2 Mayıs 2017 Salı

İstanbul mitingi: OHAL koşullarında 1 Mayıs…

EVRENSEL
01/05/2017

OHAL koşullarında 1 Mayıs en iyi nasıl olurdu derseniz, Bakırköy 1 Mayıs alanını gösterebiliriz herhalde. Alan pek coşkulu olmasa da canlıydı ve çok renkliydi. Geride bıraktığımız referandum sürecinde “hayır”ı örgütleme çalışmalarındaki birliktelik ve (YSK’nın açıkladığı sonuç bir tarafa) sandıktan “hayır”ın çıkmış olmasının verdiği moral alandaki canlılığın önemli bir nedeniydi. Daha önce 1 Mayıstan 1 Mayısa karşılaşan sendikalar, siyasi gruplar çok kısa zaman önce işyerlerinde mahallelerde birlikte “hayır” çalışması yapmışlardı ve bu çalışma başarılı olmuştu. İşte bu birlikte başarmış olma duygusu alana yansıyordu. 
Öte yandan OHAL’le birlikte demokrasinin, hakkın, hukukun ortadan kaldırılması; referandum sürecindeki eşitsiz koşullar ve şaibeli referandum ile kalıcı hale getirilmek istenen otoriter düzen, ortak bir mücadele yürütmeden bu karanlıktan çıkılamayacağını açık biçimde göstermişti. Özellikle getirilen anayasa değişikliği ile parlamentonun işlevsizleştirilmesi, parlamentodan umudun tamamen kesilip, sokakta mücadelenin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyordu. Doyalısıyla hem düzenleyenler hem de katılanlar için 2017 1 Mayıs’ı daha farklı anlamlar taşıyordu. 1 Mayıs diğer birçoklarından farklı olarak konfederasyonların yasak savmak için düzenledikleri bir etkinlik olmaktan öte daha fazla karanlığa gömülmeden önce son bir olanak olarak görüldüğü anlaşılıyordu. Öte yandan katılanlar da daha önceki adet yerini bulsun diye değil, birlik, dayanışma içinde mücadele edilmezse işlerini, aşlarını, özgürlüklerini tamamen kaybedecekleri bilinciyle alanlardaydı. Elbette önceki yıllardan farklı olarak 1 Mayıs’ın alan tartışmasına boğulmamış olması da alandaki canlılığa, renkliliğe yansıyordu. 
Bakırköy 1 Mayıs alanından benim aldığım iki mesaj şudur: 1. Farklı kesimlerin çok farklı talepleri vardır (doğal olarak). Ama bu taleplerin gerçekleşmesi için olmazsa olmaz olan barış, demokrasi, özgürlüklerdir, mücadele bunlar etrafında ortaklaşmalıdır. 2. Sadece oy vererek taleplerin karşılanmayacağı açık biçimde görülmüştür. İşyerlerinden, mahallelerden başlayarak örgütlenmeli ve mücadele tüm alanlara taşınmalıdır. 

23 Nisan 2017 Pazar

Sermayenin referandumu: 'Demokrasiden vazgeçilebilir'

EVRENSEL (Pazar Eki)
23/04/2017

Devletin tüm olanakları ve baskı gücü kullanılmasına rağmen, 16 Nisan referandumunda sandıktan “evet” çıkmaması üzerine hukuki, ahlaki ve vicdani hiçbir kalıba sığmayacak yöntemler kullanılarak halkın iradesine ipotek konuldu! Referandumda iradesi sandığa yansımayan sadece “hayır” oyu verenler değildi; referandum öncesinde gerçekleri öğrenmesi engellenen ya da yaratılan korku ortamına teslim olarak  “evet” oyu verenlerin de iradesi sandığa yansımadı. Böylece “milli irade” söylemiyle yürütülen bir kampanyanın ardından millet iradesinin tamamen ortadan kaldırıldığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin bir elde toplandığı otokratik bir rejim topluma dayatılmış oldu. 
Referandum sonuçları üzerine gerek toplumun, gerekse uluslararası kamuoyunun bir kesiminde anayasa değişikliğinin meşruiyeti tartışılmaya başlandı. Aslında tartışma konusu olması gereken sadece referandum sonuçlarıyla sınırlı değildir. Bir yargı kurumu olan YSK, aldığı kararlarla hukukun en temel ilkelerini öylesine ayaklar altına almıştır ki; Türkiye’de bundan böyle adaletli bir seçimin yapılabilme olasılığı ve -zaten zedelenmiş olan- yargı sistemine güven tamamen ortadan kalkmıştır. Yargı ve hukuk düzenine güvenin ortadan kalkması, “tek adamın” ağzından çıkanın dışında bir hukukun olmadığı ve tek adama mutlak itaatten çare kalmadığı algısı da yaratmıştır. 

DİYALEKTİK NE GÖSTERİYOR?

16 Nisan’da referandumla rejimi değiştirme süreci, tarihte pek çok kez karşılaştığımız egemenliğin yeniden üretilerek sürdürülebilmesi çabalarının yeni bir örneğidir. İnsanlık tarihinin her döneminde egemenliği elinde bulunduran iktidar sahipleri, her zaman iktidarlarını sürekli kılmak için toplumun rızasını almaya çalışmış, bunu sağlayamadıklarında da devletin baskı araçlarını kullanmışlardır. Çıkarları iktidar sahibiyle örtüşmeyen ve egemene rıza göstermeyenler ise buna karşı mücadele alanları geliştirmişlerdir. Bu mücadeleler etkili olabildikleri ve iktidarın kendisini yeniden üretmesini engellenebildikleri ölçüde iktidarı sarsmış ve iktidar sahiplerini iktidarlarını paylaşmak zorunda bırakmış ya da yıkmıştır. Tarihi oluşturan bu diyalektiğin en güzel örneği 19. yüzyılda burjuvazinin iktidarına karşı işçi sınıfının mücadelesidir. İşçi sınıfı mücadelesi, burjuvazinin iktidarını sarsmış, burjuvazi buna karşı kimi zaman tavizler vererek (toplu pazarlık, sosyal güvenlik, burjuva siyasetine katılım hakkı vs), kimi zaman da şiddet araçlarını kullanarak iktidarını sürdürmüştür. Öte yandan burjuvazi, emek sürecinde işçi sınıfı üzerinde yeni denetim mekanizmaları oluşturarak işçi sınıfı mücadelesini etkisizleştirecek üretim biçimlerini yeniden düzenlemiştir. İşçi sınıfı mücadelesi güç kazandıkça iktidar daha geniş kesimlerce paylaşılmış, demokrasi gelişmiş; mücadele zayıfladığında ise iktidar otoriterleşmiş, demokrasi gerilemiştir. 
16 Nisan referandum süreci de tarihsel diyalektik içerisinde değerlendirilmelidir. Türkiye’de burjuvazi ve onun bugün temsilcisi durumunda olan AKP, 15 yıldır kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman AB, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kapitalist birlikler ve kurumların da desteğiyle toplumun önemli bir kesiminin rızasını alarak iktidarını sürdürmüştür. Neoliberal yapısal uyum programının yaşama geçirildiği 15 yılda Türkiye, sermaye için son derece cazip bir kâr alanı haline getirilmiştir. Ancak, özellikle 2011-2012 yıllarından itibaren ekonomik büyüme yavaşlamaya başlamış, ihracat düşmüş, doğrudan yabancı yatırımlar azalmıştır. Bunda Türkiye’nin jeopolitik risklerinin artmasının yanı sıra küresel düzeyde rekabet gücünün zayıflamasının da önemli etkisi olmuştur. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan Küresel Rekabetçilik Endeksinde Türkiye, 2014 yılında 41. sıradayken 2016 yılında 55. sıraya gerilemiştir. Türkiye, küresel pazarda katma değeri yüksek, teknolojik ürünler yerine halen düşük katma değerli, emek yoğun üretimle yer almaktadır. Hal bu olunca da rakipleri Bangladeş, Kamboçya, Mısır gibi emek gücünü ve beraberinde tüm doğal kaynaklarını ve toplumsal varlıklarını sermayenin sömürüsüne sınırsız biçimde açan ve bunu da otoriter rejimlerle sağlayan ülkeler olmaktadır. Türkiye bu ülkelerle rekabet edebilmek için benzer koşulları sağlamak durumundadır. Yani başta sosyal haklar ve örgütlenme hakkı ile bu hakların savunulmasını engellemek üzere düşünce ve ifade özgürlüğünden, adil yargılanma hakkına kadar en temel insan haklarının Türkiye'de de ortadan kaldırılması gerekmektedir. Oysa burjuvazinin çıkarları çerçevesinde oluşturulan ve Türkiye’de ağır aksak da olsa uygulanmaya çalışılan demokrasi ve hukuk düzeni buna engel teşkil etmektedir.
İşte, 16 Nisan referandumu ile yapılmak istenen rejim değişikliği, küresel rekabette engel olarak görülen demokrasi ve hukuk düzeninin ortadan kaldırılıp, iktidarın tek elde toplandığı otoriter bir düzenin inşa edilmesini amaçlamaktadır. Aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL’le birlikte demokrasi ve hukuk zaten rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise demokrasi ve hukuk düzeninin geri dönüşü olmayacak biçimde tüm izleriyle birlikte silinmesi istenmektedir.
Referandum sürecinin adaletsizliğine ve hukukun en temel ilkelerinin bile çiğnendiği referandum sonuçlarına dünyadan çeşitli tepkiler gelmektedir. Ancak bu tepkiler, rejim değişikliğinin içeriğinden ziyade hukuk ihlallerinin referandumun meşruiyetini tartışılır hale getirecek ölçüde kaba biçimde yapılmasınadır. İçerikten çok şekle ilişkin olan bu tepkiler uzun sürmeyecektir. Aynı şekilde Türkiye’de sermaye çevreleri ve hatta “hayır” çalışması yürütmüş ama sermaye ile çıkarları çatışmayan kesimler de (CHP, MHP, AKP, Vatan Partisi içindekiler vs) kısa zamanda, demokrasi vs kaygılarını bir kenara koyup, bu yeni rejimi kabulleneceklerdir.

SALDIRI SINIFSALSA MÜCADELE DE SINIFSAL OLMALI!

Peki, bu durumda Erdoğan’ın söylediği gibi iş bitmiş, “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” midir? Elbette iş bitmemiştir, böyle düşünmek diyalektiğe, tarihin akışına aykırıdır. Dayatılan rejim değişikliği ile hakları ellerinden alınan emekçiler, Kürtler, Aleviler ya da sadece ahlakı ve vicdanıyla hareket edenler haklarını yeniden elde etmek için mücadele edeceklerdir. Zamanla gerçeği gören “evet”çiler de bu mücadele içerisine yerlerini alacaktır. 
Referandum sürecinde toplumu korkutarak sindirmeye yönelik tüm çabaların boşa çıkartılması; hukuk dışına çıkılmadan “hayır”ın sandıktan çıkmasının engellenememiş olması ve YSK kararlarına sokaktan verilen tepkiler işin kolay kolay bitmeyeceğini göstermektedir. Ancak bu mücadelenin başarılı olabilmesi ve daha fazla bedel ödenmesine gerek kalmadan sonuçlanabilmesi için karşı karşıya olduğumuz rejim dayatmasının sınıfsal yönünün gözden kaçırılmaması ve mücadelenin de bu çerçevede sınıfsal bir perspektifle yürütülmesi gerekmektedir.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Demokrasi, şaibeli bir referandum sonucuna teslim edilemez!

EVRENSEL
17/04/2017

16 Nisan’da Türkiye’de bir siyasi rejim değişikliği oylandı. Oylamaya konu olan anayasa değişikliği, insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesiyle elde edilmiş en temel hakların ortadan kaldırılmasını amaçlıyordu. Parlamenter sistemi işlevsiz hale getiren ve erkler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, tüm erkleri tek adama veren çağ dışı bir rejimin halkın oyuna sunulması, Türkiye için başlı başına utanç vericidir. Öte yandan rejim değişikliğini içeren bir düzenlemenin OHAL koşullarında yapılıyor olması ve bu çerçevede haber alma, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı, koşullarda bu oylamanın gerçekleştirilmesi ise ayrıca kabul edilemez bir durumdur. Oylama, Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin eş başkanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanları ile gazetecilerin tutsak olduğu; KHK’ler ile hiçbir hukuki temeli olmadan akademisyenlerin, kamu emekçilerinin işlerinden atıldığı; toplumun her kesimine korku salındığı koşullarda yapılmıştır. Bunlar yetmezmiş gibi “evet” cephesi referandum sürecinde devletin tüm olanaklarını kullandığı gibi cumhurbaşkanı, başbakan konuşmalarında birçok kez “hayır” cephesini “terörist” ilan etmiştir.

ŞİDDET VE YIKIMA RAĞMEN

İşte tüm bu baskılara rağmen toplumun çok farklı kesimlerinden (Kürt, Türk, milliyetçi, sosyalist, Alevi, Sünni, işçi, köylü, esnaf, vs) büyük bir çoğunluk, yaratılmak istenen korku ortamını aşmış ve farklı gerekçelerle de olsa “hayır”ı örgütleyerek, getirilmek istenen çağdışı, antidemokratik rejime karşı direnmiştir. Bu kesimler içinde en takdire şayan olan şüphesiz ki Kürtlerin referanduma yönelik tavrıdır. Kürtler, 7 Haziran sonrasında karşı karşıya kaldıkları şiddet ve yıkıma rağmen, Türkiye’de demokrasinin yeniden tesis edilebileceği ve birlikte yaşama ilişkin umutlarını kaybetmemiş, siyasi kadrolarının büyük bölümü tutsak olmasına rağmen “hayır” cephesinin en etkili güçlerinden biri olmuştur.

SENDİKALARIN TUTUMU İBRET VERİCİ

Referandumda tüm baskılara rağmen Kürt illerinden çıkan “hayır” oylarının Türkiye ortalamasının çok üzerinde olması Kürtlerin Türkiye’de demokrasiyi sahiplenmesinin en açık göstergesidir. Buna karşılık referandum sonuçlarına göre emekçilerin yoğun olduğu illerde (Bursa, Kocaeli, vs) “evet” oylarının yüksek olması işçi sınıfının demokrasiyi sahiplenme konusundaki zafiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Kürtlerle işçi sınıfı arasındaki bu fark, elbette örgütlülüğe dayanmaktadır. İşçi sınıfının örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun olmasının demokrasiyi sahiplenme arzusuna ve bunun için yürüttüğü mücadeleye de yansımaktadır.
Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların Türkiye’yi yüzyıllarca geriye götürecek, kör-topal yürüyen demokrasinin dahi izlerini tamamen ortadan kaldıracak bir rejim değişikliği karşısında sessiz kalması ve hatta bu değişikliği desteklemesi Türkiye işçi sınıfı hareketi için ibret vericidir. Bu örgütlerin çatısı altında demokrasi ve sınıf mücadelesinin ne kadar sürdürülebilir olacağı, önümüzdeki süreçte üzerinde düşünülmesi gereken önemli konulardan biri olmalıdır.

BİRLİKTELİK SÜRDÜRÜLMEK ZORUNDA

16 Nisan referandum sonuçlarının açıklandığı ilk saatlerde durum son derece belirsizdir ve açıklanan sonuçlar şaibelidir. YSK’nin oy sayım işlemine geçildiği sırada yaptığı, mühürsüz zarfların da geçerli sayılacağı kararı; oy verme işleminin sona ermesinin hemen ardından seçim sonuçlarının açıklanmasına ilişkin yasağın kalkması ve Anadolu Ajansı’nın manipülatif açıklamaları referandum süresince var olan yaklaşımın devam ettiğini göstermektedir. 80 milyonluk bir ülkenin akıbetinin böylesine şaibeli bir referandum sonucuna göre belirlenmesi mümkün değildir.
AKP, bu şaibeli sonuçlar üzerinden zaferini ilan etmiş ve taraftarlarını sokağa dökmüştür. Bundan sonra “hayır” cephesi ve en başta CHP’nin meseleyi ne kadar sahipleneceği belirleyici olacaktır.
Ancak sonuç itibariyle Türkiye’de demokrasi mücadelesinin şaibeli bir referandum sonucuna teslim olması düşünülemez. “Hayır” üzerinden yürütülen referandum çalışmalarında akıllara gelmeyecek pek çok kesimin bir araya gelmiştir ve bu kesimler demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelinde bu birlikteliğini sürdürmek zorundadır.

26 Mart 2017 Pazar

İş, aş, savaş ve referandum!

EVRENSEL (Pazar Eki)
26/03/2017


16 Nisan referandumu yaklaştıkça, referandumda oylanan anayasa değişikliğinin içeriğinden çok, sandıktan çıkacak sonucun toplumsal yaşamı nasıl etkileyeceği konusundaki kaygılar öne çıkıyor. Bu kaygılar iki temel nedene dayanıyor. Bunlardan birincisi toplumda gerginliğin tırmanması ve şiddetin yaygınlaşması; Cumhurbaşkanı ve diğer AKP’lilerin seçim sonucuna yönelik tehditkâr açıklamaları bu kaygıları daha da artırıyor kuşkusuz. Kaygının diğer bir nedeni ise iş, aş meseleleri. Referandum sürecinden bağımsız, ekonomiye ilişkin veriler ve analizler uzunca bir süredir Türkiye’nin büyük bir krize sürüklendiğine işaret ediyordu zaten. OHAL uygulamaları ve referandum dayatmasının neden olduğu siyasi belirsizlik, krizi hızlandırıp, yıkımı daha da arttıracağı düşüncesini güçlendirdi. 
Peki, bu gelecek kaygısı referandumda sandığa nasıl yansır?
“Evet” cephesinin stratejisinin kaygıları korkuya, korkuları da oya dönüşmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Geleceğinin daha da belirsiz olmasından korkan seçmenin, bu belirsizliğe neden olan ekonomik ve siyasi ortamı yaratanları sorgulamak yerine korku ve panikle kendisine dayatılan anayasa değişikliğini kabullenmesi bekleniyor. “Hayır” cephesinin bir bölümünün iş, aş, demokrasi, barış meselelerine girmeden ve hatta bu konularda AKP’nin 14 yıldır uyguladığı anlayışı (neoliberal politikaları, milliyetçiliği, savaşı vs) daha da radikal biçimde savunması korkuları derinleştiriyor ve “evet” cephesinin çanağına su taşımış oluyor. 
Buna karşılık iş güvencesini, sosyal haklarını kaybeden toplumun geniş bir kesimi referandumla getirilmek istenen otoriter düzenin belirsizliği arttıracağına; yaşam alanlarına daha kolay el konulabileceğine; etnik ve mezhepsel ayrımcılığın derinleşeceğine ve daha da güvencesizleşerek, yoksullaşacağına inanıyor. Bu kesim içinde önemli bir bölümün Türkiye’de demokrasi, insan hakları, laiklik konularında AKP döneminde yaşanan gerilemenin işlerini, aşlarını kaybetmelerinin de nedeni olduğu bilinciyle, referandumda “hayır” diyeceğini düşünüyorum.
Kısacası büyük bölümü işçi, küçük üretici, esnaf, çiftçi olan yani emeğiyle geçinenlerden oluşan Türkiye toplumu sandığa giderken ortak duygusu ağırlıklı olarak iş, aş derdi; siyasal gerilim ve savaş kaygısı olacaktır. Eğer bu kaygı korkuya yenik düşerse sandıktan “evet” çıkacak; ama bu kaygı direnişi ve mücadeleyi körüklerse sandıktan “hayır” çıkacaktır. Önümüzdeki kısa ve son derece eşitsiz, hukuksuz, antidemokratik seçim sürecinde yürütülecek çalışmalar sandıktan çıkacak sonucu belirleyecektir.

REFERANDUM YAKLAŞIRKEN YÜKSELEN SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI...

16 Nisan referandumuyla AKP’nin ekonomi ve savaş politikaları arasındaki bağlantıyı gözden kaçırmamak gerekir. Küresel düzeyde yaşanmakta olan kriz diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sermayenin bir kesiminin savaş ekonomisinden medet ummasına neden olmuştur. Bu savunma (silah) sanayi strateji planlarına da yansımıştır. Örneğin 2009 yılında yaklaşık 3 milyar dolar civarında olan silah sanayi cirosunun 2012-2016 döneminde 8 milyar dolara, 2023’te 25 milyar dolara, 2030’da ise 30 milyar dolara çıkması hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda bir taraftan genel bütçede savunma harcamaları artarken, diğer taraftan özellikle 2008 krizinin ardından özel sektör yatırımları silah sanayine ve onunla birlikte savaşla talebi artan diğer alanlara kaymaya başlamıştır.  Her ne kadar 2012-2016 hedefine ulaşılamayıp silah sanayi cirosu 5 milyar dolarda kalmışsa da 6-7 yıllık bir sürede cironun 3 milyardan 5 milyara çıkması da küçümsenecek bir artış değildir.
Savaşa yapılan yatırımın kâra dönüşmesi için kuşkusuz savaşın gerçekleşmesi gerekir. Bu bağlamda silah sanayi konusunda atılım hedeflerinin yapıldığı yıllarda Türkiye’nin Suriye iç savaşına müdahil olmak konusundaki hevesi hatırlanmalıdır. 2009 yılında Meclis dışından Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Davutoğlu’nun “derinlikli” stratejisinin bu süreçlerden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Tüm gayretlere rağmen söz konusu stratejinin başarısız olması ve Suriye’de savaşın içine yeterince “dalınamaması” silah sanayi hedeflerinin ıskalanmasında da önemli bir etken olarak değerlendirilmelidir. Gerçi 7 Haziran seçimleri sonrasında yeniden başlayan çatışma süreci silah sanayi için bir can simidi olmuştur belki ama yine de hedeflere ulaşılamamıştır. 
AKP’nin Suriye’deki savaşkan gayretlerinin karşılık bulamaması üzerine yeni savaş (düşman) arayışlarına yöneldiği görülmektedir. Kardak kayalıkları ya da Ege Adaları üzerinden Yunanistan’la gerilimin arttırılmaya çalışılması; Hollanda, Almanya ve diğer AB ülkelerine karşı doğrudan Dışişleri Bakanı tarafından dillendirilen savaşçı söylem bu arayışın yansımasıdır. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda savaşkan politikalar izleyen ülke sadece Türkiye değildir. ABD, Rusya, Çin, İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin de savaştan medet uman küresel sermayenin ihtiyacı doğrultusunda savaş politikalarını gündeme getirdiğini de unutmamak gerekir. 

SAVAŞ İÇİN TEK ADAM REJİMİ GEREKİR!

Savaş, kapitalizmde birikimin kaçınılmaz koşulu olmakla beraber toplum için ekonomik, sosyal ve insani bedeli çok ağır bir seçenektir. Bu nedenle savaş politikalarının demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir düzende uygulanması neredeyse imkansızdır. Toplumu savaşa razı etmek için önce gerçekleri öğrenme kanallarının kapatılması, milliyetçi duyguların kabartılması ve tüm bunlara rağmen barışı savunanların da şiddetle baskı altına alınması gerekir. Tek adam rejimi bu süreçler için idealdir. Tarihte bunun pek çok örneğini görmek mümkündür.
2009’dan 2030’a yani 20 yılda silah sanayini 10 kat büyütmeyi hedefleyen bir hükümetin, planladığı savaşın boyutlarını tahmin etmek zor değildir. Bu boyutta bir savaşı planlayanların bunun için gerekli koşulları da hazırlaması kaçınılmazdır. Lafı daha fazla uzatmadan söyleyeyim: 16 Nisan’da referandum sandığı Türkiye’de toplum için bedeli son derece ağır olacak büyük bir savaşın ihtiyaç duyduğu totaliter düzeni sağlamak için kurulmaktadır. Dolayısıyla 16 Nisan’da verilecek “evet” oyları henüz düşmanı (düşman etnik, mezhepsel farklılıkları nedeniyle komşumuz, arkadaşımız da olabilir) tam olarak belirlenmemiş savaş politikalarının da onaylanması olacaktır. 
Düşman kim olursa olsun savaşların kazananları ve kaybedenleri bellidir. Kazanan, savaş ekonomisinin kurallarına uyan ve iktidarın desteğini alan sermaye kesimi olacaktır. Kaybeden ise 16 Nisan’da sandığa giderken kaygıları ortaklaşan emeğiyle geçinen kesimler, yani toplumun yüzde 90-95’i olacaktır.
Sözün özü: İş için aş için barış içinde demokrasi ve hukukun geçerli olduğu bir toplumda yaşamak için 16 Nisan referandumu iyi değerlendirilmeli ve sandıklar “hayır”lı oylarla doldurulmalıdır!

17 Şubat 2017 Cuma

Bütçe hakkının gasbı: Varlık Fonu!

EVRENSEL (Pazar Eki)
12/02/2017

Demokratik toplumlarda ulusal gelirler ve giderler üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi toplum adına parlamentoya verilmiştir. Bütçe hakkı olarak da ifade edilen bu yetki, toplumun parlamentoya emanetidir. Her yıl kanun haline getirilen bütçe, siyasi iktidar tarafından uygulanır, parlamento tarafından denetlenir. Dolayısıyla siyasi sorumluluk yürütme ve yasama organlarında yer alan milletvekillerine aittir. Bütçenin nasıl kullanılacağı yani gelirleri oluşturacak kaynakların nereden elde edileceği ve nerelere harcanacağı, siyasi iktidarın benimsediği ekonomi politikalarıyla şekillenir. Örneğin liberal, sosyal demokrat ya da sosyalist partilerin benimsedikleri ekonomi politikalarına göre bütçe tercihleri de farklı olacaktır. Seçimlerde yurttaşlarda buna göre kendileri için en iyisi olduğunu düşündükleri partiye oy verecek ve bütçe hakkını ona teslim edeceklerdir. Sınıflar arası güç dengelerine ve dönemin sermaye birikim rejiminin ihtiyaçlarına göre bütçe tercihleri, toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını gözetebileceği gibi tam tersine toplumun emaneti olan kaynakları bir avuç sermayedara aktaran tercihlerde de bulunabilir.
Doğu Blok’unun dağılıp, dünyanın tek kutuplu hale gelmesiyle beraber, neoliberal politikaların alternatifsiz olduğu iktidar alternatifi olabilecek partiler tarafından kabul edildi ve alternatif politikalar ortaya konulmadı. Böylece ekonomi politikaları ve bütçe tercihlerinin siyaset üzerindeki etkisi silikleşti. Birçok ülkede liberal, sosyal demokrat ve hatta kendisini sosyalist olarak tanımlayan partinin iktidarlarında uyguladıkları neoliberal politikalarla bütçe tercihi sürekli olarak toplumun geniş kesimlerinin aleyhine oluştu. Bu bağlamda halkın sırtına yüklenen vergiler ve özelleştirmelerle elde edilen kaynaklar sermayeye aktarıldı; denetim zayıfladı, yolsuzluklar arttı.
Kapitalist ülkelerin büyük bölümü için geçerli olan bu durumu AKP kendi iktidarını yeniden üretmek üzere “iyi” değerlendirdi. Meclis çoğunluğuna sahip bulunması ve karşısına alternatif ekonomi politikaları getirecek muhalefetin de olmamasından yararlanarak bütçeyi çıkarları doğrultusunda kullandı. Yıllar içinde AKP iktidarı güçlendikçe bütçe tamamen siyaset dışı alana itildi. Bütçe görüşmeleri, Meclis’in de toplumunda üzerinde tartışmadığı adeta bürokratik bir işlem gibi ellerin kaldırılıp indirilerek kabul edildiği ve denetimin zayıfladığı bir hale dönüştü.

KAMU KAYNAKLARINI SERMAYEYE AKTARMAK

Ancak AKP’nin de uygulamakta olduğu neoliberal politikaların toplumun canını yakacak sonuçlar giderek artan biçimde hissedildikçe ve yolsuzluklar çeşitli biçimlerde gündeme geldikçe ekonomi politikalarının bütçe tercihi üzerinden yarattığı eşitsizlikleri toplumun tepkisini çekmeden sürdürmek zor hale gelmeye başladı. Öte yandan vergi ve özelleştirme kaynakları giderek derinleşen krizin sürdürebilmesi için yetersiz kaldı.  Bunun üzerine Kamu-Özel İşbirliği vb kamu kaynaklarını sermayeye aktarmak içini yeni yöntemler geliştirildi. Artık sadece mevcut varlıklar değil, gelecek nesilleri de etkileyecek biçimde yerüstü ve yeraltında yer alan tüm varlıklar sermaye için kaynak haline getirilmeye başlandı.
Bu durumun tüm baskılara ve iktidarın güdümündeki medyanın gerçeklerin çarpıtılması için bir propaganda silahı olarak kullanılmasına rağmen toplum tarafından kabullenilmesi mümkün değildi. Baskıların daha da artması ve toplumun bilgi edinme kanallarının tamamen tıkanması gerekiyordu. Böyle bir ortamın sağlanabilmesi daha önce 24 Ocak 1980’deki kararların 12 Eylül darbesiyle uygulanabilir olması gibi, ancak bir darbe ya da o etkiye sahip bir olayla mümkün olabilirdi.

DARBE GİRİŞİMİNİN OLANAK OLARAK KULLANILMASI

İşte, 15 Temmuz darbe girişimi bu olanağı sağladı (ya da olanak olarak kullanıldı). Sonuç itibariyle darbe girişimi gerekçe gösterilen OHAL sayesinde televizyonlar, gazeteler kapatılarak; gazeteciler cezaevlerine gönderilerek toplumun bilgi edinme kanalları tıkandı. Öte yandan muhalefet partilerine, demokratik kitle örgütlerine yönelik baskılarla ve özellikle kamuda işten çıkarma furyasıyla yaratılan korku üzerinden toplumsal muhalefet tamamen susturulmaya çalışıldı. Bu ortamdan yararlanılarak da darbe girişiminin üzerinden henüz iki hafta geçmişken Varlık Fonu’nu içeren yasa tasarısı Meclis’e getirildi ve ne olup ne olmadığı toplum tarafından anlaşılmadan ve Meclis içinden ve dışından da ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan yasalaştı ve yürürlüğe girdi.

GELECEK İPOTEK ALTINDA

Varlık Fonu, gerek gelirleri gerekse giderleri hiçbir siyasal ve yasal denetime tabi olmadan tamamen iktidarın keyfi tercihleriyle Türkiye’nin bugünü ve geleceğini sermaye için kaynak haline dönüştürdüğü bir uygulamadır. Bununla parlamento fiilen yok sayılmış, bütçe hakkı ortadan kalkmıştır. Başka bir ifadeyle siyasi iktidar toplumun aklınıza gelebilecek tüm varlıklarına “el koyma” yetkisini elde etmiştir.
Varlık Fonu’nun sermayenin ağzını sulandırmış olduğuna hiç kuşku yoktur. Ana muhalefet partisinin içinden cılız sesler çıksa da esas itibariyle Varlık Fonu’na karşı çıkmamış, bunun nelere mal olacağını topluma anlatmamış ve alternatif hiçbir politika ortaya koymamıştır. Sendikalar da yine aynı şekilde aslında tamamen sınıfsal bir içeriğe sahip olan fon uygulamasını görmezden gelmiştir.
Oysa Varlık Fonu’nu demokrasi ve parlamenter rejim bağlamında anlatılabilirse siyasi tercihi ne olursa olsun tüm halk kesimleri için başlı başına bir “hayır” gerekçesi oluşturacaktır. Referandum süreci Varlık Fonu ve benzeri demokrasi dışı ve toplumu yoksullaştıracak, geleceğini yok edecek uygulamaların anlatılması için de bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.