28 Temmuz 2009 Salı

Piyasalaşan Sadece Üniversite Değil Tüm Kamusal Alandır (!)


28.07.2009
94’ü kamu, 45’i özel statüde tam 139 üniversiteye sahip bir ülkedir Türkiye. Üniversite eğitimi almak her genç Türkiye yurttaşı için neredeyse elzemdir. SBS, ÖSS, ALES, KPDS vs vs… Bunların hepsi ya üniversiteye gidişin yoludur ya da üniversite sonrasında karın doyuracak bir iş bulmak için gereklidir. Ama kilit olan nokta üniversitedir. Milyonlarca genç için hedef: Ülkenin dört bir tarafında tabelaları süsleyen 139 üniversitenin birine önce girmek sonrada mezun olarak çıkmaktır.
Türkiye’de on yıllar boyunca aileler varlarını yoklarını dershanelere, özel okullara, dökmüştür; çocukları üniversite okusun da “adam” olsun diye… Bu kadar çok üniversite yoktur önceleri, üniversiteye girmek cepteki paraya ama ondan biraz daha fazlası; kitaplar başında akıtılan tere bağlıdır. Giderek üniversiteye girmek için harcanan alın terinin yerini daha fazla cepteki para almaya başlamıştır.
Özellikle 24 Ocak ve 12 Eylül’le başlayan baskıcı düzende dayatılan piyasacı anlayış içinde üniversite eğitiminin de paralı olması toplumun emekçilerden oluşan önemli bir kesimince dahi kabullenilmiştir. Üniversitenin piyasalaşma sürecinde ne üniversite içindeki ne de üniversite dışındaki emek örgütleri bu süreci durdurmak konusunda hiçbir ciddi girişim içinde bulunmamıştır. Aksine soldan ve emekten yana olduğu düşünülen pek çok akademisyen özel üniversitelere giderek ya da projeler peşinde koşarak üniversitenin piyasalaşma sürecinin içinde doğrudan yer almıştır. Sendika ve meslek odalarından oluşan emek örgütleri de üniversitedeki piyasalaşma sürecine karşı çıkmaya çalışan öğrenci gruplarını yalnız bırakmışlardır.
Bugün doktor, hâkim, savcı, mühendis, eğitimci, bürokrat olarak çalışan pek çok kişi piyasalaşmış olan bu üniversitede eğitim almış yani, yapmış oldukları maddi yatırımlar sayesinde bulundukları konumlara gelmişlerdir. Yani bugün bulundukları konumu kendilerine sağlayan piyasanın anlayışı içinde yapmış oldukları yatırımı geri alma eğilimindedirler. Dolayısıyla, piyasalaşmış bir eğitim sisteminin içinden gelenlerden oluşan sağlık, eğitim, adliye ve diğer kamu hizmet alanlarının da piyasadan soyutlanması beklenmemelidir.
Sözün özü: Üniversitenin piyasalaştığı bir toplumda, toplumcu düşünceden ve toplumcu kamu hizmetinden söz etmek olası değildir(!)

24 Temmuz 2009 Cuma

Kriz, Kâr ve Sömürü…


24/07/2009

ÖZGÜRCE

‘Fırsat mıdır yıkım mıdır, faturasını kim öder’ sorularıyla karşıladığımız krizin birinci yılı dolarken bu soruların cevapları da yavaş yavaş netleşmeye başladı. ‘Fırsat mıdır yıkım mıdır, faturasını kim öder’ sorularıyla karşıladığımız krizin birinci yılı dolarken, bu soruların cevapları da yavaş yavaş netleşmeye başladı. Gerçi kapitalizmi ve kapitalizmde krizlerin ne anlama geldiğini biraz olsun bilenler, bu soruların cevaplarını da en başından beri biliyorlardı. Şimdi bilmeyenler bilenlere dudak büküp, inanmayanlar da öğrenmiş oldu.Krize dair yukarıdaki sorulara en son yanıt; İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) çarşamba günü açıkladığı “500 Büyük Sanayi Kuruluşu 2008 Raporu” ile geldi. Gerek raporu açıklayan İSO Başkanı Tanıl Küçük, gerekse rapor üzerine yorum yapan “piyasacı” iktisatçılar, bu rapora dayanarak “krizin faturasını sermayenin ödemekte olduğu” değerlendirmesini yaptılar. Onlara göre araştırmaya konu olan 500 şirketin ortalama kârları geçen yıla göre düşmüş, zarar eden şirket sayısı ise artmıştı. Dolayısıyla da krizin faturasını “kârı düşen sermaye” ödüyordu. SERMAYENİN ÇÖZÜMÜKrizin faturasını sermayenin ödediğini savunanların kârların düşüşüne dair gerekçeleri ve çözümleri de hazırdı. İSO başkanının ifadesi ile kârların düşüş nedeni, yüksek vergiler ve istihdam üzerindeki yüklerdir. Çözüm için sermaye üzerindeki vergilerin kaldırılması, emek maliyetinin düşürülmesi ve sermayenin teşviklerle desteklenmesi gerekir. Kaynak olarak gösterilen adres ise IMF’dir.İSO raporuna dayanarak sermayenin dillendirdiği söylem yeni değildir. Kârı “kâinatın varlık koşulu” olarak gösteren bu söylem, özellikle neoliberal politikaların benimsendiği 1970’li yıllardan bu yana sürekli olarak tekrarlanır durur. Buna göre kârın önündeki tüm engeller kalkmalı, emekçiler, bugünlerini ve yarınlarını daha fazla kâr için feda etmelidir. Sermayenin kârı kutsaması son derece doğaldır. Bu bağlamda, Tanıl Küçük ve onun gibi sermaye temsilcilerinin kârlardaki düşüş karşısında feryat etmesi de son derece anlaşılırdır. Doğal olmayan ve anlaşılamayan, sermaye dışında kalan yani gelir kaynağı kâr olmayanların da kârın kutsallığına inanması, kâr düşüşlerini kendisine dert edinmesidir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki; sermaye, kâr konusunda tatminsizdir. Hiçbir dönemde hiçbir sermaye kuruluşu kârını yeterli bulmamış, hep daha fazlasını istemiştir. Kârın temel kaynağı, bilindiği gibi üretim süreci içerisinde emek sömürüsüdür ve kârın artması da emek sömürüsünün yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kâr, sermayenin, başta emekçiler olmak üzere sermaye dışındaki toplum kesimlerinin yaratmış olduğu değere el koymasıyla ortaya çıkar. Bu nedenle de kârı sadece ekonomik bir faaliyetin ürünü olarak değil, sınıflar arasındaki mücadelenin sonucunda belirlenen siyasi ve elbette ideolojik kökenleri de olan bir olgu olarak görmek gerekir.EMEK SÖMÜRÜSÜYLE KÂRLARINI KATLADILARİSO raporu sonrasında sermayeden gelen feryadı anlamlandırmak için her şeyden önce düştüğü iddia edilen kârların kaynağına bakmak gerekir. Raporda yer alan sanayi kuruluşlarının hemen tümü, 2001 krizi sonrasında uygulanan “yapısal reformlar” sayesinde 5-6 yıl içinde kârlarını kat kat artırmıştır. Bu bağlamda, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırılarak emek sömürüsünün artırılması, kârlarda aşırı artışın en önemli nedenidir. Bunun yanı sıra özelleştirilen işletmeler ve piyasaya açılan kamu hizmetleri ile sermaye için yaratılan yeni kâr alanları da kârın aşırı derecede yükselmesine yol açmıştır. Ayrıca yatırım iklimi oluşturulması adı altında verilen sayısız teşviklerle de sermayeye kaynak aktarılmıştır.İşte, İSO raporunda düştüğü söylenen kârlar, özellikle 2001 krizini fırsata çeviren sermayenin, emeğin ve toplumsal kaynakların sömürüsüyle aşırı biçimde artan kârlarının bir miktar azalmasıdır (kârlılık artışı süren işletmeler de vardır). Şimdi sermaye, kârlardaki bu göreceli azalmayı “krizin faturasını ödüyoruz” söylemine dönüştürüp önce geçmişte edindiği aşırı kârların kaynağını gizlemeye ve bu aşırı kârları meşru hale getirmeye; daha sonra da kârları çok daha büyütmek üzere emek ve toplumsal kaynaklara yönelik sömürüsünü artırmaya çalışmaktadır.KAYNAK SERMAYEYE YÜK EMEKÇİYEKabul etmek gerekir ki, 2008 krizinin ilan edildiği Ekim ayından bu yana sermaye, aşırı kâr ortamını korumak üzere gösterdiği çaba ile bu krizi de diğerleri gibi fırsata çevirme konusunda önemli bir başarı elde etmiştir. Krizin başından bu yana hükümet tarafından gerçekleştirilen tüm düzenlemeler, sermayenin talepleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bu doğrultuda bir taraftan işten çıkartmalar, ücretsiz izinler, ücret düşürmeler ve artan çalışma saatleri ile emek sömürüsü daha da yoğunlaşırken; sermayenin ödemesi gereken vergiler, primler ve hatta ücretler (kısa çalışma ödeneği ile) İşsizlik Sigortası Fonu ve bütçesi aracılığı ile toplumun sırtına yüklenmiştir. Sermayenin kârı düşmesin diye kamu bütçesinden aktarılan kaynakların yarattığı açığı kapatmak da yine emekçilere ve sermaye dışındaki diğer toplum kesimlerine düşmektedir. Daha birkaç ay öncesine kadar talep yetersizliğinden yakınan ve -sermayenin iş birlikçisi sendikacıları da yanlarına alıp- toplumu “pazara çıkmaya çağıran” sermayenin isteği ile göstermelik vergi indirimleri yapan hükümet, bütçe açığını kapatmak üzere yeni kemer sıkma paketlerinin hazırlığını yapmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi sermaye örgütlerinin krizleri fırsata çevirerek kârı en yüksek düzeye çıkartma çabası, sınıfsal bir reflekstir ve son derece doğaldır. Sermaye, kârının kaynağı olan sömürüyü engelleyecek sınıfsal bir refleksle karşılaşmadığı ve krizlerin faturasını emekçi sınıfların sırtına yükleyebildiği sürece bu çabasında başarılı olmaya devam edecektir(!)

17 Temmuz 2009 Cuma

ÖSS’de Başarısız Olan Ardahan, Hakkari, Şırnak mı?


17/07/2009

ÖZGÜRCE

ÖSS sonuçlarının açıklanmasının ardından en çok konuşulan ve kimilerince de şaşkınlıkla karşılanan; sınavda en “başarısız” olan illerdi. Bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi Ardahan, Hakkari ve Şırnak ÖSS sonuçlarına göre en düşük başarıya sahip iller olmuştu. ÖSS’nin nasıl bir başarıyı ölçtüğü konusundaki çekincemizi bir tarafa bırakarak, tanımlanan başarısızlığın nedenleri üzerinde kısaca durmakta yarar olduğunu düşünüyorum.Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki “başarı” göreceli bir kavramdır. Kimin kimden başarılı olduğunu belirleyebilmek için öncelikle başarısını ölçtüğünüz kişilerin eşit koşullar içerisinde olması gerekir. Türkiye’de her alanda olduğu gibi eğitimde de eşitsizlik sistemden kaynaklanan yapısal bir sorundur. Dolayısıyla hiçbir dönemde eğitimde eşitlikten söz edilememiştir.Diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de eğitimde eşitsizliğin en temel nedeni sınıfsaldır ve özü itibariyle gelir farklılığına dayanır. Özellikle 1980’den sonra darbe ile işçi sınıfının baskı altına alınması ve uygulanan neoliberal politikalar sonucunda çok daha büyüyen gelir eşitsizliği eğitimdeki eşitsizliğin de artmasına neden olmuştur.Türkiye’de eğitimde eşitsizliğin diğer bir nedeni bölgeler arasındaki eşitsizliktir. Bölgesel düzeydeki ekonomik ve sosyal eşitsizlikler de gelir eşitsizliği gibi Türkiye’de yapısal bir sorundur. Diğer ekonomik ve sosyal alanlarda olduğu gibi eğitim konusunda da uygulanan politikalar ile bölgeler arasındaki eşitsizlik giderek artmıştır. Özellikle kentler dışındaki yerleşim alanlarında eğitim için gerekli fiziksel koşullar en asgari düzeyde dahi karşılanmadığı gibi gerek ilköğretim gerekse ortaöğretimde öğretmen açığı cumhuriyetin kuruluşundan bu yana çözülmemiş bir sorundur.Eğitimde eşitsizlik yaratan ve üzerinde fazlaca durulmayan bir başka etken ise anadilde eğitim olanağının bulunmamasından kaynaklanmaktadır. ÖSS’de en başarısız olarak kabul edilen on ile baktığımızda (Ardahan, Hakkari, Şırnak, Ağrı, Artvin, Bingöl, Mardin, Bitlis, Düzce, Tunceli) Düzce ve Artvin dışında kalan illerin nüfusunun çok önemli bir kısmında sınava giren öğrencilerin anadili Türkçe değildir. Burada doğup büyüyen diğer çocuklar gibi onlar da eğitim dili olan Türkçeyle ancak okula gittiklerinde yani 7-8 yaşında tanışmıştır. İnsan yaşamında öğrenme sürecinin en önemli evresi olan 7-8 yaşlarından sonra anadil dışında bir dilde eğitim alan bu öğrencileri eğitimini anadilinde alan diğer öğrencilerle aynı kefe içinde değerlendirmek eşitsizliklerin en büyüğüdür. Anadilde eğitim alamamaktan kaynaklanan bu eşitsizlik, yaşamın tüm alanlarında da sürmektedir. Çevremize şöyle bir baktığımızda çok rahatlıkla görebileceğimiz gibi en fazla işsiz kalanlar, en düşük geliri elde edenler ve en kötü işlerde çalışanlar eğitimini anadilinde alamamış olan Kürtlerdir. Eğer bu ülkede eğitim, gelir eşitsizliği, demokrasi, sosyal haklar gibi bir takım sorunların çözülmesi konusunda samimiysek sorunları kökenine inerek çözme yoluna gitmemiz gerekir. Yoksa söz konusu illeri ÖSS’de başarısız bulanlar gibi (ki bunların çoğu eğitimcidir) gerçekler karşısında şaşar kalırız (!)

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Çin’i Protesto mu Etmeli, Stratejik Ortak mı Olmalı..?


14.07.2009

Çin’in Şincan bölgesinde yaşanan olaylar karşısında Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, Uygur Türklerine yapılan katliamı kınamış ve “eğer bir tepki gösterilecekse bu tepkiyi göstermek için protesto ve mitingler tek başına yeterli olmaz. O zaman o ülkenin mallarına karşı tutum sergilemek gerekir” demiş ve eklemiş: “Aldığımız üründe hem fiyat hem kalite aramaya devam etmeliyiz ancak başka bir şey daha arayalım. Malını tükettiğimiz ülkelerin insanlığa saygısı var mı diye bakalım. İnsan haklarına saygı duyuyorlar mı? Başkasının hukukunu gözetiyorlar mı? Eğer malını tükettiğimiz ülkelerin insana, insanlığa saygısı yoksa o zaman bu tüketimi gözden geçirmemiz, bu ürünlere karşı tavrımızı, tutumumuzu açıkça ortaya koymamız lazım. Biz haksızlık yaparsak dünya da bize tepki göstersin"
AKP Hükümetinin değerli bakanının bu veciz sözlerine katılmamak ve bu sözlerin altına imza atmamak mümkün değildir. Elbette bakanın söylediği gibi “malını tükettiğimiz ülkelerin insanlığa saygısı var mı diye…” bakmak gerekir ancak, bir ülkenin insanlığa saygısının ölçüsünün ne olduğunu da açıklamak koşuluyla…
İnsanlığa saygı konusunda; etnik kökeni yüzünden ayrımcılık yapmak, bu yüzden insanlara şiddet uygulamak ve hatta öldürmek bir ölçüt olarak alınabilir. Ama bir toplumda bunların olabilmesi için her şeyden önce söz konusu toplumda demokrasiden hiçbir biçimde söz edilemiyor olması gerekir. Demokrasinin varlığı konusunda en iyi gösterge, o toplumda sınıflar arasındaki “ekonomik” eşitliktir. Bu gösterge üzerinden hareket edildiğinde Çin, dünyada emek maliyeti en düşük düzeyde olan (ortalama saat ücreti 0.64 ABD Doları) ülkelerin başında gelmektedir. Kalkınmasının temelini ucuz emek gücüne yani emek sömürüsüne dayandırmış bir ülkede ne “ekonomik” ve de “siyasi” eşitlikten ve dolayısıyla demokrasiden söz edilemez.
İnsanlığa saygısızlığın en açık göstergesi olan emek sömürüsünün en derinden yaşandığı Çin’e karşı her türlü tepki son derece doğaldır. Ancak aynı tepkinin, sermayedarlarının “Çinleşmek” talebini her geçen gün çok daha yüksek sesle dillendirdiği, Cumhurbaşkanın patronlarla birlikte gezi düzenleyip işbirliği anlaşmaları imzaladığı ülkelere de göstermek gerekmez mi?
Daha iki hafta önce Çin’de bulunan Türkiye Cumhurbaşkanı, Çin’e methiyeler düzdükten sonra Çin ile pek çok alanda milyarlarca dolarlık anlaşma imzaladı. Cumhurbaşkanı, Türk firmalarının Çin şirketleriyle yaptıkları anlaşmalar sırasında duygularını "biz devlet adamları olarak otobanı hazırladık, buradan geçecek olan Türk ve Çinli iş adamlarıdır" sözleriyle ifade ediyordu.
Aynı gezide Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da Türkiye-Çin İş Forumu'nda yaptığı konuşmada Türk hükümetinin teşvik politikalarının avantajlarını anlatarak, Çinli işadamlarını Türkiye'ye yatırım yapmaya davet ediyor ve şunları söylüyordu: "Sevgili Çinli işadamları, mallarınızı Avrupa’ya satarken boş yere birkaç defa gümrük ödemeyin. Türkiye’nin AB ile gümrük birliği anlaşması var. Türkiye’ye yatırım yaparak Avrupa’ya gümrüksüz satın".
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu da Cumhurbaşkanı ve Bakan gibi Çinli işadamlarına "Gelin stratejik ortak olalım, ortak yatırımlar için konuşalım." diye sesleniyordu.
Evet, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün ifadesiyle insanlığa saygısı olmayan Çin ile en üst devlet temsilcisi düzeyinde ortaklık çağrıları yapan ve emek sömürüsü bakımından “Çinleşme” sevdasına düşmüş bir ülke acaba nasıl değerlendirilmeli? Yoksa, Bakan Ergün’ün sözleri içinde yer alan “…Biz haksızlık yaparsak dünya da bize tepki göstersin” sözleriyle bu soru arasında bir bağlantı mı kurmalı? Ne dersiniz..?

10 Temmuz 2009 Cuma

NEYİN PAZARLIĞI YAPILDI..?


Özgürce

10/07/2009
Kamu toplu iş sözleşmelerinde anlaşma sağlandıktan sonra Türk İş Başkanı “bu oranlar kayıplarımızı karşılamıyor ama sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” demiş. Evet, adı üzerinde toplu pazarlıkta “pazarlık” yapılacaktır. Peki, yapılan neyin pazarlığı olacaktır? Yapılan, emekçinin alın terinin pazarlığıdır elbette… O halde toplu pazarlık, emekçinin yaratmış olduğu değer üzerinden alın terinin hakkını örgütlü bir mücadeleyle alması anlamına gelir.
Emek, üretim sürecinde değer yaratan yegane unsurdur. Emek gücü üretim sürecine -ya da hizmet sunum sürecine- katılmadan bir değer üretilemez. Dolayısıyla emek gücü olmadan üretim –ya da hizmet- olmaz. Emek gücü, üretimin yegane unsuru ise o olmadan üretimin gerçekleşmesi mümkün olamaz ise emek gücünün değerinin belirlenmesi için yürütülecek bir pazarlık sürecinde güç ve söz üstünlüğünün emekçilerin elinde olması gerekmez mi? Bir adım daha ötesi “üretimin ve üretim sürecinde yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçilerin tüm sisteme egemen olması gerekmez mi?” Her iki sorunun da cevabı kuşkusuz “evet”tir.
Ancak emekçilerden daha önce sınıfsal bir bilinçle hareket eden sermaye sınıfı, işçi sınıfı üzerinde ekonomik ve siyasi egemenliği elde etmiş, üretim süreci ve devlet aygıtını da bu egemenliği sürekli kılacak biçimde düzenlemiştir. Dolayısıyla sermaye sınıfından daha sonra sınıfsal bilince kavuşan ve bu bilinçle hareket eden emekçi kesimlerin mücadelesi; -Marksizmin etkisinde olduğu kısa bir dönem dışında- ekonomik ve siyasal sistem üzerinde -hakkı olan- egemenliği ele geçirmek değil, karşı karşıya kaldığı sömürü ve sefaletin düzeyini azaltmak olmuştur. İşte bu anlayış üretim üzerinden yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçinin alın terini “pazarlık” konusu haline getirmiştir.
Emeğin hakkını bir pazarlık süreci içinde elde etmeye çalışan sistem özü itibariyle “uzlaşmacı” olmak durumundadır. Ancak emekçilerin haklarının “pazarlık” konusu haline getirildiği koşullarda dahi “uzlaşmanın” mantıksal koşulları olması gerekir. Emeğin alın teri için yapılan pazarlıkta “uzlaşma” koşulları, kurbanlık pazarında ya da otomobil pazarında yapılan pazarlık gibi görülemez. Zira alın terinin pazarlığı, otomobil ya da kurbanlık pazarlığı gibi metanın el değiştirdiği “ekonomik” bir eylem değildir. Emeğin hakkının, alın terinin pazarlığı siyasal bir eylemdir. Yani alın terinin pazarlığını yaparken işletme düzeyinde ve “ücret”e dayanan bir pazarlık sonuç vermez. Toplu pazarlıkta “uzlaşmanın” mantıksal koşullarının oluşabilmesi için işyerini ve ücreti amaç edinen bir sendikacılık yerine tüm emekçi kesimleri temsil eden sınıfsal perspektife sahip bir sendikal anlayış gerekir. Ancak bu anlayış içerisinde “ekonomik” mücadele “siyasal” bir mücadele haline dönüştürülebilir ve emekçinin alın terinin karşılığı elde edilebilir.
Kamuda sonuçlanan toplu pazarlığa geri dönersek, görünen Türkiye’de sendikaların toplu pazarlık sürecini “kurbanlık pazarlığı” gibi algıladığıdır. Her şeyden önce toplu pazarlık masasına oturan sendikalar, bu süreci –toplam ücretliler içerisinde son derece az sayıda olan- üyelerinin “ücret” pazarlığı olarak algılamaktadır.
Oysa daha geçen üç-beş yılda –sendika üyelerini de kapsayan- emekçi kesimler sağlık, sosyal güvenlik haklarını kaybettiler, esneklik uygulamaları ile emekçiler daha fazla sömürülmeye, güvencesizleşmeye başladı. Özelleştirmeler başta kamu işçileri olmak üzere pek çok emekçiyi işsiz bıraktı. Bugün toplam işgücünün yarısı kayıt dışında ve hiçbir güvencesi olmadan aylık 250-300 TL’ye iş bulursa seviniyor. Sendikalı olmak için binlerce işçi işinden oluyor. İşçinin alın terinden ayırdığı İşsizlik Sigortası Fonu sermaye tarafından talan ediliyor. Özel istihdam büroları ile emekçiler alınır-satılır-kiralanır meta haline dönüşüyor.
Ve tüm bunlara karşı sendikalar “mücadele” yerine “uzlaşıyor” ve tüm bu uygulamaları örtük de olsa destekliyor. Sonra da Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonunun başkanı yüzde 3-5’lik ücret artışı sonrasında “…sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” sözleriyle kendini ve başındaki sendikal yapıları temize çıkartmaya çalışıyor.
Emeğin alın terini “pazarlık” konusu haline getiren ve bu pazarlığı da “kurbanlık pazarlığına” dönüştüren sendikal yapılarla emekçilerin haklarını elde edebilmeleri mümkün değildir. Bir saatlik iş bırakma, diğer sendikalarla dayanışma mesajları gibi yasak savmacı göstermelik eylemler ile de bu gerçek değiştirilemez. Sendikaların ihtiyacı olan, emeğin üretim sürecindeki gerçek gücünün bilinciyle ve bu gücü ortaya çıkartacak bir anlayışla yeniden yapılanmasıdır. Mevcut sendikal yapılarla bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu yapıların değişebilmesi için ise her şeyden önce emekçilerin kendi alın terine, ekmeğine ve örgütüne sahip çıkması gerekir.

7 Temmuz 2009 Salı

AB’yi Kim Neden İster?


07/07/2009

TÜİK, 2008 yılı Ekim ayında gerçekleştirdiği “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”nın sonuçlarını açıklamış. Buna göre araştırma kapsamında görüşme yapılanların yüzde 60’ı geleceğe umutla bakıyormuş. İçinde bulunduğumuz koşullarda elde edilen sonuç oldukça ilginç doğrusu. Medya, sonuçları bakımından ilginç ve bir o kadar da –tüm TÜİK verileri gibi- şüpheyle karşılanması gereken bu araştırmada AB ile ilgili olan sonuçları öne çıkartıp, haberi “Türkiye’de 2 kişinden 1’i AB’yi istiyor” manşeti ile verdi. Söz konusu araştırmaya göre Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin oranı yüzde 51.9 imiş, buna karşılık yüzde 29.5 ise AB üyeliğine karşı çıkıyormuş. Yüzde 18.6’nın ise bu konuda bir fikri yokmuş.
Özellikle Türkiye’ye “aday ülke” statüsü verilmesinin ardından oluşturulan Ulusal Program ile birlikte Katılım Ortaklığı Belgesi ve İlerleme Raporları sayesinde Türkiye’nin hemen her alandaki politikaları AB’nin istediği biçimde oluşturuldu. Dolayısıyla yaşamın tüm alanlarında AB belirleyici bir etken haline geldi. Ancak gelin görün ki yaşamın her alanında egemen hale gelen AB, Türkiye’de doğru dürüst tartışılmadı ve toplum bilgilendirilmedi. Sadece toplumun temel bilgi kaynağı olan medyayı elinde bulunduran sermaye ve hükümetin tek yanlı propagandaları ile AB, yegane “kurtuluş yolu” olarak gösterilerek neredeyse efsaneleştirildi. AB’nin efsaneleşmesinde medyanın yanı sıra “AB imajını düzeltme” amacıyla ayrılmış “bonkör” fonları kullanan sendikalar, üniversiteler ve STÖ’ler de bu propaganda sürecine katıldılar. Sonuç olarak da ortaya en yaşamsal konularda belirleyici olan bir yapıyı tanımadan onu savunan ya da karşı çıkan bir toplum ortaya çıktı.
Toplumun AB konusundaki düşünceleri ve bilgi düzeyini ortaya koyan çalışmaların en düzenlisi bir AB resmi istatistik kurumu olan Eurobarometre’nin yılda iki kez yaptığı araştırmadır. Eurobarometre’nin 2008 Güz döneminde gerçekleştirdiği araştırmasına göre TÜİK’e göre 51.9 olan AB’yi destekleyenlerin oranı yüzde 42 çıkmıştır. Yani bu araştırma “Türkiye’de 2 kişinden 1’i AB’yi istiyor” savına dayanak olan TÜİK verilerini doğrulamamaktadır (http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/eb/eb70/eb70_tr_nat.pdf)
AB’ye karşı ya da taraftar olanların oranından daha önemli olan kuşkusuz toplumun AB konusundaki bilgi düzeyidir. Eurobarometre araştırmasında bilgi düzeyini ölçmek amacıyla AB’nin kaç ülkeden oluştuğu, İsviçre’nin AB üyesi olup olmadığı gibi sorular yöneltilmiş ve bu sorulara doğru yanıt verenlerin oranı sadece yüzde 17 olmuş. Yani yüzde 83, AB’nin en temel özellikleri konusunda dahi ya cevap verememiş ya da yanlış cevap vermiş.
Eurobarometre araştırması, AB konusundaki yanlış bilgilenmenin sadece AB’nin kurumsal yapısı konusunda değil kişisel beklentiler konusunda da var olduğunu ortaya koymuş. Bu bağlamda “AB size şahsen ne ifade eder?” sorusu kapsamında AB’nin ekonomik refahı ifade ettiğini düşünenlerin oranı AB üyesi ülkelerde yüzde 17 iken Türkiye’de bu oran yüzde 32 olmuş. Benzer biçimde AB’nin sosyal güvenlik hakkını ifade ettiğini düşünenler AB ülkelerinde yaşayanlar arasında yüzde 9 iken Türkiye’de bu oran yüzde 17 olmuş. Diğer taraftan AB vatandaşları arasında AB’yi bürokrasi olarak ifade edenler yüzde 17 iken Türkiye’de bu oran yüzde 2 çıkmış. AB’nin suç işleme oranlarının artmasına neden olduğunu düşünen AB vatandaşları yüzde 14 iken Türkiye’de bu oran yüzde 3 olmuş.
Uzun sözün kısası, AB’ye ait bir kurumun yapmış olduğu çalışma da göstermiş ki Türkiye’de toplum AB konusunda bilgi sahibi olmadığı gibi AB’yi daha iyi yaşam olanakları sağlayacak bir yapı olarak düşünüyor. Ve bu düşünce ile de AB üyeliğine destek veriyor. Aslına bakarsanız “AB’nin imajı” için gerçekleştirilen onca çarpıtılmış çalışmaya ve yanıltıcı propagandaya rağmen ancak yüzde 42’lik bir desteğe sahip olunması son derece anlamlıdır. Zira yıllardır demokrasi, sosyal haklar, ekonomik refah adına efsaneleştirilen AB’nin neoliberal dönüşüm sürecini örtmeye çalışan bir paravan olduğunun farkına varmış olan küçümsenmeyecek bir kesim vardır. Yine Eurobarometre’nin araştırmalarında AB’ye desteğin 2004’te yüzde 71 düzeyindeyken yüzde 42’lere düşmüş olması da dikkate alınırsa tüm çabalarına rağmen AB’cilerin foyasının her geçen gün daha da fazla ortaya çıktığı görülmektedir.
Şimdi esas merak edilen, AB’nin gerçek yüzü daha da belirginleşip; esnek çalışmanın, güvencesizliğin, özelleştirmelerin, sağlık ve sosyal güvenlik hakkının kaybedilmesinin ve emek karşıtı daha nice düzenlemenin AB dayatmalarının ürünü olduğu açığa çıktığında; onun arkasına sığınıp emekten yana olma iddiasıyla siyaset yapanlar, sendikacılık yapanlar ne yapacak, yüzlerini nasıl ve neyin ardında gizleyeceklerdir?

3 Temmuz 2009 Cuma

AKP, 12 Eylül’e Yargı Yolunu Açar mı?


03/07/2009

ÖZGÜRCE

CHP ile AKP arasındaki atışmalardan -kazayla da olsa- 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına yönelik bir beklenti ortaya çıktı. Darbeci başı Evren’de bu konuda bir referandum yapılmasını ve eğer yargılanmaları yönünde bir sonuç çıkarsa –AKP’nin acındırma yönteminden esinlenmiş olacak- intihar edeceğini söyledi. Evren’in intihar mevzusu bir tarafa, AKP Hükümeti’nin 12 Eylül darbesine yargı yolunu açıp açmayacağı yönündeki tartışmaların önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak, 12 Eylül’ü sırf demokrasi düşmanı 5 generalin kendi istek ve iradeleri ile gerçekleştirdiği bir eylem olarak görme kısırlığından kurtulmak kaydıyla…Zira 12 Eylül’e –bugün yapılmak istendiği gibi- sadece bir askeri darbe olarak bakar, darbenin ardındaki esas aktörü görmezsek, Türkiye belki bir süre “asker görünümlü” darbelerden kurtulur ama sonuçları çok ağır olacak “sivil görünümlü” darbeleri ardı ardına yaşamaktan kurtulamaz. Bu nedenle işe 12 Eylül darbesinin gerçek adını koyarak başlayalım: Bu darbe, Türkiye sermaye sınıfının –kapitalizmin uluslararası güçlerinden de aldığı destekle- Türkiye işçi sınıfı üzerinde tahakküm kurmak üzere gerçekleştirdiği bir darbedir.Darbenin arkasındaki en önemli etken, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla getirilen ve Turgut Özal’ın mimarı olduğu ekonomik programdır. Bu program, Türkiye’nin küresel rekabet içerisinde “ucuz emek gücü” ile yer almasını ve bu doğrultuda da yeni liberal politikaların uygulanmasını öngörmektedir. Bu programın en kritik noktası Türkiye’de toplumsal düzenin “ucuz emek alanı” oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesidir. Bunun için de her şeyden önce bu program önünde engel teşkil edecek yapıların ortadan kaldırılması gereklidir. İşte, 12 Eylül darbesinin gerçek işlevi, Türkiye’de emek sömürüsünün önünde engel oluşturan sendika ve sol partiler başta olmak üzere emekten yana tüm toplumsal muhalefeti sindirmek ve hatta yok etmektir. Darbenin gerçekleştirdiği idamlar, kayıplar, işkenceler, tutsaklıklar, parti ve sendika kapatmalar ile diğer tüm baskıların ardındaki amaç da budur. 12 Eylül darbesinin ilk icraatlarından biri (3 nolu MGK kararı), ülkedeki tüm grevlerin kaldırılması ve grevdeki tüm işyerlerinde işbaşı yapılmasıydı. 15 Eylül tarihinde alınan 8 nolu karar ise Türk İş dışındaki sendikaların tüm evrak ve mal varlıklarına el konulmasını emrediyordu. 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 14 Eylül tarihli 49 nolu bildirisinde ise DİSK yöneticilerinin 2 gün içinde teslim olmaları isteniyordu. 12 Eylül, sendikaları baskıladıktan sonra Yüksek Hakem Kurulu aracılığıyla toplu pazarlık düzenine el koyarak kıdem tazminatı ve ikramiyeleri sınırlandırırken, işçilerin üzerindeki SSK yüklerini ise arttırdı. Ayrıca izinler azaltılırken çalışma günleri uzatıldı ve işçi sağlığı ve iş güvenliği denetimleri rafa kaldırıldı. Yine darbeyle birlikte, başta kurumlar vergisi olmak üzere sermayenin üzerindeki yükler kaldırılırken, reel ücretler hızla azaldı ve kayıt dışı ekonomi büyümeye başladı. Kısacası 12 Eylül rejimi ile işveren örgütlerinin darbe öncesindeki tüm talepleri yerine getirilmiş oldu. Zaten darbe rejiminde ekonominin dümeninde 24 Ocak’ın mimarı, MESS Başkan’lığından gelen Turgut Özal vardı. Özal, 12 Eylül darbesinin ardına sığınarak hayata geçirdiği 24 Ocak programını önce bakan sonra başbakan ve cumhurbaşkanlığı koltuklarında uygulamaya devam etmiştir. Özal’ın ölümünün ardından iktidarda bulunan tüm partiler Özal’ın yolunda ilerlemiş ve işçi sınıfına karşı sermaye sınıfının tahakkümünün sürdürülmesine hizmet etmiştir.AKP’nin izlediği yol da –kendilerinin de ifade ettiği gibi- Özal’ın 12 Eylül darbesi sayesinde açtığı yolun devamıdır. Bugün tüm sermaye örgütlerinde ve patronların pek çoğunun odalarında olduğu gibi AKP yöneticilerinin birçoğunun odalarını da Özal’ın fotoğrafı süslemektedir. 12 Eylül darbesinin ardındaki en önemli etken olan 24 Ocak ve Özal ruhunun devamı olan bir hükümetin, söz konusu darbeye yargı yolunu açması; sözü edildiği gibi “sulu bir şaka” olmanın ötesine geçemez. Zira demokrasi adına darbeyle hesaplaşma iddiasında olanların darbecilerle birlikte darbenin önünde ve ardında olan sermaye sınıfı ve onun çıkarlarının temsilcisi olan hükümetlerle de hesaplaşması gerekir. Ki bu da AKP’nin kendi varlığını sorgulaması –ve de yargılaması- anlamına gelecektir. Bu bağlamda, yazının başlığı da olan sorunun cevabı “hayır”dır. Kaldı ki 12 Eylül’ün darbesini en ağır biçimde yemiş olan sendikaların dahi darbenin gerçek nedeni olan ekonomi programıyla “uzlaştığı” bir dönemde AKP’nin bunu yapması için hiçbir nesnel neden de yoktur.

Sermayeden İtiraflar: “Kâr Devrinden Ar Devrine…”


23/06/2009
Kriz derinleştikçe krizin nelere kadir olduğu her geçen gün daha da net görmeye başladık. İşte krizin en son hikmeti: Türkiye sermayesinin baş temsilcilerinden TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, Şişecam Fabrikasında düzenlenen “Kriz varsa çare var” kampanyası için yapılan toplantıda "Yaşanan küresel kriz ortamında devir, kâr devri olmaktan çıktı, ar(*) devri oldu.” diyor.
Evet, yanlış duymadınız sermayenin baş temsilcisi devrin “kâr değil ar” devri olduğunu söylüyor. Yani, kâr güdüsünün “ar-sızlık” olduğunu, dolayısıyla varlığı kâra dayanan sermayeyi ve onun düzeni kapitalizmin de “ar-sız” olduğunu ima ediyor. Marksistlerin savunduğu bir gerçeği 150 yıl sonra da olsa bir sermaye temsilcisinin görmesi ve itiraf etmesi önemli elbette. Ama krizin sermayeye “söylettikleri” bununla bitmiyor.
Sermayenin -ya da Hisarcıklıoğlu’nun tanımlamasıyla “ar-sız”ların- bir diğer temsilcisi TÜSİAD Başkanı Yalçındağ ise aynı toplantıda sermaye dışı kesimlere şöyle sesleniyor: “Eğer evimize çekilirsek, eğer moralimizi bozarsak, kabuğumuza çekilirsek ve tüketmezsek unutmayalım ki ekonomideki düzelmeyi de ertelemiş oluyoruz. Onun için tüketimimizi, ihtiyaçlarımızı ertelememeliyiz. Sisteme inanmalıyız ve evimizden çıkarak üzerimize düşen görevi yapmalıyız.”
Sayın Yalçındağ, bu sözleri ile temsilcisi olduğu sisteme yönelik inancın giderek azalmasının telaşı –korkusu- içinde olduğunu gösteriyor. Ve işyerinde sömürdüğü, işsiz bıraktığı emekçilere sisteme inanmaya devam etmeleri ve tüketmeleri için neredeyse yalvarıyor…
Sermaye temsilcilerinin “ar-sızlık” itirafı ve sisteme inançlarını devam ettirmeleri için emekçilere yalvarışları, kapitalist ideolojinin içler acısı halini ortaya koymaktadır. Peki, kapitalizmin içinde olduğu bu koşullar karşısında emek temsilcilerinin tavrı nedir?
Emeği temsil ettiği iddiasında olanlardan beklenen; emek sömürüsü üzerine kurulmuş olan bu “ar-sız” sistemi ideolojik çöküntüsü içerisinde boğması ve emeği yücelten ideolojinin bayrağının yükseltilmesidir. Oysa emek temsilcileri “ar-sız”lardan daha ar-sız”ca “ar-sız”ların “ar-sız”lıklarını “meşrulaştırmak”la meşguldür..!
(*) “ar” sözcüğünün TDK sözlüğünde karşılığı: utanma, utanç duyma; namus olarak verilmiştir.