31 Mart 2009 Salı

Seçimde Kim Kazandı Kim Kaybetti...?



31/03/2009


Her seçim sonrasında olduğu gibi 29 Mart’ın ardından da seçmenin ne mesaj verdiği, seçimi hangi partinin kazanıp hangisinin kaybettiği tartışmaları başladı. Seçimin galibi konusunda kesin bir kanı oluşmazken, AKP’nin başarısızlığı konusunda hemen tüm kesimler ortaklaşıyor. Eğer başarı ya da başarısızlık bir önceki seçimlerde alınan oyun kıyaslanması ile yapılırsa bu genel kanı doğru olabilir. Ama iki seçim arasında iktidar partisinin icraatı üzerinden bir değerlendirme yapıldığında AKP’nin başarısız olduğunu söylemek pek de mümkün değildir. Aksine iktidarda bulunduğu altı buçuk yılda gerçekleştirdiği icraatlara ve seçim sürecindeki söylemine bakıldığında AKP’nin son derece başarılı olduğu bile söylenebilir. AKP’nin seçim başarısı öyle küçümsenecek bir başarı da değildir. AKP, sadece Türkiye’de değil, dünyadaki tüm muadilleri arasında da görülmemiş bir başarı elde etmiştir.
AKP’nin siyaset yaşamına girmesi, iktidara taşınmasının ardındaki amaç ve iktidarı boyunca üstlendiği görev: Türkiye’nin tüm boyutlarıyla neoliberalizme eklemlenmesidir. Diğer bir söyleyişle, uluslararası ve ulusal sermaye ile ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasıdır. 1980’de başlayan bu yeniden yapılandırma sürecinde darbecilerin korumasındaki Özal’ın ANAP’ı dahi -AKP kadar sosyal haklara saldırmamasına rağmen- iktidarda kalmak konusunda AKP kadar başarılı olamamıştır. Türkiye’dekine benzer neoliberal yeniden yapılanma sürecinden geçen diğer pek çok ülkede de AKP gibi bu görevi üstlenmiş partiler, uzun süre iktidarda kalmayı başaramamıştır.
Oysa AKP, daha bir buçuk yıl önce gerçekleşen seçimden bu yana sağlıktan, sosyal güvenliğe pek çok alanda sosyal hakları ortadan kaldırmış ve iktidarı boyunca uyguladığı politikaların iflas ettiği bir krizde milyonlarca emekçi işsiz kalmış, yoksullaşmıştır. Üstüne üstlük AKP, tüm bunların üzerine işsizliğe, yoksulluğa ittiği kesimleri beceriksizlikle, dürüst olmamakla suçlayarak, adeta bu durumdaki milyonlarca emekçiyle alay etmiştir. Ayrıca yolsuzluk, kayırma, tehdit, iftira, yargıya müdahale gibi pek çok iddia da yine AKP ile özdeşleşmiştir.
Tüm bunlar ortadayken AKP’nin oy oranındaki yüzde 6-7’lik bir düşüş, başarısızlığın değil önemli bir başarının göstergesidir. AKP’nin bu başarısının ardındaki en önemli etken, emekçi kesimlerin sorunlarına gerçekçi çözümler sunan partiler ile bu kesimlerin buluşamamasıdır. Zira sistemin savunucusu partiler için idari ve mali her türlü kolaylık sağlanırken, sistemi sorgulayan, alternatifler sunan partiler, liberal demokrasi anlayışının ürünü olan seçim sistemi ile etkisizleştirilemeye çalışılmaktadır.
Sistemin kendisini yeniden üretmesi üzerine tasarlanmış sahte demokrasi aygıtları aşılmadığı takdirde tüm seçimlerin kazananı AKP ve onun gibi partiler olurken kaybedeni daima sermaye dışındaki toplum kesimleri olacaktır.

28 Mart 2009 Cumartesi

‘Sağ’sız ‘Sol’suz Seçim...



27/03/2009


ÖZGÜRCE


Türkiye siyaset yaşamında laiklik, partiler arasındaki en temel ayrışma noktası olmuştur. Öyle ki dünyada üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki farklılıkların bir belirteci olan sağ ve sol kavramları dahi, Türkiye’de laiklik üzerinden tanımlanmıştır. 1950’lerde CHP ile DP, 1960’larda CHP ile AP, siyasetin solundaki ve sağındaki partiler olarak görülürken, 1970’li yıllarda MHP ve MSP ile sağ partiler çoğalmış, CHP solda tanımlanan tek parti olma imajını sürdürmüştür. 1980’lerde CHP’nin yerini önce HP, sonra SODEP ve SHP alırken, ANAP sağın en büyük temsilcisi olmuştur. 1990’lı yıllarda ise sağda DYP, Refah Partisi ve MHP ön plana çıkarken, solda DSP ve CHP’nin solu temsil ettiği düşünülmüştür. 2000’li yıllarda ise siyaset sahnesine zıplayan AKP, Saadet Partisi, MHP ve diğerlerinin önünde sağın en büyük temsilcisi olurken, bunların karşısında CHP en büyük parti olarak yer almıştır. Tüm bu süreçte sağın içerisinde yer alan partilerin ideolojik yaklaşımları ile seçmen karşısına çıktıkları yüzleri birbiriyle önemli ölçüde örtüşmüştür. Oysa, solda tanımlanan partilerin ve özellikle de CHP’nin ideolojik savunuları ile siyaset çizgisinde konulduğu yer daima yanıltıcı olmuştur.29 Mart 2009 seçimlerinde AKP’nin neoliberal değerleri her şeyin önüne alması ve CHP’nin çarşaf açılımı ile Türkiye siyaset yaşamında belki de ilk kez laiklik vurgusu geri plana itilmiştir. Hal böyle olunca da seçimlerin favorisi olarak görülen AKP, CHP ve onlarla birlikte MHP’nin söylemleri birbiriyle müthiş biçimde benzeşmiştir. Örneğin toplumun en büyük sorunu işsizlik, yoksulluk, örgütsüzlük başta olmak üzere ekonomi politikalarında ya da belediye hizmetlerinin piyasa anlayışıyla yürütülmesi, taşeron çalıştırma ve bunun gibi pek çok konuda birbirlerinden hiçbir farklılıkları olmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Partiler arasındaki dünya görüşünün ve yaklaşımların böylesine benzeşmesi, laiklik etkeni de ortadan kalktığında sağı-solu olmayan bir seçim görüntüsü yaratmıştır. Dolayısıyla partiler, oy kapma yarışını liderlerin kişisel didişmesi, laf ebeliği üzerinden yürütmeye çalışmıştır. Bu da mevcut seçim sistemi içinde zaten anlamsız olan seçimleri daha da anlamsız hale getirmiştir. Toplumun sorunlarını çözmesi ve ihtiyaçlarını karşılaması bakımından bu seçimlerin son derece anlamsız olmasına rağmen, Türkiye’nin önümüzdeki sürecini belirleme konusunda çok da önemli bir yanı vardır. Zira AKP, altı yıllık iktidarı boyunca yarattığı işsizlik, yoksulluk, yolsuzluklar ve emek düşmanı icraatları ile bu seçime gitmektedir. Tüm bunlar ortadayken, AKP’nin, tek başına iktidar olma gücünü sarsmadan bu seçimlerden çıkması oldukça güçtür. Bunun farkında olan AKP, seçimleri alabilmek için hükümet olmanın verdiği ayrıcalığı en çirkin biçimiyle kullanmıştır. AKP bu seçimlere kabarık bir yolsuzluk, usulsüzlük, kayırma ve tehditle dolu bir dosyayla birlikte girmektedir. Eğer bu kabarık dosyaya rağmen AKP önemli bir üstünlük sağlarsa, tüm bu yolsuzluk, usulsüzlük, kayırma, tehdit ve başta sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere emekçilerin haklarını gasp eden uygulamaları meşrulaştırmış olacaktır. Bu da önümüzdeki dönemde AKP’nin, tüm bu uygulamaları, halka onaylatmış olmanın rahatlığı içinde çok daha ileri biçimde hayata geçirmesine zemin hazırlayacaktır.29 Mart seçimlerinde işsizliğin, yoksulluğun, emek düşmanlığının ve yolsuzluğun meşru hale getirilmesini engellemek son derece önemlidir. Ama tüm bunların bütünüyle ortadan kalkması ve Türkiye’de emeğin, demokrasinin yücelmesi için gerçek anlamda emekten, demokrasiden yana sol partilerin güçlenmesi gerekir.

24 Mart 2009 Salı

Seçimin Anlamı…



24/03/2009

Toplumsal ilişkilerde egemenliğin belirlendiği alan üretim sürecidir. Üretim sürecinde söz sahibi olan üstünlüğü elde etmiş olan sınıf, yaşamın diğer alanlarında da söz sahibi olur. Kapitalist sistem, üretim sürecindeki ilişkileri “ekonomi” alanı içinde tarif ederken, bunun dışındaki toplumsal ilişkileri “siyaset” alanı içinde tanımlar. Böylece işçi sınıfının bu iki alanı farklı(imiş) gibi algılayıp, sistemi bütünlüklü bir biçimde sorgulamasını ve ona karşı mücadeleye girişmesini engellemeye çalışır.
Üretim süreci dışında, işçi sınıfının elle tutulur gözle görülür yaşam alanı kenttir. İşçinin barındığı, çocuğunu okula gönderdiği, kahvesine, meyhanesine gittiği kent, üretim faaliyetini yürüttüğü yani artı değer ürettiği zamanın dışında yaşamını geçirdiği ortamdır. Görünürde üretim sürecinde yani ekonomik ilişkilerde belirleyici olan sermayenin işçiyi sömürdüğü süre dışında kalan zamanını geçirdiği alanı kendisine bırakmıştır. İşçi, kendisine “ekonomik” alanın ötesinde “siyasi” olarak tanımlanan bu alanda -üretim sürecinde yaşamı kendisine dar eden- sermayenin baskısından kurtulmuş olduğunu ve bu alanı özgürce kontrol edebileceğini düşünecektir. Oysa sermaye, üretim sürecinde kontrolü daha fazla elde ettiği yani ekonomik alanda söz sahibi olduğu dönemlerde “siyasete” de hakim olmuş ve işçiler üzerine kurduğu sömürü düzenini bu alanda da sürdürmüştür. Ama işçi sınıfı, Marksizm’den –sınıf siyasetinden- uzaklaştığı ve üretim sürecinin kontrolünü elinden kaçırdığı her dönemde, kapitalizmin -ekonomik ve siyasi alanı ayrıştırmak üzerinden- kurduğu bu tuzağa düşmüştür..!
Türkiye, üretim süreci dışında kalan -yerel yönetimlerde çalışan işçiler hariç- yaşam alanlarında söz sahipliğini belirleyecek bir seçimin arifesindedir. Bu seçim de kapitalist sistem içindeki diğer tüm seçimler gibi bir aldatmacadan ibarettir. Uluslararası ve ulusal sermaye, kendi çıkarlarını temsil için yarışan üç – dört partiyi ortaya atıp, bunlar içinden birini seçtirerek işçi sınıfının yaşam alanı üzerinde söz sahibi olduğu hissini yaratmaya çalışmaktadır.
Maalesef bu kez de işçi sınıfı, kendisi için kurulan tuzağa düşecektir. Çünkü işçi sınıfı, sınıfsal bilinçten ve üretim sürecini kontrol edebilme gücünden çok uzaktadır. Ancak bu olumsuz tablo umutsuzluğa neden olmamalıdır. Zira, içinde bulunduğumuz kriz, kapitalist ideolojinin çöküntüsünü açığa çıkarttığı gibi ekonomik alanla siyasal alanının aynılığını da belirgin hale getirmiştir. Eğer işçi sınıfı, bu dönemde kapitalizmin kendisine kurduğu tuzakları fark eder ve buna karşı sınıfsal bir bilinçle mücadeleye yönelirse bu olumsuz tablo hızla değişebilir. Sınıf partileri bu değişime hazırlıklı olmalı, yeniden belirlenecek güç dengeleri içinde işçi sınıfına güven vermeli ve mücadelenin yürüyeceği zemini hazır hale getirmelidir. Bunun gerçekleşmesi için sadece bir aldatmacadan ibaret olduğunu düşündüğüm seçimlerin dahi önemli bir rolü vardır. Bu seçimlerde sınıf partilerinin var olduklarını göstermeleri en azından işçi sınıfına mücadele için bir adresin varlığını gösterecektir.

20 Mart 2009 Cuma

AKP’yi Seviyorum!?.



20/03/2009


ÖZGÜRCE


Söyleyeceğime belki inanmayacaksınız ama ben Başbakan başta olmak üzere bu AKP’lileri seviyorum! Neden mi? Temsilcisi oldukları sistemin gerçek yüzünü en açık biçimiyle ortaya koydukları için. Daha önceleri benzer duyguları bir zamanlar Liberal Parti’nin başkanı olan Besim Tibuk için de hissetmiştim. O da çok net ve hiç kıvırmadan -emekçi düşmanlığını içeren- gerçek düşüncesini, ne yapmak istediğini söylerdi. Şimdi AKP, Liberal Parti’nin; AKP yöneticileri de Tibuk’un yerini aldı önemli ölçüde… Ama bir farkla... Besim Tibuk’un partisinin ismi de niyetini son derece açık biçimde ifade ediyordu; “adalet” ve “kalkınma” gibi, toplumun kulağına hoş gelecek kavramların arkasına gizlenmemişti!.. Olsun, AKP bugün yarıştığı partilerin pek çoğundan daha dürüsttür yine de! Bana inanmazsanız söylediklerine bakın. Başbakan, “Kredi kartı borcu olanlara dürüst gözüyle bakmam” diyor. 2 milyon kişi kredi kartı borçlusuyken, hem de tam seçim arifesinde, hem de krizi aşmak için insanların tüketim yapması için kırk takla atılırken…Başka ne diyor Başbakan? Diyor ki ‘Vergiyi indirdim; 23 bin TL’lik otomobilin fiyatı 20 bin TL’ye, 600 bin TL’lik evin fiyatı 520 bin TL’ye düştü’; “haydi vatandaş, kaçırma koş ev al, araba al!” diyor. Ne zaman söylüyor bunu; işsizliğin resmi rakamlarda yüzde 13.6’lara vardığı, gerçekte ise yüzde 30’ları aştığı; halen işi olanların ücretlerinin düştüğü ya da işten çıkartılma tehdidini her geçen gün daha yakından hissettiği; esnafın, küçük üreticinin kepenklerini kapattığı bir dönemde… Yani vatandaşın ev, araba değil, eve ekmeği nasıl götüreceğini düşündüğü bir dönemde söylüyor bunu Başbakan…Başbakan kızar belki ama AKP’yi ondan daha güzel ifade eden AB Başmüzakerecisi, Devlet Bakanı Egemen Bağış oldu şimdiye kadar. Başbakan’ın tercümanı ve Vakko’nun bayii de olan taze bakanımız, piyasa ekonomisinin nimetlerini anlatırken “Sosyalizmin ne Iphone’u (internet bağlantılı cep telefonu) ne de plazma televizyonu vardı” diyor. Aslında sayın bakan son derece önemli bir konuya temas ediyor. Gerçi reel sosyalizm döneminde kapitalizmde de ne Iphone ne de plazma televizyon vardı ama olsun, yine de “haklı” bakanımız. Haklı, çünkü sosyalist blok bugün hâlâ ayakta olsaydı da belki Iphone ve plazma televizyon olmayacaktı. Onun yerine iş güvencesi, sosyal güvence, sağlık hakkı, eğitim hakkı ve insanın insanca yaşaması için gerekli diğer haklar olacaktı. Ama milletimizin vekili mümtaz bakanımız, milletin Iphone ve plazma televizyona; iş, sosyal güvence, sağlık ve diğer haklardan daha fazla ihtiyacı olduğunu tespit etmiş olmalı ki serbest piyasa ekonomisini bu veciz cümleyle savunmuş. Tabii bu arada krizde kapitalizmin çöktüğünü düşünenlere de “sakın sosyalizmi düşünmeyin; Iphone’nunuz, plazma televizyonuz olmaz haa” diyerek de gözdağı vermiş.İşini kaybetmiş, kepengini indirmiş milyonlarca işsiz, İş Kurumu önünde sabahtan akşama sıra beklerken, asgari ücretin yarısına razı kapı kapı iş ararken, bakanın bu gözdağını nasıl karşılar; Başbakan’ın krize ve kriz karşısında vatandaşın durumuna çare gördüğü düşüncelere ne der bilemeyiz. Ama “baklanın dilin arkasında kalmaması” bakımından gösterdikleri “dürüst” söylem için Başbakanıyla, bakanıyla AKP’yi kutlamak gerekiyor(!) Ayrıca bu nedenden dolayı onları sevdiğim konusunda da ısrar ediyorum!..Sonuç olarak: Emekçi düşmanlığını açıkça otaya koyan söylemine karşın AKP’nin 29 Mart seçimini önemli bir farkla kazanması, sanırım sürpriz olmayacaktır. Bu ironik tablonun sorumlusu; -gerçekleri göremediği iddia edilen- emekçilerden daha çok, sandık başında emekçiye doğru dürüst bir alternatif sunamayan “sol” ve “emekten yana” siyasal yapılardır. Bu tablonun değişmesi için sorumluların (mazeret üretmeyi bir yana bırakarak) şapkalarını önlerine koyup, bugüne kadar yaptıkları ve yapamadıklarını düşünmeleri ve bunun değişmesi için uğraş vermeleri gerekir!..

13 Mart 2009 Cuma

SERMAYE AKP’Yİ “HÂLA” SEVİYOR…!



Özgürce

13.03.2009


Sanayi üretimine ilişkin son rakamların da gösterdiği üzere Türkiye’de sanayi çökmüştür… Bu çöküşü İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Tanıl Küçük “artık sözün bittiği noktadayız” sözüyle yorumluyor.
Evet, Türkiye sanayi üretiminde sözün bittiği noktaya geldi. İmalat sektörü tarihin en büyük çöküşünü yaşıyor. Üretim durdu, işsizlik resmi istatistiklerde bile rekor üstüne rekor kırıyor.
Bu tablo karşısında hükümetin IMF’nin buyurduğu gibi -bu çöküşün temel nedeni olan- neoliberal politikaları daha da yoğun biçimde uygulaması beklenir elbette. Ama çöküşün 29 Mart’ta kurulacak sandığa yansımasından korkan hükümet, bu politikaları seçim sonrasına erteliyor.
Çıkarlarını zedeleyecek en ufak bir icraatta yeri göğü birbirine katan sermaye, içinde bulunduğu çöküşe rağmen hükümetin etkisiz tutumu karşısında sessiz kalıyor.
Aynı şekilde uluslararası platformda (Davos’ta olduğu gibi) AKP Hükümetinin ve Başbakan’ın sırtını dayadığı uluslararası güçlere karşı yerli yersiz efelenmesi de bu güçler tarafından önemli ölçüde görmezden geliniyor.
AKP’nin bugün gösterdiği tavrı başka bir hükümet gösterse hiç kuşku olmasın en kısa sürede devrilmesi için düğmeye basılırdı. Ama ne ilginçtir ki AKP Hükümetine karşı sermaye ve ABD, AB, İsrail gibi uluslararası güçler eşi benzerine zor rastlanır biçimde tolerans göstermektedir. Bu toleransın nedeni elbette kendi yarattıkları ve bugünlere getirdikleri AKP Hükümetine karşı “beceriksiz ve haylaz” bir çocuğa beslenen anaç duygular olamaz...
Sermayenin ve yukarıda anılan uluslararası güçlerin AKP’ye gösterdiği toleransın nedeni, her türlü zaafı ve gafına rağmen kendi çıkarlarını daha iyi savunacak bir başka siyasi parti bulunamayışıdır. Bu nedenle bir süre daha AKP’ye katlanmak zorundadırlar. Dolayısıyla 29 Mart seçimlerinde de sermaye ve uluslararası güçler AKP’nin arkasında olmaya devam edecek ve mümkün olan en yüksek oyu alarak siyasi gücünü arttırarak sürdürmesi için her türlü desteği verecektir.
Sanayinin ya da daha gerçekçi bir ifade ile ekonominin çökmesi, sadece sermayeyi etkilememektedir. Bu süreçte gerçek anlamda çöküntüye uğrayan işsizleşen, yoksullaşan, gelecek umudunu kaybeden emekçilerdir. Sermayenin AKP’ye desteği çıkarlarını daha iyi savunacak başka bir parti bulamamış olmasındandır. Ama emekçilerin böyle bir zorunluluğu yoktur. Emekçiler, sermayenin çıkarlarını korumak üzere AKP’ye alternatif olarak iktidara gelmek isteyen partilerin tuzağına da düşmeden, kendi çıkarlarını en iyi biçimde savunacak parti ve adayları desteklemelidir. Bu aynı zamanda emekçilerin kendilerini sömüren, işsizleştiren, yoksullaştıran ve kirli savaşlara alet etmeye çalışan sermayeye ve uluslararası güçlere de vereceği iyi bir ders olacaktır.

10 Mart 2009 Salı

Tarihin mi Sözün mü Bittiği Yere Geldik?



10/03/2009
İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Tanıl Küçük’ün dün (9 Mart 2009) açıklanan ve 2009 yılının ilk ayında sanayi üretiminin yüzde 21,3 imalat sanayi üretiminin de yüzde 24,2 oranında düştüğüne yönelik verilere ilişkin tepkisi "Artık, sözün bittiği noktadayız” şeklinde olmuş…
İSO başkanının “sözün bittiği” dediği yerde Türkiye’de üniversitelerinin hali pür mealini sorgulanın tam da zamanı gelmiştir. Zira, Türkiye’de “iktisat” yani, namı değer “ekonomi” bilimi (her ne kadar bilimse) başta olmak üzere üniversitelerde sosyal bilimleri konu edinmiş pek çok birim oluşturulmuştur. Bu bilim alanlarının varoluş nedeni; dünyada olup biten ile memlekette yaşananları takip edip, kendisini var eden toplumun refahını arttırmak için yol göstermesidir. Yani, bu memleketin işçisi, köylüsü, esnafı, memuru daha iyi bir dünyada yaşamanın yolunu göstersin diye vergileriyle bu bilim alanında uğraşanların binasını, masasını, sandalyesini, öğretim elemanın ücretini karşılamaktadır.
Ama gelin görün ki o bilim alanındakilerin pek çoğu kapitalizm tarihinin tek –sınırlı- refah döneminin sonlandığı 1970’lerde taraftar bulmaya başlayan ve 1989’da Doğu Bloku’nun çöküşüyle semiren neoliberalizmin neferi haline gelmişlerdir. Oysa, “tarihin sonu geldi” çığlıkları ile zaferini ilan eden neoliberalizmin tarihin değil ama insanlığın sonunu getirmeye namzet olduğu pek kısa zamanda ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin en büyük sermaye kuruluşlarından olan İSO Başkanı’nın “artık, sözün bittiği noktadayız” demesiyle ortaya koyduğu durum da göstermektedir ki üniversitelerin iktisat başta olmak üzere sosyal bilimler ile iştigal eden pek çok birimi, toplumun verdiği görevi gereği gibi yerine getirmemiştir. Hatta bu görevin yerine getirilmemesinin ötesinde toplumu “tarih bitti” ve/veya “başka bir sistem mümkün değil” yalanlarıyla aldatmıştır.
Toplumun üniversitelerden ve onun içerisinde sosyal bilimler alanlarında yer işgal eden “bilim insanlarından” hesap sorma hakkı vardır. Bu hesap bugün sorulmazsa “bilim” adına sarf edilen yalanlar önümüzdeki süreçte de devam edecektir…

6 Mart 2009 Cuma

Üniversitede Mücadele Ortaklaşmalı..!



06/03/2009


ÖZGÜRCE


12 Eylül darbesini en güçlü hisseden kurumların başında üniversiteler gelir. Darbecilerin üniversiteyi öncelikli hedef alması elbette tesadüf değildir. Zira üniversiteler, 12 Eylül darbesinin temel amacı olan Türkiye’de neoliberalizmin hakim kılınmasında en önemli köşe taşıdır. Üniversiteler bu dönüşüme “ikna” edilmeden diğer kurumların ve toplumsal yapının dönüşmesi son derece zor ve hatta imkansızdır.Üniversitede neoliberal dönüşümü sağlamaya yönelik ilk adım, üniversite üzerinde baskı kurmak olmuştur. Bu baskı ortamı içersinde öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer üniversite emekçileri ya üniversiteden uzaklaştırılmış ya da uzaklaştırılma tehdidi ile sindirilmiştir. Bu sayede üniversitede kışla düzenini aratmayacak düzeyde bir hiyerarşik yapı oluşturulmuş ve bu yapı öğretim üyesinden asistana, teknik personelden idari personele ve öğrenciye kadar tüm üniversite emekçileri arasında suni bir kopuşa yol açmıştır. Bu hiyerarşik düzenin üst kademelerinde kendilerine yer bulanların önemli bir kısmı bu düzeni içselleştirmiş ve diğer kademelerdeki emekçilerin üzerinde tahakküm kurma çabasına girişmiştir. Böylece bir taraftan üniversite içerisinde bilimsel faaliyetin olmazsa olmaz kuralı olan özgürlük ortamı kaybolmuş, diğer taraftan da bilim emekçileri arasında yaratılan ayrışma sayesinde neoliberal dönüşüme karşı direnç önemli ölçüde kırılmıştır.Neoliberal dönüşümün üniversitedeki yansıması, üniversitede yürütülen faaliyetlerin piyasalaşması (diğer kamu hizmeti alanlarında da olduğu gibi) yani, kâr-zarar hesabı üzerinden gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Buna göre üniversite, ürettiği ve sunduğu bilgi üzerinden en yüksek kârı elde etmeyi hedefleyecektir. Dolayısıyla, üniversite eğitimi paralı olacak ve üniversitelerde gerçekleşen diğer bilimsel faaliyetler de projeler yoluyla piyasaya sunulacaktır. Üniversitenin piyasalaşması bir taraftan üniversitenin toplumdan kopup, sermayenin hizmetine girmesini sağlarken, diğer taraftan da üniversitedeki çalışma koşullarının ve istihdam biçimlerinin de piyasa koşullarına göre gerçekleşmesine yol açacaktır. Neoliberal dönüşüm sürecinde üniversitenin piyasalaşmasına yönelik uygulamalar YÖK düzeni içinde geçen 28 yılda önemli yol kat etmiştir. Vakıf üniversitesi adı altında özel üniversiteler kurulmuş, kamu üniversitelerinde ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans, yaz okulları ve sertifika programları ile eğitim-öğretim faaliyetleri paralı hale getirilmiştir. Öte yandan, üniversite-sanayi işbirliği, teknopark ve her düzeydeki projelerle üniversite, bilimsel faaliyetleri üniversiteye gelir sağlama faaliyeti olarak görülmeye başlanmıştır.Üniversitelerin piyasalaşma süreci içerisinde üniversite emekçileri de maliyet unsuru olarak görülmeye başlanmış ve üniversitede esnekliğin hakim çalışma yöntemi olması hedeflenmiştir. Bu bağlamda, yemekhane ve temizlik işleri taşeronlara verilmeye başlanmış; kütüphane, bilgi işlem gibi alanlarda da ucuz işgücü olarak öğrenci istihdamı yaygınlaşmıştır. YÖK düzeni içerisinde yaratılan hiyerarşik yapının altında yer alan kesimlerden başlayan esneklik uygulamalarında sıra araştırma görevlilerine gelmiştir. 2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine göre çalıştırılan araştırma görevlileri, burslu öğrenci statüsünde sayılarak iş güvenceleri ortadan kaldırılmıştır. Bologna Süreci ve Lizbon Bildirgesi çerçevesinde sürdürülmekte olan neoliberal dönüşüm sürecinde esnek çalışmaya tabi olma ve iş güvencesini kaybetme sırası hiyerarşinin üst kademelerine doğru ilerlemektedir. Bu bağlamda kısa bir süre içerisinde tüm öğretim üyelerinin ücret ve istidam koşulları, gerçekleştirdikleri projelerle ilişkilendirilecek ve bu sürece uyum sağlayamayan öğretim üyeleri de işlerini kaybedecektir. Sözün özü: Üniversite emekçileri arasında yaratılmış olan suni ayrışma hem üniversiteye hem de üniversite emekçilerine zarar vermektedir. Biran önce bu suni ayrışmaya son verilip üniversitedeki tüm emekçilerin bir araya gelerek mücadele yürütmesi gerekmektedir.

3 Mart 2009 Salı

Üniversitede Esnekleştirme Çabaları ve 50/d Mücadelesi



03/03/2009


2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine tabi olan üniversite araştırma görevlileri, bir süredir doktora çalışmalarını tamamlar tamamlamaz işlerini kaybetmektedir. 50/d maddesine göre çalışan araştırma görevlileri bir araya gelerek, durumlarını kamuoyuna duyurmayı ve iş güvencelerini tekrar elde etmeyi amaçlamaktadır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesini elde etme çabası bugüne kadar üniversite içinde ve üniversite dışında yeterince destek bulmamıştır. Araştırma görevlilerinin iş güvencesi mücadelesinin destek bulmaması iki yönden son derece vahimdir. Birincisi, salt bir iş güvencesi olarak bakıldığında araştırma görevlilerinin örgütlü olduğu sendikaların kendi üyelerinin iş güvencesini dahi savunmaktan aciz olmasıdır. Araştırma görevlileri 50/d maddesi yüzünden birer birer işlerinden olurken, sendikalar göstermelik birkaç dava açmanın ötesinde mücadele adına hiçbir şey yapmamaktadır. Bu, eğitim alanında örgütlü sendikaların tümünün sendikal faaliyetlerinin sorgulanmasını gerektirecek kadar vahim bir durumdur (maalesef Eğitim Sen de bu konuda sorgulanması gereken sendikalar içerisindedir). Konunun vahim olan diğer bir tarafı, 50/d konusunda üniversite içerisindeki sessizliktir. YÖK düzeninin yarattığı hiyerarşi ve korku ortamı, “bilim insanı” sıfatı taşıyan ve toplumun “aydın” kesimini oluşturduğu varsayılanların “bana dokunmayan bin yaşasın” düşüncesine saplanıp kaldıklarını göstermektedir. Çok küçük bir kesim dışında iş güvencesi arayan araştırma görevlileri üniversite içerisinde de yalnızdır. Oysa, 50/d sorunu sadece bu maddeye göre çalışan üç beş bin kişinin istihdam sorunu olmasının çok ötesinde üniversitede uygulanmaya hazırlanan esnek çalışma modelinin en önemli adımıdır. 2006 yılında hazırlanan YÖK Strateji Raporu ile TÜSİAD tarafından hazırlanarak 2008 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar Ve Fırsatlar” başlıklı raporlar üniversitede nasıl bir istihdam modeli yarılmak istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin, 2006 tarihli YÖK Strateji Raporunda “…garantili maaş sistemi yerine, tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının düşünülebileceği…” belirtilirken; 2008 tarihli TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, “mevcut ortamda, yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir etmen…” olarak görülmektedir. Bu raporda da çözüm olarak üniversite sanayi işbirliği içerisinde gerçekleştirilecek projelere bağlı bir performans değerlendirme sistemi önerilmektedir.
1 Mart tarihinde Abbas Güçlü Milliyet Gazetesindeki köşesinde 50/d konusunu ele aldığı yazısında Drexel Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin Türk Dekanı Selçuk Güçeri’nin ağzından ABD’de uygulanan sistemi aynen şu şekilde aktarıyor: “Amerikan üniversitelerinin genelinde maaşlar 9 ay üzerinden hesaplanır. Kiminde 9 ay maaş verilir kiminde de 9 aylık maaş 12’ye bölünerek verilir. Tercih edilen de budur. Çünkü ek kazanç yaratamayanların mağduriyeti söz konusu oluyor. Hocalar, 9 ayın dışında kalan üç ayda ise maaşlarını, yürüttükleri projeden alır. Projesi olmayan maaş alamaz. Dolayısıyla bu sistem herkesi üretmeye teşvik ediyor. Kadrolar da önce geçici, sonra kalıcıdır. Maaşta da, sürekli kadroya alınmada da performans çok önemlidir. Ayrıca tek tip maaş yoktur. Üniversiteye kazandırdığı oranda, kendileri de kazanırlar...” Sözde 50/d’li araştırma görevlilerinin sorunlarını gündeme getiren Güçlü, Dekan’ın sözleri üzerine her zamanki gibi “ABD’de olanın vardır hikmeti” diyerek ve performansa dayalı sistemi savunarak yazısını bitirmiştir.
Üniversitelerde neoliberal dönüşümü hedefleyen Bologna Süreci ve Lizbon Bildirgesi’ni temel alan YÖK’ün ve TÜSAİD’ın raporlarında amaçlanan ABD’de uygulanmakta olan sistemle bütünüyle paraleldir. Yani, istihdam ve ücret tehdidi ile üniversite ve bilimi bütünüyle sermayeye hizmet eder hale getirmek hedeflenmektedir. Bu bağlamda, bugün 50/d konusunda sessiz kalan akademisyenler hangi statüde olurlarsa olsunlar çok kısa zamanda benzer bir tehditle karşı karşıya kalacaklardır. Öte yandan, getirilmek istenen bu yapı içerisinde üniversite ve bilim toplumdan kopacak, bütünüyle sistemin ve sermayenin hizmetine girecektir.
Sözün özü: 50/d’li araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu tüm üniversite bileşenlerinin ve toplumun sorunudur. Burada atılacak bir geri adım üniversiteyi çok daha büyük bir hızla toplumdan uzaklaştıracaktır. Bu nedenle tüm üniversite bileşenleri ile birlikte sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de 50/d mücadelesine destek vermesi gerekir.