26 Kasım 2010 Cuma

Sendikal Bürokrasiyi Aşmak Gerek!..

26/11/2010

ÖZGÜRCE

İşçi sınıfını baskı altına almak için kullanılan en etkili araç işsiz bırakma tehdididir. Yaşamını sürdürecek yegane geliri, emeği karşılığında aldığı ücret olan emekçiler için işsizliğin anlamı aç kalmakla eşdeğerdir. Sanayi devriminin ardından işçileşmenin ve beraberinde de yedek işçi ordusunun artması emekçilerin iş için birbirleriyle rekabetini arttırmış ve bunun sonucu olarak da sermayenin emekçiler üzerinde baskı kurma olanağı artmıştır. Sendikalar, emekçiler arasındaki dayanışmayı arttıran, rekabeti engelleyen ve böylece sermayeye karşı mücadelede işçi sınıfının tek vücut haline gelmesini sağlayan örgütler olarak tarih sahnesinde çıkmışlardır. İşçi sınıfının mücadele aracı olarak sendikalar, işçi sınıfı üzerindeki baskıları önemli ölçüde geri püskürtmüş ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında sadece emekçilerin haklarında değil, genel olarak özgürlükçü demokrasinin gelişmesine de katkı sağlamışlardır.

Ancak 20. yüzyılın son derece hareketli geçen siyasi tarihi içinde sendikalar, kapitalizmle mücadele etmek yerine kapitalizm içerisinde uzlaşmacı bir yaklaşımla çalışma standartları ve sosyal haklarda iyileştirmeyi amaçlayan bir role bürünmüştür. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında emekle sermaye arasındaki çelişkilerin azaldığı sosyal/refah devleti politikalarının uygulandığı dönemde birçok sendika, giderek mücadeleden kopmuş ve bürokratik bir yapı içerisine girmiştir.

1980’li yıllarla birlikte hızlanan küreselleşme sürecinde üretimin esnekleşmesi ve devletin piyasalaşma süreçlerinde işçi sınıfından önemli ölçüde kopmuş olan bürokratikleşmiş sendikalar, emekçilerin hakları için mücadele etmek yerine emekçilerin bu süreçteki tepkilerini kontrol altında tutmak gibi bir işlev edinmiştir. Böylece işçi sınıfının kendi içindeki rekabetini önlemek üzere dayanışma içinde sermayeye karşı mücadelenin aracı olan sendikalar artık, sermayeyle uzlaşı içinde işçi sınıfının mücadelesinin önünde bir “barikat” haline gelmiştir. Hal böyle olunca da bürokrasinin hakim olduğu sendikalar içerisinde işçiler, sermayenin işsiz bırakma tehdidine karşı sermayeyle mücadeleden önce önlerine kurulmuş barikatları aşmak zorunda kalmaktadır.

Sendikal bürokrasinin işçi sınıfı mücadelesinin önüne kurmuş olduğu barikatların açık bir örneği TEKEL işçilerinin mücadele sürecinde yaşanmıştır. Sermayenin ve dolayısıyla siyasi iktidarın işsizlikle tehdit ederek, 4-c denilen statü içinde güvencesizliğe, yoksullaşmaya mahkum etmeye çalıştığı TEKEL işçileri, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük direnişlerinden birini gerçekleştirmiştir. Direniş boyunca TEKEL işçileri hükümetten gelen en sert, tehditlere ve baskılara boyun eğmemiş direnişini Ankara’nın en soğuk günlerinde sürdürmüştür.

Ama gelin görün ki hükümetin baş eğdiremediği direniş, konfederasyon yönetimlerinin başındaki bürokrasi tarafından önce TEKEL işçisi yalnızlaştırılarak zayıflatılmış, daha sonra da hiçbir zaman gerçekleştirilmeyecek vaatler verilerek sonlandırılmaya çalışılmıştır. TEKEL işçisinin örgütlü olduğu Tek Gıda İş Sendikası da direnişin Sakarya Meydanı’ndaki aşaması sona erdikten sonra işçilere verdiği mücadeleyi sürdürme sözünde durmamış ve binlerce TEKEL işçisini 4-c’yi kabullenmeye zorlamıştır. Yani hükümetin 78 gün boyunca kırmayı başaramadığı Sakarya direnişi sendikal bürokrasi tarafından kırılmış ve binlerce TEKEL işçisi çaresizlik içinde güvencesizliği, yoksulluğu yani 4-c’yi kabullenmek zorunda kalmıştır.

Sendikal bürokrasinin yine galip geldiği düşünüldüğü bir zamanda Ekim ayının başında kendilerine dayatılan güvencesizliği, yoksulluğu kabul etmeyen bir avuç TEKEL işçisi yeniden direnişe geçmiştir. Sendika yöneticileri haklarına, mücadelelerine sahip çıkmadıkları TEKEL işçilerinin direnişini kırmak için kolluk güçlerinin de desteğini alarak şiddete başvurmaya başlamıştır. Bu sendikal bürokrasinin ne kadar köşeye sıkışmış olduğunun açık bir göstergesidir.

Sendikal bürokrasiyle mücadele, içinde bulunduğumuz süreçte en az sermayeyle mücadele kadar önemlidir. Bu mücadelenin başarısı için sendikal bürokrasi dışında kalmayı başarmış sendikacılar başta olmak üzere emekten demokrasiden yana olan tüm güçlerin tepkilerini ortaklaştırmaları gerekir. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin önündeki bu büyük barikat aşıldığı zaman sendikalar, tarihsel işlevlerine geri dönecek ve yeniden işçi sınıfı mücadelesinin bir aracı haline gelebilecektir (!)

19 Kasım 2010 Cuma

Bayramda ‘Müjde’ Masalı

19/11/2010

ÖZGÜRCE

Bayram çeşitli kesimlere verilen “müjde” haberleriyle başladı. Önce memur ve emekliye daha sonra işçiye, işsize, esnafa “müjde” haberleri manşetlere taşındı. Memur ve emekli, “müjde” sözünü duyunca heyecanlandı belki ama “müjde” denilenin maaş artışı ya da ikramiye gibi bir şey değil, sadece maaşların bayramdan önce dağıtılmasından ibaret olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Yani diğer bayramlarda olduğu gibi bu bayramda da maaşı eline erken geçen memur ve emekli bayramın coşkusuyla parasını erkenden harcayacak ve ay sonuna kadar daha uzun süre cebi boş gezmiş olacak. Dolayısıyla erken maaş ödemesini, memur ve emekli değil ama belki esnaf, üç beş mal daha fazla satarım düşüncesiyle “müjde” olarak kabul edecektir. Ancak erken maaş ödemesi ve bayram vesilesiyle talebin körüklenmesinden aslan payını alan büyük patronlar olacaktır.

Bayram öncesinde hükümetin ve onun yandaşı medyanın öne çıkardığı diğer bir manşet de “işsize müjde” şeklindedir. Çalışma Bakanı’nın açıkladığı ve işsizler için müjde olarak sunulan haberler, daha önce 2008 ve 2009 yıllarında çıkartılan istihdam paketlerinin yeni bir versiyonudur. Diğer istihdam paketleri gibi bu pakette de işverenin “istihdam üzerinde yük” olarak tanımladığı vergi ve sigorta primlerine muafiyet getirilmesi ve esnek -düşük ücretli, örgütsüz ve güvencesiz- istihdamın daha da yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda “müjde” olarak sunulan “200 bin yeni istihdam”ın vergi ve sigorta primi ödemeyen işverenin stajyer adı altında asgari ücretin üçte biri ücretle işçi çalıştırmasına olanak tanınarak gerçekleşmesi beklenmektedir. Öte yandan “kamuya 100 bin yeni istihdam” başlıklı müjdeli haberin altında da kamuda emekli olanların yüzde 20’si kadarı olan 25 bin kişi için kadro verileceği diğer 75 binin ise güvencesiz (4-b ve 4-c’li) olarak istihdam edileceği belirtilmektedir.

Sonuç olarak, “işsize müjde” söylemi altında işsizler, çok düşük ücretlerle, hiçbir güvenceye sahip olmadan çalışmaya zorlanırken; işverenlerin vergi ve sigorta primleri toplumun üzerine yıkılmaktadır. Yani “müjde”, daha fazla sömürülen işsiz için değil, daha ucuza işçi çalıştıran, vergi ve primini topluma ödeten işveren için geçerli olmaktadır(!)

Bayram öncesinde diğer bir “müjde” haberi de esnaf ve küçük üretici için gelmiştir. Buna göre KOBİ’lerin ölçeklerine göre en fazla 30 ile 80 bin TL, İhracat Kredisi Destek Programı adı altında ise 200 bin dolara kadar kredi verilmesi öngörülmektedir. Ancak bu kredileri almak için işletme cirolarının milyon dolarları bulması şart koşulmuştur. Hal böyle olunca da milyon dolarlık cirosu olan esnaf ve küçük üreticilerin nerede bulunabileceği sorusunu sormamak ve “esnafa müjde”nin aslında yine “büyük sermayeye müjde” anlamına geldiğini düşünmemek olanaksızdır (!)

Bayram müjdelerinin belki en fazla ses getireni “borçlulara af müjdesi” olmuştur. Hükümetin, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı affı olarak nitelendirdiği kamu alacaklarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin düzenlemede, vergiden SGK primine, elektrikten doğalgaz borcuna kadar son derece geniş bir kapsamda borçların anapara dışındaki kısımları affedilmiştir. Son 10 yılda ardı ardına gelen krizler, artan işsizlik ve düşen ücretler dikkate alındığında bu affın işçi, esnaf, çiftçi ve küçük üretici için gerçekten “müjde” olduğu düşünülebilir. Ancak başta sabit gelirli işçi, memur ve emekliler başta olmak üzere dar gelirli kesimler borçlarına sadıktır. Gerekirse boğazından keser ama borcunu öder. Esnaf, çiftçi ve küçük üretici içinde vergi adaletsizliği ve krizler nedeniyle borçlarını ödeyemeyen bir kesim mutlaka vardır ve bu af onları sevindirmiştir. Ancak bu kesimin borçları kendileri için büyük de olsa kamunun alacağı olan toplam borçlar içindeki payı son derece düşüktür. Kamuya olan borçların büyüğü servet sahipleri ve sermayedarlarındır. Basına yansıdığı kadarıyla sadece Aydın Doğan’ın bu af kapsamında silinen borcu 3.4 milyar TL civarındadır ki bu rakam milyonlarca esnafın, çiftçinin af kapsamında silinecek borcundan fazladır. Dolayısıyla bu afta da “müjde”nin sahibi yine büyük sermayedir.

Diğerlerinden biraz farklı olmakla birlikte medyada yer alan müjde manşetlerinden biri de “işçiye bayram müjdesi” başlığıdır. Bu başlık altında haberleştirilen bayramdan hemen önce Türk Metal Sendikası ile MESS arasında gerçekleştirilen ve 120 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesinin bağıtlanmasıdır. “Müjde” olarak verilen sözleşmede sosyal yardımlar yüzde 10-15, saat ücretleri ise ortalama yüzde 5.35 arttırılmıştır. Metal sektöründeki kârların yüksekliği ve giderek artan enflasyon düşünüldüğünde yapılan sözleşmenin işçi için ne kadar “müjde” olduğu tartışılır. Ancak bir biçimde metal sektöründe çok kötü bir sözleşme imzalanmadıysa bunda metal işçisinin diğer sözleşme dönemlerinden farklı olarak sendikasını iyi bir sözleşme için baskı altına almasının ve yapmış olduğu eylemlerin önemli katkısı olmuştur.

Sözün özü: Bayram öncesinde medyada yer alan işçi, memur, emekli, işsiz, esnaf, çiftçi ve küçük üreticiye yönelik “müjde” manşetleri kocaman bir yalandır(!) “Müjde” olarak sunulan tüm bu düzenlemeler, emekçi kesimlerin daha fazla ter akıtıp daha az ekmek alabileceği; sahip olduğu tüm değerlerin devlet eliyle sermayeye aktarıldığı bir düzeneğin parçasıdır(!) Emekçiler kendileri için “müjde”nin sadece kendi elleriyle yaratılacağını unutmamalı ve kendilerine “müjde” olarak sunulan düzmece masalları elinin tersiyle itmelidir(!)

5 Kasım 2010 Cuma

29. Yılında YÖK, Üniversite ve Toplum

05/11/2010

ÖZGÜRCE

Türkiye üniversiteleri YÖK’le geçen 29 yılını geride bıraktı. Aradan geçen 29 yıl içerisinde YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasımlar demokrasi ve özgürlük olmadan üniversitede bilgi üretmek ve sunmanın da mümkün olmayacağını düşünenler tarafından protesto günü olarak ilan edildi. YÖK’ü protesto günlerinde sendika ve derneklerde örgütlü olan az sayıda öğretim elemanı ve idari personel dışında çoğunlukla üniversite öğrencileri tepkilerini gösterdi. YÖK protestolarında hedef YÖK’ün kurumsal yapısı oldu elbette. Ama kimi zaman YÖK başkanlarına gösterilen tepki, kuruma olan tepkinin de önüne geçti.

YÖK’e ve YÖK başkanlarına gösterilen tepkiler, genellikle türban yasağı ya da rektör atamalarıyla başlayan kadrolaşma girişimleri üzerinden topluma yansıdı. Bu bağlamda özellikle 28 Şubat sürecinin üniversiteye yansımasını sağlayan Kemal Gürüz ve ondan sonra göreve gelen Erdoğan Teziç, türbanı yasakladığı için; halen görevdeki Başkan Yusuf Ziya Özcan ise türbana serbesti getirdiği için kamuoyunun gündemine geldi. Yine bu süreçte Cumhurbaşkanları Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün yaptığı rektör atamaları da kamuoyunda haber değeri buldu. Hal böyle olunca da toplumda üniversite sorunu sadece laiklerle antilaiklerin çatışması olarak algılandı.

Oysa üniversitelerde yaşanan gerçek sorun ne sadece kadrolaşma çabaları ne de türban meselesiydi. 12 Eylül darbecilerinin YÖK’ü üniversiteler üzerine musallat etmesinin tek bir nedeni vardı o da üniversitelerin darbenin de gerekçesi olan neoliberal politikaların gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıydı. Üniversitede neoliberal yeniden yapılanma, üniversitenin ve dolayısıyla bilimin toplumsal olmaktan çıkartılıp, bütünüyle piyasanın yani sermayenin hizmetine amade edilmesiydi. Bunun gerçekleşmesi için önce üniversitedeki idari ve akademik özerkliğin ortadan kaldırılması gerekiyordu. YÖK sayesinde üniversite özerkliği ortadan kaldırıldı ve üniversite, siyaset kurumuna bağımlı hale getirildi. Artık üniversite bileşenlerinin (Akademisyen, öğrenci, idari personel) hiçbir söz hakkı kalmıyor, tüm işleyiş, atanmış rektörlerin iki dudağı arasına bırakılıyordu. YÖK kurulduktan sonra ilk icraat olarak üniversitedeki özgür düşünceyi savunan bilim adamlarını tasfiye etti. Daha sonra kışla düzenine uygun biçimde akademik hiyerarşiyi keskinleştirdi ve örgütlülüğü engelledi.

Üniversitede idari özerkliğin ortadan kalkmasıyla yaratılan baskı ortamı akademik özerkliğe de yansıdı ve akademik çalışmalar, siyasi iktidarların ve piyasanın çıkarlarıyla sınırlı bir çerçeve içerisine sıkıştırıldı. Öte yandan üniversitelere genel bütçeden ayrılan payın ve akademisyen ücretlerinin bilinçli bir biçimde sınırlandırılmasıyla birlikte yaratılan mali baskılar da idari baskılarla birleşince akademik özerklik tamamen ortadan kalkmış oldu.

YÖK düzeni içinde idari, mali ve akademik baskılarla geçen 29 yılın ardından bugün üniversiteler, öğrenim faaliyetlerini öğrencilerden topladıkları harçlardan, araştırma faaliyetlerini ise üniversite-sanayi işbirliği içerisinde elde edilen projelerden sağlamaktadır. Öğretim faaliyetlerinde amaç sermayenin istediği nitelikte işgücü yetiştirmekten ibarettir. Araştırma faaliyetleri de yine sermayenin ihtiyaç duyduğu alanlarda yapılan çalışmalarla sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla üniversitede toplumun refahı ve gelişmesi için bilimsel bilgi üretme ve sunma işlevinden tamamen uzaklaşmıştır.

Maalesef geçen 29 yılda YÖK ve üniversitede yaşananlar toplumu doğrudan ilgilendiren yönleriyle anlatılamamış, sadece kişiler üzerinden yürüyen kısır bir laik - antilaik ayrışması gibi gösterilmiştir. Oysa bu ayrışma görüntüsünün ardında, bugüne kadar YÖK’ün başında bulunan beş başkanın beşi de istikrarlı bir biçimde üniversitedeki bu yapısal dönüşümü yaşama geçirme gayretinde olmuştur.

Bu yıl da gelenekselleştiği üzere YÖK 6 Kasım’da protesto edilecek ve YÖK’ün kaldırılması istenecektir. Elbette YÖK’ün kaldırılmasını için yapılacak olan protestolar son derece anlamlıdır. Ancak, sadece üniversite bileşenlerinin içinde yer alacağı bir platformda YÖK ve üniversite sorunun çözülemediği de 29 yıllık tecrübe ile sabittir. Bu durumda yapılması gereken, yılda bir kez gerçekleştirilecek eylemlerin yanı sıra üniversitede yaşanan sorunları ve bu sorunların başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerine nasıl yansıdığını anlatmak ve böylece YÖK’e ve üniversitedeki piyasalaşma sürecine karşı tepkiyi ve mücadeleyi toplumsallaştırmaktır(!)