28 Ocak 2011 Cuma

Demokrasi Ekonomiyi Bozar mı?

28/01/2011

ÖZGÜRCE

Başbakan TOBB’un toplantısında iş adamlarına hitap ederken, bazılarının ısrarla barajın iyice aşağıya çekilmesi konusunu gündeme getirdiğini belirtiyor ve şöyle diyor: “Biz özellikle ülkemizin ekonomik yapısını bir tehdit altına sokmak istemiyoruz. Bakın bizim ülkemiz tek partili iktidarlarda hep tırmanmıştır. Koalisyon dönemlerinde de hep geri kalmıştır.”

Başbakanın söylemek istediği açıktır. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan toplum iradesinin yansıtıldığı bir seçime, ekonomiye tehdit oluşturacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Başbakanın ekonomiye tehdit oluşturduğunu düşündüğü sadece seçim barajı değildir. AKP’nin iktidarda bulunduğu süreçte sendikal hak ve özgürlüklerden, basın özgürlüğüne kadar pek çok konuda sergilenen tavır yine ekonomi için tehdit oluşturur anlayışına dayanmaktadır.

Peki, Başbakanın “Demokrasi ekonomi için tehdittir” biçiminde özetleyebileceğimiz bu anlayışı doğru mudur?

Hemen kendi düşüncemi paylaşayım: Evet, doğrudur…

Demokrasi, Başbakanın da benimsemiş olduğu liberal ekonomiyle çelişir ve onun için tehdit oluşturur.

Liberal ekonominin çelişmediği ve kendisine tehdit olarak görmediği tek demokrasi anlayışı, liberal demokrasidir.

Liberal demokrasi, liberal ekonominin tamamlayıcısıdır ve sermayenin egemenliğini sürekli kılmak amacıyla siyasal alanı yapılandırır.

Liberal demokrasi anlayışı içerisinde girişimcilik ve mülkiyet hakkı korunurken emekçilerin ekonomik ve siyasal olarak kendilerini ifade edebilme yolları liberal ekonomiye tehdit olarak görülür. Örneğin sendikal hak ve özgürlükler, girişimcilik ve mülkiyet hakkının en büyük düşmanı olarak kabul edilir. Emekçi kesimlerin siyasal olarak kendilerini ifade etme yolları da demokrasi görüntüsü altında sunulan parlamenter sistem içerisinde sürekli olarak engellenmeye çalışılır. Dolayısıyla, Başbakanın söylediği gibi seçim barajının kaldırılması gibi özgürlükçü demokrasi anlayışını içeren bir siyasal yapı ekonomiyi olumsuz yönde etkiler.

Zira tüm toplum kesimlerinin iradelerini özgürce yansıtabildiği bir demokrasinin varlığı durumunda seçim barajları kalkacak, partilere yapılan para yardımı ya kalkacak ya da seçime giren tüm partilere eşit dağıtılacak, iktidar partilerinin seçimlerde devlet olanaklarını kullanmalarına son verilmesi gerekecektir. Ayrıca böyle bir demokrasi anlayışı içinde düşünce ve yayın özgürlüğü geçerli olacak, eğitim ve bilim alanları dogmalardan sıyrılacak; düşünen, tartışan, sorgulayan insanlar yetiştirilecektir.

Yine demokrasinin hakim olduğu böyle bir ortamda tüm toplum kesimleri özgürce örgütlenecek ve haklarını örgütlü bir biçimde arayabileceklerdir. Örneğin emekçiler özgürce sendikalaşacak, grev hakkını özgürce kullanabilecek ve sonuç olarak da alın terinin karşılığını alabilecektir.

Velhasıl, toplumun örgütlü olduğu ve her kesimin kendisini ifade edebildiği bir demokrasi ortamında emekçiler ve sermaye dışı diğer toplum kesimleri sermayenin temsilciliğini yapan siyasi iktidarlara mecbur kalmayacak, kendi anlayışlarını iktidara taşıyabileceklerdir.

Hal böyle olunca da emekçilerin üzerinden milyonlarca lira artı değer elde edilirken asgari ücrete 30 lira zam yeterli görülemeyecek; kıdem tazminatı kaldırılmaya çalışılamayacak; emekçilerin iş, ekmek güvenceleri ortadan kaldırılamayacak; bakanlar çıkıp: “İşçiler 16-18 saat çalışsın” diyemeyecek; sermayenin borçları affedilemeyecek; işçilerin İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki paraları sermayeye peşkeş çekilemeyecek; stajyer adı altında aylık 150, 200 liraya işçi çalıştırılamayacak; kamuya ait araziler sermayeye yağmalatılamayacak; sağlık, eğitim gibi kamu hizmetleri ticarethaneye dönüştürülemeyecek ve sermayenin kâr alanı haline getirilemeyecek; işçiler emekli olabilmek için mezara girene kadar bekletilemeyecektir.

Şimdi arkamıza yaslanıp bir kez daha düşünelim: Başbakan haklı mı haksız mı? Sayın Başbakanın temsil ettiği sermaye kesiminin ekonomisi böyle bir demokrasi anlayışında bozulur mu, bozulmaz mı?

Özgürlükçü demokraside bırakın sermayenin ekonomisini, kimyası bile bozulur!.. Ama unutmamak gerekir ki emekçilerin ve diğer geniş toplum kesimlerinin çıkarlarını sermayenin çıkarının önüne geçmesini sağlayacak bir demokrasi için mücadele gerekir. Mücadelenin başarısı için ise bu ekonomik ve siyasal yapıda kendisini özgürce ifade edemeyen işçileri, işsizleri, çiftçileri, memurları, küçük üreticileri, esnafı, göçmenleri, sakatları, öğrencileri, kadınları ve her dinden, her mezhepten, her etnik kökenden toplum kesimlerini içeren ve birlikte hareket edebilen örgütlenmelere ihtiyaç vardır!..

25 Ocak 2011 Salı

Economists discuss milestone of Turkey's market economy







Economists discuss milestone of Turkey's market economy

Tuesday, January 25, 2011

ISTANBUL - Hürriyet Daily News
A decision made on Jan. 24, 1980, that marked Turkey’s shift from “mixed capitalism" to a free market economy is still generating discussion among economists and businessmen on its 31st anniversary.

Turkey tapped into neo-liberal economic policies with the Jan. 24 decision, Labor Economics Professor Özgür Müftüoğlu from Marmara University told Hürriyet Daily News & Economic Review in a recent interview. “The decision paved the country’s way to a higher competitiveness,” he said. “Turkey took its part in the globalization process with these decisions.”

In 1979, Prime Minister Süleyman Demirel delegated Prime Ministry Undersecretary Turgut Özal, a later prime minister and president, to prepare a program of economic and financial measures to integrate the country with the western world less than nine months before a military coup that deeply affected the country’s future.

The program, announced Jan. 24, 1980, mainly included a 32.7 percent devaluation of the Turkish Lira, shrinking the state’s role in the economy, lifting or reducing support of the agricultural sector, promoting foreign investment and providing importers major tax releases.

Turkey’s foreign trade volume was $7.33 billion in 1979, according to data from the Turkish Statistical Institute, or TurkStat, while the proportion of imports covered by exports was 44.6 percent.

In 2009, the country’s foreign trade volume rose to $243.07 billion and the proportion of imports covered by exports increased to 72.5 percent.

On Sept. 12, 1980, generals led by Chief of General Staff Gen. Kenan Evren, along with the entire Turkish army, intervened in the tense political situation in a bid to put an end to the “violence and terror” that had erupted between the political left and right.

“It was not easy to make the decisions before the 1980 [coup,] as most of the labor unions were much more powerful than today,” said Müftüoğlu. “The government struggled to implement the decision due to the strong labor unions. But with the Turkish army’s intervention on Sept. 12, 1980, the unions lost their power and the decisions finally came into practice.”

Economist Ertuğ Yaşar agreed with Müftüoğlu on the impacts of the government’s program, saying that the Jan. 24 decisions introduced radical changes in the economic outlook of Turkey. “It can well be considered a turning point for the country. It accelerated the competitiveness of the country and formed the proper finance and banking sector,” Yaşar told the Daily News.

“When Prime Minister Süleyman Demirel approved these decisions many criticized his actions harshly.”

Mütfüoğlu also harshly criticized the decisions. “Looking at the period after the decisions, Turkey’s black market activity rose sharply and public expenditures fell rapidly, for the sake of encouraging the private sector,” he told the Daily News.

“We could also see that the Jan. 24 decisions meant the end of social state, or welfare state, policies of subsequent Turkish governments.”

Refik Duran, former head of the Turkish Confederation of Employers' Unions, or TİSK, told Turkish daily newspapers after the announcement of the decisions that the organization was content with the move. “Until today, it was always the laborers who were happy [with the government’s move]. Now it is our turn.”

Tuğrul Kutadgobilik, current chairman of the employers’ union, told the Daily News in a written statement Tuesday that the 31-year-old decision was crucial, since it launched the integration of the Turkish economy to the modern world economy.

“At the beginning of 1980, the Turkish economy was incapable of producing and consuming. With the Jan. 24 decision, local industry, which was targeting replacing imported goods only, headed towards [a structure that] to promote exports,” he said, adding that a particularly crucial item in the program was easing capital movements.

“The decisions introduced the conception of productivity to the industrialists and provided consumers with the will to make a choice.”

“In a period when the foreign trade deficit still raises problems, the Jan 24 decision continues to remind us of the importance of an exports-focused growth model,” he said.

Turkey’s foreign trade deficit is estimated to stand around $70 billion in 2010, according official figures.

Earlier this month, Turkish State Minister Zafer Çağlayan, a strong supporter of devaluation of the lira in an attempt to raise exports, expressed similar ideas.

The export-focused growth strategy in the 1980s altered earlier industrial policies that targeted the domestic market to replace imported goods, Çağlayan told Anatolia news agency.

“These policies underlie the recent boost in exports, as the country is experiencing an even more serious restructuring,” he said.

Müftüoğlu, however, said: “Turkey certainly now has booming industries and remain a promising global actor. But we should realize what Turkey has lost during this period. While industries grew working conditions worsened.”

--

Gökhan Kurtaran from Istanbul contributed to this report

21 Ocak 2011 Cuma

İşsizlik ve Güvencesizliğe Karşı Ortak Mücadele…

21/01/2011

ÖZGÜRCE

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nin ekim 2010 verilerine göre işsizlik oranı 2008 krizinin başlangıcı kabul edilen ekim 2008’deki düzeyine gerileyerek yüzde 11.2 olmuştur. İstatistikler üzerinden yapılacak yüzeysel bir analize göre (Ki liberal iktisatçılar genellikle böyle yaparlar) 2008 krizinin emekçilere en önemli yansıması olan işsizlik problemi de ekonomideki diğer göstergeler gibi “Normalleşmiştir”. Hükümet yanlısı ekonomi yorumcularına göre bu durum AKP iktidarının küresel krizi aşma konusundaki başarısının bir sonucudur(!)

Rakamlar üzerinden yapılan bu analizler gerçekten doğruyu yansıtmakta mıdır? Daha açık ifadesiyle Türkiye’de emekçilerin durumu en azından 2008 krizi öncesindeki durumuna dönmüş müdür?

Pek çok emekçi için kafa karıştırıcı olan bu durumu değerlendirirken öncelikle belirtmek gerekir ki, TÜİK verilerinin güvenilirliği son derece tartışmalıdır. Özellikle emek piyasalarına ilişkin verilerin dayandırıldığı Hane Halkı İş Gücü Anketleri ve bu anketlerde işsizliğin belirlemesine ilişkin olarak uygulanan yöntemler, gerçek işsizliği ortaya koymaktan uzaktır. Ancak başka istatistiksel bir veri olmaması ve emek piyasalarına ilişkin olarak genellikle bunların kullanılması tüm şaibelerine rağmen TÜİK verileri üzerinden de bir değerlendirme yapılmasını zorunlu hale getirmektedir.

TÜİK verilerine göre krizin etkilerinin ortaya çıkmaya başladığı ekim 2008’de 2 milyon 730 bin olan işsiz sayısı şubat 2009’da 3 milyon 802’ye yükselmiştir. Yani krizin ilk 4 ayında çoğunluğunu işten çıkartılan emekçilerin oluşturduğu işsiz sayısı 1 milyon 72 bin artmıştır. 2009 yılının ikinci yarısından itibaren işsiz sayısı azalmaya başlamış ekim 2009’da 3 milyon 299 bine ekim 2010’da ise 2 milyon 901 bine gerilemiştir. Sadece rakamlar üzerinden bakıldığında ortaya çıkan tabloya göre; krizle birlikte işten çıkartılan emekçilerin bir kısmı yeniden işe alınmış ve ekim 2009 ile ekim 2010 arasında işsiz sayısı 398 bin kişi azalmıştır. Ancak krizin başlangıcı kabul edilen ekim 2008 ile ekim 2010 arasındaki 2 yılda işsizlik oransal olarak aynı düzeye gelmişse de ekim 2010’daki işsiz sayısı ekim 2008’e göre 171 bin kişi artmıştır.

Bu rakamsal ve oransal değerlendirmenin emekçilerin yaşadığı sorunları belirlemek açısından son derece yetersiz olduğu muhakkaktır. Soyut bir biçimde yüz binli, milyonlu sayılarla ifade edilenler emek gücünü satarak aldıkları ücretle yaşamaya çalışan insanlardır. Dolayısıyla emek piyasasında yaşanan hareketliliği sayısal olarak ifade etmek yanında emekçilerin yaşamlarına ne biçimde yansıdığına da bakmak gerekir. Bunun için de yapılabilecek en somut değerlendirme, işten çıkartılanların, kaybettikleri işlerde sahip oldukları haklarla yeniden işe alındıklarında sahip oldukları hakları karşılaştırarak yapılabilir.

Bu noktada ilk olarak ifade edilmesi gereken; özellikle 2010 yılında istihdamın hiçbir güvence sağlamayan ve ücretsiz aile işçiliğinin yaygın olduğu tarım sektörü ile kayıt dışılığın ve güvencesizliğin yaygın olduğu inşaat sektöründe artmış olmasıdır. Yine bu dönemde sanayide ve hizmetlerde yeniden artan istihdamda da güvencesizliğin hakim olduğu süreli sözleşme, taşeron çalıştırma, stajyer çalıştırma gibi esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştığı görülmektedir.

Sonuç olarak, teğet geçtiği iddia edilen 2008 krizi sonrasında TÜİK’nin şaibeli işsizlik rakamlarından bile yola çıkılsa işsiz sayısında önemli bir artış gözükmektedir. Ancak krizin işsizlikten daha çarpıcı olan yönü emekçileri daha düşük ücretle, daha kötü koşullarda, güvencesiz ve örgütsüz çalışmaya mahkum etmiş olmasıdır. İşsizliği önleme bahanesiyle hazırlanan Ulusal İstihdam Stratejisi ve bu çerçevede getirilen bir dizi düzenlemeyle güvencesiz çalışma biçimlerinin kamu çalışanlarını da kapsayacak biçimde yaygınlaştırılması hedeflenmektedir.

Sözün özü: Güvencesiz çalışma, emekçiler için en az işsizlik kadar büyük bir tehdittir. Emekçiler kendilerine dayatılan işsizlik ile güvencesizlik arasında sıkıştırılmış bir yaşama en güçlü biçimde karşı koymalıdır. Bunun için de halen güvenceli bir işte çalışanların örgütlü olduğu sendikalar, güvencesiz çalışanları ve işsizleri de –mevzuata rağmen de olsa- örgütlemeli ve mücadele ortak zeminde yürütülmelidir(!)

13 Ocak 2011 Perşembe

KESK’te Yeni Yönetim ve Mücadelenin Başarısı Üzerine!..

14/01/2011

ÖZGÜRCE

Tarihsel olarak sendikalar, sınıfsal ayrışmanın mekanı olan iş yerlerinde kapitalist üretim sisteminin ortaya çıkarttığı sorunlara karşı mücadele etmek üzere emekçilerin örgütlendiği bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak taleplerin sadece iş yerinde işverene karşı mücadeleyle elde edilemeyeceğinin anlaşılmasıyla birlikte sermaye sınıfıyla bütünlüklü bir mücadeleye girişmek gerektiği düşüncesine ulaşılmıştır. Böylece sendikalar, iş yerlerindeki örgütlenmelerini daha üst düzeyde birleştirmiş ve mücadeleyi iş kolu, bölge, ulusal ve uluslararası düzeydeki federatif ve konfederatif örgütlenmeler altında yürütmüşlerdir. Sendikal mücadele sonucunda elde edilmiş kazanımlar da büyük ölçüde bu üst düzeyli mücadelelerin sonucunda gerçekleşmiştir.

Türkiye’de 1980 sonrasında 2821 ve 2822 sayılı Yasalarla getirilen düzenlemeler sendikaların konfederatif bir üst yapılanma içerisinde örgütlenmesine yol açmıştır. 2001 tarihli 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu’nda da yine aynı üst örgütlenme biçimine yol açacak düzenlemeler yapılmıştır. Böylece iş kolu düzeyinde örgütlenen sendikalar, iş yerlerinde iş yeri sendika temsilcilikleri, il ya da bölgelerde sendika şubeleriyle alt yapılanmasını gerçekleştirirken; ulusal düzeyde kurulu konfederasyonların çatısı altında da üst yapılanmasını gerçekleştirmektedir.

Türkiye’de özellikle 1980 sonrasında emekçi kesimlerin çalışma standartları ve sosyal haklarına yönelen yoğun saldırılar, neoliberal yapısal uyum programları çerçevesinde gerçekleştirilmiş ve siyasi iktidarlar tarafından uygulamaya konulmuştur. Emekçilere yönelik saldırıların siyasi iktidarlar eliyle devlet mekanizması tarafından gerçekleştirilmesi, bu saldırılara karşı ancak ulusal düzeyde örgütlenmelerle mücadele edilebileceği gerçeğini de beraberinde getirmiştir. Bu nedenle de konfederasyonların sınıf mücadelesindeki rolü son derece önemli hale gelmiştir. Ancak halen faaliyette bulunan işçi konfederasyonları içinde en eski ve en çok üyeye sahip olan Türk İş, kurulduğu 1952 yılından bu yana emekçilerin haklarını korumaktan çok kapitalist devletin ve dolayısıyla sermayenin çıkarlarının savunucusu olmuştur. Bugün ikinci en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonu olan Hak-İş ise siyasal İslam’a yakın ideolojisini emekçilerin haklarını savunmanın önünde tutmuş ve bu ideolojiye yakın siyasi iktidarların güdümünde kalmıştır. 1980 öncesinin efsane örgütü DİSK ise yeniden faaliyete geçtiği 1992 yılından sonra benimsediği “uzlaşmacı” sendikal anlayışının sonucu olarak, emekçilerin haklarını savunmak konusunda üzerine düşeni yerine getirememiştir.

1989 Bahar Eylemleriyle yükselen kamu emekçi hareketi 1995 yılında konfederatif bir üst yapılanma içine girmiş ve KESK, ilk kamu emekçi sendikaları konfederasyonu olarak Türkiye sendikalar tarihinde yerini almıştır. KESK, son yıllara kadar, mücadeleci tabanıyla emekçilerin haklarına yönelen saldırılara karşı toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapmış bu nedenle de siyasi iktidarlar tarafından sürekli olarak baskı altında tutulmaya çalışılmıştır. Üzerindeki baskılar ve bunun yanı sıra kendi iç çekişmelerinin de etkisiyle KESK, özellikle 2008 kriziyle yoğunlaşan saldırılar karşısında kendisinden beklenen mücadeleyi yürütememiştir. Kamu hizmetlerinde piyasalaşmanın ve kamu emekçilerinin çalışma ve sosyal haklarında yaşanan kayıpların giderek arttığı bir dönemde KESK’in içinde bulunduğu bu durum KESK sendikaları ve bu sendikalara üye emekçiler arasında da sendikal mücadele konusunda umutsuzluğa ve karamsarlığa yol açmıştır.

8 Ocakta yapılan Olağanüstü Genel Kurul tam da bu karamsarlığın derinleştiği bir süreçte gerçekleşmiştir. Genel Kurul gerçekleştirilirken o salonda bulunmadığım için oradaki havayı doğrudan izleyemedim. Ama Genel Kurulun yapıldığı zaman dilimi içinde torba yasayı ve sendikal mücadelenin durumunu konuşmak üzere bulunduğum Antakya’da, Mersin’de kamu emekçilerinin KESK’e ve Olağanüstü Genel Kurula dair tepkilerini izleme olanağı buldum. Bu izlenimlerden çıkarttığım sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Genel Kurul’dan çıkan yeni yönetim mücadelenin yeniden yükseltilmesi konusunda bir fırsat olarak görülmektedir. Ancak bunun gerçekleşmesi yani KESK yönetiminin örgüte yeni bir dinamizm kazandırabilmesi konusunda endişeler de mevcuttur. Bu endişelerin başında da KESK’i oluşturan siyasi yapıların iç çekişmelerini devam ettirmeleri ve 6 ay sonra gerçekleştirilecek Olağan Genel Kurul’a yönelik hesaplarla yeni yönetimin aktif çalışmalarda bulunmasının engellenmesi gelmektedir. Bir diğer endişe de yeni yönetimin görevine uyum sağlama sürecinde konfederasyonun pasif kalmasıdır.

KESK, mevcut konfederasyonlar içerisinde emekçilerin haklarını savunma iradesini ve gücünü gösterebilecek tek örgüttür. Saldırıların en yoğun olduğu bir süreçte KESK’in de işlevsiz kalması emekçi kesimlerin büyük kayıplara uğramasına neden olacaktır. Bu süreçte KESK’ten beklenen; en hızlı biçimde kendi örgütünü yeniden harekete geçirecek birlik ve mücadeleyi sağlamasıdır. Öte yandan diğer konfederasyonları, sendikaları ve örgütlenememiş tüm emekçi kesimleri de mücadele içerisine çekebilmesidir. KESK’in yeni yönetiminin bu zorlu görevi yerine getirebilmesi, her şeyden önce KESK içinden gelecek desteğe bağlıdır. Endişe edildiği gibi küçük hesaplar üzerinden yönetime desteğin esirgenmesi veya bu önemli sorumluluğun yerine getirilmesinde engelleyici bir tavır alınması hem KESK’e hem de emekçilere yapılmış büyük bir ihanet olarak algılanacaktır(!)

Sözün özü: İçinde bulunduğumuz süreçte Türkiye’de emek mücadelesinde halen umut vaat eden konfederatif tek sendikal yapı olan KESK’in yönetimi, üstlendiği bu zorlu görevde başarılı olmak zorundadır. Başta KESK üyeleri olmak üzere Türkiye’de emekten yana olduğunu iddia eden herkesin de KESK’in doğru bir mücadele perspektifi geliştirmesi ve bu mücadelede başarıya ulaşmasına katkı sağlama sorumluluğu vardır (!)

7 Ocak 2011 Cuma

KESK OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULA GİDERKEN…

07/01/2011
ÖZGÜRCE

KESK, Türkiye’nin 30 yılını karartan ve karartmaya da devam eden 12 Eylül darbe süreci içinden çıkmış bir mücadele örgütüdür. 1995 yılından itibaren KESK içinde bütünleşen kamu emekçi hareketi bir taraftan darbe döneminin anti demokratik düzenlemelerine fiili ve meşru mücadele hattı oluşturarak karşı koyarken; diğer taraftan da emekçilerin haklarına yönelik saldırılar karşısında işçi sınıfı hareketinin öncülüğünü üstlenmiştir.


KESK’in toplumsal mücadeledeki öncü rolü; egemen güçlerin (devletin ve sermayenin) KESK’i ve dolayısıyla da kamu emekçi hareketini baskı altına alarak etkisizleştirmeye yönelik planlarını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda önceleri tutuklama ve sürgünlerle daha sonra da devlet eliyle kurdurulan -sahte- sendikalarla KESK ve kamu emekçi hareketinin önü kesilmeye çalışılmıştır. 2001 yılında çıkartılan 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu da yine kamu emekçilerinin gerçek örgütü olan KESK’i mücadeleden uzaklaştırıp, mevzuat sendikacılığına hapsetmeyi hedeflemiştir.

KESK üzerine oynanan oyunlar, belirli bir düzeyde amacına ulaşmışsa da KESK’in etkisinin azalmasında, KESK’i oluşturan siyasi yapıların kendi aralarındaki iç çekişmelerin de önemli etkisi olmuştur. Bu çekişmelerin en sonunda ulaştığı noktada MYK, geçtiğimiz günlerde istifa etmiş ve KESK, tarihinde ilk kez böyle bir nedenle olağan üstü genel kurula gitmek zorunda kalmıştır.

KESK’in örgütsel yapı olarak zayıflaması ve mücadeleden uzaklaşması, neoliberal politikalar çerçevesinde emekçilere yönelik saldırıların en yoğun hale geldiği döneme denk gelmiştir. Özellikle 2000’li yıllarda bir taraftan kamu hizmetleri piyasalaşırken, diğer taraftan emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları hızla aşındırılmaya başlamıştır. Ne acıdır ki KESK, kendisine en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde önemli bir varlık gösterememiş ve KESK’i etkisizleştirmeye çalışanlar başarıya ulaşmıştır.

KESK’in ve bağlı sendikaların üst yönetim olarak içinde bulunduğu tüm olumsuz koşullara rağmen şunu da kabul etmek gerekir ki KESK’i oluşturan yapılar halen toplumsal mücadelenin en önemli unsurlarıdır. Bugün her şeye rağmen emekçilerin haklarına yönelik saldırılar karşısında bir ses çıkıyorsa bu, KESK sendikalarının yerel düzeydeki birimlerinden ve onların öncülüğünde oluşan emekçi birlikteliklerinden gelmektedir. Bunun son örneği, torba yasaya karşı yürütülen yerel düzeydeki mücadelelerdir.

KESK, 8 Ocak’ta olağanüstü genel kurulunu gerçekleştirecektir. Olağan genel kurula altı ay gibi kısa bir süre kalmış olmasına rağmen yapılacak bu olağanüstü genel kurul son derece önemlidir. Olağanüstü genel kurulu önemli kılan nedenlerden birincisi, olağan genel kurula kadar geçecek altı ayda emekçilere yönelecek saldırıların daha da yoğunlaşacak olmasıdır. Torba yasa ve onun devamı olarak Ulusal İstihdam Stratejisi çerçevesinde kamu işyerleri de dahil olmak üzere emek piyasasını esnekleştirmek adına en temel hakları ortadan kaldıracak düzenlemeler getirilecektir. Bunun yanında sağlıktan eğitime kadar pek çok alanda piyasalaşma süreci daha da derinleştirilecektir. Ayrıca bu altı ay içinde Türkiye genel seçim süreci yaşayacaktır. Tüm bunlar toplumsal mücadeleyi çok daha önemli hale getirmektedir. Böyle bir ortamda KESK’in kendi iç problemlerini aşmış bir biçimde toplumsal mücadelenin yeniden önüne geçmesi gerekir. Bu nedenle 8 Ocak’ta önümüzdeki mücadele sürecinin sorumluluğunu üstlenecek anlayışa ve desteğe sahip bir yönetim göreve getirilmelidir.

Olağanüstü genel kurulu önemli hale getiren diğer bir neden ise bu altı aylık süre içinde KESK sendikalarının büyük çoğunluğunun şube ve merkez genel kurullarını gerçekleştirecek olmasıdır. 8 Ocak’ta KESK’i oluşturan siyasi yapıların alacakları tavır, önümüzdeki süreçte gerçekleştirilecek şube, merkez genel kurulları ve bunların belirleyiciliğinde gerçekleştirilecek olan olağan genel kurul için de bir gösterge olacaktır. Burada siyasi yapılar, ya geçen yıllardaki çekişmelerini devam ettirecek ve KESK’i çürümeye terk edecekler ya da geçmişte yapılan hatalardan ders çıkartarak küçük hesaplaşmalar yerine, KESK’i yeniden toplumsal muhalefetin öncüsü haline getirecek bir bütünleşmenin sorumluluğu ile hareket edeceklerdir(!)