27 Temmuz 2014 Pazar

Mehmet Erman Erol'un cevabına cevabım: “Evet, Demirtaş’tı”

24 Temmuz tarihinde www.sendika.org’da Mehmet Erman Erol’un “‘Demirtaş’tı Değil mi?’ ya da Özgür Müftüoğlu’na Cevap” başlıklı bir yazısı yayımlandı(1). Selahattin Demirtaş’tan neleri bekleyip neleri beklememek gerektiği konusundaki kafa karışıklığına bir müdahalede bulunmak niyetindeyiz.” diye başlayan yazısında Erol, Demirtaş’ı mevcut cumhurbaşkanı adayları içinde en ilerici ve radikal aday olarak tanımlamakla birlikte “Bunun kimsede yanlış bir beklentiye yol açmaması gerektiği” uyarısında bulunuyor. Bu yanlış beklentiler konusunda da Evrensel’de 11 Temmuz (2) ve 18 Temmuz (3) tarihlerinde yayınlanan yazılarımda Demirtaş’a verdiğim desteğin gerekçesini örnek gösteriyor ve bunlara cevap veriyor.
Erol’un eleştirdiği ve cevap vermek gereği duyduğu Demirtaş’a destek olma gerekçem; ‘Demirtaş’ın işçinin, emekçinin cumhurbaşkanı olacağı’ yönündeki iddiama dayanmaktadır. Erol bu iddiayı; “Demirtaş’ın olası bir cumhurbaşkanlığı ihtimalinde devletin sınıf karakterinin değişmesi yönünde adımlar atacağı beklentisini yansıtıyor.” değerlendirmesiyle eleştiriyor.
Bu eleştiriye vereceğim yanıt şudur: Demirtaş değil, Marx ya da Lenin mezarından çıkıp cumhurbaşkanı olsa Türkiye’de ve dünyada sınıf hareketinin ve sosyalizmin içinde bulunduğu koşullarda devletin sınıf karakterini değiştirmesini beklemek ya da böyle bir iddiada bulunabileceğini düşünmek abesle iştigaldir! Kaldı ki Demirtaş kendisini sosyalist olarak tanımlamakla birlikte, içinden geldiği Kürt hareketi, sınıf temelli bir hareket değildir. Oysa Erol, Demirtaş’ın işçi sınıfının temsilcisi olamayacağını ispatlamak için Kürt hareketi üzerinden Demirtaş’ın sınıf tavrını değerlendirmeye girişmiştir. Bu bağlamda “Yeni Yaşam Çağrısı” metnindeki “radikal demokrasi” vurgusu; BDP eş başkanlığı döneminde TÜSİAD ile yaptığı görüşmeler, bu görüşmelerdeki açıklamaları ve Kürt iş adamlarının kendisine verdiği destek üzerinden Demirtaş’ın sınıfın temsilcisi olamayacağını kanıtlamaya çalışmıştır. Ayrıca Demirtaş’ın ve Kürt hareketinin Gezi’deki “mütereddit” tutumunu da hatırlatarak iddialarını desteklemeye çalışmıştır. Tüm bunlar üzerinden de Demirtaş’ın adaylığının bazı sosyalistler nezdinde yanlış bir beklentiye yol açtığını; Demirtaş’ı koşulsuz bir şekilde destekleyip sınıfsal anlamdaki çelişkilerini görmezden gelmek yerine, ‘Demirtaş’tı, değil mi?’ diye sormanın sosyalistlerin hakkı olduğunu belirtmiştir.
Mehmet Erman Erol’un Kürt hareketine ve onun siyasi temsilcilerinden biri olan Demirtaş’a yönelik sorgulaması birçok solcunun da düşüncesini yansıtmaktadır. Dolayısıyla Erol’un, Kürt hareketinin de Demirtaş’ın da sınıf tavrını sorgulamak istemesi son derece önemli ve gereklidir. Ama bu yapılırken Türkiye sol hareketinin de hem Kürt sorunu hem de sınıfa yönelik kendi tavrını sorgulaması elzemdir. Aksi halde bu sorgulamanın Türkiye sınıf mücadelesine de demokrasi mücadelesine de bir katkısı olmayacaktır.

Erol’un Demirtaş’a, ama daha da fazla Kürt hareketine yönelttiği eleştirilere yanıt vermek bana düşmez ama madem benim düşüncelerim üzerinde bir eleştiri söz konusu olmuştur, o halde Kürt meselesi, sol, sınıf üzerine birkaç söz söylemek zorunluluk halini almıştır.
Her şeyden önce şunun altını tekrar çizmek gerekir ki, Kürt hareketi bir sınıf hareketi değildir. Kürt hareketi, Türkiye’de en temel siyasal ve kültürel hakları dahi yok sayılmış, en baskıcı yöntemlerle asimile edilmeye çalışılan bir halkın varlık mücadelesidir. Bu mücadelede Kürt halkı, 50 binden fazla canını kaybetmiş ama sonuçta devleti müzakere masasına oturtmuş ve dahası Türkiye’de ve Orta Doğu’da demokrasi mücadelesinin en önemli gücü haline gelmiştir.
Kürt hareketi halka dayanan bir harekettir. O halkın içinde işçi, esnaf, köylü, toprak ağası, işveren, Sünni, Alevi, inanan, inanmayan her kesimden insan vardır. Dolayısıyla Kürt hareketinin kendisini bir sınıfın, bir dinin, bir mezhebin temsilcisi olarak tanımlamaması son derece doğaldır. Buna karşın Kürtler, 1980’den bu yana süren çatışma ortamında geleneksel geçim kaynakları olan tarım ve hayvancılıktan uzaklaşmış göçe zorlandıkları batı illerinde ya da Kürdistan’da ücretli emekçiler haline gelmiştir. Öte yandan devletin teşvik politikalarıyla Kürdistan’da emeğin yanı sıra doğa ve doğal kaynaklar da sermayenin sömürü alanı haline dönüşmeye başlamıştır. Tüm bu gelişmelerin etkisiyle Kürt siyasi hareketinin temsilcileri, Türkiye’nin liberalleri, siyasal İslamcıları ya da sosyal demokratlarıyla değil de sosyalistleriyle, emek güçleriyle ittifak yolunu seçmişlerdir. Son olarak 2011 seçimlerindeki Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku ve onun ardından HDK ve HDP bu ittifakın adresi olmuştur.
Kürt hareketinin sosyalistlerle, emekçilerle, ezilenlerle ve diğer ayrımcılığa uğrayanlarla ittifak arayışı; diğer kesimlerin demokratik hakları sağlanmadığı sürece Kürt halkının haklarının da elde edilemeyeceği gerçeğine dayanmaktadır. Amaçlanan, birlikte mücadeledir. Demokrasi arayışındaki kesimlerin birleşik mücadelesinin ortak kesişme alanı emek sömürüsü; birleşik mücadelenin en önemli platformu ise sınıf temelli mücadeledir. Zira halklar ve inançlara yönelik ayrımcılık büyük ölçüde üretim sürecinde sömürüyü arttırmak; halklar arasında yaratılan düşmanlaşma ve yükselen milliyetçilik ise artan sömürünün üzerini örtmek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin topyekün demokrasiye ulaşması ve elbette Kürt halkının hakları için sınıf mücadelesi son derece önemli ve gereklidir. Demokrasi için sınıf mücadelesinin önemine binaen Türkiye’de solcuların kendilerinin sınıfla ne ölçüde buluşabildiğini sorgulamadan, Kürtlerin sınıf tavrının sorgulanması son derece ironiktir. 
Şuna kuşku yok ki Türkiye’de emekçiler arasında karşılığı bulunan güçlü bir işçi sınıfı hareketi olsaydı, giderek işçileşen Kürt halkı içinde de sınıf hareketi güçlenebilir; Kürt ve Türk işçi sınıfının ortak mücadelesiyle hem Kürt halkının siyasal ve kültürel hakları elde edilebilir hem de emek sömürüsüne son verecek adımlar atılabilirdi. Belki o zaman Kürt siyasal hareketinin temsilcileri sermayenin temsilcileriyle görüşmeler yapıp; emekçi düşmanı, otorite heveslisi hükümetlerle müzakere masalarına oturmak zorunda kalmazlardı. Ama ne yazık ki 1980 darbesi sonrasında Kürt hareketi bir halk hareketi haline gelirken, sosyalist hareket toplumsallaşamadı, sınıftan koptu; bunun üzerine de Türkiye’de halka şiddet uygulayan, antidemokratik bir rejim egemen oldu. Sonuçta sosyalistlerin tarihsel görevi olan ezilen halkın hakları için mücadele etmesi bir tarafa; ezilen halkın, Kürt halkından sınıfın çıkarlarını koruyup kollaması beklenir hale geldi. Hatta daha ileri gidilerek ezilen halkın temsilcilerinin sınıf tavrı yetersiz bulunup, eleştirilmeye başlandı.
Ezen ulusun, kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir bireyi olarak, ezilen Kürt halkına yöneltilen bu eleştirilerin büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Dahası emekçi kitlelerle buluşup, bir toplumsal hareket haline dönüşme derdi olmadan, sorumluluğu Kürtlere atan bir anlayışla sosyalizme ulaşmak bir tarafa asgari bir demokratik mücadelenin dahi yürütülebileceğini zannetmiyorum.
Erol’un “Demirtaş’tı değil mi?” sorusuna geri dönersek; Demirtaş’ın diğer ezilenler ve ayrımcılığa uğrayan kesimlerle birlikte işçi ve emekçilerin de cumhurbaşkanı olacağı iddiamı sürdürüyor ve bu soruya cevap olarak “evet, Demirtaş’tı” diyorum. Çünkü Demirtaş’ı Türkiye’de ezilen bir halkın büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü mücadelesinin bir temsilcisi olarak görüyorum. Cumhurbaşkanı olması halinde Demirtaş’ın kendisine bu görevi veren ezilenleri, sömürülenleri, ötekileştirilenleri en iyi biçimde temsil edeceğine ve Türkiye’de demokrasinin gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyorum. 12 Eylül darbesiyle başlayan ve 34 yıldır süren kabusun ardından Demirtaş’la esecek demokrasi rüzgarının işçi sınıfı ve sosyalist harekete de ivme kazandıracağını düşünüyorum.
Son söz olarak: Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin, sosyalist hareketin ve Kürt hareketinin içinde bulunduğu koşullar doğru değerlendirildiğinde Demirtaş’tan neleri bekleyip neleri beklememek gerektiği konusundaki “kafa karışıklığının” da ortadan kalkacağı inancındayım. Elbette Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte devletin sınıf karakteri değişmeyecek, Türkiye’de sınıfsız sömürüsüz bir toplum düzeni egemen olmayacaktır! Ama Türkiye’nin grevdeki işçilerin yanında olan, emekçilerin aleyhine yasaları onaylamayan ve emekçilerin örgütlü gücünün artması için çabalayan, demokrat bir cumhurbaşkanı olacaktır. Bunun ötesi işçi sınıfının mücadelesine, sosyalistlerin işçi sınıfıyla arasındaki bağı oluşturabilmesine bağlıdır!
(1)       http://www.sendika.org/2014/07/demirtasti-degil-mi-ya-da-ozgur-muftuogluna-cevap-mehmet-erman-erol/
(2)       http://www.evrensel.net/kose-yazisi/71792/oyum-selahattin-demirtasa-cunku.html

(3)       http://www.evrensel.net/kose-yazisi/71847/iscinin-emekcinin-cumhurbaskani-olur-mu.html#.U8jdGJR_vKg

25 Temmuz 2014 Cuma

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sendikalar

ÖZGÜRCE
25/07/2014

Emekçiler toplumun en hızlı milliyetçileşen kesimidir. Emek piyasasına yeni işçiler katıldıkça emeklerinin değerinin düştüğünü gören işçiler, özellikle işsizliğin yüksek, çalışma koşullarının kötü, ücretlerin düşük olduğu dönemlerde, kendisinden daha kötü koşullarda çalışmaya rıza gösterecek emekçilerin piyasaya katılmasını, kendisine rakip olmasını istemezler. Böyle dönemlerde, kendilerini diğerlerinden ayıracak farklılıkları öne çıkartmaya, kendi kimliklerinden olmayanları ötekileştirmeye, dışlamaya başlarlar. Her gün sömürü çarkları içinde öğütüldükleri emek piyasasını sahiplenir, dışarıdan gelecek emekçilere (kimi zaman onları linç etmeye vardıracak kadar) düşmanlaşabilirler. 

Sınıf bilincinden yoksun emekçi kitlelerin, kendilerinden görmedikleri emekçileri dışlamaları ve onlara karşı düşmanlık beslemeleri, sermayenin emek sömürüsünün üzerini örtmesi için bulunmaz fırsattır. Sermaye, bir taraftan göç politikalarıyla emekçiler arasındaki rekabeti körüklerken, diğer taraftan milliyetçiği, ırkçılığı teşvik eder. Böylece kimlik düşüncesi sınıf düşüncesinin yerini alır ve kapitalist sömürü düzeni sorgulanacak yerde emekçiler birbirlerinin kimliklerini sorgular ve birlikte mücadele düşüncesinden uzaklaşırlar. 

Türkiye, ucuz emek üzerinden küresel rekabet sürecine eklemlenme politikalarını benimsediği 1980’den itibaren işçi sınıfı hareketini baskı altına almanın yanı sıra halklar arasında düşmanlığı arttırarak, milliyetçiliği körükleyen politikalar izlemiştir. Özellikle 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte işçi hareketlerinin yeniden yükselişe geçmesi karşısında, 1990’lı yılların başından itibaren Kürtlere yönelik baskılar yoğunlaşmış, çatışmalar artmıştır. Köy boşaltmalar, çatışmalar ve Körfez Savaşı nedeniyle sınır ticaretinin durması, Kürtleri batıya göçe zorlamıştır. Bu süreçte 4 milyondan fazla Kürt; malı, mülkü olmaksızın iş bulabileceklerini düşündükleri batı illerine göç etmiştir. Ana dillerinde eğitim alamamış, Türkçeye hakim olamayan Kürtler, son derece düşük ücretlerle, en kötü koşullara rıza göstermek zorunda bırakılarak emek piyasasına katılmışlardır. Özellikle 1994 ve 2001 krizleri ardından yükselen işsizlik, Kürt emekçilere tepkiyi arttırmış; devletin 1980’li yıllardan beridir uyguladığı Kürtlere düşmanlaştırıcı politikaların da etkisiyle işçi sınıfı içinde milliyetçilik yükselmiştir.

Ekonomik krizler, küresel rekabet ve uluslararası sözleşmelere uyum gerekçesiyle emekçi kesimlerin tüm ekonomik ve sosyal kazanımları hızla gerilerken işçi sınıfı, bunlarla mücadele etmek yerine körüklenen milliyetçilik duygularıyla, Kürtlere yönelik ayrımcı politikaların bir parçası haline gelmiştir. İşçi sınıfının rekabet yerine dayanışma içinde, birlikte mücadelesinin aracı olması gereken sendikaların önemli bir bölümü de bu süreçte milliyetçi politikaların aracına dönüşmüştür. Kürtlere yönelik ayrımcılığa karşı net bir tavır sergilemeyen ve Kürt sorununun çözümünde demokratik bir tavır ortaya koymayan sendikalar, eylemlerine destek vermek isteyen Kürt siyasetçilerle yan yana gözükmekten dahi imtina etmişlerdir. 

Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığının yarattığı demokrasi ve barış rüzgarının sendikaların ve emekçilerin, sınıf bilincinden uzak tavrında bir değişimin de yolunu açacağına inanıyorum. Demirtaş’ın emekçilerin sorunlarına dair söylemleri isabetli ve samimidir. Zaten özellikle 2011 seçimleri sonrasında Demirtaş’ın içinden geldiği BDP ve HDP Mecliste emekçilerin sorunlarını sürekli olarak gündeme getirmiş, çözüm önerileri sunmuştur. Ayrıca 1 Mayıs, 8 Mart ve diğer işçi eylemlerinde ve direnişlerde işçi sınıfının yanında olduğunu göstermiştir. Nitekim, bu partilerin sadece “kimlik siyaseti” yürüttüklerine dair yaratılmış algılar ve işçi sınıfı içinde yükselen milliyetçilik nedeniyle tüm bunlar görmezden gelinmiştir.

DİSK ve KESK’in cumhurbaşkanlığı seçimi için “birlikte yürüdüğümüz adaya oy vereceğiz” açıklamasının sendikaların milliyetçiliği aşarak sınıf tavrını ortaya koymaları bakımından önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Gerçi KESK, kurulduğundan bu yana ayrımcılık ve çözüm sürecinde zaten taraftır, DİSK’in bazı sendikaları da çeşitli zamanlarda bu konularda duyarlılıklarını göstermişlerdir. Ancak yine de Erdoğan’ın emek düşmanlığı ve diktatörlük özlemlerini, İhsanoğlu’nun ise emekçilerin sorunlarına yabancılığının vurgulaması ve Demirtaş’ın tespitlerinin doğru bulunarak, destekleneceğinin açıklanması son derece önemlidir. 

Demirtaş, cumhurbaşkanlığı seçim maratonuna başlarken, sonuç ne olursa olsun kazananın savunulan ilkeler yani barış ve demokrasi olacağını söylemişti. Seçime iki haftadan daha uzun bir süre olmasına rağmen gelişmeler, Demirtaş’ın haklı çıkacağını göstermektedir. İşçi sınıfının önündeki en büyük engel olan milliyetçiliğin aşılması ve barışın toplumsallaştırılarak demokrasi mücadelesinin ortaklaşmasının değeri Türkiye hakları ve emekçiler için paha biçilmezdir. 

Sözün özü: Demokratik ve barış içinde bir Türkiye için emeğin özgürlüğü için tek seçenek Demirtaş’tır! 

18 Temmuz 2014 Cuma

İşçinin, emekçinin cumhurbaşkanı olur mu?


ÖZGÜRCE
18/07/2014

Devletin egemen sınıfın elinde olduğu sınıflı toplumlarda devletin başındaki kişi (adı cumhurbaşkanı da olsa) de egemenlerin temsilcisi olur elbette. Birçok kapitalist ülke gibi Türkiye’de de olan budur. Bugüne kadar cumhurbaşkanının antidemokratik seçim yasalarıyla oluşan parlamento tarafından seçildiği Türkiye’de egemenlerin hükmettiği halklarla birlikte işçi ve emekçileri temsil eden birinin cumhurbaşkanı olabilme ihtimali bile söz konusu olmamıştır. 

Türkiye’de ilk kez cumhurbaşkanı -parlamentoda grubu bulunan partilerin gösterdiği adaylar içinden- yurttaşların kullanacağı oylarla belirlenecektir. Egemenler, adayların parlamentoda grup oluşturabilmiş partiler tarafından belirlenmesi koşulunu kendilerini güvenceye almak için getirmişlerdir. Ancak Haziran 2011 seçimlerinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blokunun desteklediği ve bugün HDP çatısı altındaki milletvekillerinin oluşturduğu parlamento grubunun cumhurbaşkanı adayı belirleyebilmesi ezilen, ötekileştirilen kesimlerle birlikte emekçiler için de önemli bir fırsat yaratmıştır. Gerçi egemenler emekçileri, ezilenleri temsil edecek bir adayın seçilmesini engellemek için her türlü antidemokratik yöntemi kullanmaktan geri durmamışlardır. Ama AKP ve CHP tarafından körüklenen kutuplaşma siyasetinden biraz olsun arınıp; sömürünün kader olmadığı, ortak mücadeleyle ortadan kaldırılabileceği bilinciyle hareket etmek, tüm engellemeleri boşa çıkartacaktır.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy pusulasında yer alacak üç adaydan hangisinin emekçilerin temsilcisi olabileceğini anlamak son derece kolaydır. Bunun için adayların, hangi siyasi partiler tarafından aday gösterildiği, geçmişte savundukları fikirleri, gerçekleştirdikleri icraatları, söylemleri ve seçim için ortaya koydukları yazılı belgeleri incelemek yeterlidir.

Emekçilerin en yakından tanıdığı aday kuşkusuz Erdoğan’dır. Kendi kurduğu ve halen başında olduğu AKP tarafından aday gösterilen Erdoğan,12 yıllık başbakanlığı döneminde emekçilerin büyük mücadelelerle elde ettiği hakları ortadan kaldırmıştır. Onun başbakanlığı döneminde esnek, güvencesiz çalışma yaygınlaşmış, emekçiler en kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermeye zorlanmıştır. Sosyal güvenlik büyük ölçüde ortadan kalkmış, sağlık, eğitim ve diğer tüm kamu hizmetleri ticarileşmiştir. Erdoğan’ın başbakanlığında en az 13 bin işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. Halen TBMM’de görüşülmekte olan ve Soma katliamını sermayeye kıyak geçmek için fırsata dönüştürülen torba yasa Erdoğan’ın emekçilere, onların haklarına yaklaşımını gösteren en son örnektir. Demokrasi kavramının içinin boşaltılıp, kupkuru hale getirildiği vizyon belgesinde de Erdoğan, “Yeni Türkiye” olarak sermayenin Türkiye’sini tarif etmiştir. Sermayenin Türkiye’sinin emekçiler için anlamı; daha fazla sömürü, daha fazla iş cinayetinden başka bir şey değildir.

Adaylar içinde en az tanınanı CHP ve MHP’nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Türk-İslam sentezine dayalı devletçi bir gelenekten gelen İhsanoğlu, ne akademik yaşamında ne de diplomatlığı döneminde demokrasi, özgürlükler konusunda en ufak bir referansa sahip değildir. İslam ülkelerinin küresel kapitalizme entegrasyonunu amaçlayan İslam İşbirliği Teşkilatının genel sekreterliğini yapmış olan İhsanoğlu’nun seçim bildirgesi de demokrasiyle pek bir yakınlığı olmadığını göstermektedir. İhsanoğlu, seçim bildirgesini “ekmek” üzerine kurmuş ve “ekmek için” sloganını seçmiştir. Ancak İhsanoğlu’nun ekmeği, Erdoğan’ın demokrasisi gibi kupkurudur. Ekmeğin alın teri olduğundan söz eden İhsanoğlu’nun bildirisinde ekmeği kazanmak için hangi koşullarda çalışıldığı ve o koşulların düzelmesi için neler düşündüğüne bir cümlede bile olsun yer verilmemiştir.   

Cumhurbaşkanı adayları içinde diğer bir seçenek Selahattin Demirtaş’tır. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak parlamentoya giren milletvekillerinin içinde yer aldıkları HDP ve parlamento dışındaki demokrasi güçleri tarafından aday gösterilmiştir. Bütün yaşamı Türkiye’de insan hakları ve demokrasi mücadelesiyle geçmiştir. Türkiye’de ezilenlerin, sömürülenlerin, ötekileştirilenlerin ortak mücadele alanı olarak kurulan HDP’nin eş başkanıdır. “Yeni Yaşam Çağrısı” başlıklı tutum belgesinde demokratik Türkiye için görüşlerini ve hedeflerini açık biçimde ortaya koymuştur. Bu belgede esnek çalışma düzeniyle emekçilerin haklarının gasbedildiği vurgulanmış; “İş cinayetlerinin denetlenmesi, çocuk işçiliğinin önlenmesi, mevsimlik tarım işçilerinin çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesi için doğrudan müdahil olan, başta güvencesiz çalışanlar olmak üzere tüm emekçilerin sosyal haklarının takipçisi bir cumhurbaşkanlığı…” hedef olarak belirtilmiştir. 

Gerek bugüne kadar sürdürdüğü ve bundan böyle daha da fazla sahipleneceğini belirttiği demokrasi mücadelesi gerekse doğrudan emekçilere yönelik hedefleri, seçildiği taktirde Demirtaş’ın emekçilerin cumhurbaşkanı olacağını göstermektedir.

Sözün özü: Evet,  Demirtaş seçildiği taktirde işçilerin, emekçilerin de cumhurbaşkanı olacaktır. Emekçilerin kendi cumhurbaşkanlarına kavuşabilmesini sağlayacak tek koşul emekçilerin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesi için çalışmaları ve ona oy vermeleridir! 

11 Temmuz 2014 Cuma

Oyum Selahattin Demirtaş’a çünkü…

ÖZGÜRCE
11/07/2014

Burjuva demokrasisinin en büyük aldatmacası “devlet” adı verilen ve egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden bir aygıtı, topluma “tarafsız” diye yutturmaya çalışmasıdır. Devletin tarafsızlık yutturmacası parlamenter sistem üzerinden sağlanır. Burjuva demokrasisinde ortaya bir sandık konulur; sınıfı, ırkı, cinsiyeti, dini, mezhebine bakılmadan -burjuva demokrasisinin ilkel aşamalarında bu göstermelik eşitlik de yoktur- yurttaş olarak tanımlanan bireylere “eşit” oy hakkı verilir ve sandıktan çıkan iradenin yönettiği devletin de tarafsız olduğu savunulur. Sonuç olarak da burjuva demokrasisinin “tarafsız” devletinde sandığa giderken eşit sayılanların çoğunluğunun sömürüldüğü, ezildiği, yok sayıldığı bir düzen ortaya çıkar. Yani egemen sınıf her zaman kazanır, diğerleri her zaman kaybeder.
Cumhurbaşkanı Adayları Erdoğan ve İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanının taraflılığı-tarafsızlığı tartışmalarını, genel olarak devletin taraflılığı tartışmalarından ayrı düşünmemek gerekir. İhsanoğlu, bu tartışmada burjuva devlet adamlarının geleneksel yaklaşımıyla devletin de başı olarak gördüğü cumhurbaşkanının halka babalık etmesi gerektiğini savunuyor. Erdoğan ise tarafsızlık masalını bir yana bırakıp, açıkça taraf olduğunu söylüyor. Erdoğan’ın taraf olduğunu söylemesi dürüst bir tavır olarak görülebilir. Ancak Erdoğan, tarafını belirtirken toplumun hafızasını, zekasını yok sayarak tarafının milletten yana olduğunu iddia ediyor. Eğer millet olarak tarif edilen kavramın içine girenler emekçiler, Aleviler, Kürtler, kadınlar, gayrimüslimler değil de sadece patronlar, müteahhitler yani eski ve yeni burjuva kesimi ise Erdoğan, tarafını doğru tarif etmiş olabilir. Ama millet, tüm bu toplum kesimlerinden oluşuyorsa tarafını ilan ederken Erdoğan toplumu aldatmaya çalışmaktadır. Zira 12 yıllık iktidarında uyguladığı politikalarla Erdoğan, egemen gücün çıkarlarına hizmet etmiş; bunu yaparken de ırk, mezhep, din, cinsiyet ve en önemlisi sınıf ayrımcılığını cumhuriyet tarihinin en üst seviyesine taşımıştır. 
Kapitalizm gibi çıkar çelişkilerinin, çatışmalarının olduğu bir toplum düzeninde devletin de o devletin başındaki kişilerin de tarafsız olması beklenemez. Egemenler, devletin ve onun başındakilerin kendilerinden taraf olması için her türlü düzeneği oluşturur her türlü oyunu oynarlar. Demokrasinin, eşitliğin, özgürlüğün ve sonuç olarak dünyayı yaşanası bir hale getirmenin tek çaresi bu oyunu bozmaktır. Egemenlerin oyununu bozmak sömürülenlere, ezilenlere, ötekileştirilenlere düşer ki bunun için yegane yol birleşik bir mücadeledir.
Selahattin Demirtaş, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, egemenlere karşı birleşik mücadele kararlılığında olan toplum kesimlerinin ortak adayıdır. Demirtaş’ın alacağı her bir oy, egemenlerin başına inmiş ağır bir darbe; demokrasi, eşitlik, özgürlük için atılmış önemli bir adım olacaktır. İşte bu nedenle benim de oyum Selahattin Demirtaş’adır.

4 Temmuz 2014 Cuma

Demirtaş, KESK Kongresi ve demokrasi



ÖZGÜRCE
04/07/2014

Türkiye’de iktisadi, siyasi ve sosyal birçok sorun vardır ama bu sorunların kaynağı demokrasi yoksunluğudur. Katliamlara, sömürüye, ötekileştirilmeye, savaşa karşı çıkanlar karşılarında devletin şiddetini bulurlar. Çünkü demokrasi, devlet denen mekanizmayı ellerinde bulunduran egemenlerin en büyük korkusudur. 
Türkiye, her ay ortalama 100-120 işçinin iş cinayetlerinde öldürüldüğü (Haziran 2014’te iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden işçi sayısı 141 olmuştur), her gün en az iki kadının erkekler tarafından katledildiği, Sivas, Roboskî, Reyhanlı gibi katliamların aydınlatılmadığı, Kürtlerin anadilde eğitim başta olmak üzere kültürel ve siyasal haklarının kısıtlandığı, Aleviler başta olmak üzere inanç özgürlüğünün engellendiği, doğanın canlı yaşamını imkansız kılacak ölçüde tahrip edildiği, örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırıldığı, grevlerin yasaklandığı bir ülkedir (listeyi daha da uzatmak mümkündür). Bunların tümü Türkiye’nin en temel sorununun “demokrasi” olduğunu göstermektedir. 
Türkiye’nin demokrasi sorununu çözebilmesi için şüphesiz demokrasi yoksunluğu nedeniyle ezilen kesimlerin güçlerini bir araya getirebilmesi son derece önemlidir. 2011 seçimlerinde oluşan emek, demokrasi ve özgürlük bloğu ile bunun ardından kurulan HDK ve HDP’yle süren cephe hareketi Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ortaklaşmasına önemli katkı sağlamıştır. Bu cephe, Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı etrafında genişleyerek sürmektedir. 
Selahattin Demirtaş, bu ülkede ötekileştirilmiş, kimliği yok sayılmış bir Kürt olarak dünyaya gelmiş ve yaşamı boyunca da ötekileştirilmeye, yok sayılmaya karşı mücadele etmiştir. Demirtaş’ın içinde yer aldığı Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi, sadece Kürt halkının değil Türkiye’de demokrasi ihtiyacı olan tüm ezilmişlerin, sömürülenlerin ve ötekileştirilenlerin de mücadelesi olmuştur. Dolayısıyla Demirtaş, egemenlerin tüm baskı ve şiddetine karşı Türkiye’de demokrasi mücadelesinin doğrudan içinde yer almıştır.

Türkiye gibi demokrasi yoksunu bir ülkede toplumun demokrasiden yana tercihte bulunması ve demokrasi mücadelesinin içinden gelen bir kişiyi cumhurbaşkanı seçmesi, Türkiye halkları için makus talihini yenmek ve özgürleşme yolunda bir sıçrama yaratmak anlamına gelecektir. Ancak bu gerçekleşmese bile Türkiye halklarının dikta rejimine razı edilmeye çalışıldığı bir dönemde toplumun önüne demokrasi mücadelesinden gelmiş gerçek bir demokratın seçenek olarak sunuluyor olabilmesi bile başlı başına önemlidir. Demirtaş’ın seçimde alacağı oy oranı demokrasi mücadelesinin bundan sonraki süreci açısından belirleyici olacaktır. Bu bağlamda cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde emek ve demokrasi güçlerinin göstereceği çaba, demokrasi mücadelesi için son derece önemlidir!
***
Yukarıda çizmeye çalıştığımız demokrasi yoksunluğuna karşı mücadelede, sendikalar son derece önemli aktörlerdir. Sendikaların demokratikleşmede üzerine düşen rolü üstlenebilmesi, iki temel özelliği barındırmasına bağlıdır: 1) Sendikaların devlet ve sermayeden bağımsız olması, 2) Demokratik bir iç işleyişe sahip olması. Türkiye’de sendikaların önemli bir bölümü bu iki özelliği de taşımaz. Patronlar ve siyasi iktidar, sendikaları denetimleri altında tutar ve sendikaların işçilerin hakları için de demokrasinin gelişmesi için de mücadele etmelerini engeller. KESK, tüm baskılara karşı direnerek sermaye ve devletten bağımsız olmayı başarabilmiş nadir sendikal örgütlenmelerden biridir. Ancak demokratik iç işleyiş bakımından diğer tüm sendikalar gibi KESK’in de önemli eksiklikleri vardır. KESK ve KESK’e bağlı sendikalar özellikle 4688 sayılı yasayla birlikte “fiili ve meşru mücadele hattı” yaklaşımından uzaklaşmış; kararlar, işyerlerinde tartışılmadan, merkezi düzeyde alınmaya başlamıştır. Bu da sendika yönetimlerinin işyerleriyle bağının zayıflamasına ve üyeler arasında sendikaya yabancılaşma eğilimlerinin artmasına yol açmıştır.

3 Temmuz’da 8. Olağan Genel Kurulu başlayan KESK, 1990’lı yıllardan bu yana Türkiye’de demokrasi mücadelesinin öncü güçlerinden biridir. Umuyorum KESK, 8. Olağan Genel Kurulu’nda başta sendika içi demokrasiye ilişkin eksikliklerini giderecek, emek ve demokrasi mücadelesinde yoluna daha güçlü biçimde devam edecektir. 

Bu yazının kaleme alındığı sıralarda demokrasi cephesinin cumhurbaşkanı adayı Demirtaş, KESK’ten destek isteyens bir konuşma yapmıştır. Bu destek talebine vereceği yanıt, cumhurbaşkanlığı seçiminde alacağı tavır ve bu süreçte yürüteceği kararlılık KESK’in Türkiye’de demokrasinin inşasında oynayacağı rolü de belirleyecektir.