28 Şubat 2014 Cuma

Bir dizi mi izliyoruz?


ÖZGÜRCE
28/02/2014
Her gün bir yenisi ortaya çıkan hırsızlık, yolsuzluk skandallarıyla daha bir görünür olan krize (Bu kriz bakıldığı yere göre siyasi kriz, devlet krizi, sistem krizi ya da demokrasi krizi olarak tanımlanabilir) yönelik en çarpıcı değerlendirmenin New York Times tarafından yapıldığını düşünüyorum. New York Times Türkiye’de yaşananları şöyle değerlendirmiş: “Türkler iyi televizyon dizilerini hep sevdi. Yıllar önceki bağımlılık Dallas’tı ve belli bir yaştaki Türkler çok içen kadınlar için hâlâ Sue Ellen benzetmesi yapıyor. Son dönemde de saray entrikalarını ve Osmanlı Sultanı’nın haremindeki aşk hikayelerini konu alan Türk dizisi “Muhteşem Yüzyıl”, hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da saplantı halini aldı. Şimdi ise Türkiye’nin izlediği program,Türkiye’nin kendi siyasi krizi. Sızdırılan telefon görüşmelerinin istikrarlı bir şekilde yayınlanmasıyla, bir dram dizisi gibi karşımıza çıkan yolsuzluk skandalının yarattığı siyasi kriz... Bu kayıtlardan en sansasyonel olanı Pazartesi (24 Şubat) gecesi yayınlandı.”
New York Times’ın yolsuzluk skandallarını “Türklerin en sevdiği televizyon dizisi” olarak değerlendiren, üstenci bu analizi üzerine uzun uzun düşünmek gerekiyor. Bir halkın, uyguladığı politikalarla kendisini giderek yoksulluğa, güvencesizliğe iten bir siyasi iktidar tarafından soyulmuş olduğu yönündeki iddiaları kendisini tamamen dışarıda tutarak bir TV dizisi gibi izlemesi son derece vahimdir. Bu durum insanın iradesini siyasi iktidara teslim etmesi ve kendisine, yaşadığı topluma, geleceğine kısacası siyasete yabancılaşması olarak ifade edilebilir.
Yabancılaşma, kapitalist sistemin egemenliğini sürdürebilmek için kullandığı en etkili araçtır. Nasıl ki üretim sürecinde işçinin emek gücüne yabancılaşması, onun sermayenin tahakkümü altına girmesini sağlıyorsa; toplumun siyasete yabancılaşması da o toplumun siyasi erk tarafından tahakküm altına alınmasını sağlar. Siyasete yabancılaşma toplumun bilgi edinme, kendisini ifade etme ve örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılıp, toplum iradesinin sadece seçim sandığında tecelli edeceği yanılgısının yaratılmasıyla sağlanır.
90 yıllık cumhuriyet, burjuva devlet anlayışının da gereği olarak tüm özgürlükleri kısıtlayıp, toplum iradesini son derece antidemokratik düzenlemelerle bezenmiş seçim sanığında hapsederek siyasete yabancılaştırmaya çalışmıştır. Buna karşı yürütülen mücadelelerin yükseldiği dönemlerde ise askeri darbelerle baskılar arttırılmış, demokrasi talepleri şiddet de kullanılarak baskılanmıştır. AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde de bu anlayış değişmemiş, aksine yasalar ve kolluk güçleri vasıtasıyla özgürlüklere yönelik baskılar daha da yoğunlaşmıştır. Böylece toplumda iradesini iktidara devredenler yani siyasete yabancılaşanlar artmıştır.
Tüm bunları dikkate aldığımızda New York Times’ın Türkiye toplumunun kendi geleceğini belirleyen siyasete karşı ne denli yabancılaşmış olduğunu ortaya koyan çarpıcı değerlendirmesini göz ardı etmemek gerekir. Toplumun önemli bir kısmının skandallara konu olan iddialardaki milyon dolarların kendi sofrasından eksilen ekmek, çocuğunun hastalığı için bulunamayan tedavi gideri, iş güvenliğine harcanacak paralar olduğunu görememesi bu yabancılaşmanın sonucudur.
Başbakan, her gün bir yenisi çıkan yolsuzluk iddiaları karşısında bir taraftan özgürlükleri daha da kısıtlayacak yasalar çıkartırken diğer taraftan da 30 Mart’ta son derece antidemokratik seçim yasalarının gölgesi altında kurulmuş olan seçim sandığını hesaplaşmanın yeri olarak işaret etmektedir. Başbakanın bunca yolsuzluk iddiasından henüz aklanmadığı halde sandığa böylesine güvenmesinin nedeni siyasete yabancılaşmanın sonucu olarak, toplumun önemli bir kesiminin iradesini teslim aldığına inanmasındandır. Bu yabancılaşma kırılamadığı sürece ortaya çıkacak iddialar, skandallar ne kadar kabul edilmez olursa olsun sonuç fazlaca değişmeyecek, iktidar sahipleri iradeyi elinde bulunduracak ve tahakküm sürecektir.
Siyasete yabancılaşmayı önleyerek toplum üzerinde tahakkümün ortadan kaldırılmasının yegane yolu seçim sandığını yeterli gören liberal demokrasi anlayışını aşarak bilgi edinme, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü elde etmektir. Bunun için de başta işçi sınıfı olmak üzere egemen güçler tarafından ezilen, sömürülen, inkar edilen toplum kesimlerinin yabancılaşmayı aşıp doğrudan siyasetin tarafı olması gerekir.
Halkların Demokratik Partisi, siyasete yabancılaştırarak toplumu tahakkümü altına almaya çalışan düzene karşı, bu düzen tarafından ezilen, sömürülen, inkar edilen kesimleri siyasetin tarafı haline getirmeyi ve onları iktidara taşımayı hedefleyen bir cephe örgütüdür. HDP için önemli olan sokaktan, mahalleden, işyerinden başlayarak toplumun izleyici olmaktan çıkıp, siyasete dahil olması ve iradesini düzenin tahakkümünden kurtarmasıdır. HDP’nin 30 Mart seçimlerinden başarıyla çıkması, bu yolda önemli bir adım olacaktır ki bunun yaratacağı umutla emek, barış, özgürlük mücadelesi çok daha hızlanacaktır. 

14 Şubat 2014 Cuma

Seçime 45 gün kala…


ÖZGÜRCE
14/02/2014
Yerel seçimlere 45 gün kaldı. Ancak memlekette genel konular gündemi öylesine işgal ediyor ki yereli konuşmaya fırsat kalmıyor. Siyasi krizin ekonomik krizle el ele tutuşup üzerimize üzerimize geldiği bir dönemde başka türlüsünü beklemek pek de mümkün gözükmüyor. Aslında merkezi yönetimin iktisadi ve siyasi anlayışını yerel yönetimlere dayattığı, her şeyin merkezden belirlendiği bir idari yapıda yerelleri ayrıca konuşmaya pek gerek de duyulmuyor. Oysa yaşadığımız siyasi ve ekonomik krizlerin kaynağı merkeziyetçi yapıdan beslenen antidemokratik düzendir. Merkeziyetçiliği aşmanın tek yolu ise halkın doğrudan katılımının sağlandığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Bunun için de yaşanan krizlerin neden ve sonuçlarını genelden bağını kopartmadan yereller üzerinden tartışmak ve yerel yönetimlerde demokratik katılımın yollarını aramak gerekir.
Merkeziyetçilik, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensiplerinden biridir. Halka güvensizliğin bir yansıması olarak yerel yönetimler daima merkezi yönetimin vesayeti altında olmuştur. Ancak darbe dönemlerinde bu vesayet en üst düzeye çıkar. Zira en son 12 Eylül darbesinde de olduğu gibi darbeciler sadece parlamentoya ve yürütmeye değil yerel yönetimlere de el koyarlar. Çünkü halkın iradesi mahalleden, kentten başlayarak kırılmazsa, demokratik katılım engellenemez ve bu da merkezi idareye karşı demokratik taleplerin yükselmesine neden olur. 
Yerel yönetimleri vesayet altında tutmaya dayanan merkeziyetçi anlayış, AKP’nin iktidarı döneminde artarak sürmüştür. AKP, yerel yönetimlerde kendi dünya görüşü çerçevesinde bir takım yasaklamaları dayatmanın yanı sıra özellikle yerel yönetim hizmetlerinin neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının yasal zemini oluşturulmuştur.  Özellikle 2005 yılında çıkartılan 5393 sayılı Belediyeler Yasası’yla yerel yönetimlerin sunması gereken neredeyse tüm hizmetlerin üçüncü kişilere gördürülmesine olanak sağlanmıştır. Yine aynı yasaya göre belediyelerin toplam personel giderleri belediye bütçelerinin yüzde 30’uyla sınırlandırılmıştır. Yerel yönetimleri önce piyasaya açan sonra da emek yoğun bir çalışma alanı olan yerel yönetimlerde personel giderlerini sınırlandıran bu yasa, belediyeleri taşeron şirketlerden hizmet alımına adeta zorlamaktadır. Taşeronlaşma bir taraftan yerel yönetim hizmetlerinde güvencesiz, düşük ücretli taşeron işçilerin istihdamına neden olurken diğer taraftan da rüşvet ve yolsuzluğun önünü açmaktadır. 
Yerel yönetim hizmetlerinin kamu anlayışından çıkıp kâr amacı güden şirketler eliyle yürütülmesi, hizmetlerin fiyatını arttırırken, niteliğini düşürmüştür. Böylece yurttaşların vergileriyle oluşturulan yerel yönetim bütçesinden yandaş şirketlere kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır. 
AKP, belediyeleri kamusal hizmet anlayışından uzaklaştırarak piyasalaşmaya yönlendiren merkezi düzenlemelerin yanı sıra yerel yönetimlerin merkezileşmesini sağlayacak düzenlemeler de yapmıştır. Bu bağlamda 2012 yılında yürürlüğe konulan 6360 sayılı “Büyükşehir Belediyeler Kanunu ile bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun” ile 13 büyükşehir belediyesi açılırken 29 il özel idaresi, 16 bin 82 köy ve 1582 belde belediyesi kapatılmıştır. Böylece belde belediyelerin, köylerin tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış, halk yerel yönetimler ve yöneticilerden daha da uzaklaştırılmıştır. 
Sözün özü: Yerel seçimlerde sadece trafik sorununu kimin çözeceği, çöpleri kimin toplayacağı değil, halkın kendini ve yaşam alanlarını yönetme hakkını ne ölçüde kullanabileceği de belirlenir. Katılımcı, demokratik ve idari özerkliğe sahip bir yerel yönetim anlayışı, ülkenin bütününde yürütülecek olan demokrasi mücadelesi için seferberliğin de başlangıcı olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki 45 günde seçim çalışmalarının bu seferberliğin ruhuna uygun olarak yürütülmesi gerekir.