29 Aralık 2023 Cuma

2023 biterken -2

                                 30 Aralık 2023

Cumhuriyet’in 100. yılı vesilesiyle yıllar öncesinden “müreffeh bir toplum olma” vaadlerinde bulunulan, ekonominin ve demokrasinin gelişmesine yönelik hedefler konulan 2023, kelimenin tam anlamıyla hüsran yılı oldu. Türkiye halkları 2023’e zaten ekonomik, sosyal ve siyasal krizin yüküyle girmişti; dolayısıyla vaadlerin gerçekleşmeyeceği belliydi. Ama halkın önemli bölümü Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinin, ülkeyi çoklu krize sürükleyen AKP’nin 20 yıllık iktidarına ve otoriter düzene son vereceği umudunu taşıyordu. Bu umudun en önemli dayanağı Millet İttifakı’nı oluşturan 6’lı masaydı. 6 benzemez partiyi bir masa başına toplayan ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne son vererek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi kurmaktı. Birçok çelişkiyi içinde barındıran masanın, ülkenin sorunlarına toplumu ikna edecek bir çözüm getiremeyeceği görülse de otokrasiden kurtuluş için başka alternatif olmadığı düşüncesi yaygındı.


Art arda gelen krizlerden bitkin düşmüş olan halk, Mayıs ayında yapılacak seçimlerden beslenen umutla 2023’ten beklentilerini sürdürürken 6 Şubat depremleriyle sarsıldı. Depremde sadece binalar değil, 100 yıllık devlet mekanizması da çöktü. Yüz bini aşkın insan sadece depremin yarattığı enkazın değil, -barınmayı rant olarak gören, iktidarının bekâsını insan yaşamının önünde tutan anlayışın egemen olduğu- çürümüş devlet düzeninin enkazının da altında kalarak can verdi. Bu çürümüşlüğün baş sorumlusu son yirmi yıldır iktidar koltuğunda oturan AKP’ydi elbette. Ancak onu iktidara taşıyan ve ona alternatif olamayan ve hatta çoğu zaman ona koltuk değnekliği yapan muhalefet partileri de bu sorumluluğa ortaktı.      


Depremle açığa çıkan çürümüşlük, yüksek enflasyonla birlikte yaşanan sosyal çöküş ve demokrasiden, hukuktan, insan haklarından giderek uzaklaşan siyasal sistemle birlikte kokuşmaya başladı. Otoriter yönetimle girilen seçimden demokratik sonuç alınamayacağını gözardı edenlerin “Mayıs seçileriyle gelecek umut” beklentisi sürdü ama sokaktan, grevden, boykottan kaçarak tüm siyaseti sandığa endeksleyenler, kendileri kaybettiği gibi topluma da kaybettirdi. 


Seçimlerde Millet İttifakı’nın iktidar hayalleri boşa düşerken, İttifak’taki sağ partiler kazançlı çıktı. Böylece sağ, şimdiye kadar olmadığı kadar çok milletvekilliği elde etmiş oldu. Bu arada 6 partinin bir masada toplanmasına neden olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne son verme amacı da unutuldu. Özellikle İYİP, seçim sonrasında kendine belirlediği pozisyonla Cumhur İttifakı partilerinden çok da farklı bir yerde bulunmuyor artık. Yerel seçimler için açıkladığı stratejisi de AKP’nin arayıp da bulamayacağı türden.


AKP, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından iktidarını perçinlemiş oldu. Bunun verdiği güvenle, ekonomide halkı daha da yoksullaştıracak, emekçileri daha fazla sömürecek politikaları uygulamaya koydu. 2024 yılında vergi, harç ve cezalara uygulanacak yeniden değerleme oranı yüzde 58,46 olarak belirlenirken, asgari ücrete yüzde 49,11 artış yapıldı. Böylece Türkiye’de emekçilerin çok geniş kesimi için yaşam geliri olan asgari ücret, devletin 2024 yılı için kendi öngördüğü enflasyon artışının bile 9,35 puan altında belirlenmiş oldu. 17 bin 2 TL olan yeni asgari ücret, devletin öngördüğü ve alacakları için uyguladığı enflasyon oranına göre Mart ya da en geç Nisan ayında -TÜİK’in belirlediği enflasyon oranı üzerinden hesaplanan- açlık sınırının altında kalmış olacak. Bu yıl asgari ücrette başka artış yapılmayacağına göre emekçiler, en iyi olasılıkla 2024’ün sekiz ayında açlık sınırının altında bir gelirle geçinmeye mahkûm edilecek. 


Seçimin ardından ekonomide halkı yoksullaştıran politikaların yanı sıra demokrasi ve özgürlükler üzerindeki baskılar da her geçen gün arttı. Uzunca bir süredir terkedilmiş olan hukuk devleti anlayışı ise tamamen ortadan kalktı. Yargı, iktidarın muhaliflerini cezalandırma aracına dönüştü. Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayan iktidar, kendi çıkarlarına uyacak yeni bir anayasa yapımını gündeme getirdi.   


Sermayenin çıkarlarını ve iktidarının bekâsını toplumun genel çıkarlarının önünde tutan iktidarın, halka refah ve demokrasi adına vereceği vaadlerin hiçbir inandırıcılığı kalmadı artık. Bunun bilincinde olan AKP de halkı iktidarın yanında tutabilmenin tek yolunu halklar arasında kutuplaşmayı arttırıp, milliyetçiliği ve İslamcılığı körüklemekte buluyor.  


Özgür Özel’in CHP adına iktidarın asker cenazeleri üzerinden yapmaya alıştığı siyasete karşı, Kürt sorununun nedenlerini sorgulayan çıkışı önemlidir. CHP bu sorgulamayı 20 yıl önce yapmış olsaydı hem onbinlerce genç yaşamını yitirmemiş olacak hem de savaş politikaları üzerinden siyaset yapılamayacaktı. Ama hatanın neresinden dönülse kârdır! Umarım yeni CHP yönetimi bu yaklaşımını geri adım atmadan sürdürür.   


Özetle, 2023 Türkiye’de demokrasi ve özgürlük kırıntılarının bile ortadan kaldırılmaya çalışıldığı; ezilen, sömürülen, ayrımcılığa uğrayan tüm halk kesimleri için son derece kötü ve karanlık bir yıl olmuştur. Bunun belki tek istisnası yeni CHP yönetiminin Kürt düşmanlığı üzerinden iktidarın arkasında sıralanmak yerine sorgulayan bir duruş göstermiş olmasıdır; tabi bu duruşun ne kadar samimi olduğunu önümüzdeki zaman gösterecektir.


    

22 Aralık 2023 Cuma

2023 biterken - 1


                                              23 Aralık 2023


TÜBİTAK’ın 2004’te yayınladığı Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları 2003-2023 Strateji Belgesi’nde

Cumhuriyet’in 100. yılı için sosyoekonomik hedefler vizyonu şöyle belirlenmiş:

 

* Bölgesinde ve dünyada adil ve kalıcı bir barışın tesisi için çaba gösteren;  

* Demokratik ve adil bir hukuk sistemine sahip;  

* Yurttaşları ülkelerinin geleceğinde söz ve karar sahibi;  

* Sağlık, eğitim ve kültür gereksinimlerinin karşılanması devlet tarafından güvence altına alınmış;

* Sürdürülebilir gelişmeyi gözeten; gelir dağılımı dengeli;  

* Bilim, teknoloji ve yenilikte yetkinleşmiş; üreten; net katma değerini kendi beyin gücüne dayanarak artırabilen bir TÜRKİYE…


AKP’nin 2012 yılında hazırladığı 2023 Vizyonu’nda belirlenen bazı hedefler ise şöyle:


* Gayri Safi Yurtiçi Hasıla büyüklüğü bakımından dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer almak,

* Enflasyon ve faiz oranlarını kalıcı biçimde düşük ve tek haneli rakamlara indirmek,

* İhracatımızı 500 milyar dolara ulaştırmak,

* Kişi başına milli gelirimizi 25 bin dolara yükseltmek,

* En az 2 trilyon dolarlık bir ekonomi büyüklüğüne ulaşmak,

* İşsizlik oranını yüzde 5’e indirmek, istihdam oranını da en az yüzde 50’ye yükseltmek,         


2023 yılının yani Cumhuriyet’in 100. yılının son günlerindeyiz; bundan 15-20 yıl önce bugünler için tahayyül edilen Türkiye ile bugün yaşadığımız Türkiye arasında -hem ekonomik hem de siyasal ve demokratik hedefler bakımında- devasa bir uçurum var. 2023 Türkiye’si  sadece bugünlere dair geçmişte hazırlanan çeşitli vizyon belgelerindeki hedeflerin değil, bu hedeflerin belirlendiği dönemlerin de çok gerisinde. 


Refaha çıkması hedeflenen halk bugün karnını doyurabilirse, başını sokabileceği bir çatı bulursa kendini şanslı sayıyor. “Özgürlükçü demokrasi anlayışıyla kamusal alanda yönetime katılabilecekleri” vaadedilen yurttaşlar, ülkeyi yönetenler hakkında yazdıkları üç cümlelik sosyal medya mesajı nedeniyle bir gece vakti evlerinin basılması endişesiyle yaşıyor. “ Anayasa Mahkemesi’ni Türkiye İnsan Hakları Mahkemesi’ne dönüştürerek vatandaşımızın hak arama mücadelesinde çok önemli ve yeni bir kapı açtık.” diyenler bugün Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımıyor. “Anadilde savunma konusunu yasal bir düzenleme ile sorun olmaktan çıkaracağız, vatandaşlarımızın anadillerinde kamu hizmetlerine erişimlerinin sağlanması çalışmalarına hız vereceğiz.” diyenler bugün meclis kürsüsünde, hastanede, adliyede, okulda, kışlada, mahpushanede Kürtçeyi, Süryaniceyi vb. dilleri hazmedemiyor.


AKP, yıllarca 2023’ü hedef göstererek iktidarı için bir başarı hikayesi yaratmaya çalıştı. Toplumun önemli bir kesimini buna inandırdı da. Bu hikayeye göre AKP, Osmanlı’dan miras kalan, Cumhuriyet Dönemi boyunca da süren, siyaset kurumu üzerindeki üniformalı/sivil ve derin/sığ devlet vesayetine son verecek, “açık toplum” söylemiyle toplumu siyasetin öznesi haline getirecekti. Her türlü insan hakkı ihlalinin, ötekileştirme, ayrımcılık ve dışlama uygulamalarının sona ermesi için mekanizmalar oluşturulacak, haklar kurumsal koruma altına alınacaktı.


Olmadı, olamadı! Cemaatler, tarikatlar, yandaş çıkar çevreleri siyasetin yeni öznesi olurken toplum, ayrıştırma ve kutuplaştırmayla yönetilmeye çalışılan nesne olma konumundan kurtulamadı. Eski vesayet kurumlarının yerini önce yeni özneler aldı; daha sonra eskiler de kaldıkları yerden -yenilerle birlikte- siyaseti yönlendirmeyi sürdürdü. İttihat ve Terakki’den buyana gelen ötekileştirmeye, ayrımcılığa dayalı müesses nizam devam etti. Yaratılmak istenen hikayenin de “masal”dan ibaret olduğu çok geçmeden açığa çıktı.  


Masalı açığa çıkaran, Gezi Direnişi ve HDP’nin IŞID’ın Kobane kuşatması karşısında AKP’nin tavrına gösterdiği tepki oldu. Bu nedenle AKP, Gezi ve Kobane davalarını intikam davası olarak gördü ve insan haklarını, kent hakkını savunan onlarca kişiyi yıllardır tutsak ediyor. Ama onlarca değil, onbinlercesi de tutsak edilse gerçeklerin üzeri örtülemiyor. Çünkü artık gerçek, açlıkla, yoksullukla, sosyal hakların, insan haklarının açık biçimde ihlal edilmesiyle; pandemide, depremde yüzbinlerce insanın can vermesiyle kendisini gösteriyor. Gerçekler görünür oldukça despot daha da despotlaşıyor; nefes almak daha da zorlaşıyor. 


Ve işte vizyonların yılı 2023 böyle geçip gidiyor.



15 Aralık 2023 Cuma

Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…

                                 16 Aralık 2023

Urfa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Özak Tekstil fabrikasında işçiler 20 gündür direnişte. Direnişin nedeni, işçilerin Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası’na (BİRTEK-SEN) üye oldukları için uğradıkları baskılar. Baskının nedeni ise işçilerin Hak İş’e bağlı Öz-İplik İş Sendikası’ndan istifa edip BİRTEK-SEN’e geçmeleri. Patron, BİRTEK-SEN’de örgütlü işçilerin sendikalarından istifa edip Hak-İş’e bağlı Öz-İplik İş Sendikası’na üye olmaları için zorluyor; bunu kabul etmeyen işçiler ise tehdit ediliyor. Direniş de BİRTEK-SEN üyesi bir işçinin Öz İplik-İş’e geçmeyi reddettiği için işten çıkarılmasıyla başlıyor.

Yaklaşık 700 işçinin çalıştığı fabrikada 400 işçi iş bırakıyor ve iş yeri önünde eylem yapıyorlar. İşçilerin eyleminin 4. gününde “ilginç” bir gelişme oluyor ve Valilik, Urfa’da dört günlük eylem yasağı kararı alıyor; akabinde jandarma da bu yasağa dayanarak işçilere müdahale ediyor. EMEP ve DEM milletvekillerinin de destek verdiği eylemlerde işçiler ve sendika yöneticileri gözaltına alınıyor, jandarmanın işçileri coplayarak ve tazyikli, gazlı su sıkarak müdahaleleri devam ediyor. Tüm baskılar, uygulanan şiddet işçileri yıldırmıyor ve 20. gününde direniş, işçilerin kararlılığıyla devam ediyor.

İşçilerin sendika seçme hakkı, barışçı amaçlar ve yöntemlerle toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, 12 Eylül darbe anayasasında ve AKP’nin çıkardığı yasalarda bile tanımlanmış. Yani Özak Tekstil işçilerinin eylemi, ucube yasalara göre bile herhangi bir suç unsuru taşımıyor. Aksine işçilerin sendika seçme hakkına müdahale ederek işveren suç işliyor. Ama gelin görün ki hukuku tanımayan sadece işveren değil, onun hukuksuzluğuna arka çıkan mülki idareciler de hukuku, yasaları ihlal ediyor.

Özak Tekstil’de işçilere yapılan haksızlıklar, hukuksuzluklar ve mülki idarenin bunlara ortaklık etmesi ilk değil. 2020’de Özak Tekstil, pandemi nedeniyle üretimi durdurup işçileri ücretsiz izine çıkarmış ancak fabrika üretime başlayınca DİSK Tekstil Sendikası’na üye olan işçilere bu sendikadan istifa ederek Öz-İplik İş Sendikası’na geçmeleri için baskı yapılmış ve yaklaşık 100 işçi bunu kabul etmediği için yeniden işe alınmamış. Buna itiraz eden, yönetimle görüşmek isteyen işçiler ise fabrikanın güvenlik görevlileri tarafından darp edilmiş. İşçiler, işverenin bu tavrı karşısında direnişe geçtiklerinde de valilik yine devreye girmiş ve jandarma işçilere müdahale etmiş. İşçileri temsilen üç işçi dönemin Urfa Valisi ile görüşmüş, durumu anlatmış. Valinin verdiği yanıt ise “Ben sendikal sorunlarla uğraşmıyorum. Bu tür sorunlar yatırımcıları Urfa’dan kaçırıyor” olmuş. Bu görüşmeyi kamuoyu ile paylaşan işçiler ise “Valiye hakaret etmek” suçlamasıyla ifadeye çağrılmış. İşçilere yönelik bu baskılar sonucunda 300’e yakın işçi, işini kaybetmemek için sendikasından istifa edip, Öz İplik İş Sendikası’na üye olmak zorunda bırakılmış.

Üç yıl arayla yaşanan olaylar birbirinin neredeyse kopyası gibi: Patron yandaş sendikaya geçmesi için işçilere baskı yaparak suç işliyor. Mülki idare bu suçu görmezden gelerek işçilerin yasalarda halen varolan bir dizi hakkını hiçe sayarak patrona arka çıkıyor ve devletin güç aygıtlarını, işçilerin hak arama mücadelesini engellemek için kullanıyor.

Peki, yasaları uygulamak ve uygulanmasını sağlamakla mükellef olan devlet temsilcileri hangi gerekçeyle ve kimden cesaret alarak yasaların çiğnenmesine göz yumuyor ve buna ortak olabiliyor?

Sorunun yanıtı, 2020’de dönemin valisinin, “Ben sendikal sorunlarla uğraşmıyorum. Bu tür sorunlar yatırımcıları Urfa’dan kaçırıyor” cümlelerinde gizli.

Suçları görmezden gelinen, devlet tarafından korunan, kollanan, çıkarları için milletvekillerine bile güç kullanmaktan kaçınılmayan Özak Tekstil; Levi’s, Polo, Zara gibi tanınmış birçok uluslararası marka için üretim yapan bir işletme. Faaliyetlerine 1980’li yıllarda İstanbul’da başlamış; 2001’de Çatalca’da, 2009’da Malatya’da, 2013’te de Urfa’da fabrika açmış.

Anlaşılan o ki devleti yönetenler, Özak Tekstil ve onun gibi firmalara yatırım yapmaları karşılığında, hukuku ve yasaları yok sayarak, emekçiler üzerinde diledikleri gibi tahakküm kurma, onları sınırsız biçimde sömürme imtiyazı vermiş. Öz-İplik İş ve sendika görünümlü benzer yapılanmalar ise -bırakın işçinin hakkını aramayı- bu hukuksuz, hukuksuz olduğu kadar da ahlaksız ilişkilerin meşrulaşmasını sağlıyor.

Ne mutlu ki BİRTEK-SEN gibi işçi sınıfının çıkarlarını her türlü baskıya rağmen savunan sendikalar var; ne mutlu ki patronun, onun destekçisi devlet erkanının ve sendika görünümlü işçi düşmanı örgütlerin karşısında direnen Özak Tekstil işçileri gibi, hakkı olanı savunan emekçiler var. Emek sömürüsü üzerine kurulu bu çirkin düzeni görünür kıldıkları gibi, sınıf mücadelesinin üzerindeki ölü toprağının kalkması için de yol gösteriyor, umut veriyorlar!


8 Aralık 2023 Cuma

Ey Türk İş! Bu ne iş?

                           9 Aralık 2023

Geçen hafta bu köşede “Asgari ücreti işçi sınıfının gücü belirler!” başlıklı yazıda; “asgari ücretin  rakamlara sıkıştırılacak bir mesele olmadığını, sınıflar arası güç ilişkilerini içeren ideolojik bir tartışmanın konusu olması gerektiğini” belirtmiş; “sermayenin çıkarlarını temsil edenlerin (siyasetçi, gazeteci, ekonomist vs) ücreti, ideolojik bir tartışmanın dışına çıkarıp, rakamlara indirgediği” tespitinde bulunmuştum. 


Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çarşamba günü yapılan kabine toplantısının çıkışında asgari ücrete ilişkin yaptığı açıklamada, bu tespitimde yanıldığımı gösterdi. Erdoğan, önümüzdeki hafta başlayacak asgari ücret tespit görüşmeleri konusunda, “İşverenlerimizi yormayacak, istihdama zarar vermeyecek bir asgari ücret hedefiyle bu süreç yönetilecek.” açıklamasında bulundu. Erdoğan’ın asgari ücret rakamı telaffuz etmeden yaptığı, son derece “ideolojik” bir açıklamaydı ve bu açıklama, herhangi bir tereddüte mahal bırakmayacak şekilde -21 yıllık AKP iktidarı süresince olduğu gibi- bir kez daha “patronları üzmemek” için emekçilerin açlığa yoksulluğa terk edilmesini tercih ettiğini gösteriyordu. 


Devletin en üst kademesinin, sermayenin çıkarlarını savunduğunu böylesine eğmeden, bükmeden alenen ortaya koymuş olması; işverenler üzülmesin, yorulmasın, varlıklarına varlık katsın diye çocuklarını doyuramayan, kirasını ödeyemeyen, ilaç alacak para bulamayan emekçiler ve onları temsil edenlerin nasıl bir tepki göstereceği merakını da beraberinde getiriyor haliyle. Bu durumda da gözler en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olması nedeniyle Türk İş’e ve diğer sendikalara çevriliyor.


Gerçi, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda emekçileri temsilen bulunan Türk İş’in yıllardan beridir asgari ücretin belirlenmesinde emekçilerin çıkarlarını savunmak adına -boş sözler sarfetmekten başka- bir şey yaptığı görülmemiştir. Ama yine de 15-16 Haziran’ı, 89 Bahar Eylemleri’ni gerçekleştirmiş bir tarihe sahip olan Türkiye işçi sınıfının, her seferinde, meydanı bu kadar da boş bırakmayacağı umulur ve bu umutla sendika yönetimlerinin tavrının ne olacağı merak edilir. Hele de pandemi, ekonomik kriz derken emekçilerin yıldan yıla yoksullaştığı; günde 10-12 saat çalışma karşılığında aldıkları ücretle beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı; buna karşılık işletmelerin kâr rekorları kırıp, bir avuç sermayedarın zenginliğine zenginlik kattığı bir dönemde -artık mucize beklentisine dönse de- bir umut hep vardır.


Her asgari ücret belirleme döneminde olduğu gibi Türk İş’ten beklenen açıklama Genel Başkan Ergün Atalay’dan geldi. Atalay’ın açıklamaları ilginç olduğu gibi çelişkiliydi de. Örneğin bir taraftan "Açlık sınırından bir pazarlık olmaz.” derken diğer taraftan asgari ücret pazarlığına, açlık sınırı olan 14 bin 25 TL’den başlayacaklarını söyledi. Hükümetin asgari ücretin yılda bir kez belirlenmesine yönelik tavrına karşılık olarak tepkisini “Bakan bu sene bir defa olacak diyor. Hiç olmasın, zam da yapmayın para da vermeyin.” diyerek gösterdi. Ama en ilginç olanı sanırım, “Asgari Ücret Komisyonu’na Türk İş yetkililerinin yerine dört asgari ücretli işçi oturacak, bu işçiler hükümet ve işveren temsilcilerine nasıl geçinemediklerini anlatacaklar.” cümlesiydi.


Kurulduğu 1952’den bu yana, Türk İş başkanlarının işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bir sendikal perspektife sahip oldukları söylenemez. Dolayısıyla Atalay’dan da işçi sınıfının gücünü açığa çıkaracak bir mücadele programı izlemesi ve bu gücü arkasına alarak pazarlık masasında işçilerin haklarını savunacak bir tavır sergilemesi beklenemez. Ancak asgari ücret pazarlığını açlık sınırından başlatacak kadar siyasi iktidarın ve sermayenin işçileri açlığa mahkum etme siyasetinin payandalığını yapabileceği de akla gelmezdi. Öte yandan 1 milyon 300 bin üyesi olan ülkedeki tüm emekçiler adına pazarlık masasına oturan bir konfederasyon başkanının “Zam da yapmayın para da vermeyin!” gibi çocukça bir tavır sergilemesi;Komisyona katılacak dört asgari ücretli işçi hükümet ve işveren temsilcilerine nasıl geçinemediklerini anlatacaklar.” sözüyle hükümet ve işveren temsilcileri asgari ücretle geçinilemeyeceğini bilmedikleri için ücretleri düşük tutuyormuş gibi safiyane bir yaklaşım sergilemesi Türk İş başkanından bile beklenmezdi. 


Görünen o ki, Türk İş başkanı, oturduğu koltuğa ve o koltuğun gerçek sahibi olan işçi sınıfına tamamen yabancılaşmıştır. Bu durumda sorgulanması gereken, bugün o koltukta oturan kişiden ziyade, onun -en fazla üyeye sahip- bir işçi örgütünün tepesine nasıl geldiği ve Türk İş’e üye 34 sendikadan hiçbirinin konfederasyon başkanının işçi sınıfına ihanet olarak tanımlanabilecek açıklamarına herhangi bir tepki göstermemiş olmasıdır. Diğer işçi konfederasyonlarının bu süreçteki konumlanmaları ve Türk İş’e karşı tepkisizlikleri de bu sorgulamaya mutlaka dahil edilmelidir.


Sözün özü: Açlıkla, yoksullukla, güvencesizlikle, kötü çalışma koşullarıyla cebelleşen emekçilerin ücretini belirleyecek güce sahip olabilmesi; insanca çalışma ve yaşam şartlarına kavuşabilmesi, sınıfa yabancılaşmış ve hatta sınıfa ihanet içinde olan sendikacılardan kurtulmayı ve sendikaları kendi öz örgütlenmesi haline dönüştürmeyi örgütlü mücadelenin öncelikli hedefi haline getirmesiyle mümkündür.


1 Aralık 2023 Cuma

Asgari ücreti ‘işçi sınıfının gücü’ belirler!

                                 2 Aralık 2023

Asgari ücretin belirlendiği her dönem gibi içinden geçtiğimiz günlerde de asgari ücrette yapılacak artış oranı üzerine tahminler, beklentiler havada uçuşuyor. Bunların kimi enflasyon oranı, kimiyse açlık ya da yoksulluk sınırı olarak belirlenen rakamlar üzerinden hareket ediyor. Beklenti ve tahminler dile getirilirken, bazıları asgari ücretteki artışın işverenlere getireceği yükü, bazıları ise asgari ücret alan işçinin geçimini önceliyor. Sonuç olarak halen 11 bin 402 TL olan asgari ücretin 15 bin TL civarında olması gerektiğini savunan da var 17 bin ya da 25 bin TL olmasını savunan da… Bu yıl asgari ücret tartışmalarına bir de -hükümet yetkililerinin yılda iki kez asgari ücret belirlenmesine son verileceği açıklamasının ardından- “Asgari ücret yılda bir kez mi iki kez mi belirlensin?” tartışması eklendi (Bu konu ayrı bir yazı başlığı olmayı hak ediyor.).

Asgari ücrete ilişkin beklentiler açıklanırken de tahminler yürütülürken de herkes, -önceki yıllarda olduğu gibi- Erdoğan’ın haleti ruhiyesinin ve yanı sıra AKP/Saray iktidarının, sermayenin talepleri ile önümüzdeki yerel seçimleri dikkate alarak bir rakam belirleyeceğini biliyor. Zaten söz konusu tahmin ve beklentilerin önemli bir kısmının bilimsel temellerden veya emekçilerin ihtiyaçlarından ziyade bunu esas aldığı hepimizin malûmu.

Oysa asgari ücret, rakamlara sıkıştırılacak bir tartışma konusu olamaz. Zira sadece asgari ücret değil, genel olarak ücret, kapitalist üretim sistemindeki çelişkilerin en can alıcı meselesidir ve tüm toplumsal ilişkileri belirleyen emek-sermaye çatışmasının da tam odağında yer alır. Dolayısıyla ücretin -ve elbette asgari ücretin-, rakamların ötesinde sınıflar arası güç ilişkilerini içeren ideolojik bir tartışmanın konusu olması gerekir.

Sermaye kesimi ve onun çıkarları doğrultusunda hareket edenler (siyasetçi, gazeteci, ekonomist vs), her zaman olduğu gibi bugün de ücreti, rakamlara indirgeyerek ve tartışmaları bu yöne çekerek temsil ettikleri sınıfın ideolojisine uygun bir yaklaşım sergiliyor. Buna karşılık emekçileri temsil ettiğini iddia edenler (sendikacı, siyasetçi, gazeteci, ekonomist vs) ise sermaye kesiminin bu tuzağına düşerek, ücreti -ideolojik zeminde tartışmayı es geçip- sadece ekonomik düzlemde ele alıyor. Hal böyle olunca tartışmalar, asgari ücretin miktarı üzerine bir takım rakamları ortaya atmanın ötesine geçemiyor. Oraya atılan bu rakamlar ise ekonomik ve siyasi egemenin belirlediği sınırları aşamıyor.

Örneğin, sermaye ve AKP/Saray cephesi, 2024 yılı için asgari ücretin 15 bin ya da 17 bin TL civarında olması gerektiğini ifade ederken en yüksek rakam HEDEP’ten geldi. HEDEP, asgari ücretin yoksulluk sınırının yarısı kadar olması gerektiğini belirtti ve 25 bin TL rakamını telaffuz etti. Diğer muhalefet partileri ve sendikalar henüz bir rakam açıklamadı, ancak asgari ücret tahayyüllerinin 25 bin TL’ye bile ulaşmayacağını şimdiden tahmin etmek zor değil. Asgari ücretin 15 bin TL ya da 17 bin TL yerine 25 bin TL olması; açlık sınırı yerine yoksulluk sınırının yarısının kriter olarak alınması vb önerilerin işçiler için daha cazip olacağına kuşku yoktur. Ancak bu öneriler, sermayenin temsilciliğini yapan AKP/Saray iktidarının emekçilere reva gördüğü “sadaka ücreti” perspektifinden çok da farklı değildir.

Eğer üzerinde tartışılan, görüş bildirilen konu ücret değil de sosyal yardım olsaydı, bir siyasi partinin ödenecek miktar ve bu miktarı belirleme kriterleri üzerine beklentisini açıklaması kabul edilebilirdi. Oysa burada Türkiye’de ücretli çalışanların yarıdan fazlasının -emeğinin karşılığı olan- ücretini doğrudan, geri kalanların ücretlerini ise dolaylı olarak etkileyen asgari ücretin belirlenmesi söz konusudur ve kim hangi rakamı önerirse önersin, asgari ücretin ne kadar olacağını belirleyecek olan “işçi sınıfının pazarlık gücü”dür. İşçi sınıfının pazarlık gücünü ise örgütlü mücadelesi ve bu mücadelenin perspektifi belirler!

Türkiye’de bugün emekçilerin hakları için sınıf perspektifiyle mücadele eden, genel grev tahayyülüne sahip güçlü bir işçi örgütlenmesi olsa asgari ücretin hangi kriterle belirleneceği ve ne kadar olacağı konusunda ne birilerinin haleti ruhiyesinin ne sermayenin taleplerinin ne de siyasi iktidarın seçim oyunlarının bir hükmü olmaz!

Sözün özü: Emekçilerin haklarını, gelir eşitsizliğini önemseyen, emek sömürüsüne karşı olduğunu söyleyen tüm yapıların, asgari ücrete ilişkin olarak emekçiler adına birtakım rakamlar açıklamak yerine işçilerin örgütlenme özgürlüğü ve mücadele yollarının önündeki engellerin kaldırılması vb hakları için çaba göstermesi çok daha önemlidir.


17 Kasım 2023 Cuma

Demokratik toplum olmadan demokratik anayasa olur mu?

                                18 Kasım 2023


7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında çözüm masasının AKP iktidarı tarafından dağıtılmasıyla beraber zaten var olan hak ihlalleri ve hukuksuzluklar sistematik hale geldi. İş cinayetleri, kadın cinayetleri, taciz ve tecavüz vakaları, yolsuzluklar, siyasi cinayetler vb cezasız kalırken; AKP’nin iktidarı için tehdit olarak gördüğü -HDP ve Kürt siyasetçiler başta olmak üzere- tüm muhalif yapılar kriminalleştirilerek sindirme yoluna gidildi. Bununla da yetinilmeyip hakkını arayan işçiler; toprağını, suyunu savunan köylüler, çevre mücadelesi yürütenler; demokratik, laik eğitim talebini dile getirenler vb. “şiddet”le bastırılarak susturulmaya başladı.

Tüm bunlar yaşanırken, Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin Can Atalay’ın tutukluluğuna ilişkin hak ihlali kararını Yargıtay’ın tanınmaması ve iktidar ortaklarının Anayasa ve AYM üzerine yaptığı açıklamalar, her vesileyle tanık olduğumuz hukuk tanımazlığı bir üst boyuta taşıdı. İktidar cephesi, kendi yarattığı yargı karmaşasını gerekçe göstererek “yeni anayasa” meselesini yeniden gündeme getirdi. Muhalefet de bunun üzerine daha önceki “yeni anayasa” tartışmalarında olduğu gibi “otokratik bir iktidarın demokratik bir anayasa yapamayacağı” minvalindeki sözleriyle tepkisini yineledi.

Otokratik yönetimlerin, varlıklarını mutlaklaştıracak biçimde anayasayı ve yasaları yeniden yapılandırmak istemesinde yadırganacak bir taraf yoktur. Yadırganması gereken olsa olsa iktidardakilerin bu niyetlerini gizlemeden saklamadan -Devlet Bahçeli’nin yaptığı gibi- halkın gözünün içine baka baka ifade etmeleri olabilir. Halkın en temel haklarını ellerinden alan, özgürlük alanlarını tamamen ortadan kaldıran bir rejim halkın tepkisinden kaçınmadan, açıkça savunulabiliyorsa orada sorunu sadece otokrat iktidarda değil; onun inşa edildiği koşulları sağlayan toplumsal düzende aramak gerekir. Otokratik rejimin inşa edilmesini engelleyemeyen ve üstelik bunu tepkisizce hazmedebilen bir toplumda, buna yol açan dinamikler sorgulanmadan -bugün muhalefetin yaptığı gibi- demokratik bir anayasanın önündeki tek engeli iktidar olarak görmek son derece yanıltıcı olur.

Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bir toplumda demokratikleşmenin ölçütünü belirleyen yasalar değildir. Aksine yasa metinlerini şekillendiren ve o yasaları ete kemiğe büründürerek uygulanmasını sağlayan, farklı kimlikler, inançlar ve özellikle sınıflar arasındaki güç ilişkileridir. Demokratik bir toplum -ve elbette demokratik bir devlet mekanizması- için tüm etnik kimlik, inanç ve sınıftan halkların kendisini özgürce ifade ederek her sevideki karar alma ve uygulama mekanizmalarına demokratik katılımı gerekir. Demokratik katılım için düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde hiçbir engel bulunmamalı; toplumun her kesimi, özgür düşüncenin oluşabilmesi için gereken bilgiye ve gerçek habere sınırsızca ulaşabilmelidir. Dolayısıyla bilimsel bilgiyi üreten, aktaran akademinin ve gerçekleri halka duyuran basının da özgür olması, demokratik toplumun vazgeçilmezdir.

Demokratik toplum için kaçınılmaz olan diğer bir konu da örgütlenmedir. Toplumun tüm kesimlerinin kendilerini ifade edebilmek ve haklarını savunabilmek için özgürce örgütlenebilmeleri gerekir. Toplumsal düzenin şekillenmesinde belirleyici olan güç ilişkilerinde üstünlük ancak örgütlü mücadele ile sağlanabilir.

Kapitalizmde egemen olan burjuvazi ve onu temsil eden siyasi iktidar sahipleri, toplum içinde azınlık olmasına rağmen ulusal ve uluslararası düzeyde en örgütlü güçtür. Ulusal düzeyde devlet ve sermaye kuruluşları (TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD vb); uluslararası düzeyde AB, Dünya Bankası, IMF, Birleşmiş Milletler, NATO vb kurumlarda örgütlü olan egemenler karşısında iktidar sahipleri dışında kalan kesimlerin örgütlenmekten başka seçeneği yoktur. Burjuvazinin ve siyasi egemenlerin en büyük korkusu, karşılarında güç oluşturabilecek bu örgütlenmelerdir. Dolayısıyla -sendikalar başta olmak üzere- kendileri dışındaki tüm demokratik örgütlenmeleri engellemeye ya da manipüle etmeye çalışırlar.

Sözün özü: Kapitalist toplum düzeni içinde hem burjuvazinin çıkarlarını hem de kendi iktidarının bekâsını korumak için otokratik bir rejim inşa eden AKP/MHP ittifakı, bunun kalıcılaşması için anayasayı yeniden yapılandırmayı istemektedir. Temel insan haklarını ve sosyal hakları yok sayarak, demokrasiyi, özgürlükleri tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan bu “anayasayı yeniden yapılandırma girişimi”ni engellemek için sadece iktidarın otokratik yapısını eleştirmek yeterli değildir.

Muhalefet otokrasiye son vererek demokratik bir anayasa talebinde samimi ise demokratik toplumun inşasını sağlayacak mekanizmaların işlerliğinin sağlanması için uğraş vermelidir. Bunun için de akademik özgürlüklerin ve basın özgürlüğünün yanı sıra “egemen kimlik, egemen inanç, egemen sınıf” karşısında ayrımcılığa uğrayanların, ezilenlerin, sömürülenlerin örgütlü bir güç haline gelmesini savunan bir iradeyi de açıkça ortaya koyması gerekir. Bunu içermeyen söylemler ve eylemler, havanda su dövmenin ötesine geçemez!



10 Kasım 2023 Cuma

Silah yatırımıyla övünenler barış ister mi?

                                11 Kasım 2023

İsrail, Gazze’de hastaneleri, kiliseleri, camileri, okulları bir aydır aralıksız bombalanıyor. Filistin Sağlık Bakanlığı, büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 11 bin’i aşkın insanın bu bombalamalarda katledildiğini bildiriyor. Tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu katliam karşısında uluslararası hukuk, insan haklarına ilişkin evrensel normlar, bizzat bu normların mimarı olan ülkelerin yönetimleri tarafından ayaklar altına alınıyor. Başta ABD ve “medeniyet”in beşiği sayılan Avrupa ülkeleri İsrail’in katliamlarını seyretmekle kalmıyor; onu destekliyor, teşvik ediyor.  Gazze’de sadece Filistinliler değil, yüzlerce yılda oluşan en temel insani değerlerle birlikte “insanlık” katlediliyor! Ukrayna’da, Rojava’da ve dünyanın birçok yerinde süren savaşlarda da durum farklı değil. 


Savaş, egemenlerin ekonomik ve siyasi hegemonya alanlarını genişletmek ya da korumak için araç olarak kullanıyor; savaşların bedelini ödeyenler ise her zaman yoksullar, ezilen halklar oluyor. Gazze’de de parçalanmış çocuk bedenleri karşısında taşlaşmış vicdanlarıyla ellerini ovuşturanlar, silaha yatırım yapıp, parçalanan o bedenler üzerinden kâr etmeyi bekleyenlerden başkaları değil. 


Son yıllarda silah sanayi (Onlar buna "savunma sanayi” diyor.) öylesine büyüdü ki bu sektöre yatırım yapanların ve kimi ülkelerde onları teşvik eden iktidar sahiplerinin övünme vesilesi haline geldi.    


Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2022 yılı raporuna göre geçtiğimiz yıl küresel silah ticaretinin cirosu 100 milyar doları geçerken, toplam askeri harcamalar 2 trilyon doları aştı. Avrupa silah ithalatını 2018 ila 2022 yılları arasında, daha önceki beş yıla oranla yüzde 47 artırarak en çok silahlanan kıta oldu. NATO üyesi Avrupalı ülkelerde bu rakam yüzde 65'e çıktı. Avrupa’nın yanı sıra Orta Doğu ülkelerinin de silah ithalatı arttı. Suudi Arabistan, Katar ve Mısır dünyada en çok silah ithal eden 10 ülke arasında yer aldı.


ABD, küresel silah ticaretinde yüzde 40'lık pay ile en büyük silah tedarikçisi olma özelliğini, diğer ülkelerle arasındaki farkı açarak sürdürdü. ABD'nin silah ihracatı 2013-2017 ve 2018-2022 dönemlerinde yüzde 33'ten 40'a çıkarken, Rusya yüzde 16, Fransa yüzde 11, Çin yüzde 5 ve Almanya yüzde 4 ile ilk beş sırada yer aldı.


Türkiye’de de silah sanayi son yıllarda büyük gelişme kaydetti! AKP, her vesileyle silah sanayindeki gelişmeyle övünürken; Mayıs seçimlerinde de bunu seçim malzemesi olarak kullanmaktan geri durmadı.


Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD)’ın 2022 sektör raporuna göre, silah sektörünün cirosu 2022’de geçen yirmi yıla göre 12 kat artarken, bir önceki yıla göre -dolar bazında- yüzde 20 arttı ve 12.2 milyar dolara ulaştı. AR-GE yatırımları ise 20 yılda 40 kat artarken, 2021 yılına göre yüzde 26 artarak 2 milyar doları aştı.


SIPRI raporuna göre, Türkiye'nin 2013-2017 arasında yüzde 0.69 olan küresel ihracattaki payı 2018-2022 döneminde yüzde 1.1'e çıktı; en büyük silah tedarikçileri arasında 12'inci sırada yer aldı. Ocak-Ekim 2023 döneminde toplam 4.3 milyar dolar tutarında ihracat gerçekleştirdi. Türkiye’nin silah ihracatında ilk sırayı insansız hava araçları (SİHA) ile güdümlü ve güdümsüz mühimmatlar oluşturuyor. Silah ihracatında aslan payı ise Erdoğan’ın damadının sahibi olduğu BAYKAR’a ait. 


12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, silah sanayindeki sıçramanın daha da ileriye taşınması amaçlanmış. Bu bağlamda 2023’te 6 milyar dolar olan ihracat hedefi, 2028 için 11 milyar dolara yükseltilirken, 15 milyar dolar olan sektörün toplam cirosunun ise 26 milyar dolara çıkarılması öngörülmüş. 


Silah sanayindeki hızlı gelişmede siyasi iktidarın devlet aracılığıyla aktardığı kaynağın önemli bir yeri var. 2024 yılı bütçesinde Savunma Sanayi Destekleme Fonu için ayrılan kaynak da dahil edildiğinde savunma ve güvenlik sektörü için 2024’te 1 trilyon 133.5 milyar lira ödenek tahsis edildiği anlaşılıyor. Dolar bazında bakıldığında 2023’te 16 milyar dolar olan payın 2024’te 40 milyar dolara yaklaştığı görülüyor ki bu da savunma bütçesindeki artışın yüzde 150’ye ulaştığını gösteriyor. 


Savunma ve güvenlik harcamaları için ayrılan pay, 86 milyonun temel gereksinimi olan eğitim için 1 trilyon 615 milyar lira, sağlık için 1 trilyon 650 milyon lira, tarım için 384 milyar lira ve 10 ili yerle bir eden deprem sonrası kentlerin yeniden inşaası için ayrılan 1 trilyon 28 milyar lira ile karşılaştırıldığında AKP/saray iktidarının silahlanmaya verdiği önem daha iyi anlaşılıyor.


Tüm bu verilerin ardından sormak gerekiyor: Kâr aracı olarak gördükleri silah üretimine yatırım yapanlar; onları teşvik etmek için okullarda çocuklara bir öğün yemeği esirgeyen, emekliyi açlığa terkeden yönetimler silahların susmasını çocukların, sivillerin katlinin engellenmesini yani “barış”ı ister mi?


3 Kasım 2023 Cuma

AKP iktidarı 22. yılına girerken…


3 Kasım’da AKP, iktidar koltuğunda 21. yılını doldurdu. Geçen bu süre zarfında tam on hükümet kuruldu. 7 Haziran 2015 sonrasında kurulan ve 1 Kasım 2015 seçimlerinin ardından yeni hükümet kurulana kadar (88 gün) görevde kalan 63. Geçici Seçim Hükümeti’ni saymazsak AKP’nin 21 yıldır ülkeyi tek başına yönettiğini söyleyebiliriz. Bu, CHP’nin tek parti dönemindeki 27 yıllık iktidarından sonra Cumhuriyet tarihinde bir partinin tek başına iktidarda kaldığı en uzun süredir.

100 yıllık Cumhuriyet’in beşte birinden daha uzun bölümüne tekabül eden iktidarı süresince AKP, darbe dönemleri ve tek partili yıllar dışında Türkiye’de ekonomik, siyasal ve sosyal etkisi en güçlü dönüşümün uygulayıcısı oldu. 

AKP’yi iktidara taşıyan koşulları ve onun, iktidarı boyunca gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümü kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarından ayrı düşünmek mümkün değildir. 16 Kasım 2002’de Erdoğan’ın kamuoyuna duyurduğu 58. Hükümet Acil Eylem Planı’nda da belirtildiği gibi AKP iktidarının temel hedefi Kemal Derviş’in kurumsal alt yapısını hazırladığı neoliberal Yapısal Uyum Programı (YUP)’u uygulamaktır. Acil Eylem Planı’nın “Ekonomik Dönüşüm Programı” başlığı altında yer alan hedefler, 21 yıllık iktidarın ana eksenini belirlemiş ve AKP bu programı sadakatle uygulamıştır.

AKP’nin sınıfsal tercihini de açıkça belirleyen Ekonomik Dönüşüm Programı doğrultusunda ekonomi yönetimi “bağımsız kurullar” adı altında piyasa aktörlerine (sermayeye) devredilmiş, kamu işletmeleri hızla özelleştirilmiş, vergiler sermaye dışında kalan emekçi kesimin sırtına yüklenmiş,  kamu harcamaları ve sosyal harcamalar kısılarak toplumdan alınan kaynaklar ve kamu varlıkları; teşvikler, istisnalar vb yollarla sermaye aktarılmıştır. Öte yandan çalışma rejimi esnek ve güvencesiz hale getirilirken sosyal haklar önemli ölçüde ortadan kaldırılmış; eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik başta olma üzere kamu hizmetleri sermaye için kâr alanı haline dönüştürülmüştür.

İktidarı boyunca devleti yoksul, emekçi kesimlerden alıp sermayeye aktaran bir mekanizma olarak kullanan AKP döneminde emek ve doğa sömürüsü ile birlikte gelir eşitsizliği giderek artmış ve halkın büyük çoğunluğu beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmiştir. Sınıflar arası çelişkilerin artmasıyla birlikte emekçilerden ve yoksullaşan halk kesimlerinden gelecek tepkileri bastırmak için AKP hükümetleri, -başta sendikalaşma olmak üzere- örgütlenme hakkı ile basın özgürlüğü, akademik özgürlükler, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi tüm özgürlükleri engellemiş; toplumda etnik kimlik, inanç, cinsiyet ve cinsel yönelim üzerinden “kutuplaştırma siyaseti” izlemiştir.

AKP iktidarının 22. yılına girerken sosyal çöküntüye neden olan politikalarını büyük bir kararlılıkla sürdürmeye devam etmektedir. Eylül’de açıklanan Orta Vadeli Program (OVP), geçtiğimiz günlerde TBMM’de kabul edilen 12. Kalkınma Planı, halen görüşülmekte olan 2024 Bütçe Kanun Teklifi ve hazırlığı yapılan çeşitli kanunlar ile AKP’nin bugüne kadar olduğundan çok daha köklü bir dönüşüme hazırlandığını göstermektedir.  

Bir avuç sermayedarı ihya ederken toplumun çok geniş kesimlerinin içinde bulunduğu yoksulluğu, açlığı, güvencesizliği çok daha derinleştirecek düzenlemelere ilişkin haberlere her gün bir yenisi eklenmektedir. İşte bunlardan bir kaç örnek:

* 25 Ekim'de Resmi Gazete'de yayımlanarak onaylanan 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı ve 12. Kalkınma Planı’nda yer verildiği üzere, ormanları yok eden, toprağı zehirleyen maden arama faaliyetleri "kamu yararına faaliyet" olarak tanımlanacak. Böylece ekolojik yıkıma ve hak gasplarına neden olan madenler toprağını, suyunu, doğasını savunanlara söz hakkı tanınmadan faaliyete geçirilecektir.  

* Gazete Duvar’da Bahadır Özgür’ün “Erdoğan, İstanbul tarihinin en büyük mülkiyet gaspına hazırlanıyor.” başlıklı makalesinde “çitleme hareketi”ne benzettiği  6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da yapılmaya hazırlanılan değişiklikle AKP, tarihin en büyük mülkiyet gaspının yolunu açmaya çalışmaktadır. Buna göre konutunun dönüşüm bedelini karşılayamayanlar kentin dışına sürülecek ve rant merkezleri haline gelecek olan kentler varlıklılara uygun biçimde yeniden imar edilecektir.

* Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda açıkladığı üzere, Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) bazı HES’ler, limanlar, otoyol ve köprüler özelleştirme kapsamına alınacaktır.

* Bakan Şimşek’in 2024 bütçe sunumundan anlaşıldığı üzere şirketlerden alınması gereken vergilerden 2024’te 2.2 trilyon lira, 2025’te 2.7 trilyon lira, 2026’da 2.6 trilyon lira olmak üzere, üç yılda toplam 8 trilyon lira silinecektir.

AKP’lilerin ve onun iktidarlarından nemalananların 21. yılı kutlarken “Nice 21 yıllara!” temennisinde bulunduklarına şüphe yok. Bu temenni gerçek olur ve Türkiye önümüzdeki yirmi yıllarda AKP ya da onun muadili iktidarlar tarafından yönetilir mi? Bu sorunun yanıtını AKP’li yıllarda yoksullaşan, özgürlüklerinden ve haklarından yoksun kalan halkların, emekçilerin mücadelesi belirleyecektir! 



27 Ekim 2023 Cuma

Cumhursuz Cumhuriyet’in 100. yılı

                              28 Ekim 2023


Cumhuriyet’in 50. yılında ilkokul öğrencisiydim; 75. yılında askerdeydim; 100. yılında ise 6,5 yıl önce KHK ile üniversiteden ihraç edilmiş bir akademisyenim. Üniversiteden ihraç edilme nedenim, siyasi iktidarın Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan “hukuk devleti” ilkesine aykırı olduğunu düşündüğüm uygulamalarını yine Anayasa’da yer alan düşünce ve ifade özgülüğü çerçevesinde ifade ederek “barış” talebinde bulunan bir metne imza atmış olmamdı. Benimle birlikte yüzlerce akademisyen sırf “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metne imza attığı için üniversiteden ihraç edildi ve yurttaşlık haklarının pek çoğu ellerinden alındı. Bununla da kalınmadı ağır ceza mahkemelerinde yargılandı. İhraç edilen akademisyenlerin bir kısmı yıllar sonra görevlerine iade edildi ama benim de aralarında bulunduğum pek çok akademisyenin ihraç durumu, hukuksuz bir biçimde devam ettiriliyor. 


İhraç edilen akademisyenlerin başına gelenler, Cumhuriyet’in Anayasası’nda tanımlanan haklar çerçevesinde hareket ettikleri için pek çok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının da başına geldiği gibi, on binlercesi de benzeri nedenle yıllardır cezaevlerinde tutuluyor, özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor. 


Oysa -halen öyle midir bilmiyorum ama- okullarda bize “cumhuriyetin, -siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu devlet biçimi olan- monarşinin karşıtı olduğu; onunla ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu; siyasi gücün, halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şekli olduğu" öğretilmişti. 


12 Eylül darbecilerinin yaptığı -halen geçerli olan- 82 Anayasası’nda bile Türkiye Cumhuriyeti’nin “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu ifade edilir (madde 2). Anayasa’nın başlangıç bölümünde ise “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü”nden söz edilerek, “millet adına yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilir. Ayrıca devlet organları (yasama-yürütme-yargı) arasında kuvvetler ayrımı ve laiklik ilkesinin gereği olarak dinin devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı da söylenir.


82 Anayasası’nı ilk ihlal eden bu Anayasa’yı yazdırmış olan darbeciler oldu. Kendi yaptığı anayasayı kendi ihlal eden sadece 12 Eylül darbecileri değildi; 1924 ve 1961 Anayasalarının akibeti de farklı olmamıştı. Bu bağlamda 100. yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin hemen hiç bir döneminde siyasi gücü elinde bulunduranlar, -egemen sınıfın çıkarları ve/veya iktidarlarının bekası için- “Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni”ne riayet etmedi. Hal böyle olunca da cumhuriyet, ne sözlük anlamına ne de okullarda öğretilen içeriğe sahip ol(a)madı.


100 yıl önce monarşiyi yıkarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir zaman “cumhurun yani halkın egemenliğini kendi elinde tuttuğu, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı” bir devlet yönetimine tanık olunmadı. Devletin ideolojik ve baskı aygıtları toplumun genel çıkarları için değil egemen sınıfın (burjuvazinin) ve siyasi gücü elinde bulunduranların çıkarları için kullanıldı. Öte yandan “halkın etnik kökenine, dinine, mezhebine, sınıfına göre ayrıştırılması ve birbirine düşmanlaştırılması”, devleti idare yöntemi olarak benimsendi. Bu anlayışa sahip bir “cumhuriyet”i halkın tüm kesimlerinin aynı duygularla sahiplenmesi beklenemezdi elbette. 


Halkın geniş kesimlerinin cumhuriyeti benimsemeyişi ve kendisini cumhuriyet fikriyle bütünleştirememesinin en bariz belirtisi, ülkeyi 15 Temmuz darbe girişimine götüren paralel devlet yapılanmasına da bu darbe girişimini gerekçe göstererek “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında gerçekleştirilen rejim değişikliğiyle mutlak monarşinin yönetim biçimi haline gelmesine de dişe dokunur bir itirazda bulunulmamasıdır.


Türkiye’de cumhuriyet, ilk yüzyılında cumhuriyet olmanın gereklerini yerine getiremedi ve başarısız oldu. Bu başarısızlığın sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyıla “cumhuriyet” adı altında mutlak monarşinin egemen olduğu bir rejimle giriyor. Cumhuriyet’in gerçek anlamda ifadesini bulabilmesi için hukukun üstünlüğünün esas alınması ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanması gerekiyor. Bu da Türkiye halklarının eşit yurttaşlık temelinde, barış içinde bir arada yaşama iradesini göstererek mücadele etmesinden geçiyor.