30 Ekim 2020 Cuma

Hangi Türkiye?

31 Ekim 2020


Bir vatandaş Erdoğan’a “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyor. Vatandaşın bu yakınmasına “Bu bana çok abartılı geldi” yanıtını veren Erdoğan, “Keyif çayı bu. Bu çayı iç” diyerek makam otobüsünün etrafına toplanmış olanlara çay dağıtmaya devam ediyor.

Bu olayın birkaç gün sonrasında, kendisine yöneltilen Bahçeli’nin “askıda ekmek” kampanyasına yönelik bir soruya ise Erdoğan, “Bırakın Allah’ınızı severseniz. Türkiye’de bugün evine ekmek götüremeyen diye bir şey var mı? Buna inanıyor musunuz? Bazı şeyleri siz kendiniz bir çözün. Elhamdülillah, bugün asgari ücretiyle, maaşıyla, her şeyiyle pek çok ülkeyi geride bırakmış bir Türkiye var. OECD ve IMF ölçeklerine göre en iyi konumda olan ülkeyiz. Bunlar hesap kitap bilmiyorlar” yanıtını veriyor.

Eğer Erdoğan’ın dediği gibi sadece “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyen vatandaş, halinden şikayetçi olsa Erdoğan’ın haklı olabileceğini düşünebilirdik. Ama yandaş medya ne kadar görmezden gelirse gelsin yaşanan işsizliği, yoksulluğu görmek için gazetelere, televizyonlara ihtiyaç kalmadı artık. İşçi, çiftçi, esnaf, zanaatkar; genç, yaşlı; kadın, erkek; ülkenin doğusundan batısına tüm yaşayanlar kendileri değilse bile bir yakının, komşunun, arkadaşının işsizlik, iflas, yoksulluk girdabına kapıldığını duyuyor ya da görüyor. Halkın bunlar karşısında tamamen tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Ama işsizliğe, yoksulluğa, haksızlıklara karşı duran, işini, aşını, toprağını, yaşamını savunan ses çıkartanlar, kendi vergileriyle oluşturulan devletin kolluk güçlerince şiddet görerek engelleniyor; yargı kurumlarında cezalandırılıyor.

Bunun son örneği Ordu’nun Ünye ilçesine bağlı Üçpınar, Yeşilkent ve Çiğdem köylerinde yaşandı. Köylüler maden aramak için yapılan sondaj çalışmalarına geçim kaynakları olan fındığa ve yaşam kaynakları olan suya, toprağa zarar vereceği için karşı çıktı, oturma eylemi yaptı. Devletin yanıtı gecikmedi: Jandarmalar köylülere müdahale etti, yerlerde sürükledi ve çok sayıda köylü toprağını, yaşamını savunduğu için suçlu görülerek gözaltına alındı.

Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı Kirazlıyayla köylüleri de Ünye’deki köylülerle benzer nedenle uzun süredir eylem ve basın açıklamaları yaparak topraklarını zehirleyen faaliyeti durdurmaya çalıştı. Onlar da kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı. Kirazlıyayla köylüleri uzunca bir mücadelenin ardından topraklarında yapılmakta olan madencilik faaliyetini yargıya taşıdı. Ama ne yazık ki yargı da onlara sırtını döndü ve köylülerin mahkemedeki “Biz devletin hakim ve savcılarından hak ve hukuk istiyoruz. Ağaçlarımızı kestiler, gönlümüzü kuruttular, nefesimizi kestiler” çığlıkları ve bilirkişi raporlarına rağmen “Yürütmeyi durdurma ve projenin iptali” için açılan davadan sonuç alınamadı.

Emekçilerin çiğnenen hakları için verdikleri mücadelelerin de devletten gördüğü muamele köylülerden farklı olmuyor. Bu konudaki son örnek, Ermenek’te maden işçilerinin ödenmeyen maaşları ve patronları tarafından gaspedilen tazminat hakları için verdikleri mücadele. Kimi 8 aydır, kimi 13 aydır yerin metrelerce altında ölümle burun buruna çalışarak verdiği emeğin karşılığını alamamış. Bir de kapanan madenlerden yıllardır tazminatlarını alamayan işçiler var içlerinde. Hakları için 2 aydır direnen maden işçileri, “Belki seslerini duyan olur…” diye Ankara’ya yürümeye karar vermişler. Seslerini duyurmuşlar da(!) Ama yanıt, bekledikleri gibi haklarının verilmesi değil, Ankara’ya yürüyüşlerinin jandarma tarafından kesilmesi olmuş.

Her fırsatta “pandemiye karşı mücadelenin kahramanları” olduğu söylenen sağlık çalışanlarının durumu da köylülerden, madencilerden farklı değil. Sağlıkçılar, pandemi başladığından beri, alınan tedbirlerin yetersiz, can güvenliklerinin tehdit altında olduğunu haykırıyor. Hükümet, bu sese kulak vermek bir yana pandemide uyulması gereken en temel halk sağlığı önlemlerini dahi uygulamayarak sağlıkçılar üzerindeki yükü arttırıyor. Sonuç olarak 7 ay içinde (bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla) 126 sağlık emekçisi Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bu yetmezmiş gibi Sağlık Bakanlığı yayınladığı bir genelgeyle sağlık çalışanlarının emeklilik, istifa ve izin haklarını ortadan kaldırıyor. Böylece sağlıkçılar, Bakanlık tarafından “ölümüne çalışmaya” zorlanıyor. Buna karşı çıkan TTB ise neredeyse terör örgütü ilan ediliyor.

Erdoğan’ın, işsizlikten ve evine ekmek götürememekten yakınanlara verdiği “Abartıyorsunuz” yanıtı ile ülkede yaşananları bir araya getirdiğimizde görüyoruz ki iki Türkiye var karşımızda. Biri Erdoğan’ın Türkiye’si, diğeri ise halkın yaşadığı Türkiye. Tek adam rejiminde ülkeyi yöneten Erdoğan ve efradı -2021 Bütçe Kanun Teklifi’ni ve bu hafta TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edilen, emekçilerin “kölelik teklifi”ni hazırlayanlar da bunun içindedir- Erdoğan’ın Türkiye’sini yaşıyor. Halkın yaşadığı Türkiye ile Erdoğan’ın Türkiye’si birbirinden öylesine kopmuş ki, görmemek için kör olmak gerek!

Erdoğan’ın halkın gerçeklerinden kopuk olması, birçoklarının düşündüğü gibi eksik bilgilenmeden kaynaklanmıyor; bu bilinçli, sınıfsal bir ‘tercih’. Demokrasinin en temel ilkelerinden olan parlamentonun işlevsizleştirilmesi, basına yönelik baskılarla halkın bilgi edinme hakkının engellenmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması ve her şeye rağmen sesini çıkaran işçiye, köylüye karşı devletin baskı aygıtlarını en şiddetli biçimde kullanması da bundan. Görünen o ki, birlik olup da “Dur!” diyene kadar halk, kendi Türkiye’sinde değil, tek adam ve efradının çıkarlarına göre yönetilen Türkiye’de yaşamak zorunda kalacak.

23 Ekim 2020 Cuma

Aynı tas aynı bütçe…


24 Ekim 2020

Geçtiğimiz hafta, toplumun tüm kesimlerinin yaşamını doğrudan etkileyecek iki önemli yasa teklifi gündeme getirildi. Bunlardan biri AKP’li 48 milletvekili tarafından TBMM Başkanlığı’na sunulan “İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Teklifi”, diğeri ise Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanmış olan “ 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi” idi.

Milletvekillerinin teklifi, AKP’nin çokça başvurduğu “torba yasa” formunda; yani çıfıt çarşısı gibi içinde her şey var. Siyasi iktidarın ve sermayenin çıkarları doğrultusunda elbette. Teklifin gerekçesine bakarsanız, amaçlanan Covit-19’un neden olduğu sorunları çözmek(miş)! Ama içeriğine baktığınızda teklif, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırarak emek sömürüsünü arttırmak; işsizlik rakamlarını gizleyerek hükümetin bu konudaki beceriksizliklerini örtmek ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani emekçilerin cebinden patronlara kaynak aktaracak yeni kanalları meşrulaştırmaktan ibaret. Daha önce gündeme getirilen pek çok torba yasada yapıldığıyla aynı biçimde ‘teşvik’ adı altında patronlara vergi kıyağı yapılması da ihmal edilmemiş.

2021’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelir-gider tercihlerini belirleyecek Bütçe Kanun Teklifi de torba halinde getirilen yasa teklifinden çok farklı değil; AKP’nin grev ertelemeleri ve diğer tüm işçi eylemlerine karşı tahammülsüzlüğünün de gösterdiği gibi “bütçe” de sınıfsal tercihlerini ayan beyan ortaya koyuyor! 2021’de bütçe gelirlerin büyük kısmı -önceki yıllarda olduğu gibi- tüketimden yani ekmekten, sütten, elektrikten, akaryakıttan, iletişimden vb. alınan dolaylı vergilerden oluşuyor. Sermayenin ödediği vergiler, özellikle de kurumlar vergisinin toplam içindeki payı daha da düşüyor.

Bütçe teklifinin ‘giderler’ kalemine baktığımızda ise iktidarın esas derdinin ne pandemi ne de halkın bu süreçte içine düştüğü işsizlik, yoksulluk olduğu, çok net biçimde ortaya çıkıyor. Pandeminin toplumsal etkilerini kendisine dert edinen bir iktidarın önceliğinin, hiç kuşkusuz, sağlık ve yanı sıra pandemiden olumsuz etkilenen kesimlerin eğitim başta olmak üzere, ‘sosyal ihtiyaçlarını karşılama’ olması gerekir. Oysa AKP Hükümeti, iğneden ipliğe toplumun en temel ihtiyaçları üzerinden toplanan vergilerden oluşan bütçeden en büyük harcama payını “güvenlik”e ayırmış. Yani bütçe, başta AKP’nin bekâsını korumak üzere güvenliğe, savaş harcamalarına ve sermayeye kaynak aktarmak üzerine yoğunlaştırılmış.

Birbirini tamamlar nitelikte olan torba yasa ve bütçe yasa tekliflerinin tek kalemden değilse bile tek çatı altından, saraydan, çıktığı çok belli. Altında imzası olan 48 milletvekilinin çoğunun ise bu torba yasa teklifini bir kez dahi okumadıklarına, içeriğinden bihaber olduklarına adım gibi eminim. Aynı yasa tekliflerinin AKP ve MHP milletvekillerinin hemen hiçbir tarafından okunmadan genel kurulda kaldıracakları elle kabul edileceğinden de şüphem yok.

Evet, on milyonlarca işçi, emekçi, esnaf, zanaatkar, çiftçinin belki de tüm yaşamını belirleyecek olan kararlar, bu kesimlerinin temsilcilerine sorulması bir tarafa, saray medyasının yalan yanlış verdiği birkaç haber dışında doğru dürüst bilgi dahi verilmeden, robotlaşmış vekillerin onaylayan elleriyle uygulamaya konulacak. Sonrasında ne mi olacak?

Ekonomik kriz ve pandeminin neden olduğu çöküntünün üzerine, bir de kendi iktidarının devamından ve sermayenin çıkarından başka şey düşünmeyen siyasi iktidarın getirdiği bu yasalarla vergiler için halkın cebinden daha fazla para çıkarken; eve ekmek getirmenin bedeli daha da ağırlaşacak. Daha düşük paraya, daha yoğun ve güvencesiz çalışmak zorunda kalan işçiler, sadece yoksullaşmayacak, karınlarını doyurmak uğruna iş cinayetlerinde daha çok ölecek. Borcunu dahi ödeyemeyen esnaf, zanaatkar, çiftçi daha da borçlanacak; birçoğu bu borçları ödeyemediği için işinin yanı sıra, sahip olduğu malı, mülkü de kaybedecek. Sermayenin kâr alanı haline gelen sağlık, eğitim, sosyal güvenlik; hak olmaktan daha da uzaklaşacak. Yaşam kaynağı dağlar, ovalar, dereler, denizler bir avuç sermayedar daha çok kâr etsin diye daha çok tahrip edilecek.

Ama öte taraftan bunca sefaletin reva görüldüğü halk; gerçekleri görmesin, hakkını aramasın diye bir taraftan milliyetçiliği yükseltecek savaş rüzgarları estirilirken diğer taraftan da yoksulluğuna şükretmesi için inanç istismarı daha da artacak. Zaten geçinemeyen halkın cebinden öncekinden fazla alınan vergilerin önemli kısmı da silahlanma ile Diyanet bütçesine aktarılacak. Milliyetçilik ve din istismarının; yoksulluğun, talanın üzerini örtemediği zamanlarda ve hak aramak için seslerin yükseldiği durumlarda da bu sesleri kısmak amacıyla ‘daha fazla kolluk gücü, daha fazla silah, daha fazla cezaevi’ için daha fazla harcama yapılacak.

Siyasi iktidar, bekâsını korumak için elinden geleni yapacak kuşkusuz. Ama geleceği belirleyecek olan; halkın, hakları ve daha iyi bir yaşam için buna karşı vereceği demokratik mücadele olacak!


17 Ekim 2020 Cumartesi

Yaşam hakkını savunmak suç mu?

17 Ekim 2020

En temel insan hakkı olan yaşam hakkını savunmak eğer egemenlerin çıkarıyla çelişiyorsa, “Evet, suçtur!”

Bu nedenle “sonuçları itibariyle yaşam hakkını ihlal eden savaşlara, katliamlara, doğa kıyımlarına, kadın cinayetlerine, iş cinayetlerine, toplum sağlığını hiçe sayanlara karşı yürütülen tüm mücadeleler”, egemenlerin yasalarında “suç” olarak kabul edilir. Bu “suç”un yaptırımının olup olmayacağı ya da yaptırımın ne olacağı sınıflar arası güç dengelerine göre belirlenir.

“İş cinayetlerini anladık da, diğerlerinin sınıfla ne ilişkisi var?” sorusu akıllara gelebilir. Kısaca açmaya çalışalım:

Kapitalizmle birlikte ilkel birikimin “el koyularak” sağlandığı süreçte, geniş halk kesimleri hızla mülksüzleştirildi, üretim araçlarından uzaklaştırıldı ve emek güçlerini satmak zorunda bırakıldı. 18. yüzyıl sonlarında sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte emeğinden başka geçim kaynağı olmayan milyonlarca insan son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldı, aileleriyle birlikte sefalete sürüklendi. Tablo gittikçe korkunçlaştı: Küçük yaşta madenlerde çalıştırılan çocuklar 13-14 yaşlarını göremeden yaşamlarını yitirmekte; günde 17-18 saat çalıştırılan kadın ve erkek işçiler ya iş kazaları ya da yetersiz beslenme, kötü yaşam koşulları nedeniyle erken yaşta ölmekteydi. Çalışacak bir iş bulamayanların payına ise açlıktan ölmek düşüyordu. Yani patronlar daha çok kazansın, kapitalizm varlığını sürdürebilsin diye emekçiler ya çalışırken ya da açlıktan ölüme mahkum edilmekteydi.

19. yüzyılda yükselen işçi sınıfı mücadeleleri, yaşam hakkını ortadan kaldıran bu koşullara tepki olarak ortaya çıktı. Özü yaşam hakkına dayanan sınıf mücadelesi, önceleri işsizliğin nedeni olduğu düşünülen makineleri kırmayı amaç edinirken (Ludizm) daha sonra tepkiler patronlara yöneldi. Ancak patronlara karşı girişilen her hak arayışında karşılarında devletin kanunlarını ve kolluk gücünü bulan emekçilerin mücadelesi, politik hedeflere yöneldi. Komünist Manifesto ve bilimsel sosyalizmin ışığında yaşam hakkını esas alarak ortaya çıkan sınıf mücadelesi “devrimci” bir perspektife büründü.

20. yüzyıl ikinci yarısında devrimci perspektifle yürütülen sınıf mücadelesi, “yaşam hakkı başta olmak üzere eşit yurttaşlık gibi temel insan haklarının yaygınlaşmasını sağladı, çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda önemli ilerlemeler” kaydedilmesine olanak sağladı. Bu dönemde sınıf mücadeleleriyle beraber sınıflar arasında görece güç dengesinin sağlanması, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında kadın hakları, savaş karşıtlığı, köleliğe ve sömürgeciliğe karşı hareketlerin de ortaya çıkmasına, güçlenmesine ve bu alanlarda kimi hakların elde edilmesine de vesile oldu (söz konusu dönemde çevre bilinci oluşmadığı için doğa tahribatına karşı mücadeleler henüz yoktu).

İşte bu nedenle sınıflar arasında güç dengesinin oluşması, sadece işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hakları için değil genel anlamda demokrasinin gelişmesinde önemli bir işlev üstlendi. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sınıf mücadelelerinin zayıflaması, demokrasinin zaafa uğramasına ve yaşam hakkını da içeren tüm haklarda gerilemeye neden oldu.

Günümüzde, sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen tümünde sınıflar arası güç dengesi, emekçiler aleyhine bozulmuştur. Demokrasi ve yaşam hakkı başta olmak üzere insan hakları ve sosyal haklar çerçevesinde değerlendirilebilecek tüm haklar ortadan kaldırılmak istenmektedir. Buna karşı yürütülen en barışçıl eylemler dahi “suç” olarak nitelenmekte ve en ağır biçimde cezalandırılmak istenmektedir.

Pandemi sürecinde gerçekleri ortaya koyan TTB ve onun yeni seçilen başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya yönelik devletin en başındakilerin yönelttiği suçlamalar, tehditler; İSİG Meclis’in 7 ayını dolduran pandemi sürecinde yaşam hakkı ihlal edilerek çalışmak zorunda bırakılan en az 294 işçinin yaşamını yitirdiğini duyuran açıklamasına yönelik polis saldırısı ve gözaltılar bunun son örnekleridir. Yine doğa katliamlarına, kadın cinayetlerine, yerel yönetimlere kayyum atamalarına ve benzeri demokratik taleplerle yapılan eylemlere yönelik şiddeti de bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

200 yıl önce olduğu gibi bugün de yaşam hakkını savunmak, egemenlerin çıkarlarına aykırı olduğu noktada en ağır “suç”tur. Yaşam hakkının suç olmaktan çıkartılmasının yolunun sınıf mücadelesini yükseltmekten geçtiğini tarih göstermiştir.

Sınıf mücadelesini, bir avuç sendikalı işçinin ekonomik hak mücadelesine indirgemek büyük bir hatadır. Sınıfsal bir perspektifte ele alındığında tüm toplumsal mücadeleler, esası yaşam hakkına dayanan ve her alanda egemenlere karşı demokratik hak mücadelesi olan tepkilerin temelini oluşturur. Aksi durumda hiçbir toplumsal hareketin, halk desteğine ne kadar sahip olursa olsun, başarı şansı olmayacaktır.

13 Ekim 2020 Salı

Öğretmen Uzaktan Eğitimin Neresinde?


10 Ekim 2020

Neoliberal süreçte eğitimin işlevleriyle birlikte öğretmen emeği de kaçınılmaz olarak dönüşüyor. Sınıfsal çelişkilerin arttığı ve sermaye sınıfının egemenliğini daha güçlü hissettirdiği bu dönemde eğitim, “öğrencinin kendisini keşfetmesine olanak sağlayan özgür birey olarak yetiştirilmesi” işlevini tamamen kaybetti. “Piyasanın istediği nitelikte ve piyasa değerlerini içselleştirmiş iş gücü ve devletin ideolojisine uygun vatandaşlar yetiştirmek” eğitimin öncelikli hedefi haline geldi. Buna bağlı olarak öğretmenlik iç içe geçen periyotlarla; emeğini kendi denetiminde bulundurmaktan uzaklaştı, dünyayı tanımayı ve değiştirmeyi amaçlayan insanlar yetiştiren bir meslek olmaktan çıktı, güvenceli meslek olma vasfını yitirdi. Öğretmenlik mesleği artık işsizlik tehdidi altında, ekonomik ve siyasi egemenlerin belirlediği müfredatı uygulayan, kendine ve yaptığı işe saygısı azalan dolayısıyla yapıp ettiklerine yabancılaşan ve nihayetinde geçim amacıyla yapılan/sürdürülen bir “iş” haline dönüştü.

Covit-19, birçok alanda olduğu gibi eğitimde de, neoliberal dönüşümün hızlanması için fırsat olarak değerlendirildi ve uzunca süredir, diğer birçok ülke gibi Türkiye’nin de gündeminde bulunan uzaktan eğitimin yaygınlaştırılmasına vesile oldu. Pek çok platformda “okulsuz-öğretmensiz eğitim” başlığı altında gündeme getirilen uzaktan eğitimle, teknolojideki gelişmeleri eğitim sistemine uyarlayarak, hem “devletin sırtında yük” olarak görülen eğitim harcamalarının olabildiğince düşürülmesi amaçlanıyor hem de eğitim sürecindeki denetim arttırılarak egemen düzene alternatif olabilecek eleştirel bir perspektifin önü, tamamen kesilmek isteniyor.

Pandemiyi fırsata çevirme rüzgarına Milli Eğitim Bakanlığı da kendini kaptırdı. Teknolojik ve sosyo-ekonomik koşulları değerlendirmeden geçilen uzaktan eğitim, sadece eğitim sisteminin ya da teknolojik yetersizliklerin değil, toplumsal eşitsizliklerin de gözler önüne serilmesine neden oldu. Bunun üzerine yine toplum sağlığı hiçe sayıldı, yeterli önlemler alınmadan öğrencilerin, ailelerinin ve eğitim emekçilerinin yaşamı riske atılarak -kısmen de olsa- yüz yüze eğitime geçilmek zorunda kalındı. Ancak her fırsatta dile getirilen uzaktan eğitimin yaygınlaşması ve kalıcılaşmasına ilişkin söylemlerden de vazgeçilmedi.

Sınıfsal eşitsizlikleri ve çelişkileri açığa çıkarması bir tarafa; uzaktan eğitim, teknik denetimi daha da arttırarak öğretmenin eleştirel perspektif sunabilme olasılığını tamamen ortadan kaldırıyor. Böylece eğitim, piyasanın ve siyasi iktidarın istediği nitelikte iş gücü, tüketici ve yurttaş yetiştirme hedefini daha etkili biçimde yerine getirirken; sınıf çelişkileri ve eşitsizliklerin yeniden üretilmesine yaptığı aracılık rolü de güçlenmiş oluyor.

Uzaktan eğitim, eğitimin işlevlerinin yanı sıra öğretmen emeğinin ekonomik ve siyasi egemenlerin çıkarları doğrultusunda dönüşümünü de hızlandıracaktır. Halihazırda özel sektörde öğretmenler işsizlik baskısı altında güvencesiz, yoğun iş yüküyle ve son derece düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Kamuda da esnek ve güvencesiz öğretmen istihdamı yaygınlaşırken, halen güvenceli statüde bulunan öğretmenler, müfredat başta olmak üzere karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmakta verdikleri eğitimin içeriği konusunda söz sahibi olmayan “teknik elemanlara” dönüşmektedir. Teknik bir iş haline gelen eğitimin, merkezi düzeyde belirlenen ve standartlaşan müfredatı uygulamak durumunda olan öğretmenler üzerindeki teknik denetimin daha da arttırması; işçi sınıfının giderek vasıfsızlaşan, yabancılaşan diğer kesimleri gibi öğretmenleri de süratle proleterleştirmektedir.

Öğretmenler, eğitimli emekçiler içinde sınıf mücadelesine en yatkın kesimdir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren ekonomik ve sosyal hakları için örgütlenmiş, önemli kazanımlar elde etmiştir. Türkiye’de de öğretmen örgütlenmeleri sınıf mücadeleleri içinde önemli bir yere sahiptir. Bu tarihsel birikimle, pandemi fırsat bilinerek dayatılan uzaktan eğitime karşı; öncelikle “öğretmenlerin de içinde yer aldığı eğitim emekçilerinin örgütlü olduğu sendikaların tepki göstermesi ve geniş toplum kesimlerini de içine katan bir mücadeleyi örgütlemesi” beklenir. Ancak sendikaların eğitimin toplumsal işlevlerinin ortadan kaldırılması ve öğretmen emeğinin proleterleşmesine karşı direnç oluşturacak bir mücadeleyi örgütleme çabası içinde olduklarını söylemek bugün için maalesef mümkün değildir!

 


5 Ekim 2020 Pazartesi

‘Program’lı çöküş!


3 Ekim 2020

Gözümüz aydın, nur topu gibi bir Yeni Ekonomik Programımız oldu! Ekonomik İstikrar Programı, Yapısal Uyum Programı, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, Orta Vadeli Program vs’den sonra…

“Görülmeyen el mekanizması” Adam Smith’ten bu yana kapitalizmin esası olan liberalizmin başat ilkelerinden biridir. Temel varsayımı, herhangi bir müdahaleye ve düzenlemeye gerek olmadan ekonominin piyasanın doğal saikleriyle işlemekte olduğudur. 29 kriziyle birlikte bu ilke çöktü, ekonominin kendi kendine işleyemeyeceği acı biçimde tecrübe edildi. ABD başta olmak üzere kapitalist ülkeler, içine düştükleri kriz ve Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdidin etkisiyle, liberal ekonomiye müdahale etmek ve Sovyetler Birliği’nden aldıkları “ilham”la sosyalist planlama yoluna gitmek zorunda kaldı.

1923 İzmir İktisat Kongresi’nde liberal yollarla kalkınmayı tercih ettiğini ilan eden Türkiye’de de 30’lu yıllarda benimsenen devletçilik ilkesiyle birlikte (ikincisi olmayan) Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. 60’lı yıllarda da izlenen kalkınmacı anlayışla beraber beş yıllık kalkınma planlamaları hazırlanmaya başladı ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurularak planlama kurumsallaştı. Ancak 1980 sonrasında 12 Eylül darbesinin himayesinde yaşama geçen neoliberal politikalarla planların piyasalaşması süreci başladı, değişmeyen tekerrürle “komünist işi” olarak görülen planlamanın yerini, piyasanın gereksinimlerine göre belirlenen “programlar” aldı.

Neoliberal politikaların uygulanmasıyla birlikte ortaya çıkan ulusal, bölgesel ve küresel krizler sonrasında “komünist işi” planlama yerine hazırladıkları “program”larla ülkeler, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi düzenleyici kurumlar tarafından belirlenen küresel politikalara  eklemlenmeye çalıştı.

İçe dönük (yoğun) birikim rejiminde planlamayla kalkınma anlayışı çerçevesinde ülkeler, kendi gerçeklikleriyle olabildiğince toplumsal dengeleri de gözeterek ekonomik ve sosyal politikaları belirlerken programlar, ülkelerin gerçeklikleri ve toplumsal dengeleri bir tarafa bırakarak, tamamen küresel ekonominin ihtiyaçları ve sadece sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda oluşturuldu.

Bizde de 12 Eylül darbesi sayesinde uygulanan 24 Ocak kararlarıyla, kalkınma planlarının yerini neoliberal “Ekonomik İstikrar Programı” ve ardından “Yapısal Uyum Programı” aldı. 2001 krizi sonrasında uluslararası düzenleyici kurumların telkini / baskısıyla Kemal Derviş tarafından uygulamaya konulan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’yla kalkınma planları tamamen işlevsiz hale geldi/getirildi. AKP ise Devlet Planlama Teşkilatı’nı tamamen lağvetti ve Maliye Bakanlığı tarafından üç yıllık dönemler için OVP (Orta Vadeli Program) hazırlanmaya başladı.

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 16’ncı maddesine göre, kamu ve özel kesim için öngörülebilirliği arttıracak bir yol haritası sunması, ekonomide güven ve istikrara katkıda bulunması amaçlanan OVP’nin, Bakanlar Kurulu tarafından en geç Eylül ayının ilk haftası sonuna kadar hazırlanması gerekmektedir.

2006 yılından bu yana söz konusu yasaya uygun olarak hazırlanan OVP, herhangi yasal dayanağı olmadığı halde bu yıl hazırlanmadı. Bunun yerine Maliye Bakanı, Eylül ayının son günlerinde Yeni Ekonomik Program (2021- 2023) adı altında bir sunum yaptı. Yani AKP hükümeti, kendi çıkarttığı yasaya dahi uymayarak hukuk tanımazlığını bir kez daha gösterdi. YEP ile sadece hukuk tanımazlığını değil, “yeni” adı altında getirdiği programla daha önce hazırlamış olduğu (geçen yıl açıklanan 2020-2022 tarihlerini kapsayan OVP’de dahil) programları da “eski” ilan ederek sahiplenmemiş oldu.

YEP’in içeriğinin gerçeklikten uzak verilerle hazırlanmış; emek ve doğa sömürüsünü, yoksulluğu, yolsuzluğu ve talanı meşru göstermeye dayanan emek ve toplum karşıtı bir perspektif ortaya koymasını – başka bir yazıda değerlendirmek üzere – bir tarafa bıraktığımızda, AKP’nin hukuk tanımazlığı ve kendi programlarını inkar etmesi bile, en hafif tabirle, kocaman bir fiyaskodur. Maliye Bakanı, ekonomide öngörülebilirliği, güveni, istikrarı sağlayacağını iddia eden bir program yerine bunların tam tersi etki yaratacak bir sunum yapmıştır.

Toplumun geniş kesimleri adı ne olursa olsun zaten hiçbir “program”ın kendisine fayda getirmediğini tam tersine getirilen her “program”la sosyal haklarının ortadan kalktığını, işsizleştiğini, yoksullaştığını gayet iyi bilmektedir. Öte yandan AKP’nin kendilerine hayır getirecek hiçbir icraatta bulunmayacağını da pek çok kez deneyimleyerek öğrenmiştir. Dolayısıyla YEP’in AKP’nin hukuk tanımazlığını ve kendini inkarını ortaya çıkarması, toplum nezdinde sadece malûmun ilanı olmakla birlikte AKP iktidarının hemen her alanda olduğu gibi ekonomideki çöküşünü alenen göstermesi bakımından da önemlidir!

Ekonomide ve diğer alanlarda yarattığı çöküş siyasi iktidarın sonunun geldiği anlamına gelmez. Sadece, ortaya mücadele için yeni olanaklar çıkarır. Toplumsal muhalefet bu olanakları değerlendirebilirse daha iyi gelecek umudu yeşerebilir. Ancak mücadele olanakları değerlendirilemez ve topluma bir başka alternatif sunulamazsa çöküntüler beraberinde yeni çöküntüleri getirirken, toplumun bu çöküntülere rıza göstermesini sağlamak üzere otorite daha da güçlenir/güçlendirilir.