28 Nisan 2011 Perşembe

Emekçiler Kime Oy Verecek?..

ÖZGÜRCE
29/04/2011


Seçimler yaklaşırken benim en çok merak ettiğim; 78 gün Ankara sokaklarında direnen ve Türkiye’nin gündemini belirleyen TEKEL işçilerinin sandıkta kime oy verecekleridir. Sadece TEKEL işçileri değil, Zonguldak’ta, Bursa’da, Balıkesir’de madenlerde ölen işçilerin ailelerinin de sandıkta ne yapacaklarını merak ediyorum. Merakım bunla da bitmiyor, Tuzla tersanelerinde, Yörsan’da, Sinter Metal’de, Desa Deri’de ve daha nice direnişte ekmeği için mücadele etmiş işçilerin ve halen hiçbir güvenceye sahip olmadan 500-600 TL aylıkla günde 10-12 saat çalışan taşeron işçilerinin; atanamayan ya da ücretli veya sözleşmeli olarak çalışan öğretmenlerin; elinde üniversite diplomasıyla ancak asgari ücretin üçte birine stajyer olarak iş bulabilen gençlerin; işsizlerin ve daha nice güvencesiz, örgütsüz, yoksullaşmış emekçinin de oylarının ne yönde olacağını merak ediyorum…

Merak ettiğim kitle öyle yabana atılır gibi değil, en azından toplam seçmenlerin yarısı kadardır. Yani bu kitle seçimde tek yürek olsa seçtiği partiyi tek başına iktidara taşır. Ama gelin görün ki bundan önceki seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de çıkarı ortak olan bu kesimler, bırakınız kendi çıkarlarını savunan partileri iktidara taşımayı, kendilerine iş cinayetlerini, güvencesizliği, işsizliği, yoksulluğu reva gören partileri seçecek ve iktidara taşıyacaklardır.

Peki bu ironik durumun sorumlusu kimdir? Emekçilerin çıkarlarına aykırı olan, yaşamlarını cehenneme çeviren partileri seçmesinin nedeni sadece onların bilinçsizliği ya da daha kaba bir ifadeyle cahilliği midir?

Sorumluluğu sadece emekçilere yükleyen ve özellikle “aydın” kesim tarafından kabul gören görüşe ben katılmıyorum. Emekçilerin pek çoğunun sınıfsal bilinçten uzak olduğu doğrudur (Ki bunda da aydınların sorumluluğu büyüktür). Ancak şunu da unutmamak gerekir ki yukarıda saymaya çalıştığımız emekçi kesimlerin önüne seçim sandığı konulduğunda kendi sorunlarını sahiplenen -seçim barajını aşabilecek- tek bir seçenek yoktur. Dolayısıyla emekçiler örneğin önümüzdeki seçimlerde AKP, CHP ve MHP’den birisini “ehveni şer” görüp oy vermek durumunda kalacaktır. Zaten seçim barajıyla, partilere yapılan seçim yardımındaki ayrımcılıkla ve birçok biçimde uygulanan baskılarla amaçlanan, emekçilerin ve diğer ezilen kesimlerin sesini kesip, “haramilerin saltanatını” yani sermayedarların ve iktidar beslemelerinin düzenini sürdürmektir.

12 Haziran seçimlerinde oluşacak parlamento bir taraftan yeni bir anayasa yapma iddiasında olacak, diğer taraftan da 2001 yılından bu yana uygulanan emek karşıtı neoliberal yeniden yapılanma sürecinin devamı olan -Ulusal İstihdam Stratejisi gibi- emekçilerin sorunlarını daha da derinleştirecek uygulamaları yasalaştırmaya çalışacaktır. Bu durumda parlamentoda emekçilerin haklarını savunacak bir parti grubunun bulunması son derece önemlidir. Ancak geçen yasama dönemindeki icraatlarından ve seçim bildirgelerinden de anlaşılacağı üzere seçim barajını aşarak parlamentoya girebilecek üç partiden hiçbiri emekçilerin haklarını savunmayacaktır.

İşte bu noktada Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku emekçilerin haklarını savunabilecek tek alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Blokun adaylarının seçimi kazanıp parlamentoda güçlü bir grup oluşturmaları halinde önümüzdeki yasama döneminde emekçiler karşılarına çıkartılan tüm engellemelere rağmen parlamentoda temsil edilebileceklerdir.

Ancak burada önemli bir sorun, seçim sürecinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blokunun Türkiye’deki tüm emekçilerin temsilcisi olduğunu ne kadar doğru bir biçimde ortaya koyabileceğidir. Bunun için Blokun seçimde kullanacağı dilin -tabii seçim sonrasında parlamentoda kullanacağı dilin de- yazının başında saymaya çalıştığım kesimlerin sorunlarını sahiplenecek biçimde olması ve samimiyetini emekçi kesimlere hissettirmesi gerekir.

Blok’un milyonlarca emekçinin sesi olacak bir yön belirlemesi, bence Türkiye’deki demokrasi sorununun çözümünde can alıcı nokta olan ama hep göz ardı edilen Kürt sorunu ile emekçilerin sorunlarının ortak bir zeminde ele alınabilmesini sağlayacaktır.

Bu aşamada en önemli görev Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blokuna düşmektedir. Eğer Blok temsilcileri, Kürt sorunun çözümüne yönelik çabalarının yanı sıra Erzurum’daki, Edirne’deki, Trabzon’daki emekçilerin sorunlarını da sahiplenebilirse; Şırnak’da ana dilinde eğitim alamayan bir çocuğun kaderiyle Zonguldak’ta, Bursa’da, İstanbul’da babasını her gün madene, tersaneye ya da inşaata ölüme uğurlayan çocuğun kaderinin ortak olduğunu anlayabilir ve anlatılabilirse… İşte o zaman hiç kimsenin şüphesi olmasın ki bu ülkede emekçi haklarının da demokrasinin ve özgürlüklerin de çok daha ileri götürülmesi için büyük bir adım atılmış olacaktır(!)

21 Nisan 2011 Perşembe

İsyan…

ÖZGÜRCE
22/04/2011


Lise öğrencileri YGS sınavında haksızlığa uğruyor isyan ediyor…


Sağlık emekçileri iş ve gelecek güvenceleri ellerinden alınıyor, isyan ediyor…

Demokrasiden, emekten, özgürlüklerden yana olanlar, siyasette temsil edilmek için kurdukları “Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu”nun milletvekili adaylarının YSK tarafından veto edilmesine isyan ediyor…

Kültüre, sanata, sinemaya değer verenler Emek Sineması’nın kapatılmasına, Kars’daki İnsanlık Anıtı’nın yıkılmasına isyan ediyor…

Yaşamını insanca sürdürmeyi isteyen köylüler, kentliler Anadolu’nun derelerinin borulara hapsedilip, sermayeye peşkeş çekilmesine; bu yapılırken de Anadolu’nun çölleşmesine, tarihin sular altında kalıp yok edilmesine isyan ediyor…

Kendisinin ve gelecek nesillerin yaşamını, insanlık dışı kapitalist üretim sisteminin insanlık dışı enerji kaynağı olan nükleer santrallere kurban etmek istemeyenler, nükleer santral projelerinin inatla sürdürülmesine isyan ediyor…

Özgür düşünceden yana olanlar kitapların basılmadan önce ya da basıldıktan sonra toplanmasına, yasaklanmasına; gazetecilerin, aydınların gerekçesini kendilerinin bile bilmediği suçlardan tutsak edilmesine isyan ediyor…

Mezhep ve etnik kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğrayanlar isyan ediyor…

Kadınlar, uğradıkları bireysel ve toplumsal şiddete; kadın cinayetlerine isyan ediyor…

Emekçiler karınlarını doyurabilmek için her an bir iş cinayetine kurban gidebileceklerini bilerek çalışmak zorunda olmalarına isyan ediyor…

Gençler işsizliğe, stajyer adı altında asgari ücretin üçte birine çalıştırılmaya isyan ediyor…

Emekçiler iş güvencesi olmadan karınlarını bile doyuramayacakları bir ücretle çalıştırılmaya; emekliliği ancak mezarda görebilecekleri bir sosyal güvenlik sistemine isyan ediyor…

Sendikalı olmak isteyen işçiler örgütlenme haklarını kullanmak istedikleri için işten atılmalarına isyan ediyor…

Anneler çocuklarını doğal ürünlerle besleyememelerine isyan ediyor…

Çiftçiler, kendi topraklarında tarım tekellerinin çalışanı olmalarına isyan ediyor…

Aslında toplumun çok büyük bir kesimi AKP’nin sekiz buçuk yıllık iktidarında uyguladığı politikalara isyan ediyor…

AKP de “Hedef 2023” adını verdiği seçim bildirgesiyle isyana konu olan tüm politikalarını 12 yıl daha sürdürmeye niyetli olduğu mesajını veriyor ve oy istiyor…

AKP’nin alternatifi olduğunu iddia eden CHP’de “İnsan ve Üretim Odaklı Yeni Ekonomi Raporu” adıyla açıkladığı bildirgede AKP’nin şimdiye kadar uyguladığı ve 2023’e kadar da uygulamaya niyetli olduğu politikaların hemen aynısını savunuyor ve o da oy istiyor…

Uzun sözün kısası, farklı gerekçelerle ifade edilmiş de olsa toplumun çok büyük kısmı özgürlük istiyor demokrasi istiyor emeğine ve yaşama sahip çıkmak istiyor. Ama tüm bu isteklere yanıt verebilecek partilerin önüne olmadık engeller çıkartılıyor. Ve topluma istemediği bir düzen, istemediği bir yaşam dayatılmaya çalışılıyor.

Ancak kaynağı aynı olan ama birbirinden kopuk biçimde yaşanan bu isyanlar bir birleşirse ne olabileceği hesaba katılmıyor (!)

14 Nisan 2011 Perşembe

ÖSYM’yi ne yapmalı?

ÖZGÜRCE
15/04/2011

ÖSYM, 1974 yılından bu yana merkezi düzeyde sınavlar gerçekleştiren bir kurumdur. 1981 yılında yürürlüğe giren YÖK yasasına kadar Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÜSYM) adını taşıyan kurum, YÖK yasasıyla birlikte Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) adını almış ve üniversiteye öğrenci seçmek ve yerleştirmekle sınırlı olan görev alanı her türlü merkezi sınavı gerçekleştirebilecek biçimde genişletilmiştir. Böylece sadece üniversiteye girmek isteyenlerin karşılaştığı ÖSYM, ilköğretimden doktoraya kadar tüm eğitim aşamalarında ve kamuya personel alımlarında toplumun çok geniş kesiminin doğrudan karşısına çıkan bir kurum haline gelmiştir.


ÖSYM’nin sınav sistemi, faaliyette bulunduğu süre boyunca eleştirilere konu olmuştur. Bu eleştiriler her şeyden önce sınavlarda uygulanan çoktan seçmeli test tekniğinden kaynaklanmaktadır. Test tekniğini içeren sınav sisteminde öğrenciye hiçbir yorumlama olanağı verilmeyerek, mutlak doğru olduğu varsayılan seçeneklerden bir tanesinin seçilmesi istenmektedir. Böylece öğrencinin düşünme ve yorumlama yetisini kullanması engellenerek öğrenci ezberciliğe yöneltilmektedir.

Türkiye’de milyonlarca genç için yaşamsal öneme sahip olan eğitim kurumlarına ya da işlere seçme ve yerleştirme işlemlerinde belirleyici olması ÖSYM’nin sınav sistemindeki handikapları çok daha vahim hale getirmektedir. Zira bu ezberciliğe dayalı sınav sistemi ilköğretimin ilk sınıfından başlayarak tüm eğitim sistemini etkilemektedir. Böylece düşünmeyen, yorumlamayan ve de sorgulamayan nesiller yetiştirilmektedir. Öte yandan ÖSYM’nin gerçekleştirdiği sınavların çok büyük kısmı elemeye dayalıdır. Yani bu sınavlara girenler birbirleriyle rekabet halindedir. Eğitim sisteminin bu sınavlara odaklanmış olması çocukluğun ilk dönemlerinden itibaren rekabet duygusunu geliştirirken, dayanışma duygularını önemli ölçüde köreltmektedir.

Düşünmeyen, sorgulamayan, dayanışma duyguları körelmiş, rekabeti marifet sayan insanlar yetiştiren bir eğitim sistemine kaynaklık eden ÖSYM sınavlarının yıllardır uygulanıyor olması elbette tesadüf değildir. Özellikle 1980’den sonra hakim olan piyasa ekonomisi ve esnek üretim sisteminin işleyebilmesi için gerekli olan insan modeli budur ve ÖSYM bu konuda üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmiştir. Ayrıca ÖSYM’nin öğrenciler arasında rekabeti dayatan sınav sisteminde dershane, özel okul ve test kitapları üzerinden büyük bir harcama ve buna bağlı olarak kâr alanı oluşması da sağlanmıştır.

Tüm olumsuzluklarına karşın, eğitim sistemine eleştirel yaklaşan kesimler dahi Türkiye eğitim sisteminin özellikle fiziksel eksikliklerini gerekçe göstererek ÖSYM’nin, alternatifi olmayan bir görev üstlendiği düşüncesini savunmuşlardır. Bu savunuda ÖSYM’nin en azından güvenilir sınavlar gerçekleştirdiği görüşü hakim olmuştur. Oysa önce KPSS daha son da YGS’de ortaya çıkan şaibeler, ÖSYM’nin belki tek kabul edilebilir yönü olan güvenilirliğini de ortadan kaldırmıştır.

Bu durumda bir kurum olarak ÖSYM’nin ve uyguladığı sınav sisteminin tamamen kaldırılmasını savunmak dışında bir seçenek kalmamıştır. Ancak mevcut eğitim sisteminde köklü bir değişiklik yapılmadan sadece merkezi sınavların ve bu sınavları gerçekleştirecek kurumun kaldırılmasını talep etmek maalesef çözüm getirmeyecektir. Aksine bu yöndeki talepler, yükseköğretim sistemini bütünüyle piyasalaştırmayı amaçlayan kesimler için bir fırsat olarak görülecektir.

YÖK’ün uzun süredir yükseköğretim sisteminde yeniden yapılanmayı içeren bir yasa taslağı üzerinde çalıştığı bilinmektedir ve genel seçimlerin ardından bu taslağın gündeme getirilmesi beklenmektedir. Özellikle niteliği yüksek üniversitelerin mütevelli heyetlerini oluşturarak kendi gerçekleştirecekleri sınavlarla veya yüksek düzeydeki bağışlarla öğrenci almasına olanak tanınması; merkezi sınavların özel sektöre devredilmesi gibi düzenlemeler daha önce hazırlanan raporlar ve taslaklarda yer bulmuştur. Muhtemeldir ki yakın zamanda gündeme getirilecek olan yeni düzenlemelerde de bu yönde hükümler bulunacaktır. ÖSYM ve sınav sistemi üzerine tepkiler ortaya konulurken, üniversiteleri piyasalaştırarak, toplumsal işlevlerinden bütünüyle uzaklaştıracak düzenlemeleri meşrulaştıracak bir konuma düşmemeye de dikkat edilmelidir.

Sözün özü: YGS’de ortaya çıkan şaibeler, sadece bir sınavda uygulanan yollu-yolsuz işleri değil tüm eğitim sistemindeki rezaleti görünür hale getirmiştir. Bu rezalete karşı özellikle liseli öğrencilerden gelen tepkiler son derece anlamlıdır. Ancak yetersizdir. Çünkü sorunun çözümü tüm eğitim sisteminin piyasanın güdümünden kurtarılarak insanın ve toplumun genel yararına uygun ve demokratik bir işleyişe kavuşmasıyla mümkündür. Bu da sadece liseli öğrencilerin değil, toplumun sermaye dışında kalan tüm kesimlerinin mücadelesiyle gerçekleştirilebilir. Tabi ki bu mücadelede eğitim sistemini bütünüyle piyasalaştırmaya çalışan kesimlerin tuzağına düşmemeye de dikkat edilmelidir(!)