23 Ocak 2021 Cumartesi

Kapitalizmin Aşısı Yok!

23 Ocak 2021

Kimilerine göre sanayi ötesi toplum, kimilerine göre bili(şi)m çağı olarak tarif edilen; endüstri 5.0 falan gibi kavramların tartışıldığı bir dönemde, Covid-19’a çözüm olacağı umulan aşı bir yılı aşkın sürenin sonunda nihayet üretilebildi. Üretildi üretilmesine ama kapitalizmdeki tüm ürünler gibi o da bir “meta” olarak yerini aldı raflarda. Yani milyarlarca insan için yaşam umudu olan aşıyı üretenlerin ardındaki sermayenin yegane amacı, tüm metalar gibi “üzerinden en yüksek kârı elde edebilmek”ti. Aşının üretimi kapitalist mantıkla olunca dağıtımının da tabiatıyla aynı mantıkla olması gerekiyordu. Öyle de oldu. Kapitalizm, insanları tehdit eden ölümcül bir pandemi karşısında ilkelerinden ödün vermedi ve üretilen aşılara kimlerin ulaşabileceği sorusu, hemen cevap buldu: Zenginler ile iktidar sahipleri!

Nereden mi biliyoruz? İşte size Covid-19 aşısının kimlere öncelikle ulaşacağının ve kapitalizme içkin ayrımcılığı yeniden üreteceğine ilişkin vahametin birkaç örneği:
 
Uluslararası sağlık sisteminin en yetkin kişisi Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Başkanı Ghebreyesus, aşının insanlara ulaşımı konusunda “aşı milliyetçiliği” yapıldığı ve Covid-19 aşılarının paylaşımında “feci bir ahlaki başarısızlığın” eşiğinde olunduğu uyarısında bulunarak, aşı dozlarının dünyaya adil şekilde dağıtılması gerekirken eşit dağıtım olanaklarının ciddi tehlike altında olduğuna dikkat çekiyor. DSÖ Başkanı, aşının dağıtımındaki ayrımcılığı “milliyetçilik” olarak tanımlasa da meselenin aslı maddi güçle ilişkili. Zira Başkan bu tepkisinin gerekçesini, “49 yüksek gelirli ülkede 39 milyon doz aşı yapılıp, en düşük gelirli ülkelerden birine ise sadece 25 doz aşı verilmesi” olarak açıklıyor. Böylece kapitalizmin eşitsiz gelişme halinin yansıması olan ülkeler arası eşitsizlik pandemi vesilesiyle bir kez daha yüzümüze çarpılmış oluyor!

İngiltere’de Knighstbridge Circle adlı bir şirket yıllık 25.000 İngiliz poundu (yaklaşık 250 bin TL) ödeyenleri aşıya erişimin kolay olduğu ülkelere gönderdiğini duyurdu. Bu parayı ödeyip şirkete üye olanları, aşıya erişimin kolay olduğu Birleşik Arap Emirlikleri ve Hindistan’a özel olarak seyahatle gönderildiğini açıkladı. Şirketin kurucusu McNeill, “Bütün mevcut üyelerimize bu seçeneği sunuyoruz. Biz şu an yeni lüks tatil ve aşı programının öncüleriyiz. Güneşli bir yerde villada birkaç hafta geçiriyorsunuz, aşı oluyorsunuz, sertifikanızı alıyorsunuz ve geri dönüyorsunuz” diyor. Aşı seyahati için şirkete üye olmak yetmiyor elbette. Örneğin Dubai’de bir aylık konaklamalı “lüks aşı tatilinin” için iki kişi için yaklaşık 40.000 İngiliz poundunu (yaklaşık 400.000 TL) da gözden çıkartması gerekiyor. Eğer bu parayı verebiliyorsanız, Emirates Havayolları’nda first class seyahat ederek, Jumeirah Beach’te deniz manzaralı villalarda kalıyor ve iki doz aşınızı da olup evinize dönebiliyorsunuz. Görüldüğü gibi ölümcül Covid-19’dan ölmemek için sadece zengin ülke vatandaşı olmanız yetmiyor, sizin de zengin olmanız gerekiyor!


Türkiye’de Sağlık Bakanlığı, Türkiye’ye ulaşan 3 milyon doz aşının öncelikle kimlere uygulanacağını açıkladı. Buna göre doğal olarak aşılamanın 1. aşamasının ilk sırasında pandemiyle canları pahasına mücadele eden ve pandemi nedeniyle birçok kayıp veren sağlık çalışanları var. Onların ardından yaşlı bakım merkezlerindekiler ile 65 yaş üzerindekiler büyükten küçüğe doğru sıralanmış. Aşı olurken kameralara poz veren “devlet büyükleri” Sağlık Bakanlığı’nın tablosunda nedense yer almamış!

Aşılamanın 2. aşamasında öncelikli sektörler belirlenmiş ve ilk sıra devletin baskı aygıtı olan Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, kritik görevlerdeki kişiler(?), zabıta ve özel güvenlik, Adalet Bakanlığı, cezaevlerine (mahkumlar buna dahil mi bilemiyorum) verilmiş. Devlet kendini güvenceye almış “tüm şer güçleri” gibi pandemiye karşı da… Buna karşılık milyonlarca öğrencinin yüz yüze eğitimden mahrum kaldığı eğitim bunların ardında kalmış. Yine milyonlarca emekçinin fiziksel mesafe kuralı göz ardı edilerek çalıştırıldığı üretim ve hizmet alanından ise sadece gıda sektörü ve taşımacılık, öncelikli sektörler arasına girebilmiş. Başta madencilik, inşaat, imalat, finans, ticaret ve diğer sektörlerde ölümle yüz yüze çalışan milyonlarca emekçinin yaşamının hiçe sayılmasına ise devam edilmiş!

Netice itibariyle -bu örneklerin de gösterdiği üzere- karşımızda yanıtlanması gereken koca bir soru beliriyor: İnsanlığın başına bela olan, pandemi mi yoksa pandemiyi egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda fırsata dönüştürüp yoksulluğu, açlığı, ölümüne çalışma düzenini yeniden üreten kapitalizm mi?

Pandemiyle mücadele bir biçimde sağlık emekçileri sayesinde sürdürülüyor. Bilim insanları pandemiyi ortadan kaldıracak aşıyı da buluyor. Ancak onların gayreti; insanlığı, başındaki en büyük beladan kurtarmaya yetmiyor. Zira insanlığı bu en büyük beladan, kapitalizmden kurtaracak bir aşı yok!

Kapitalist sömürüye karşı tek çözüm var o da; daha önce pek çok kez dillendirdiğimiz gibi ezilen, emeği, doğası sömürülen, dili, inancı, ırkı nedeniyle ayrımcılığa uğrayan halkların birlikte mücadelesi!


16 Ocak 2021 Cumartesi

İşsizlik: Kim için sorun, kim için fırsat?


16 Ocak 2021

Ekonomik ve siyasi iktidar sahiplerinin dillerinden düşürmediği “Aynı gemideyiz!” cümlesinin safsata olduğunu gösteren en bariz örneklerden biri işsizlik meselesidir.

İşsizlik; mülksüzleştirilmiş, üretim araçlarının sahipliğinden uzaklaştırılmış emeğinden başka geçim kaynağı olmayan geniş halk kesimleri için yaşamı sürdürecek gelirden yoksun olmak anlamına gelir. Dolayısıyla emekçi kesimler için işsizlik yaşamsal bir sorundur. Hele ki sosyal güvence mekanizmalarının olmadığı ya da zayıf olduğu koşullarda…

İşsizliğin toplumun büyük kesimi için yaşamsal bir “sorun” olması işsizliğin kapitalist sistem için de sorun olduğu anlamına gelmez. Aksine çalışanların birbiriyle rekabetini arttırıp, daha düşük ücret ve daha kötü çalışma koşullarına razı etmek için işsizlik, patronlar ve iktidarları tarafından “sorun” olmak bir yana “fırsat” olarak görülür! Öyle ki işsizlerin yani emek arzının (yedek işçi ordusu) yeterli görülmediği dönemlerde işçilerin haklarını sınırlandırmak için kırdan kente göç ya da yurt dışından göç (açık veya örtük biçimde) teşvik edilir. Daha açık bir ifade ile siyasi iktidarlar, işsizliğe çözüm arar(mış) gibi görünse de çalışanlar arasında rekabeti arttırarak ücretleri ve genel olarak emek maliyetini düşürmek gayesiyle işsizliği azaltmak bir yana artması için çabalarlar.

Erken sanayileşen ülkelerin 19. yüzyıl başlarından itibaren izlediği bu yönteme 1990’lardan bu yana ucuz emek gücü sayesinde küresel ekonomide kendine yer arayan Türkiye de sıkça başvurmuştur. Örneğin 90’larda köy boşaltmalar ve tarımın tasfiyesiyle kırdan kente büyük bir göç dalgasının önünün açılması da; aynı dönemde eski Doğu Bloku ülkelerinden düzensiz göçe göz yumularak emek arzının arttırılıp işsizliğin körüklenmesi de devletin bilgisi ve planı dahilindedir. Sonraki yıllarda da bu yaklaşım sürmüş; 2000’lerle birlikte Ortadoğu ve Afrika’dan Avrupa’ya geçiş için gelen (transit) göçmenlerin geçişleri engellenerek rızaları dışında Türkiye’de kalmaları, yine devlet marifetiyle gerçekleştirilmiştir.

İşsizliğin tek nedeni emek arzının artması değildir. Emek talebinin düşmesi de işsizliğe neden olur. Küreselleşme sürecinde üretimin, emeğin ucuz olduğu çevre ülkelere kaymasıyla birlikte merkez kapitalist ülkelerde emek talebinin azalması, işsizliğin en önemli nedenlerindendir. Türkiye, 80’lerin başında 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfını baskılayarak ucuz emek üzerinden rekabette üstünlük sağlamayı amaçlamıştır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, Asya-Pasifik ülkelerinin 90’lar sonrasında kapitalizme ve küresel rekabete entegre olmasıyla bu plan çökmüştür. Bu süreçte izlenen savaş politikaları, yolsuzluklar, piyasalaşma ve özelleştirmeler “teknoloji yoğun üretim”e yatırımları engellediği gibi var olan üretim alanlarının tasfiyesine yol açmıştır. Öte yandan “daha az emek gücüyle daha fazla üretimi amaçlayan esnek çalışma düzeni”yle yaygınlaşan çalışma sürelerini uzatma uygulaması ve iş yoğunluğunu arttıran üretim-yönetim teknikleri, emek talebinin azalmasında önemli diğer bir etkendir.


Peki uyguladığı ekonomi politikalarıyla ve yedek işçi ordusunu artırmakla işsizliğe neden olan egemenler için işsizlik hiç mi sorun olmaz?

Sermaye ve onların iktidarı için işsizlik, iki nedenle sorun olabilir:

Birincisi kapitalizme alternatif oluşturacak güçlü bir rakibin olmasıdır. Bunun örneği Doğu Bloku’nun yarattığı tehditle, 29 krizi sonrasında ABD’de başlayan ve II. Dünya Savaşı sonrasından 1970’lere kadar kapitalist ülkelerin tümünde uygulanan Keynesyen politikalardır. Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından kapitalizm alternatifsiz kaldığı için bunun koşulları ortadan kalkmıştır.

İkincisi ise toplumun işsizlikten sistemi, siyasi iktidarı sorumlu görüp ona karşı örgütlü bir eylemliliğe geçmesidir. Bunu engellemek için iktidarlar sahip oldukları tüm ideolojik araçlarla (devletin istatistik kurumları, medya vs) gerçekleri toplumdan gizleyerek işsizliği görünmez hale getirme gayreti içine girer. Gerçekleri gizleme çabasının yetersiz kaldığı koşullarda ise elindeki tüm baskı araçlarını kullanarak, işsizliğin ortaya çıkacağı tepkileri etkisiz hale getirmeye çalışır. Bu bağlamda sendikal özgürlüklerden grev hakkına, düşünce ve ifade özgürlüğünden toplantı ve gösteri yürüyüşüne kadar tüm demokrasi ve insan haklarına dair temel ilkeler ortadan kaldırılır.

AKP, sermaye sınıfının sadık bir temsilcisi olarak iktidarda bulunduğu 18 yıl boyunca bir taraftan yedek işçi ordusunu arttırmak için büyük gayret sarf etmiş, diğer taraftan uyguladığı savaş siyaseti, özelleştirme ve piyasalaşma politikaları, yandaşları kollayan ve sermayeye kaynak aktarmaya dayanan ihaleleri, dindar ve kindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen eğitim sistemi ile üretken yatırımın zayıflamasına ve emek talebinin düşmesine sebep olmuştur. Ekonomik kriz ve krizi derinleştiren pandemiyle birlikte kapanan işyerleri de bunlara eklenince işsizliğin Türkiye tarihinde görülmemiş boyutlara yükselmesi kaçınılmazlar arasına girmiştir.

AKP politikalarının toplumun geniş kesimlerinin canını yakan somut sonuçlarını (işsizlik, enflasyon, yoksulluk vs) örtbas etmekle görevlendirilen TÜİK, yüz binlerce işyerinin kapandığı, milyonlarca kişinin işsiz kaldığı bir dönemde ısrarla işsizliğin düştüğünü iddia etmektedir. Fakat işsizliğin düştüğünü duyururken hem işsizlik yalanını açığa vuran hem de kapitalist sistem için esas problem olan emekçilerin istihdamdan ve iş aramaktan vazgeçtiklerini yansıtan işgücüne katılma oranındaki düşüşü saklayamamaktadır. İşsizliğin azaldığı yalanı da TÜİK’in diğer pek çok verisi gibi espiri konusu olmanın ötesine geçememektedir haliyle; zira sokaklarda yükselen yoksulluk/açlık çığlıkları ve intiharlar bu yalanı sahiplerinin suratına çarpmaktadır!

Toplumun içine sürüklendiği sefalet, tüm gizleme çabalarına rağmen gün yüzüne çıktıkça çok tanıdık bir paradoks da devreye girmekte yine: İktidar baskı aygıtlarını daha çok kullanmakta, demokrasiyi, insan haklarını, hukuku daha fazla ihlal etmektedir.

Sözün özü, egemenlerin; işsizlik, toplumsal mücadeleye dönüşüp kendileri için sorun haline gelmesin diye daha da otoriterleşmesi, bize işsizliğin sadece sermaye ve onların iktidarları ile emekçilerin aynı gemide olmadıklarını göstermekle kalmamakta; işsizliğin aslında bir demokrasi sorunu olduğunu da bütün çıplaklığıyla göstermektedir.

8 Ocak 2021 Cuma

Özgür, demokratik üniversite mücadelesi toplumsallaşmalıdır!

                                       9 Ocak 2021    
Üniversitenin özerkliği için yapılan bir eyleme sadece üniversite bileşenlerinin (öğrenci, öğretim elemanı ve üniversite emekçileri) katılımının yeterli olmayacağı, üniversiteyi tüm toplumun sahiplenmesi gerektiğini savunmuşumdur her zaman.

Bu nedenle AKP’li Melih Bulu’nun Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne kayyum atanmasını protesto ederken gözaltına alınan eylemcilerle ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı açıklamayı duyunca heyecanlandım, umutlandım bir an(!)
 
Emniyet Müdürlüğü açıklamasında, gözaltına alınan 17 eylemciden sadece ikisinin öğrenci olduğunu belirtiliyordu. Bu açıklama eylemi marjinalleştirerek kriminalize etmek için yapılmış olmayıp da gerçek olsa işte o zaman akademinin özerkliği, üniversitenin özgürlüğü için kocaman bir adım atılmış olurdu.

Türkiye’de üniversiteler halk nezdinde, genellikle birtakım iş alanlarının önünü açması beklenen diplomanın alındığı ya da televizyon programlarında çıkan ve isminin başında kimi akademik sıfatları taşıyan “uzman”ların çalıştığı kurumlar olarak bilinir. Bunlara son yıllarda her ilde ve hatta her ilçede açılan üniversite ve bağlı birimlerde (fakülte, yüksekokul vs) okuyan öğrencilerin, esnaf için gelir kapısı olarak da görülmesi de eklenmelidir. Halkın, zihnindeki böyle bir üniversite için -siyasi iktidarla karşı karşıya gelmek pahasına- mücadele etmesi beklenemez elbette.

Toplumun üniversite ile arasındaki bireysel çıkara dayanan ilişkisinin ötesinde, üniversitenin toplumsal işlevleri bilinirse ancak, üniversitenin neden özerk; akademinin neden özgür olması gerektiği anlaşılabilir.

Üniversiteler, bilimsel bilgi üretmek ve yaygınlaştırmakla mükellef kurumlardır. Doğanın, insanlığın, toplumun yararına bilimsel bilginin üretimi ve yayımı sürecinin olmazsa olmaz koşulu; egemenlerden yani sermayeden, siyasi iktidardan ve dinden bağımsız olmasıdır. Aksi halde üniversite, egemenlerin hakimiyeti altına girecek ve bilimsel bilgi üretmek yerine muhkimlerin ideolojisini yeniden üretmekten öte bir işlev görmeyecektir. Dolayısıyla ekonomik, siyasi ve ruhani egemenlerin çıkarları ile toplumun çıkarları arasındaki çatışma büyüdükçe, çelişki arttıkça üniversite de toplumun genel çıkarlarına aykırı olarak “düzeni meşrulaştıran bir rol”e bürünecektir.

Somutlamak gerekirse; doğayı ve emeği sömüren, halklar arasında ayrımcılığı, düşmanlaşmayı körükleyen politikalar, egemenlerin güdümündeki üniversiteler aracılığıyla meşrulaştırılacaktır.

Bunun önüne geçmenin tek yolu üniversitede akademik özerkliği sağlamaktır. Akademik özerkliğin mutlak koşulu ise yönetsel özerkliktir. Yönetsel özerklik, rektör seçiminden başlayarak, üniversitedeki her akademik ve idari birimde demokratik katılımın sağlanmasıdır. Bu da akademisyen, öğrenci ve akademik faaliyetin gerçekleşmesini sağlayan üniversite çalışanlarının katılımıyla olur. Siyasi iktidardan, sermaye örgütlerinden, tarikatlardan alınan direktiflerle yönetilen kurumların yasal statüsü ne olursa olsun üniversiteyle, akademiyle uzaktan yakından bir ilgisi olamaz!

Tahakküm gücünü elinde bulunduran sınıfın temsilcisi olarak siyasi iktidarlar üniversiteleri her dönem hakimiyetleri altına almak istemiştir. Ancak sınıflar arası mücadelede, görece dengenin sağlandığı dönemlerde, üniversite sınırlı da olsa özerkliğini sağlarken bu dönemlerde toplum için bilgi üretme işlevini de yerine getirebilmiştir. Sınıflar arası güç dengesinin emekçiler ve geniş toplum kesimleri aleyhine bozulduğu neoliberal süreçte üniversite “toplumun genel çıkarlarına rağmen” sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda hareket edegelmiştir. Türkiye’de bunlara din temelli örgütlenmelerin üniversiteler üzerinde hakimiyet kurması da eklenmiş ve kaçınılmaz olarak bilimsel akıl, yerini dogmalara bırakmıştır.

12 Eylül darbesinin ürünü olan YÖK’le birlikte sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne giren üniversitelerde, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek getirilen OHAL düzeni içinde 18 Ekim 2016 tarihli KHK ile rektörlük seçimi sarayın keyfiyetine bırakılarak yönetsel özerklik tamamen ortadan kaldırılmıştır zaten. Dolayısıyla bu tarihten itibaren tüm üniversitelerde rektörler ‘kayyum’ olarak atanmaktadır. Dahası içinde İstanbul Ü., İTÜ, Marmara Ü., EGE Ü., Ankara Ü.’nin de olduğu onlarca üniversitede yüzlerce akademisyen hiçbir yasal gerekçesi olmadan KHK’lerle ihraç edilmiştir.  Ne yazık ki akademik ve yönetsel özerkliğin ayaklar altına alınmasına karşı bu üniversitelerden neredeyse hiçbir tepki yükselmemiş; durum, bütün vahametiyle kabullenilmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi, öğrencileri, hocaları, idari ve teknik personeliyle bu hukuksuzlukları daha önce de şimdi de kabullenmemiş, tepki göstermiştir. Emniyet Müdürlüğü’nün açıklamasına göre bu tepkiye üniversite bileşeni olmayanlar da eylemlere katılarak destek vermiştir(?) Umarım gerçek durum böyledir, umarım halk üniversitelerin toplumsal işlevlerini yerine getirmesi için özerk demokratik üniversite mücadelesine katılmış, üniversiteyi sahiplenmiştir. Umarım önümüzdeki süreçte sendikaları, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partileriyle toplum, üniversiteyi daha çok sahiplenir ve üniversiteler toplumsal mücadelenin ortaklaştığı bir zemin haline gelir.

1 Ocak 2021 Cuma

Obskürantizm (Bilmesinlercilik)

                                  
                                         2 Ocak 2021

Bir ülke düşünün, deniziyle, toprağıyla, gölüyle, nehriyle üzerinde ağırladığı insandan börtü-böceğe tüm canlılara eşsiz yaşamsal zenginlik bahşettiği bir yerküre parçasında kurulu olsun… Ama yerkürenin bu bölümünü yönetenler bir taraftan tüm doğayı talan ederek canlıların yaşam kaynağını geri dönüşü olmayacak biçimde yok ederken, diğer taraftan yurttaşlarının çok büyük bölümünü açlığa terk etsin… Tüm bunların üzerine bir de kendisine karşı oluşacak direnişi kırmak için aynı yerküre parçası üzerinde yaşayan halkları; inanç, etnik kimlik üzerinden bölüp birbirine düşman etsin.

Böyle bir ülkede yaşayan insanların mutlu olabilmesi, refaha, huzura kavuşabilmesi mümkün mü?

Doğal zenginliklere, insan emeğine el koyarak servet edinen ve yönetimi elinde bulunduran küçük bir azınlık dışında böyle bir ülkede insanların mutlu, huzurlu olabileceğini düşünen çıkar mı acaba?

Çıkmaz, düşüncesindeyim.

Hal böyle iken, iç güdüsel olarak yaşamda kalmanın ve geleceği güvenceye almanın mücadelesini veren insanlar yaşam kaynaklarını talan eden; kendilerine açlığı, sefaleti ve daha önemlisi geleceği belirsiz, güvencesiz bir yaşamı reva gören bir yönetime neden rıza gösterir?

Tüm canlılar gibi insanın da iç güdüsel olarak tepki vermesi gereken durumlarda tepkisiz kalarak rıza göstermesinin başlıca nedeni karşı karşıya olduğu durum konusunda bilgi sahibi ol(a)maması ya da vereceği tepkinin sonucunda daha büyük bir tehlikeyle karşılaşacağı korkusudur.

Obskürantizm ya da “bilmesinlercilik” de denen bu durum, tarihin ilk dönemlerinden beri kullanılagelen bir yöntem. Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmaya veya imkansız kılmaya yönelik çabalarına verilen isim. Yani kasıtlı olarak gerçeğin/bilginin toplum tarafından  bilinmesini engellemeye çalışmadır. Meşhur örneklerinden biri Orta Çağ Avrupası’nda ısrarla dini ve entellektüel sahada ölü bir dil olan Latincenin kullanılmasıdır. Böylelikle eski Yunan ve Roma’dan miras kalan bilgi, katolik kilisesinin tekelinde kalmıştır. Ta ki Rönesans’a kadar.

Yakın zamanlı bir başka örnekse demokrasiye son verip, Almanya’yı tek parti diktatörlüğüne dönüştürmeyi başaran Nazilerin; Almanların sadâkatini, desteğini ve işbirliğini kazanmak için geniş çaplı bir propaganda harekâtı başlatmasıdır. Goebbels’in liderliğindeki Nazi Propaganda Bakanlığı gazete, dergi, kitap, sanat, radyo miting, toplantı… gibi Almanya’daki bütün iletişim araçlarının kontrolünü ele geçirmiştir. Herhangi bir şekilde Nazi inançlarına ya da rejime karşı tehdit oluşturan görüşler sansüre uğramış ya da tüm medyadan kaldırılmış, bilgi Nazilerin süzgeciyle sunulmaya başlanmıştır.

Tarihin tekerrür ettirildiği böylesi durumlardan biri de bizde yaşanmakta uzun zamandır…

Bilgi sahibi olunmadan korkunun egemen olduğu koşullarda bilinç edinilebilmesi ve yaşamı, geleceği tehdit eden koşullara tepki gösterilmesi de beklenemez haliyle.

Dolayısıyla ülkeyi yöneten iktidar sahipleri, bunu çok iyi bildiği için gerçekleri toplumdan gizler ve ellerindeki propaganda araçları (Nazilerin kullandığı yukarıda sayılan alanlara eğitim sistemi, akademi, dijital dünyayı da ekleyerek) sayesinde yarattıkları yanılsamayla yalan, talan, sömürü düzeninin toplumun faydasına olduğu algısı yaratırlar. Yine aynı araçları kullanarak milliyetçiliği ve/veya dinciliği yükselterek halklar arasında düşmanlığı körükleyip, kendilerine yönelecek tepkileri etkisiz hale getirmeye çalışırlar.

Propaganda araçlarının toplumu ikna etme ve bölme konusunda yetersiz kalması halindeyse korku, kaygı yaratarak toplumu sindirme çabası içine girerler. İkna ve korku yaratma çabalarına rağmen iktidarın sorgulanıp, itirazların yükselmeye başladığı durumlarda ise devletin sahip olduğu baskı araçları (kolluk güçleri, yargı, cezaevleri vb) devreye girer.

Yönetenlerin gerçekleri gizleme, çarpıtma; halkları bölme; baskı aygıtlarını kullanma gibi yöntemleri karşısında tek çare birlikte mücadeledir, bunu gerçekleştirmenin en önemli aracı ise örgütlenmektir. Örgütlenmek için bilinç, bilinçli olmak için de “gerçeklere dair bilgi sahibi olmak” gerekir.

Örgütler, genellikle bilinçli kişiler tarafından, mücadelenin aracı olması hasebiyle kurulur. Bunu başarabilmeleri için her şeyden önce toplumu egemenlerin propaganda araçlarına karşı gerçeklerle buluşturma ve bilinçlendirme işlevini de üstlenmeleri gerekir. Tahakkümlerin sınır tanımadığı ve ölçüsüzce zarar verdiği şu zamanlarda bu örgütlere her zamankinden fazla iş düşmektedir.