22 Mart 2024 Cuma

Seçimlere giderken memleket ahvali…

                               23 Mart 2024

Yerel seçimlere bir hafta kala Türkiye; ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yumağı içinde debelenip duruyor. Giderek toplumun daha geniş bir kesimi bu sorunlarla doğrudan karşı karşıya kalıyor. Kürt sorununda çözüm masasının yıkılması, OHAL, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi vs derken demokrasiden iyice uzaklaşıldı. Demokrasiden uzaklaşarak otoriterleşen siyasal rejim, ekonomik ve sosyal hakları da savunulamaz hale getirdi. Neoliberalizmin yarattığı sosyal tahribat karşısında güvencesiz kalan, hakkını arayamayan emekliler, işçiler, kamu emekçileri, gençler, küçük üretici, esnaf, çiftçi velhasıl bir kısım sermayedar ve sırtını iktidara dayamış azınlık dışında kalan halk kesimleri yaşanan krizlerin içinde tamamen savunmasız kaldı.


Bu yazıda, Türkiye halkları çoklu kriz sarmalı içinde yaşam savaşı verirken Türkiye’nin dünyadaki görünümü, uluslararası kurumların yayımladığı verilerden derlenen bir seçki üzerinden yansıtılmaya çalışılacak. Veriler demokrasi, ekonomi, çalışma yaşamı ve sosyal haklar olmak üzere dört başlıkta toplandı. 


Ülkedeki diğer sorunların da temelini oluşturan demokrasi konusunda Türkiye’nin dünyadaki görünümü son derece vahim. Örneğin Dünya Adalet Projesi (WJP)’nin Hukukun Üstünlüğü Endeksi 2023 araştırmasına göre Türkiye, 116 ülkenin gerisinde yer alıyor. The Economics dergisinin araştırma biriminin yaptığı Demokrasi Endeksi 2023’de ise Türkiye 162 ülke arasında 102. sırada. Demokrasinin kaçınılmaz ilkesi olan “halkın bilgi edinme hakkı”nın ihlali konusunda da Türkiye’nin durumu tescillenmiş; Sınır Tanımaz Gazeteciler Örgütü (RSF) tarafından yapılan Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi 2023’e göre Türkiye 165. sırada yerini almış.


Ekonomi başlığında en çarpıcı veriler kuşkusuz enflasyonla ilişkili; OECD’den elde edilen verilere göre Türkiye OECD ülkeleri arasında enflasyonun en yüksek olduğu ülke. TÜİK verilerinin esas alındığı karşılaştırmada Türkiye’nin (Ocak 2024 itibariyle) enflasyonu yüzde 64,9 iken, Türkiye’nin ardından gelen Colombia’nın enflasyonu yüzde 8,3 yani Türkiye’nin 1/8’i kadar. Gıda enflasyonu’nda da durum farksız, yüzde 69,7 ile ilk sırada bulunan Türkiye’yi yüzde 8,9 ile İzlanda takip ediyor. OECD Konut Kira Fiyatları Endeksi’ne göre fiyat artışlarında yine birinci sırada olan Türkiye’de kiralar 2015’den bu yana 5,2 kat artarken, ikinci sıradaki Macaristan’da 1,7 kat artmış.


Çalışma yaşamı başlığında Türkiye, OECD ülkeleri içinde işsizlik oranının en yüksek olduğu 4. ülke (Ocak 2024). Ancak OECD 2022 verilerine göre geniş tanımlı yani “herhangi bir işte, eğitimde ve öğretimde olmayan gençler” arasındaki işsizlik oranında Türkiye yüzde 27,9 ile ilk sırada yer alıyor. İşgücüne katılma oranın en düşük olduğu ülke de yine Türkiye (OECD 2022). İşsizliğin en yüksek, işgücüne katılımın en düşük olduğu Türkiye’de çalışanların yüzde 15,1’i haftada 60 saatten fazla çalışmakta ve bu da OECD ülkeleri içinde en uzun süre çalışılan ülke olduğunu gösteriyor.


Çalışma yaşamına dair daha çarpıcı olan bir başka veri ILO, Walk Free ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından hazırlanan Küresel Kölelik Endeksi 2023’ten yansıyor. Buna göre Türkiye, dünyada modern köleliğin (zorla çalıştırma, kötü çalışmaya mecbur bırakma, çocuk çalıştırma, insan kaçakçılığı ve zorla alıkoyma vb) en yoğun olduğu ilk 5 ülke içinde yer alırken, Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında ilk sırada bulunuyor. Öte yandan Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Hak İhlalleri Raporu 2023’e göre de Türkiye’nin, dünyada çalışma koşullarının en kötü olduğu 10 ülke içerisindeki yeri bu yıl da değişmemiş. 


Sosyal haklar başlığında seçtiğimiz iki veri de OECD’ye ait. Bunlardan biri Türkiye’nin

kamu sosyal harcamalarının GSYİH içindeki payına ilişkin. 2022 verilerine göre Türkiye sosyal harcamalara ayırdığı yüzde 12,4’lik pay ile OECD ülkeleri içinde sondan ikinci sırada yer alıyor. Diğer veri ise OECD’nin Sosyal Adaletsizlik Endeksi 2019’a ilişkin. Buna göre Türkiye Meksika’nın ardından en kötü ikinci ülke durumunda. 

Dünya Bankası’nın Gelir Eşitsizliği Verileri (2023) ekonomide, çalışma yaşamında ve sosyal haklar konusundaki tablonun bir sonucu gibi; Türkiye gelir eşitsizliğinde dünyada ilk 6 ülke arasında. Öte yandan UNICEF’in Çocuk Yoksulluğu Araştırması (2019-2021)’na göre ise Türkiye en kötü ikinci ülke.


Hükümetin izlediği ekonomik programa bakınca, seçim sonrasında, yaşamakta olduğumuz ve dünyadaki görünümünü vermeye çalıştığımız krizlerin ve beraberinde sosyal çöküşün daha da derinleşeceğini öngörmek kehanet olmaz. Zaten iktidar cenahı da bunun aksini iddia edemiyor; bunun yerine komplolar ve tehditlerle seçimleri kazanmayı; ardından otoriterliğin dozunu arttırıp baskıları yoğunlaştırarak sosyal çöküş karşısında oluşabilecek toplumsal hareketleri kontrol altında tutabilmeyi planlıyor. Muhalefetse giderek büyüyen sorunlar sarmalını aşmak konusunda; akılcı, gerçekçi, halkı ikna edecek bir politika ortaya koyabilmiş değil. 


Memleketin bu ahvali karşısında 31 Mart’ta yapılacak tercih son derece önemlidir elbette. Ancak ondan daha önemli olanı 8 Mart ve Newroz meydanlarında, ülkenin dört bir yanındaki işçi eylemlerinde ve ekolojik yıkıma karşı direnişlerde oluşan toplumsal muhalefeti büyütüp ortaklaştırmak ve ülkeyi karanlığa sürükleyen düzene karşı sürekli bir mücadele hattı oluşturma becerisini gösterebilmektir.





  


15 Mart 2024 Cuma

Seçim, sosyal yardım vaadleri ve klientalizm…

                                16 Mart 2024

31 Mart yerel seçimlerine giderken “sosyal yardımlar”, partilerin ve adayların seçim vaadleri içinde -daha önce hiçbir yerel seçimde olmadığı kadar- öncelik haline geldi. Sosyal yardım vaadlerinin en başında ise emeklilere yönelik destekler yer alıyor.

Sosyal yardımların seçim çalışmalarında yoğun olarak dillendirilmesi, yardıma muhtaç hale gelenlerin sayısındaki artışın; başka bir ifadeyle yoksulluğun vardığı düzeyi de gösteriyor. Emeklilere yönelik sosyal yardım vaadlerinin öne çıkması ise “yaşlandığında ele güne muhtaç olmamak için yıllarca emeklilik primi ödeyerek emekli aylığını hak edenlerin, bu aylıkla temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı” anlamına geliyor. Aslında halen çalışmakta olanların durumu da emeklilerden çok farklı değil. Ücret karşılığı çalışanların yarıdan fazlasının asgari ücret civarında bir gelirle geçinmeye çalıştığı, bu ücretinse açlık sınırının bile altında kaldığı düşünüldüğünde, emeklilerin yanı sıra çalışan yoksulluğunun da göz ardı edilemeyecek bir sorun olarak ortada durduğu görülüyor.

Dezavantajlı kesimlerin (engelliler, göçmenler vs.) yanı sıra, emeklilerin ve çalışanların en temel ihtiyaçlarını karşılaması için bile yardıma muhtaç hale gelmesinin baş sorumlusu, hiç kuşkusuz 22 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarıdır. Mehmet Şimşek’in yönetiminde uygulanmakta olan politikaların bu günleri de aratacağını, yoksullaşmanın AKP iktidarı döneminin de zirvesine ulaşacağını öngörmek kehanet olmasa gerek. Bu gidişi engelleyecek politikalar üretemeyen muhalefet partilerinin ve bağımsız adayların yanı sıra AKP’nin de -mevcut durumun sorumlusu olduğunun üzerini örtme çabasıyla- sosyal yardımları seçim vaadlerinin en başına oturtmasının nedeni bundan değil midir zaten?

Halen yürürlükte olan Anayasa’da da yer alan sosyal devlet ilkesi,“ülke sınırları içinde yaşayan her kişinin düşkün/muhtaç duruma gelmesini engelleyecek önlemleri alma görevi”ni devlete yükler. Devlet ülkede yaşayanların, “kendisini ekonomik ve sosyal olarak güvende hissedebileceği bir sosyal güvelik sistemi”nin kapsamı içinde yer almasını sağlamakla mükelleftir. Sosyal yardıma gereksinim duyulduğu hallerde ise bu, hayırseverlik çerçevesinde bir lütuf olarak değil; hak temelli bir düzlemde ele alınmalı, hukuki bir zemine oturtulmalı ve ihtiyaç sahiplerine eşitlik ilkesi esas alınarak sunulmalıdır. Aksi taktirde sosyal yardımlar, sosyal eşitlik ve sosyal adalet sağlayamadığı gibi eşitsizlikleri arttıran bir işlev görebilir.

Özellikle demokrasinin ve yurttaşlık bilincinin gelişmediği toplumlarda siyasetçiler, “hak” olmak yerine bir “lütuf” haline getirdikleri sosyal yardımları, kamu kaynaklarının oy karşılığında yandaşlara aktarıldığı bir ayrıcalık yaratma alanı olarak görmektedir. Bugün AKP iktidarı başta olmak üzere muhalefet partilerinin ve bağımsız adayların birçoğunun seçim vaadlerinde de yer alan bu durum literatürde “klientalizm” olarak kavramlaştırılmıştır.

Siyasi otoritenin birtakım hizmetler ya da mallar karşılığında, siyasal destek talebinde bulunması anlamında kullanılan klientalizm, siyasi iktidarların, kendilerine oy vererek onları iktidara getiren ve iktidarın devamını sağlayanları zaman zaman ödüllendirip kendilerine bağımlı hale getirmeyi amaçladığı, kendilerine oy vermeyenleri ise dışlayarak ve destek vermedikleri için onları cezalandırma yoluna başvurduğu bir anlayış olarak özetlenebilir.

Muhtaçlık, yoksulluk, sosyal dışlanma, etnik ve dini farklılıklar gibi unsurlardan beslenen siyasi iktidarlar klientalist politikalarla yoksulluğu gidermek yerine, yoksulluğu yöneterek iktidarlarının devamlılığını sağlamaya çalışır. Dolayısıyla sosyal yardımları politik hedeflerin bir unsuru haline getiren klientalizmle hak temelli sosyal yardım anlayışından uzaklaşılır, toplumsal katmanlar arasındaki eşitsizlikler derinleşir.

Türkiye’de siyaset kurumunun sosyal yardım meselesine yaklaşımı, genellikle “klientalist politikalar” çerçevesinde şekillenmiştir. Bunun en bariz örneği, AKP’yi kuran ve yöneten kadroların da içinden geldiği Milli Görüş geleneğinin sosyal yardım anlayışıdır. ”1980 sonrasında devletin neoliberal politikalarla sosyal politikaları terk etmesinin karşısına, yerel düzeyde -inanç temelli- sosyal yardımı içeren bir programı çözüm olarak ortaya koyan bu anlayış, -daha sonra AKP’yi kuracak kadroların belediye başkanlıklarını kazandığı- 1994 yerel seçimleri sonrasında İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok belediye tarafından uygulanmıştır. Milli Görüş Belediyeciliği adı altında uygulanan klientalist politikalar, AKP’ye tek başına iktidara gelmenin yolunu açtığı gibi 22 yıllık iktidarın da temel taşlarından biri olmuştur.

31 Mart seçimlerine giderken, halkın önemli bir kısmını sosyal yardıma muhtaç hale getiren politikaları sorgulamadan, bu politikaların alternatiflerini ortaya koymadan sosyal yardım vaadinde bulunanlar -AKP gibi- klientalizmin takipçileridir.

Toplumsal eşitsizliklerin, yoksulluğun, yoksunluğun ortadan kaldırılabilmesi vaadlerle değil; en başta -yerel seçim sürecinde pek de dillendirilmeyen- demokrasinin tesis edilmesiyle olur. Demokrasi ise seçim sandığından ziyade yaşamın her alanında sürdürecek uzun erimli ve birleşik bir mücadeleyle kazanılabilir!


8 Mart 2024 Cuma

Nefret suçu işleyenler halka hizmet götürebilir mi?

                                9 Mart 2024


İnsanın bireysel olarak işleyebileceği “işkenceden daha ağır bir insanlık suçu” var mıdır?


Evet vardır: Irkçılık! İnsanları sırf farklı ırktan, dilden, dinden olduğu için ötekileştirmek ve düşmanlaştırmak; toplu katliamların, soykırımların zeminini oluşturduğu ve bunları meşrulaştırdığı için işkenceden daha ağır bir insanlık suçudur. Bu nedenle evrensel hukukta da “nefret suçu” olarak tanımlanır. Halkı etnik kimliği, inancı nedeniyle ayrıştıran, düşmanlaştıran ırkçı söylemin sonuçlarını Nazi Almanyası’nda Yahudilere, günümüz İsrail’inde Filistinlilere uygulanan soykırımda görebiliriz.    


İnsanlığa karşı işlenmiş en ağır suçlarından olan ırkçılığı içeren söylemler -her seçim döneminde olduğu gibi- yaklaşmakta olan yerel seçim vesilesiyle yine oy devşirme aracı olarak kullanılıyor. Bunun son örneğine CHP’nin Afyon Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal’ın yaptığı seçim konuşmasında tanık olduk. Köksal, partisinin Afyon'da düzenlediği mitingde "Seçildiğimde Afyonkarahisar Belediyesi'nin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak.” sözleriyle Kürt halkının -ve yanı sıra ülkenin diğer ezilen, sömürülen, ayrımcılığa uğrayanlarının- temsilcisi olan bir partiyi ve elbette onun seçmenlerini, ırkçı bir yaklaşımla ötekileştirdi. 


CHP yönetimi, daha önceki benzer olaylardan farklı olarak (Örneğin Bolu Belediye Başkanı’nın aynı minvaldeki söylemlerine rağmen yeniden aday yapılması gibi…) Köksal’ın sözlerine hızla karşılık verdi. Önce Özgür Özel, Köksal’ın dilinin sürçtüğünü söyledi. Ancak Köksal, Genel Başkanı’nın bu düzeltme çabasına rağmen sözlerinin ardında olduğunu yineledi. Bunun üzerine CHP’den, "Belediyelerimizin kapıları dün olduğu gibi bugün de herkese sonuna kadar açık olacak, tek bir yurttaşımız dahi kimlikleri nedeniyle haklarından ve kamu hizmetlerinden yoksun bırakılmayacaktır.” açıklaması geldi. Ardından da Özgür Özel,  bütün belediye başkanlarının kadın hakları ve hayvan haklarının yanı sıra kişilerin dini inancı, siyasi görüşüne bakılmaksızın belediye hizmetlerini eşit sunacaklarına, belediye kapılarının herkese açık olacağına dair taahhütte bulunacağını açıkladı. Köksal’ın sözlerine karşı en sert tepki, ”Öyle 'Ben belediye başkanı olursam şu partilileri belediyeye almam, şu partiler hariç şunlarla görüşürüm' diyen ya kendine başka bir iş bulacak ya da başka parti bulacak!” sözleriyle İstanbul Belediye Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’ndan geldi.


Irkçı bir söyleme karşı CHP içinden gelen tepkiler sevindiricidir elbette. Ancak daha önce bu konuda yeterince tepki göstermemiş -İstanbul da dahil- yönetimde olduğu belediyelerde anadilde belediyecilik hizmeti başta olmak üzere Kürtlerin dilini, kültürünü geliştirme taleplerine karşı AKP/MHP iktidarından farklı tavır izlememiş bir partinin samimiyeti konusunda, ciddi şüpheler oluştuğunu da belirtmek gerekir. 


“CHPyi ırkçı söylemlere karşı tepki vermeye iten, özellikle metropollerde seçimi alabilmek için Kürt seçmenin oyuna duyduğu ihtiyaç mıdır?” 


Bu soru; Kürt düşmanlığı üzerinden demokrasiden, hukuk devleti olmaktan adım adım uzaklaşılırken, CHP’nin -karşı çıkmak bir tarafa- bu sürecin bir parçası olduğu gerçeğini görebilenlerin ve elbette en başta da Kürt halkının aklını kurcalamaya devam etmektedir.


CHP, çok uzun yıllardır iktidarda bulunmamasına rağmen, Cumhuriyet’in kurucu partisi olarak, halkları düşmanlaştırarak varolmaya çalışan ulus devletin, Türk-Sünni bir yapıya haiz olan müesses nizamının yükünü sırtında taşımaya devam etmektedir. Bu yükü sırtından atarak, yani devlet partisi olmayı reddedip, gerçek anlamda halkın partisi ol(a)madığı sürece, ırkçı söylemlerden uzak durmaya çalışması ya da Kürt düşmanlığına karşı gösterdiği kimi münferit tepkiler, CHP’nin barış ve demokrasi konusunda inandırıcı olmasına yetmeyecektir. 


Seçim sürecinde -gündeme yeterince getirilmese de- hem merkezi yönetimce çözülmesi beklenen sorunların hem de yerel yönetimlerden beklentilerin düğüm noktası, “Türkiye’nin demokratik, hukuk devleti olmanın gereklerinden uzakta olması”dır. Dolayısıyla seçim meydanlarında demokrasi sorununu dert edinmeyen ya da Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda politika üretemeyenlerin diğer konularda (kentleşme, ekonomi, ulaşım, barınma, sağlık vs) halkın yararına çözümler üretebilmesi de mümkün değildir. 


Türkiye’de tüm sorunların çözümünde kilit durumunda olan demokrasinin sağlanabilmesi için en önemli koşul, Kürt sorununun demokratik çözüme kavuşturulmasıdır. Bunun için öncelikle toplumsal barışın sağlanması gerekir. Toplumsal barışı sağlayacak bir sürecin başarıya ulaşabilmesi ise “barışın toplumsallaştırılması; yani halklar arasında yaratılmış olan düşmanlıkların son bulması”na bağlıdır. 


CHP ya da diğer benzer partilerin, sadece Kürtlerin oylarını almak için değil, ülkenin toplumun sorunlarına çözüm üretebilmek için de nefret söyleminden uzaklaşarak, barışın toplumsallaşmasını sağlayacak ve Kürt sorununu demokratik çözüme kavuşturacak somut adımlar atması gerekir. Aksi halde halkları birbirine düşmanlaştıran ırkçı yaklaşımlar sürecek; faşizm kurumsallaşmaya devam edecektir. Bunun da halklara acıdan başka bir şey getirmeyeceği tarihin kanlı sayfalarında ayan beyan ortadadır. 



1 Mart 2024 Cuma

Halk yerel yönetimden ne bekler?

                                  2 Mart 2024

Merkezi yönetimin politikaları ile toplumun geniş kesimlerinin çıkarları arasında çelişkiler arttıkça halkın yerel yönetimlerden beklentileri de artar. Toplumun ihtiyaçlarını görmezden gelen, bir avuç sermayedarla iktidara çöreklenmiş çıkar grubunun zenginleşmesi pahasına halkı yoksulluğa iten politikalar ya da dil, din, etnik kimlik vb nedenlerle halkın bir kısmına sistematik olarak uygulanan ayrımcı politikalar, toplumsal (ekonomik, siyasal ve sosyal) sorunları derinleştirir. Derinleşen sorunların müsebbibi olan politikaların uygulayıcısı konumundaki siyasi iktidarlardan çözüm beklenemeyeceğinden, yerel yönetimlerin bu sorunları çözeceği düşüncesi ağırlık kazanır. Bu nedenle siyasi iktidarın politikalarından zarar gören, ayrımcılığa uğrayan halk kesimleri yerel seçimlerde genellikle kendi sorunlarını çözeceğine inandıkları muhalefet partilerini tercih etme eğilimi gösterir.

Türkiye’de de ekonomik ve sosyal sorunların en yoğun yaşandığı metropollerde ve ayrımcılığa en fazla maruz kalan Kürt halkının yoğun olduğu illerinde, iktidar partilerinin yerel yönetimler için tercih edilmediğine ilişkin pek çok örnek verilebilir. 1989 seçimlerinde SHP’nin, 1994 seçimlerinde Refah Partisi’nin, 2019 seçimlerinde CHP’nin metropollerde yerel seçimleri kazanması; yanı sıra Kürt illerinde de yine Kürt partileri ya da SHP, RP gibi partilerden seçime giren Kürt adayların yerel yönetici olarak tercih edilmesi bu konuda verilebilecek örneklerden birkaçıdır.

2024 yerel seçimlerine giderken 21 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin belirlediği merkezi yönetimin politikaları ile toplumun çıkarları arasındaki çelişki, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar artmıştır. Bir taraftan ekonomi politikalarının yarattığı yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, beslenme, barınma, sağlık gibi sorunlar; diğer taraftan ranta dayanan kentleşme politikaları vasıtalarıyla oluşturulan, depreme ve diğer doğa olaylarına karşı dayanıksız ve güvenliksiz olarak inşa edilen şehirler (6 Şubat depremlerinde olduğu gibi), toplumun çok geniş kesiminin yaşamını tehdit eden sorunlara dönüşmüştür. Öte yandan iktidarın Kürt sorununun demokratik çözümüne yanaşmayan, Kürt halkının siyasal ve kültürel haklarını tanımamakta ısrar eden yaklaşımı; halklar arasında duygusal kırılmaya neden olduğu gibi Kürt illerinde ekonomik ve sosyal sorunları daha da derinleştirmektedir.

Yerel seçimlere giderken toplumun, sorunların çözümü için seçime giren partilerden ve adaylardan beklentisi dört başlık altında toplanabilir:

  • Mutad belediyecilik hizmetlerini halkın ihtiyaçları doğrultusunda yerine getirmek,
  • Merkezi yönetimin neden olduğu toplumsal sorunların (beslenme, barınma, sağlık, ulaşım, ayrımcılık vb) giderilmesi için dayanışmayı örgütlemek,
  • Mahallelerden başlayarak toplumsal taleplerle çelişen politikalara karşı mücadelenin örgütlenmesine olanak verecek koşulları hazırlamak,
  • Diğer üç maddeyi gerçekleştirirken halkın demokratik katılımını sağlamak.

Kürt coğrafyası dışında kalan illerde muhalefetin vaadleri genellikle birinci maddedeki nadiren de ikinci maddedeki beklentileri karşılamak üzerinedir. Oysa yerel yönetimler toplumsal sorunların çözümünde son derece önemli roller üstlenebilir. 1994’te metropollerde ve diğer pek çok il ve ilçede yerel yönetimleri kazanan -birçoğu daha sonra AKP’nin kurucu kadrolarında yer alanların oluşturduğu- RP’nin dönemin merkezi yönetimine karşı halkı örgütlemesi ve bunun üzerinden iktidara yürümesi, bunun en çarpıcı örneğidir. Öte yandan Kürt illerinde 1990’lı yıllardan itibaren HADEP, DTP, BDP, DBP ve HDP’nin -tüm engellemelere rağmen- büyük oy farkı ile seçimleri kazanmaları da yine belediyecilik hizmetleri ve dayanışmanın yanı sıra halkın yönetme katılımını sağlayarak inkar ve ayrımcılığa karşı tutarlı bir mücadelenin örgütlenmesi sayesinde olmuştur. Bugün yerel yönetimlerde Kürt halkının iradesine ipotek koymayı amaçlayan kayyum siyasetinin en önemli hedefi de “yerel yönetimle halk arasında oluşan mücadele birliğini kırmak” değil midir zaten?

21 yıldır merkezi yönetimde muktedir olan Erdoğan, uyguladığı politikaların neden olduğu toplumsal sorunlarla boğuşan halkı, kendi yarattığı sorunları çözmeye ikna edemeyeceğini bildiği için yerel seçimlerde “oy vermezseniz merkezi yönetimden hizmet alamazsınız” tehdidiyle AKP-MHP adaylarına oy vermeye razı etmeye çalışmaktadır. Bu tehditlerin Kürt siyasi hareketiyle halk arasında oluşan bağı kırabileceğini ve dolayısıyla Kürt illerinde etkili olacağını zannetmiyorum. Ancak muhalefetin katılımcı yönetimi, dayanışmayı ve mücadeleyi gözardı eden bir yaklaşımla seçim çalışması yürüttüğü diğer iller için aynısını söylemek mümkün değil maalesef…