27 Haziran 2014 Cuma

Sendika(cı)lara da hesap sormalı!



ÖZGÜRCE
27/06/2014

Soma katliamında yaşamını yitiren bir işçinin ailesi, avukatları aracılığıyla katliamın gerçekleşmesi ve işçinin ölümünden sendikayı da sorumlu tutarak Türkiye Maden İşçileri Sendikasına dava açtı. Dava dilekçesinde sendikanın kusuru şöyle ifade ediliyor: “Sendikalar, madenlerdeki işçi katliamlarını ortadan kaldıracak ve iş güvenliği önlemlerini aldıracak asıl güç olması gerektiği yerde, bu olan biteni görmeyip işçiler adına itiraz etmeyerek sendika da katliama ortak olmuştur. Binlerce işçinin üye olduğu Türkiye Maden İş Sendikası işverenin işini kolaylaştırıcı faktöre dönüşmüş durumdadır.”

Sonucu ne olur bilemeyiz ama bu örnek bir davadır. Zira Türkiye’de emekçiler, özellikle son 30 yılda birçok hakkını sendikaların ihmali ya da işveren veya devletle iş birliğinin (Sosyal diyalog da derler buna) sonucunda kaybetmiş ama -en azından benim bildiğim kadarıyla- kimse doğrudan sendikayı suçlayıp, dava açmamıştır.

Avukat Hamdi Özşarlak’ın hazırladığı dava gerekçesinde T. Maden İşçileri Sendikasına atfedilen kusuru, “Sendikanın hak ve çıkarlarını koruması gerekirken bunları yapmayarak, işverenin çıkarlarına hizmet etmek” şeklinde özetlersek; Türkiye’de bu kusuru işlemeyen sendika sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini de söyleyebiliriz. 

İşçiler, daha iyi çalışma ve yaşam koşulları sağlama mücadelesine aracılık etmesi için sendikalarda örgütlenirler. Sendikaların sorumluluğu, sadece aidat aldıkları ve adlarına toplu iş sözleşmesi bağıtladıkları üyelerine de değil, tüm emekçileredir. Çünkü sendikaların işyeri, iş kolu ve ulusal düzeyde aldıkları tavır ve yürütmeleri gereken mücadele tüm emekçileri doğrudan etkiler. Örneğin TBMM gündeminde bulunan ve komisyondan hızla geçmekte olan taşeronlaşmayı, güvencesizliği yaygınlaştıran; kalıcılaştıran “torba yasa”ya karşı sendikalar mücadele yürütmüyorsa bu yukarıdaki davanın gerekçesini de içeren bir kusurdur ve bundan sadece sendika üyeleri değil tüm emekçiler olumsuz olarak etkilenir. 

Şüphesiz görevini, sorumluluğunu yerine getirmemek yeterince büyük bir kusurdur. Ancak bunun daha da ileriye taşınıp, elde ettiği toplu pazarlık yetkisini alenen emekçilerin aleyhine kullanmak kusurun da ötesinde bir suç ve hatta ihanettir. AKP iktidarı döneminde üye sayısını 40 binlerden 770 binlere çıkartarak dünyada görülmemiş bir üye patlaması gerçekleştiren ve -kendi tanımlamasıyla- bir STK olarak her fırsatta AKP’yi “ak”lamaya çalışan Memur Sen’in faaliyetleri tam da bu tarife uymaktadır. Memur Sen, şaibeli üye artışı ile 4688 sayılı Kanun’daki göstermelik ve antidemokratik toplusözleşme hükümlerine dayanarak Türkiye’deki yaklaşık 3 milyon kamu emekçisi adına toplu pazarlık sürecinde belirleyici olma yetkisi elde etmiştir. Memur Sen’in bu yetkisine dayanarak, kamu emekçileri temmuz ayında aldıkları enflasyon farkından mahrum kalmışlardır. Daha açık bir ifadeyle emekçilerin haklarını ileri götürmesi gereken bir sendika, Memur Sen, hükümetin emekçi düşmanı politikalarının payandası olmuş ve sahip olduğu toplusözleşme yetkisini kötüye kullanarak emekçileri zarara uğratmıştır. Bu zararın hesaplanabilmesi son derece kolaydır. Memur Sen’e üye olsun olmasın tüm kamu emekçilerine önerim, Memur Sen’den bu zararlarının tazmini için dava açmalarıdır. 


Elbette sendikaların, sınıf mücadelesinin gereğini yerine getirmesini sağlamak mahkemeler yoluyla olmayacaktır. Ancak sendika(cı) kisvesi altında emek sömürüsüne aracılık edenlerin açığa çıkartılması ve emekçilerin bu sendikacılardan soracağı hesabın somutlaşması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. 

Sözün özü: Soma katliamında yaşamını kaybeden işçinin ailesinin sendikaya açtığı davada olduğu gibi; sömürüden, iş cinayetlerinden patronlar ve siyasi iktidarla birlikte sendika(cı)lara da hesap sorulmalıdır!

20 Haziran 2014 Cuma

12 Eylül’ün hesabı kapandı mı?


ÖZGÜRCE
20/06/2014

12 Eylül davasının sanıkları Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, TCK’nin “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı 146. maddesi uyarınca önce “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezasına çarptırıldı, ardından takdiri indirimle bu cezaları “müebbet hapis cezasına” çevrildi. Böylece Türkiye’de ilk kez darbeciler yargılanmış ve cezalandırılmış oldular. Bu sonucu küçümsemek elbette mümkün değildir. Ancak bu mahkumiyet, 12 Eylül darbesinin toplumsal faturasını karşılar mı sorusunu sormaktan da alamıyor insan kendisini. 

Eğer 12 Eylül darbesi, ikisi halen hayatta olan beş darbecinin kişisel olarak tasarladıkları ve gerçekleştirdikleri bir eylem olsaydı şüphesiz gönüllere biraz da olsa su serpilebilirdi. Ancak cismen hiç gitmedikleri mahkemede iyi halden cezaları hafifletilen bu iki sanık ve hayatta olmayan diğer üç kişi, darbenin sadece tetikçileriydi. Tüm tetikçiler gibi onların da toplum nezdinde ve yasalar önünde itibarları beş paralık olurken, onları bu darbeyi yapmaya yönlendiren ve teşvik edenler, beklemedikleri ölçüde amaçlarına ulaştılar. Yaşıyorlarsa kendileri, ölmüşlerse varisleri darbenin kendilerine sağladığı olanaklarla servetlerine servet kattıkları gibi artan servet sayesinde toplum nezdinde “onurlu kişi” mertebesindeki yerlerini daha da perçinlediler. 

Darbenin nimetlerinden yararlananlar sadece darbenin doğrudan teşvikçileri olmadı. Darbe rejiminin sağladığı olanaklardan sebeplenen, siyasi ve ekonomik çıkar sağlamayı bilen kesimler de vardı. Milliyetçi-muhafazakarlar, siyasal İslamcılar ile liberaller, darbenin siyasi nimetlerini kendi çıkarlarına dönüştürmeyi iyi becerdiler. Bunlar aynı zamanda kamu kaynaklarının talanından aldıkları paydan birikim sağlayıp, sermaye sınıfının yeni bireyleri haline geldiler. Onlar şimdi iktidar koltuklarında oturup, ülkenin siyasi ve iktisadi geleceğini belirlerken; nimetlerinden yararlandıkları darbenin tetikçilerinin yargılanmasından pay çıkartıp, demokrasi sözcüğünü kendilerine yakıştırmaktan da geri kalmıyorlar. 

12 Eylül darbesinin kazananları ve kazandırdıklarının yanında kaybedenleri ve kaybettirdikleri de oldu elbette. İşçiler, memurlar, çiftçiler, köylüler, esnaflar, küçük üreticiler, öğrenciler, gençler, kadınlar, Kürtler, Aleviler yani Türkiye toplumunun sermaye ve bir avuç fırsatçı dışındaki tüm kesimleri darbenin kaybedenleri oldu. Çünkü 12 Eylül darbesinin ardında küreselleşme sürecinde Türkiye’yi ucuz emek, ucuz hammadde alanı haline getirmeyi amaçlayan neoliberal politikalar vardı. 24 Ocak 1980’de neoliberal politikalara geçiş kararı alınmıştı. Ancak işçi sınıfının örgütlülüğü ve giderek yükselen toplumsal mücadeleler bu politikaların yaşama geçirilmesini olanaksız hale getiriyordu. İşçi sınıfının gücünü ve toplumsal muhalefeti kırmak için tek yol asker eliyle gerçekleştirilecek darbeydi ve bugün mahkum olan generaller eliyle bu darbe gerçekleştirildi. Darbenin hedefinde tüm toplum vardı. Türkiye’de demokratik mücadelenin aracı olan sendikalar, partiler ve diğer örgütler kapatıldı. Yüzlerce kişi öldürüldü, binlerce kişi kaybedildi, on binlerce kişi işkencelerden geçti, yüz binlerce kişi cezaevlerinde tutsak edildi ve sonuç olarak darbe amacına ulaştı! 

Darbenin faturası bu kadarla sınırlı değildi. Askerler yönetimden çekilip “sözde” demokratik düzene geçildikten sonra da sivil giyimli siyasetçiler tarafından darbe rejimi devam ettirildi. Bilanço giderek ağırlaştı: Darbeye direnen Kürt halkını dize getirebilmek için 40 binden fazla insan öldü. Sol, sosyalist güçler de bu süreçte yüzlerce kayıp verdi. Ve bütün bu baskılar üzerine emekçilerin hakları büyük ölçüde gasbedildi ve emekçilere dayatılan çalışma düzeninde her ay en az 100 işçi yaşamını yitiriyor. Alevilerin inanç özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlanmış durumda; Kürtlerin kültürel ve siyasal hakları halen tanınmıyor; kadın cinayeti haberinin alınmadığı gün yok gibi, devlet ve hukuk sistemi kadın katillerini korumayı sürdürüyor. Parası olmayanlar eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel haklardan dahi yararlanamıyor. Gençler gelecek umudunu kaybetmiş, uzun yıllar aldıkları eğitimin ardından piyasaya ucuz iş gücü olmak dışında pek fazla seçenekleri yok. Türkiye’de insanlar gibi doğa da sermayenin sömürüsüne sınırsız biçimde açılmış durumda. Anadolu ve Mezopotamya’nın dereleri, toprağı, ormanı sermaye tarafından geri döndürülemez biçimde tahrip ediliyor. 

Bunlar toplumun halen ödemekte olduğu 12 Eylül faturasından bir çırpıda akla gelenler. Bütün bunları düşününce 90’lı yaşlarına ulaşmış darbecilerin mahkumiyeti benim içimi ferahlatmıyor. Hele ki darbenin ardındaki ekonomik ve siyasi gücün zulmünü arttırarak sürdürdüğünü görünce.

6 Haziran 2014 Cuma

AKP, katliamı fırsata (mı) çeviriyor (?)

ÖZGÜRCE
06/06/2014

Soma’da gerçekleşen işçi katliamının ardından, madenlerde çalışma koşulları, çok konuşulan bir gündem haline gelince AKP, yer altı madenlerinde çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesini görüntüsü altında bir torba yasa tasarısını Meclise getirdi. “İş Kanunu ile Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adıyla getirilen düzenlemenin, bundan önce “torba” içinde getirilen diğer yasalardan hiçbir farkı yok. Yani görüntüde toplumun geniş kesimlerinin kabul edebileceği bir düzenleme, onun ardından da tek bir yasa olarak getirilirse büyük tepki çekecek düzenlemeler…

Kısacası, 30 Mayıs’ta Meclise getirilen tasarıyla AKP Hükümeti, toplumu aldatmaya yönelik bir yasama çalışmasına daha imza atmış durumda. Bunun diğerlerinden farklı ve aynı zamanda da vahim olan tarafı, aldatmacanın henüz 15-20 gün önce katledilmiş 301 emekçinin acısı üzerinden yapılıyor olması. 

Türkiye’nin en büyük işçi katliamının ardından özellikle madenlerdeki insanlık dışı çalışma koşullarının gündeme gelmesi, yer altında çalışan madencilerin çalışma sürelerinin kısaltılması, yıllık izin sürelerinin birkaç gün de olsa uzaması gibi düzenlemelere (eksik bulunsa da) karşı çıkılamaz elbette. Ancak maden işçileri için birkaç olumlu düzenlemenin olduğu “torba” içinde iş cinayetlerinin ve işçi katliamlarının temel nedeni olan taşeronluk sistemini kalıcı hale getiren düzenlemeler bulunmaktadır.  

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin mayıs ayı iş cinayetleri raporuna göre Soma katliamında ölenler dışında 113 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmiştir. Tarımdan inşaata, tekstilden sağlığa kadar farklı iş kollarında çalışmakta olan iş cinayeti kurbanlarının büyük bölümünün ortak özelliği taşeron işlerde güvencesiz olarak çalışmalarıdır. AKP, madencilerin çalışma koşullarını iyileştirmek görüntüsü altında milyonlarca emekçiyi iş cinayetlerine kurban edecek bir düzenlemeyi daha da derinleştirmekte ve kalıcı hale getirmektedir. Kaldı ki madencilerin çalışma sürelerinin kısaltılması da izin sürelerinin uzaması da madenciler güvencesiz olduğu, insanca yaşayacak bir gelire sahip olmadıkça sadece kanun sayfalarında kalacak, uygulamaya geçmeyecektir.  

Tüm hedefi ekonomik büyüme, küresel rekabette öne geçme ve bunları gerçekleştirmek için de Türkiye’yi sermayeye ucuz emek cenneti haline getirmek olarak belirlemiş ve bu hedef doğrultusunda da emekçilerin yaşam hakkını yok saymış bir hükümetin, gerçekten emekçilerin sorunlarına çözüm üretmesi beklenemez zaten. 2010 yılında Kozlu’da yaşanan katliamda yaşamını kaybeden işçi ailelerinin çarşamba günü Meclis Bütçe ve Plan Komisyonunda yukarıda sözünü ettiğimiz yasa tasarısının görüşmeleri sırasında gerçekleştirdiği baskın bunu çarpıcı biçimde gözler önüne sermiştir. Madencilerle ilgili bir yasa hazırlanırken kendilerinin görüşünün alınmasını isteyen iş cinayetine kurban edilmiş işçi yakınları, 2010’da yaşanan katliamın ardından Hükümetin kendilerine verdiği sözlerin tutulmadığını haykırmışlardır. Bu haykırışlar, Hükümet'in Soma’da katledilen işçilerin ailelerine verdiği vaatlerin akıbetinin ne olacağının da bir göstergesidir.    

Sözün özü: Emekçilerin yaşam hakkını yok sayan bir sisteminin –kapitalizmin- sadık uygulayıcısı olan ve işçi katliamlarını fırsata çevirmeye çalışan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. Bu iktidardan çalışma standartlarını iyileştirmesini ve emekçilerin yaşam hakkına saygı göstermesini beklemek hayalcilik olacaktır. Tüm diğer haklar gibi yaşam hakkını savunmak için de emekçilerin örgütlü gücünü mücadeleye dönüştürmekten başka yol yoktur.