tahakküm kurmak üzere kullanılır. İşsizliğin emek maliyetini düşürme işlevi emeğin birbiri ile rekabetinin yoğunlaşması yoluyla olur. İşsizliğin ideolojik tahakküm aracı olarak kullanılması, diğer bir ifadeyle “emekçiyi işsizlikle terbiye etmesi” ise emekçinin yaşamının sermaye sınıfının elinde olduğu ve sorgulamadan ona itaat etmesi gerektiği algısının yaratılması üzerinden gerçekleşir.
Kriz dönemlerinde sermaye, işsizlik silahını çok daha etkili biçimde kullanmaya çalışır. Çünkü kâr hadlerinin düşmesiyle oluşan kriz koşullarında sermaye, ilk iş olarak kârı tekrar yükseltmek üzere emek maliyetini düşürmeyi hedefler. Bunu da istihdamı azaltıp emek verimliliğini arttırarak ve işsizlik tehdidi ile ücret ve diğer sosyal hakları gerileterek gerçekleştirmeye çalışır. Öte yandan kriz dönemlerinde sermaye ve daha genel anlamıyla kapitalizm, diğer dönemlere göre çok daha fazla sorgulanmaya başlanır. Başka bir ifade ile kapitalist ideolojinin hegemonyası sarsılır. İşte bu süreçte emekçiler işsizlik tehdidi altında yaşamlarını sürdürmek üzere birbirleriyle rekabet ederken, sistemin ve sermayenin sorgulanmasının ve örgütlü bir güç oluşturmasının engelleneceği düşünülür.
Eğer, emekçi sınıfların örgütlendiği sendika ve siyasi oluşumlar, sınıfsal bir bakış açısıyla hareket etmiyor ve sermaye ile uzlaşı içerisinde bulunuyorsa, sermayenin işsizlik üzerinden beklentilerinin gerçekleşme olasılığı yüksek olur. Ama emek örgütleri, kapitalist sistemin işleyiş mantığı üzerinden hareket eder yani, sınıfsal bir perspektifle mücadeleyi örgütlerse emekçi için yaşamsal olan işsizlik tehdidi sisteme karşı bir enerjiye dönüşebilir ve işsizlik silahının namlusu emekçiden sermayeye çevrilebilir.
Bunun gerçekleşebilmesi için her şeyden önce sendikaların, sermayeye olan bağımlılıklarından kurtulması ve sadece üyelerini değil başta işsizler olmak üzere tüm toplum kesimlerini kapsayan sınıf ve kitle sendikacılığına dönmesi gerekir. Ancak, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışıyla hareket eden ve emekten yana tüm siyasi oluşumlarla en sıkı biçimde işbirliği ve dayanışma içerisine girerek en geniş taban üzerinde oluşturulan bir mücadele emekçileri bu sömürü ve soygun düzeninden kurtaracaktır. Zamanlaması, hazırlık aşaması ve ardından gelecek adımların belirsizliği gibi pek çok yönden eleştiriye açık olmakla birlikte 29 Kasım’da KESK ve DİSK tarafından düzenlenen Ankara mitingi bu noktada önemli bir fırsattır. Düzenleme kararını alanların niyetinden öteye bu miting, sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan kriz paketlerinin gündemde olduğu bir süreçte, hem emekçilere mücadele cesareti vermesi hem de hükümete ve sermayeye bu sömürü ve soygun düzenine rıza gösterilmeyeceğinin beyanı bakımından son derece önemlidir. İşte bu nedenle tüm emek örgütlerinin, emekten yana siyasi oluşumların ve en önemlisi işçi, işsiz, memur, taşeron çalışan, köylü, küçük esnaf, küçük üretici öğrenci ve diğer tüm emekçi kesimlerin 29 Kasım Ankara mitinginde ses vermesi gerekir..!

29 Kasım Mitingi


21/11/2008 ÖZGÜRCE

Sermayenin krizi son sürat derinleşiyor ve yayılıyor. Türkiye’nin dört bir yanından işten çıkartma haberleri geliyor. İşten çıkartma okumuş okumamış, vasıflı vasıfsız, sendikalı sendikasız tanımadan tüm emekçileri vuruyor. Emekçiler, patronlarının karı düştü diye işsiz, aşsız kalıyor. Kriz nedeniyle emekçilerin yaşamına yönelen saldırı karşısında emekçilerin mücadele etmesi “benim yaşamımı, ailemin yaşamını senin kâr hırsına kurban etmeyeceğim” demesi gerekiyor. Ama, bunu tek başına söylenmesinin hiçbir anlam ifade etmeyeceği malum. Emekçiler ancak bir araya gelip örgütlü bir mücadele yürütürse emekçiler işine, aşına, yaşamına sahip çıkabilir. Emekçilerin sermayeye karşı bir arada mücadele edebilmelerini sağlayan en önemli araç ise sendikalardır. Kriz dönemlerinde sendikaların ekonomik talepleri dillendirerek üyelerinin haklarını koruma anlayışı anlamını bütünüyle yitirir. Çünkü daima üzeri örtülmeye çalışılan ekonomi ile siyaset arasındaki bütünlüklü ilişki, kriz dönemlerinde çok daha açık biçimde ortaya çıkar. Bu dönemlerde ekonomik talepler siyasi taleplere dönüştürülerek bunlar üzerinden mücadele edilmesi gerekir. Bu mücadelenin yürütüle bilmesi için ise ancak sınıfsal düşünceye/duruşa sahip, tüm emekçi kitleleri kucaklayan bir sendikacılık anlayışı gereklidir. Bu dönemlerde faaliyetlerini üyelerinin ekonomik çıkarlarıyla sınırlı tutan ve/veya hala sermaye ile uzlaşılabileceğini düşünen sendikalar, sermayenin krizi içinde kaybolup gider. Zira kriz, sistemin kirli yüzünü ortaya çıkarttığı kadar onunla uzlaşma içindeki sendikaların da kirli yüzünü tüm açıklığı ile ortaya çıkartacaktır.Krizin emekçi kesimler başta olmak üzere tüm toplum üzerinde yaratacağı yıkımın iyiden iyiye ortaya çıktığı bu süreçte sendikaların özellikle konfederasyonlar düzeyinde sergiledikleri tutum son derece vahimdir. Daha krizin henüz başlarında olunmasına rağmen işsiz kalanların sayısı milyonlara ulaşmışken konfederasyon başkanları gaflet uykusundan uyanamamış, hükümetten “sosyal program” beklentisi içerisindedir (Radikal, 16 Kasım 2008). Hem de bu beklenti “krize karşı önlem alınırken emekçiler de unutulmasın” gibi sadaka dilenir bir ifade ile dillendirmektedir. Bu ifadeleri ile sendikacılar açık biçimde kriz karşısında emekçilerin mücadelesi içerisinde olmayacaklarını beyan etmektedir. İşten atılan sendika üyesi işçilerin sendikaları tarafından dahi sahiplenilmemesi de zaten, yıllarca kendisine aidat ödemiş üyesine sahip çıkmayan sendikanın emekçi kitlelere ne hayrı olur sorusunu akıllara kazımaktadır.Şüphesiz kriz karşısında sendikalar cephesinde hakim olan bu vahim tablo içerisinde KESK ve DİSK’in çağrısıyla 29 Kasım’da düzenlenen Ankara mitingi, biraz da olsa bir umut havası estirmiştir. 29 Kasım mitingi zamanlaması, hazırlık aşaması ve sonrasından gelecek adımların belirsizliği gibi pek çok yönden eleştiriye, tartışmaya açık bir düzenlemedir. Ancak, emekçi sınıflar açısından böylesine hassas bir dönemde açıklanan bir miting kararının (tüm eleştiri ve tartışma süreçleri askıya alınarak) sahiplenilmesi gerekir. Çünkü KESK ve DİSK gibi Türkiye sendikal hareketinin en önemli iki kurumunun çağrısıyla gerçekleşen bir mitingin başarısızlığının bedelini tüm emekçiler ve hatta sermaye dışındaki tüm toplum kesimleri ödeyecektir. İşçisinden işsizine, memurundan öğrencisine, esnafından köylüsüne tüm emekçi kesimlerin sahipleneceği bir 29 Kasım (miting kararını verenlerin niyetinden de öteye) Türkiye’de tüm dengelerin beklenmedik bir biçimde değişmesine neden olabilir. Her şeyden önce tüm emekçi kesimlerce sahiplenilen böyle bir miting, umutsuzluğa kapılmış emekçi kesimlerin yeniden umutlanması ve mücadeleye katılmasını sağlar ki bu daha geniş kapsamlı mücadelelerin yolunu açar. Hükümet ve sermaye kesimi ise emekçi sınıfın mücadele iradesini ortaya koymasıyla ayağını denk alır ve emeğin haklarını sınırsızca çiğneme keyfiyetini eskisi kadar sürdüremez. Öte yandan, gaflet uykusundaki sendikacılar da belki biraz dürtülür, dürtülmese de emekçilerin mücadelesinin altında bürokrasi duvarları tepelerine çöker de ak sendika kara sendika ortaya çıkmış olur. Ama eğer 29 Kasım mitingi başarısız olursa hiç şüphe olmasın ki sermayenin saldırıları çok daha şiddetli olacak, emekçiler arasında da umutsuzluk derinleşecek ve önümüze hem ekonomik hem de siyaseten çok daha kötü bir tablo çıkacaktır.Sözün özü: 29 Kasım mitingi, düzenleyenlerin niyetlerinden de öte Türkiye’de sınıf mücadelesi için önemli bir sınav olacaktır. Bu sınavdan kaçmanın mazereti yoktur. Başta çağrıcı konfederasyonların üyeleri olmak üzere, diğer konfederasyona bağlı emekçiler, örgütsüz işçiler, işsizler, öğrenciler ve tüm emekçi kesimlerin bu mitinge katılması için çalışmalar yapılmalıdır. Her ne gerekçeyle olursa olsun bu mitingi etkisizleştirmeye çalışmak Türkiye emekçi sınıflarına yapılacak en büyük kötülüktür.

11 Kasım 2008 Salı

Güvencesiz Bilim Olmaz...!


11/11/2008 08:30

YÖK düzeniyle birlikte başlayan piyasalaşma süreci, üniversitelerde esnek ve güvencesiz çalışma koşullarını da beraberinde getirmiştir. Malum olduğu üzere piyasalaşma, üniversiteyi kâr /zarar hesabı yapan bir işletmeye dönüştürmüştür. Kâr / zarar hesabı yapan bir işletmenin olmazsa olmaz ilkesi; bir taraftan sunulan üretim ya da hizmetin fiyatlandırılmasıysa diğer taraftan da üretim ve hizmetin sunumu üzerinden en yüksek artı-değeri elde etmektir. Üniversite, bir işletmeye dönüşmesinin doğal sonucu olarak, üniversitede sunulan her nevi emek üzerinden daha fazla artı değer elde etmek üzere yeniden yapılanacaktır.
Günümüz kapitalist üretim / hizmet sürecinde artı değeri en üst düzeye taşımanın yolu esnekliktir. Esneklik, bir taraftan emeğin en ucuz yoldan teminini ve istihdamını sağlarken, diğer taraftan emekçilerin birbirleri ile rekabetini en üst düzeye çıkartarak emeğin örgütsüzleşmesine neden olmaktadır.
Emek maliyetini düşürüp, sömürüyü arttırmayı hedefleyen sermaye için “kaymaklı ekmek kadayıfı” kıvamında olan esnekliğe, üniversiteyi yönetmeye ya da daha gerçek ifadesi ile “işletmeye” soyunan idareciler de dört kolla sarılmaktadır. Çünkü üniversitede başarılı yönetici (ya da işletmeci) olmanın koşulu bilimsel üretim ya da akademik öğretimin düzeyi değil, daha fazla kâr elde edebilmektir…
Üniversitede daha fazla kârı sağlamak üzere taşeron çalıştırmadan stajyer öğrenci istihdamına kadar pek çok esnek istihdam türü geçerli hale gelmeye başlamıştır. Üniversitedeki esnek istihdamın en tehlikeli boyutu kuşkusuz öğretim elemanların istihdamındaki esnekliktir. Bilimsel üretim ve sunum işini gören öğretim elemanlarının istihdamlarının ve dolayısı ile güvencelerinin esnekleşmesi, onları gelecek güvencesi kaygısına itmekte ve bilimsel faaliyetleri özgürce gerçekleştirmelerini engellemektedir.
Üniversitede en güvencesiz olan kesim kuşkusuz araştırma görevlileri, araştırma görevlileri içerisinde de 2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine göre çalışanlardır. İstihdam koşulları, burslu lisansüstü öğrenci konumuna indirgenen 50/d’li araştırma görevlileri lisansüstü öğrenimleri başarıyla bitirseler de üniversite ile istihdam ilişkileri sona ermekte yani, işten atılmaktadırlar. 50/d’li araştırma görevlilerinin üniversitedeki işlerini sürdürebilmelerinin tek bir koşulu vardır. O da bağlı oldukları akademik ve idari kadroların “hoşuna gidecek” konular üzerine çalışmalar yapmak ve mümkünse bu çalışmalarını bir projenin parçası haline getirip üniversiteye gelir getirmektir. 50/d statüsünde olmayan araştırma görevlilerinin istihdam güvenceleri görece daha iyi olmakla birlikte, üniversitede yükselebilmek için benzer baskılar, giderek azalan kadrolu (33/a) araştırma görevlileri ve hatta yardımcı doçentler için de geçerlidir.
Araştırma görevlilerinin akademik ve idari olarak bağlı olduğu kadroların önemli bölümü, YÖK düzenin mali, siyasi ve idari baskı sürecinden geçmiş, mali yetersizlikler nedeniyle sermayeden ya da AB veya Soros fonlarından nemalanmak üzere projeler peşinde koşmaktadır. Hal böyle olunca yüksek lisans ve doktora tez çalışmaları yapan araştırma görevlilerinden beklenen de sermayeye ve kapitalizmin uluslararası kurumlarına hizmet eder konular üzerinde çalışmalarıdır. Bunun diğer bir anlamı ise üniversite içerisindeki tüm çalışmaların toplumsal çıkarı bir tarafa bırakıp, sermayenin çıkarlarına yönelmesidir.
Sözün özü: Üniversitede esnek ve güvencesiz istihdam sadece bu koşullar içerisinde çalışanların değil tüm üniversitenin ve toplumun sorunudur. Üniversitenin, bilimin sermayenin hizmetinden çıkıp tekrar toplumla bütünleşmesi için öncelikle üniversitedeki esnek ve güvencesiz çalışmaya son verilmesi gerekir. Sorun tüm sermaye dışı toplum kesimlerinin sorunu olunca bu sorunun çözümü de yine tüm bu kesimlerin ortak mücadelesiyle gerçekleşebilecektir.

9 Kasım 2008 Pazar

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? -4


07/11/2008

ÖZGÜRCE

Kapitalist sistemin ideologluğunu yapan pek çok iktisatçı da içinde bulunduğumuz krizi, tarihin en büyük krizi ya da yüzyılın en büyük krizi olarak tanımlamaktadır. Marksistlerin 1970’lerden beridir işaret ettiği krizin kapitalizmin ideologlarınca kabullenilmesi önemlidir. Çünkü bu, kapitalist sistemin ideolojik anlamda çöküntü içerisine girdiğini gösterir. Kapitalizmin ideolojik bir çöküntü içerisinde olması onun ekonomi ve siyaset üzerindeki hegemonyasının bütünüyle sarsılıp ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Ama ideolojik olarak sarsılma, insanlığın, kapitalizmin gerçek yüzünü tüm çıplaklığı ile görmesi ve ona karşı bir mücadele başlatması bakımından önemli bir fırsat sunar. Kapitalizmin emeği ve doğayı yok eden gerçek yüzünün toplumların geniş kesimlerince görülmesi, kapitalizme karşı bir mücadeleye dönüşmediği sürece kapitalizm, ideolojik çöküntüsüne rağmen yoluna devam edecektir. Kapitalizmin insanlık ve doğa üzerinde yarattığı vahşetin durdurulabilmesinin tek yolu, tarihsel süreçten de öğrendiğimiz gibi emekçilerin sınıfsal bir perspektifte yürüteceği mücadeleyle olur. Emekçi sınıfların bu mücadelesi, yine tarihsel sürecin gösterdiği üzere sendikalar ve emekçi kesimleri temsil kabiliyeti olan siyasi partiler üzerinden örgütlenebilir.Türkiye, kapitalizmin vahşiliğini derinleştirme politikalarını yaşama geçirdiği 12 Eylül darbesi ile emekçilerin sendikalar ve siyasi partiler üzerinde mücadele kanallarını önemli ölçüde engelledi. Buna rağmen kimi sendikalar ve siyasi oluşumlar, emekçilerin mücadelesini yürütebilmek için çaba gösterdi. Bunlar içinden siyasi oluşumlar sendikalara göre çok daha fazla darbe aldıklarından ve antidemokratik seçim sistemi nedeniyle geniş emekçi kesimleri temsil edebilecek olanaklardan yoksun kaldılar. Sendikaların ise bir kısmı darbeyi çok derinden hissederken, diğer bir kısmı darbenin de aracılık ettiği rejimle bütünleşti. Kapitalizm ve onun dönemsel koşullarının yaşam bulmasını sağlayan 12 Eylül rejimi ile bütünleşmiş olan sendikalar, 12 Eylül sonrası ekonomik kriz dönemlerinde de bu bütünleşmenin sonucu olarak emekçilerin haklarını gerektiği gibi savunmamış, savunamamıştır. Bugün içinde bulunduğumuz krizde de sendikalar, özellikle konfederasyonlar düzeyinde kapitalizmle bu bütünleşmişliklerini aşamamıştır. Konfederasyonların krize karşı ortaya koydukları açıklama ya da programlarda birtakım taleplerin ötesine geçip emekçilerin haklarını savunmaya yönelik hiçbir irade beyan edilememiştir. Oysa bu süreçte sendikalardan beklenen, birtakım talepler manzumesini ortaya koymaktan öte, o taleplere ulaşmak üzere yürütülecek mücadeleyi örgütleme iradesini ortaya koyabilmektir. Bu konuda konfederasyonların ortaya koyamadıkları irade, geçtiğimiz hafta içinde bazı sendikalar tarafından gündeme getirilmiştir. Bunlardan bir tanesi, Limter-İş tarafından işyerlerinde dağıtılmak üzere hazırlanmış olan ve krize karşı sınıfsal mücadele çağrısı yapan metindir. Daha kapsamlı olan diğer biri ise benim de içinde yer aldığım bir çalışma sonucunda oluşturulan ve hafta başında Birleşik Metal-İş tarafından açıklanan metindir. Birleşik Metal-İş, konfederasyonlardan farklı olarak birtakım talepler yanında bu talepleri gerçekleştirmek üzere yürütülmesi gereken mücadeleyi ve bu mücadelenin örgütlemesine yönelik önerileri içeren bir program açıklamıştır. Birleşik Metal-İş Sendikası bu programda, savunulan mücadeleyi tek başına gerçekleştiremeyeceği düşüncesinden hareketle diğer sendikalar ile örgütsüz emekçi kesimlere de mücadeleyi ortaklaştırma çağrısında bulunmuştur. Daha program çalışmalarının başında Türk-İş’e ve DİSK’e bağlı kimi sendikalar, Birleşik Metal-İş Sendikası’nın bu çabasına destek vermiştir. Bir veya birkaç sendikanın mücadele ortaklığı son derece önemlidir. Ancak yeterli olamaz. Mücadelenin kapitalizmle bütünleşmişliğini kıracak tüm sendikalarla ve onların da ötesinde, örgütsüz kesimlerce ortaklaştırılması önemlidir. Bu bağlamda, Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından ortaya konulan mücadele çağrısının içinin doldurulması önemlidir. Dolayısıyla esas iş şimdi başlamaktadır. Sömürü ve soygun düzenine, yani kapitalizme karşı örgütlü-örgütsüz tüm emekçi kesimleri mücadelede bir araya getirmek gerekir. Bunun için de her şeyden önce tutarlı olmak ve emekçi kesimlere güven vermek gerekir. Özellikle 1990’lardan itibaren benimsenen ve AB üyelik süreciyle birlikte daha da derinleşen uzlaşmacı yaklaşım, sendikaların emekçiler nezdinde güven kaybetmesinin en önemli nedenidir. Zira sendikacıların uzlaşmacı yaklaşımları nedeniyle emekçiler, bir taraftan üretim sürecindeki hakimiyeti tamamen kaybederken diğer taraftan da sosyal haklarından olmuşlardır. O halde kriz karşısında tüm emekçi kesimlerle birlikte bir mücadele örgütlenmek isteniyorsa, öncelikle buna öncülük edecek sendikaların emekçilerin güvenini sarsan çelişkilerden arınması gerekir. Bu konuda ilk akla gelen de sendikaların siyasi erk, sermaye ve AB gibi kapitalist örgütler yerine yüzlerini emekçilere dönmeleri ve oradan alacakları güçle sınıfsal mücadeleyi yürütmeleridir. Bu irade gösterilemediği takdirde, en mükemmel talepler ve mücadele programları dahi işlevsiz kalacaktır!

4 Kasım 2008 Salı

6 Kasım’a Hak Ettiği Önem Verilmelidir..!


04/11/2008 08:00

24 Ocak 1980, 12 Eylül 1980 ve 6 Kasım 1981 Türkiye yakın geçmişinde önemli bir dönüşüm sürecinin ortaklaşan olaylarını temsil eden tarihlerdir. 24 Ocak olmasaydı 12 Eylül olmazdı, 12 Eylül olmasa 24 Ocak bugün hala hatırlanır önemde bir tarih olmayacaktı. Aynı şekilde 24 Ocak ve 12 Eylül olmasa 6 Kasım olmaz, 6 Kasım olmasa da ne 24 Ocak ne de 12 Eylül Türkiye tarihinde böylesine önemli bir dönemeci temsil edemezdi.
24 Ocak, özellikle ekonomiyle haşır neşir olanların hatırladıkları bir tarihtir. Türkiye’nin ekonomi politikalarında neoliberalizmin hakim hale getirildiği tarihi temsil eder. 12 Eylül, 24 Ocak’ta beyan edilen ekonomi politikalarının ardındaki iradeyi sağlamak üzere getirilen darbe rejiminin başlangıç tarihidir ki aklı ermiş tüm Türkiye yurttaşlarınca bilinir. 6 Kasım ise 24 Ocak’ta ortaya konan ve 12 Eylül’de fiilen gerçekleşme koşulları hazırlanan neoliberalizmin derinleşmesi ve sürdürülebilmesini sağlayacak ideolojik temelleri hazırlayan ve yayan bir üniversitenin oluşturulduğu tarihi temsil eder. 6 Kasım diğer iki tarihe göre daha az bilinir ve önemsenir. Sadece yolu üniversiteden geçen ama 6 Kasım’da kurulan düzenin yıkamakta başarılı olamadığı beyinlere sahip yurttaşlar bilir bu tarihi ve bu tarihin önemini.
Türkiye tarihinin son derece önemli bir dönemecinde üniversitedeki dönüşümü temsil eden 6 Kasım’ın en az itibar gören tarih olması büyük haksızlıktır. Bu haksızlık YÖK düzenine değil, bilime ve üniversiteye yapılmaktadır aslında… Kurulduğu 27 yıldan bu yana YÖK, üniversite bileşenleri tarafından eleştirilmekte, kaldırılması istenmektedir. YÖK’ün kaldırılması için eylem yapan, kim bilir kaç öğrenci, öğretim elemanı ve üniversite emekçisi coplanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Kim bilir kaçının eğitim hakkı, akademik kimliği elinden alınmış ya da kim bilir sürgün edilmiştir.
İroniktir ama üniversite ile bağlantısı olmayanlar bir tarafa YÖK’ü protesto eden binler on binler içinde öğrenciliği bitirip çalışma yaşamına atılanların bile pek çoğu, üniversiteyi de YÖK’ü de unutmuştur. Oysa üniversite sadece öğrencilik döneminin mekanı değildir. Üniversite, toplumsal yapı üzerinde ve dolayısıyla yaşamın tümünde belirleyici olan bir kurumdur. Üniversite, bilim üretir; üniversite aydın insan yetiştirir. Eğer üniversite toplumla bütünleşmişse toplum için bilim üretir, toplumun çıkarlarını savunacak aydın insanları yetiştirir. Ama toplum sahiplenmiyorsa üniversite, sermayenin, siyasi iktidarın ve dinin egemenliğine girer. Toplumsal gerçekliği değil üzerindeki egemen gücün güdümünde bilgi üretir, insan yetiştirir. Böylece üniversite egemen gücü yeniden üreten ve onu meşrulaştıran bir konuma düşer.
İşte, YÖK düzeni içine sokulan üniversite toplum tarafından yeterince sahiplenilmediği için toplumdan giderek kopmuş ve sermayenin, dinin ve siyasi erkin güdümüne girmiştir. Bu üniversitede toplumun çıkarları için bilgi üreten, aydın insan yetiştirmeye çabalayan pek az akademisyen kalmıştır. Artık üniversitede emeğin nasıl daha fazla sömürüleceğinin; toplumun işsizliğe, yoksulluğa nasıl daha hızlı sürükleneceğinin bilimi yapılmakta, düşünmeyen sorgulamayan, doğmaların esareti altında sermayeye robotlaşmış işgücü yetiştirilmektedir.
YÖK düzeni içinde üniversitenin bugün geldiği konum henüz sermaye tarafından yeterli bulunmamaktadır. Başta TÜSİAD olmak üzere sermayenin dayatmaya çalıştığı üniversite sistemi ile üniversitenin toplumdan bağının bütünüyle kopartılıp tamamen sermayenin hizmetine amade edilmesi istenmektedir.
Unutmayalım ki beterin beteri vardır. Buna ve bunun daha da beterine katlanmamak için tüm emekçi kesimlerin ama öncelikle sendika ve demokratik kitle örgütlerinin 6 Kasım’a “hak ettiği önemi” vermesi ve toplumun için bilgi üreten, aydın yetiştiren üniversite için mücadele etmesi gerekir

2 Kasım 2008 Pazar

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? (III)


31/10/2008

ÖZGÜRCE

Kriz karşısında sendikaların durumunu ele aldığımız bu üçüncü yazıya başlamadan önce çeşitli zamanlarda karşılaştığım “sendikalarla neden bu kadar uğraşıyorsun” sorusu bir kez de Çarşamba akşamı Hayat Televizyonunda Ekopolitik programında sevgili dostum Fuat Ercan tarafından dillendirilince kısa bir açıklama gereği ortaya çıktı. Eğer kapitalist toplumun iki temel sınıftan oluştuğunu ve bunlardan birinin de işçi sınıfı olduğunu kabul ediyorsak işçi sınıfının öz örgütü olan sendikaların durumunu ele almak yani “uğraşmak” gereklidir elbette. Ayrıca, bugün sadece sendika üyesi değil tüm emekçilerin haklarının sendikaların da bir tarafında yer aldığı masalarda belirlendiğini düşündüğümüzde sendikalarla “uğraşmak” daha da elzem hale gelmektedir.Bu çok kısa açıklamanın ardından geçen haftadan bu yana sendikalar cephesinde krize yönelik gelişmeleri incelemeye devam edelim. Bu konuda 28 Ekim Salı günü iki gelişme oldu bunlardan bir Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda yapılan açıklamalar, diğeri de DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve Çiftçi-Sen’in krize yönelik ortak açıklamalarıydı. Türk-İş, bu son açıklamasında da daha önceki gibi krizin ortaya çıkartacağı olumsuzluklara karşı hükümetten beklentileri dile getirip herhangi bir mücadele programı ortaya koymadı. Ancak burada önemli bir gelişme Başkanlar Kurulu nihayet Yörsan’da, Desa, E-Kart’ta ve Türk-İş Sendikaları tarafından yürütülen diğer mücadeleleri desteklediğini açıkladı. Bu destek sadece açıklamada mı kalacaktır yoksa fiili bir destek haline dönüşecek midir zaman içerisinde göreceğiz.Geçen iki haftada bu köşede sendikaların kriz konusundaki konumlanmalarını aktarırken DİSK’in bu konuda en son bir ay kadar önce bir açıklama yaptığını bunda da hiçbir somut öneri ortaya koymadığını belirtmiştik. KESK’in ise krize yönelik hiçbir açıklama yapmamasını eleştirmiş, gelecek açıklamayı merakla beklediğimizi ifade etmiştik. Salı günü KESK’in DİSK’le beraber yanlarına Türkiye’de en önemli iki meslek örgütü TMMOB ve TTB ile Çiftçi-Sen’i de alarak ortak bir açıklama yapacağını duyunca oldukça heyecanlandım. Türkiye’de farklı gibi gözüken ama özünde işçi sınıfının bileşenleri olan bu kesimlerin bir araya gelerek kriz karşısında ortak tavır sergilemeleri son derece önemliydi.Ancak, “Krizden Çıkış İçin, Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme…” başlığı ile açıklanan programı görünce heyecanın yerini yine umutsuzluk aldı. Bu anlamlı birliktelikten çıkan programın başlığından son cümlesine kadar okuduğumda programı kaleme alanların (ki metin yayınlandıktan sonra bu örgütleri bağlar) kapitalist sistemin işleyiş mekanizmasını bilmediklerini düşündüm. Çünkü daha başlıkta yer alan “Sosyal Dayanışma” ifadesi ile bir mücadele yerine krizin ortaya çıkartacağı koşulları kabullenip buna karşı ayakta duracak mekanizmaları oluşturmanın amaçlandığı izlenimi ortaya çıkıyordu. Ki bu hem AKP’nin tabanındaki dünya görüşü ile hem de Dünya Bankası’nın yoksulluk karşısındaki önerisiyle doğrudan örtüşüyordu. Oysa kriz koşullarında sınıf örgütlerinin dayanışmasından beklenen “sosyal (toplumsal) mücadele” ya da “sınıfsal dayanışma” vurgusu olmalıydı. Program başlığında yer alan “demokratikleşme” vurgusu ile de yine gerek AKP gerekse sermaye kesimleriyle ortaklaşıldığı izlenimi ortaya çıkıyordu. “Demokratikleşme” konusu arkası doldurulmazsa (ki arkasında sınıf mücadelesi vardır) hiçbir gerçekliği olmayan, işçi sınıfının karşısındaki kesimlerin de sürekli dillendirdiği bir kavramın anlamsız tekrarı olmaktan öteye geçemez. Metnin içeriğine baktığımızda emekçi sınıfın ihtiyacı olan “demokrasi”ye ulaşılması için hiçbir mücadele önerisinin olmadığı, sadece demokrasinin bir yerlerden gelmesinin beklendiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Söz konusu programın içeriğinde krizin sorumluluğu neoliberal politikalar ile siyasi iktidar, IMF ve Dünya Bankası’na yüklenmiştir. Yani, tam da sistem savunucularının yapmak istedikleri gibi krizin kapitalist sistemden kaynaklandığı gerçeği göz ardı edilmiş, sorunun yanlış politikalar ve yanlış yöneticilerden kaynaklandığı düşüncesi savunulmuştur. Krizin tespiti yanlış olunca krize karşı getirilen çözüm önerileri de aynı yanlış çerçevesinde oluşmuştur. Bu bağlamda, krize çözüm olarak getirilen talepler, sanki bunları gerçekleştirecek “sihirli bir cin” var da o yapacakmış gibi bir beklenti vurgusuyla dillendirilmiştir. Programda daha çok beklenti olarak ifade edilebilecek taleplerin tam da bu kriz sürecinde sermaye kesiminin talepleriyle örtüştüğü görülmektedir. Örneğin anayasanın değiştirilmesi talebi yerinde ve önemli bir talep olmakla birlikte bir mücadele süreci ile desteklenmeyip mevcut koşullar üzerinden gündeme getirildiğinde sermaye kesiminin bu yöndeki talebinden hiçbir farkı kalmamaktadır. Öte yandan, mücadele niyetinden uzak bir demokrasi talebi de akıllarda yine AB’den beklenti içinde olunduğu düşüncesini yaratmaktadır. Ki bu da yine kriz sürecinde sermaye kesiminin sürekli vurguladığı “AB üyelik sürecindeki reformların tamamlanması” talebiyle örtüşmektedir. Sözün özü: Daha önce Türk-İş, Hak-İş, T. Kamu-Sen’in kriz yaklaşımlarında olduğu gibi DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve Çiftçi-Sen’in ortaklaşa hazırladığı programda da örgütler, kriz karşısında mücadeleyi içermeyen, bu konuda kendilerine herhangi bir görev biçmeyen anlayış sürdürülmektedir. Umarız sınıfsal bir mücadele yürütmeden emekçi kesimlerin krizin yıkımından kurtulamayacakları çok geç olmadan anlaşılır ve bu yönde politikalar oluşturulur.

TÜSİAD’ın Yükseköğretim Raporu Üzerine...



28 Ekim 2008
6 Kasım yaklaşırken üniversitedeki muhalifler, YÖK’e karşı tepkilerini ortaya koyacak eylemlere yönelik çalışmalar yapadursun TÜSİAD, “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar” başlıklı bir rapor açıkladı. Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) Kurumsal Değerlendirme Programı (IEP) tarafından hazırlanan raporda Türk yükseköğretim sistemi konusunda önemli tespitlere yer veriliyor ve Türkiye’de birçok kesimin ve toplumun mevcut sistemin kökten değişmesi gereğine inandığı vurgulanıyor.

TÜSİAD’a ait yeni yükseköğretim raporunun giriş kısmında ifade edilen bu vurgu, 6 Kasım’da YÖK’ü protesto etmeye hazırlanan kesimlerin düşüncesini de kapsayan yerinde bir vurgudur. Ancak, kökten değiştirilmesi öngörülen yükseköğretim sisteminin yerine konulması için önerilen, daha önce TÜSİAD, Hükümet ve YÖK tarafından da gündeme getirilen raporlarda da olduğu gibi üniversitenin toplam kalite yönetimi anlayışı içerisinde tam anlamıyla bir ticari işletmeye dönüşmesi ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden yapılanmasıdır.

Raporda üniversiteyi ticari işletmeye dönüştürmek üzere kullanılan kavram aslında üniversite içinde YÖK’e muhalif kesimlerin de dillendirdiği “özerklik”tir. Ancak önemli bir farkla... TÜSİAD`ın özerklik talebi büyük ölçüde mali özerklik üzerine oturmaktadır. Bunun yanında siyasi özerklikten de söz edilmektedir.

Mali özerklik konusunda ön plana çıkartılan üniversitenin “bütçelenmesi”dir. Yani, gelir gider dengesinin kurulması ya da başka bir ifade ile kar – zarar hesabı ile hareket edilmesidir. Bunun için önerilen tam da kapitalist bir işletme anlayışıyla maliyetlerin düşürülüp gelirlerin arttırılmasıdır. Maliyetlerin düşürülmesi denilince de akla ilk gelen personel giderlerinin azaltılması ve bunun için de insan kaynakları anlayışı içerisinde emek verimliliğinin arttırılıp, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır. Gelirler konusunda ise önerilen üniversitenin devlete olan maddi bağımlılığının azaltılıp, devlet dışı fon kaynaklarına daha fazla yönelmesidir.

Diğer bir özerklik vurgusu ise üniversitenin siyasi etkilerden uzak tutulması üzerinedir. Aslında YÖK`ün kuruluşundan buyana en temel talep siyasi özerklik olmuştur. Ancak TÜSİAD raporunda sözü edilen özerklik, üniversite yönetiminin üniversite bileşenlerinin demokratik katılımına açılması bağlamında değildir. Tam da tersine raporda belirtilen özerklik anlayışı, üniversitede karar alma mekanizmalarının sermaye temsilcilerine devredilmesi biçimindedir.

Üniversitede mali ve yönetsel yapıyı tamamen piyasa koşullarına teslim eden TÜSİAD`ın raporunda diğer önemli bir vurgu da üniversitenin temel işlerine ilişkindir. Bu bağlamda, raporla istenen (ki bunun için Bologna süreci ve Lizbon Gündemine referans verilmektedir) gerek bilimsel üretim, gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinde piyasanın taleplerinin temel belirleyici olarak alınmasıdır. Başka bir ifade ile raporda istenen üniversitenin sermayenin ihtiyacı olan AR-GE çalışmalarını yürütmesi ve yine sermayenin ihtiyaç duyduğu “insan kaynağı”nı yetiştirmesidir.

TÜSİAD`ın üniversite için istediği bütçelemeye dayalı özerklik ile üniversitenin işlevleri konusundaki talepleri bir bütündür. Mali olarak devlet dışı fonlara yöneltilerek sermayeye bağımlı hale getirilmek istenen üniversitenin idari olarak da doğrudan sermayenin yönetimine devredilmesi amaçlanmaktadır. Bu iki temel hedef gerçekleştiğinde üniversite, bilimsel üretimi ve bilgi sunumu bakımından bütünüyle sermayenin kontrolü altına girecektir.

Sermayenin üniversiteyi ve bilimi kendi hizmetine sokma hedefi YÖK`ün kuruluşuna kadar uzanan bir süreçtir. Aradan geçen 30 yıla yaklaşan bu süreçte sermaye bu hedefi doğrultusunda önemli adımlar atmıştır. Ancak tüm gayretlere karşılık hala yasal dayanağı da içeren köklü bir dönüşüm sağlanamamıştır. TÜSİAD, diğer pek çok alanda olduğu gibi küresel krizi, üniversitedeki yeniden yapılanmanın hızlanması için bir fırsat olarak görmektedir.

Üniversite, Türkiye`de sermaye sınıfı tarafından her zaman önemsenmiş ve üniversitenin sermaye sınıfının isteği doğrultusunda yeniden yapılanması gündemde tutulmuştur. Buna karşılık işçi sınıfını temsil eden örgütler, bir türlü üniversitenin toplumsal işlevini ve sınıflar arası güç mücadelesindeki önemli rolü kavrayamamıştır. Böylece, bugün kapitalizmin büyük ölçüde çökmekte olan ideolojisi üniversite ve bilim üzerinden yeniden üretilme ve meşrulaşma olanağı bulmuştur.

Kriz dönemleri, sınıflar arası mücadelenin her alanında güçler dengesinin yeniden oluşmasına olanak verir. Bu dönemde gücünü doğru yönlendiren taraf, güç dengelerinin kendi lehine doğru değişmesini sağlayabilir. Mevcut koşullar içerisinde bakıldığında içinde bulunduğumuz kriz sürecinin sermaye sınıfı tarafından çok daha doğru bir biçimde algılandığı görülmektedir. Dolayısıyla sermeye, kriz üzerinden hareketle uzun yıllardır yerleştirmeye çalıştığı daha fazla esneklik, daha fazla piyasalaşma yanında üniversitenin bütünüyle sermayenin hizmetine girmesi talebini de yaşama geçirmek istemektedir. Sermayenin bu amaca ulaşıp ulaşamaması diğer alanlarda da olduğu gibi işçi sınıfının göstereceği dirence bağlıdır. Başta üniversitede örgütlü sendikalar olmak üzere üniversite içindeki ve dışındaki örgütsel yapılar en kısa zamanda harekete geçmediği taktirde sermaye amacına ulaşacak ve üniversite bütünüyle sermaye tarafından teslim alınacaktır (!)