28 Aralık 2012 Cuma

Cadı kazanı (yine) üniversitede..!



ÖZGÜRCE
28/12/2012

Tarihin her döneminde egemen güç, bilimi tahakkümü altına almak istemiş; bilimciler de bunu engellemek için sürekli mücadele etmişlerdir. Örneğin bilimi dinin sınırları içerisine hapsetmeye çalışan ortaçağın din egemen toplumlarında; bilim insanları engizisyon mahkemelerinde yargılamayı ve hatta ölümü göze alarak bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Kapitalist toplum düzeninde de burjuvazi ve ulus-devletin iktidarını elinde bulunduranlar bilim ve üniversiteleri ideolojilerini yeniden üretmenin bir aracı haline getirmeye çalışmışlardır.
Üniversite üzerinde tahakküm kurma çabaları Türkiye’de de sürekli olarak gündemde olmuştur. Bunlar içinde en çok akılda kalanlarından biri dönemin iktidarına boyun eğmeyen Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi aydın, ilerici bilim insanlarının 1948 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden uzaklaştırılmalarıdır (bu konuda bkz: Üniversite’de Cadı Kazanı 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası, Hazırlayan Mete Çetik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998). 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de üniversiteleri ve bilimi sermayenin ve devletin tahakkümü altına almayı amaçlamış; buna direnen birçok bilimci tutuklanmış ya da üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
12 Eylül darbesi, sermayenin ve devletin üniversite ve bilim üzerinde tahakküm kurma çabasını YÖK’ü kurarak sistematik hale getirmiştir. 31 yıllık YÖK düzeni ardında üniversiteler, yönetsel olarak siyasi iktidarın mutlak etkisi altında bulunan, idari ve akademik özerkliğini tamamen kaybetmiş, ticarethane mantığı içinde işletilen kurumlar haline dönüşmüştür.
AKP Hükümeti, 2007 yılına kadar YÖK düzenini anti-demokratik bir yapı olarak eleştirirken, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının ardından -yine YÖK’ü kullanarak- üniversite üzerinde tahakküm kurmayı amaçlamıştır. AKP yaklaşık 4 yıl içinde amacına önemli ölçüde ulaşmıştır. Ancak geçen hafta ODTÜ’de yaşanan olaylar ve bunun ardından üniversite yönetiminin, polisin öğrencilere yönelik şiddetini kınayan açıklaması AKP tarafından üniversite üzerinde kurduğunu düşündüğü egemenliğe bir başkaldırı olarak görülmüştür. Bunun üzerine üniversitede AKP egemenliğini ispat etme gayretiyle bazı üniversite rektörleri, -üniversitenin temel karar organı olan senatoyu dahi devreye sokmadan- “alelacele” ODTÜ yönetimini kınayan açıklamalar yapılmışlardır. Bu üniversitelerde rektörlerin yaptığı hükümete destek niteliğindeki açıklamaların kendi görüşlerini temsil etmediğini belirten akademisyenler ise ODTÜ yönetimini destekleyen açıklamalarda bulunmuşlardır.
Üniversitelerde tarih boyunca pek çok kez olduğu gibi yine cadı kazanı kaynatılmaktadır. Bu sefer kazanın altını yakan ve karıştıran AKP’dir. AKP’de öncekiler gibi ideolojisini mutlaklaştırmak ve iktidarını daim kılmak için üniversiteleri tahakküm altına alma çabası içerisindedir ve bu yolda önemli mesafe kaydetmiştir. Ancak ODTÜ olayları ve ardından yaşananlar göstermiştir ki; Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir devam eden sistematik baskılara rağmen halen egemen gücün üniversite ve bilim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküme karşı çıkan bilimciler, akademisyenler vardır.  
Başbakan bu bilimcilerden utandığını ve istifa etmeleri gerektiğini söylese de Türkiye’de toplumun refahı ve ilerlemesi, iktidara biat eden değil; bilimi egemen gücün çıkarına teslim etmeyen, “insanlık için, toplum için, doğa için” akademik özgürlükleri savunan bilimcilerin sayesinde olacaktır. Ancak bunun için toplumun üniversiteye, akademik özgürlüklere sahip çıkması, bunları savunan akademisyenlerin ve öğrencilerin yanında olması gerekir (!)

21 Aralık 2012 Cuma

AKP hedeflerine ulaşıyor ama neye rağmen?


ÖZGÜRCE
21/12/2012

Hükümet yılsonu hedeflerini yine yakalamış (!) Bu habere “ne kadar istikrarlı bir hükümetimiz var; önüne koyduğu hedefleri tutturuyor” diye sevinelim mi?
AKP Hükümeti önüne hedefler koymayı pek seviyor. Bir taraftan Orta Vadeli Program adı altında üç yıllık hedefler belirlerken; diğer taraftan da iktidarının nesiller boyu süreceği beklentisinin de yansıması olarak hedeflerini 2023, 2071 yıllarına kadar uzatıyor.
Bir hükümetin önüne hedefler koyup bunu gerçekleştirmek için çabalaması “istikrar” olarak nitelendirilebilir. Zaten, 2011 seçimlerinde AKP’nin işe en çok yarayan sloganların başında “istikrar sürsün” sloganı geliyordu.
AKP, önüne hedefler koyuyor, bunları da önemli ölçüde gerçekleştiriyor ve iktidarını (en azından şimdilik) sürdürüyor. Ama bu hedefler kime rağmen ya da neye rağmen hayata geçiriliyor?
Bu sorunun yanıtı AKP’nin oy tabanıyla çelişmektedir. Zira AKP 2002’de toplam seçmenin üçte birinin oyunu alırken 2011 seçimlerimde toplam seçmenin yarısının oyunu almayı başarmıştır. Bu durum, çoğunluğunu işçi, memur, esnaf ve köylünün oluşturduğu geniş toplum kesimlerinin AKP’nin hedeflerini ve uygulamalarını benimsediği anlamına(mı) gelir.
Oysa AKP’nin iktidarındaki 10 yılda yerine getirmeye çalıştığı hedeflerin temelini oluşturan ekonomi programı, AKP’ye oy verenleri de içeren toplumun geniş kesimlerinin güvencesizleşmesi, yoksullaşması pahasına ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarına aracılık etmektedir. Örneğin AKP denk bütçe hedefine ulaşacak diye geçen 10 yılda toplumun bu geniş kesimlerinden alınan (KDV, ÖTV, vs) vergilerin toplam vergiler içindeki payı yüzde 50’lerden yüzde 70’lere çıkmış; sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal haklar sınırlandırılmıştır. Öte yandan AKP iktidarı öncesinde sadece 8 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmişken AKP, 2003-2011 döneminde 48.7 milyar dolarlık özelleştirme yapmış; toplumun sahibi olduğu KİT’lerin ve kamu varlıklarını ulusal ve uluslararası sermayeye sunmuştur. 2012 yılında da yaklaşık 10 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış ve otoyollar, Bedaş, Halkbank gibi kamu varlıkları satılmıştır. Toplumun ortak varlıkları olan kamu işletmelerinin satılmasıyla elde edilen bu gelir sermayeye aktarılan ve silah alımı için harcanan kaynaklar nedeniyle oluşan açığın kapatılması için kullanılmıştır.
AKP’nin yabancı sermaye yatırımlarını çekmek ve yüksek büyüme oranlarına ulaşma hedefi için ise kamu işyerleri de dahil olmak üzere emekçiler iş ve sosyal güvencelerini kaybetmiş, reel ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamış ve bunların da bir sonucu olarak iş cinayetleri artmıştır. Diğer taraftan yine aynı hedef doğrultusunda nükleer santral ve HES’leri kurabilmek için doğa bir daha geri dönülemez biçimde tahrip edilmiştir.
AKP’ye toplumun geniş kesimlerinin ezilmesi pahasına hedeflerini yerine getirme olanağı sağlayan; toplumun ve özellikle de emekçi kesimlerin örgütsüzlüğüdür. Son derece sınırlı sayıda emekçinin örgütlü olduğu sendika ve meslek örgütleri ise bu süreçte varlık gösterememişlerdir.
Emekçiler örgütlülüklerini arttırıp, haklarını  savunmak için bu örgütleri mücadeleye yöneltemedikçe AKP daha uzun yıllar toplum ve doğa karşıtı hedeflerini yerine getirmeye devam edecektir. AKP’nin bir biçimde iktidardan uzaklaşması halinde ise emekçilerin içinde yer almadığı bir iktidar alternatifinin AKP’den farkı olmayacaktır. 

13 Aralık 2012 Perşembe

Sendikaları tartışmanın dayanılmaz ağırlığı


ÖZGÜRCE
14/12/2012

Üç haftadır Sinan Alçın’la sendikaları tartışmaya çalışıyoruz. Bu tartışmalar sırasında amacımız, işçi sınıfının mücadele aracı olarak tarif edilen sendikaların, bugün tartışılmaya bile değer bulunmadığı karamsar havayı bir ölçüde de olsa aşıp; en azından sendikaları yeniden düşünmeye teşvik etmekti. Bunu yaparken de sendika(cı)ları suçlama kolaycılığına düşmeden (köşe yazısının sınırlılığı içinde) yapısal sorunları gündeme getirmeyi arzuladık. Ancak bu tartışmalar sırasında (kendi adıma söyleyeyim) bir kez daha gördüm ki sendikaları gündeme alıp tartışmanın ağırlığı dayanılmaz ölçülerdedir.
Sendikaları tartışmanın getirdiği ağırlığın birkaç temel nedeni sayılabilir: Bunlardan birincisi sınıf ve sendika konularının ele alınması birbirine bağlantılı da olsa birçok değişkenin (üretim sistemi, devletin konumu, emeğin nitel ve nicel yapısı vs) analizini gerektirir. Bu analiz yapılmadığı zaman belki sorunun kaynağını oluşturduğu düşünülen “suçlular” bulunulabilir; ama bunun sorunun çözümüne bir katkısı olamaz. İkinci neden, sendikalara yönelik güvenin büyük ölçüde kırılmış olmasıdır. Zira özellikle 1980’lerden bu yana sendikalar, emekçi kesimlerin sorunlarına çözüm olabilecek bir mücadeleyi örgütlemediği gibi sermaye ile uzlaşma içinde emekçilerin haklarının ellerinden alınmasını meşrulaştırmıştır. Bu nedenle çok geniş bir emekçi kesimi sendikalardan uzak durmaktadır. Üçüncü olarak ise aslında diğer ikisiyle neden sonuç ilişkisi de bulunan sendikalardaki sınıfa karşı yabancılaşma ve bürokratikleşmedir. Bu da sendikaların emekçilerden ve dolayısıyla sınıftan uzaklaşmasına ve hatta kopmasına neden olmaktadır.
İşte bu nedenlerle sendikalar üzerine yürütülen tartışmalara muhatap bulmak son derece zordur. Zira sendikalardan umudunu kesmiş emekçiler de sendikaların mücadele içindeki “hazin” durumunu dert edinmeyen, sınıfa yabancılaşmış sendikacılar da bu tartışmalardan uzak durmaktadır. Bu durumda da sendikaları tartışmak, kendi konuşup kendi dinleme haline dönüşmekte ya da akademik çalışmaların konusu olmanın ötesine geçememektedir.
Sendikalara yönelik bu tartışma benim sporcu, sanatçı, polis, yargıçlar dahil olmak üzere emek piyasasında yoğunluğu artan ve hızla proleterleşen beyaz yakalıların “sendika” kurma çabalarını gündeme getirdiğim yazıma Sinan Alçın’ın verdiği yanıtla başlamıştı. O yazı, “Bundan sonra gereken yaka rengi (mavi ya da beyaz) ya da toplumsal işbölümü içindeki yeri ne olursa olsun, kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir” cümlesiyle bitiyordu. Bu cümledeki düşünceleri aynen savunmaya devam ediyorum elbette. Sendikaların durumu içinde bulunduğumuz dönemde ne kadar hazin olursa olsun; emekçilerin tarihin en yoğun sömürüsüyle karşı karşıya olduğu bir süreçte mücadeleyi yeniden yükselteceklerine kuşkum yoktur. İşte mücadelenin yeniden yükseleceği bu döneme ulaşmayı hızlandırmak ve hazırlıklı olabilmek için de tüm ağırlığına rağmen sendikaları tartışmaya devam etmek gerekmektedir(!)

7 Aralık 2012 Cuma

Sendikacılık tartışmaları üzerine (2)




ÖZGÜRCE
7/12/2012
Sinan Alçın’ın da belirttiği gibi işçi sınıfını, mücadeleyi ve sendikaları köşe yazılarının sınırlılığı içinde tartışmak son derece zordur. Ancak kapitalist üretim sistemi ve buna bağlı olarak siyaset ve ideolojilerde yani toplumsal yapının bütününde, büyük bir değişim ve çalkalanmanın yaşandığı bir dönemin içinden geçilmektedir. Belki de önümüzdeki yüzlerce yılı etkileyecek böylesine büyük değişim ve çalkalanma sürecinde, tarihi değiştirme gücüne sahip olduğunu birçok kez kanıtlamış işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikaların içinde bulunduğu ürpertici sessizliği ve tepkisizliği sorgulamamak, tartışmamak en az durumun kendisi kadar hazindir. İşte bu nedenle işçi sınıfının ve sendikaların durumunu, akademinin kalın duvarları ardına sıkışmadan topluma en açık biçimde sorgulamaya ve tartışmaya devam etmenin bu konulara kafa yoran akademisyen, gazeteci, yazar ve sendika uzmanlarının sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Sevgili Sinan’ın 4 Aralık’taki yazısında yer verdiği üzere üretim süreci dışında kapitalizmin yarattığı tahribata karşı yürütülen anti-kapitalist mücadeleler değerlidir ancak üretim sürecindeki çelişkilerle bağı kurulmadıkça bir dönüşüm sağlaması mümkün değildir. Bu nedenle sistem, üretim sürecinde örgütlenmeyi engellemek için büyük çaba gösterir. Küreselleşme adı altında üretimin, emeğin örgütsüz ve dolayısıyla ucuz olduğu alanlara kaydırılması ya da Türkiye’de olduğu gibi darbelerle işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmesinin baskı altına alınması bu çabaların en çarpıcı örnekleridir. Küreselleşme sürecinde özellikle imalat sanayinde sermayenin yatırım özgürlüğünün sınırsızlığı tüm dünya emekçilerini birbirine rakip hale getirirken; sendikaların ulusal sınırlar içerisine hapsolmaları üretken emeğin örgütlenme ve mücadele gücünü kırmıştır. O halde işçi sınıfının yeniden değiştirme gücüne sahip olabilmesi için öncelikle sendikaların, ulusal sınırları (ve elbette ulusalcı yaklaşımlarını) aşıp emeğin uluslararası düzeyde örgütlemesini sağlaması gerekir. Hâlihazırda kurulu ITUC ve ETUC gibi uluslararası sendikal örgütlenmeler mevcuttur. Ancak bunlar küreselleşme sürecinde sermaye ile uzlaşarak küresel sömürüyü meşrulaştırmışlardır.   Küreselleşme sürecinde üretimin emeğin örgütsüz olduğu alanlara kaymasıyla birlikte merkez ve yarı çevre ülkelerde beyaz yakalı (üretken olmayan) emekçilerin işgücü piyasasındaki yoğunluğu artmıştır. Beyaz yakalılar iki nedenle örgütlenmekten uzak durmaktadır. 1.’si daha eğitimli olan bu kesim örgütlenip diğer emekçilerle dayanışmak yerine bireysel çabalarla kariyer edinip üstünlük sağlama ya da kendisini kurtarma eğilimindedir. 2.’si ise sendikalar hala fordist dönemin alışkanlıklarıyla hareket etmekte ve beyaz yakalı hizmet emekçilerini örgütlemek ve onları temsil etmek konusunda yetersiz kalmaktadır. Ancak son dönemde eğitimci, sağlıkçı, mühendis, sporcu, sanatçı, yargıç ve hatta polislerin sendikalarda örgütlenme çabalarının gösterdiği gibi beyaz yakalılar da bireysel çıkış yolunun kalmadığını görmüş ve sınıfın sürekli mücadele örgütleri olan sendikalarda bir araya gelmeye başlamıştır.
Sinan’ın dile getirdiği gibi beyaz yakalılardan oluşan ve dolayısıyla üretken olmayan bu kesimlerin sınıf bilincine ne kadar sahip olduğu ve bunların gerçekten hayatı (çarkı) durdurabilme gücünün olup olmadığı sorusu önümüzde durmaktadır. Ancak şimdilik şu kadarını belirtmek gerekir ki sınıf bilincinden yoksunluk, sadece yaka rengi ile açıklanamaz; zira aynı sorun mavi yakalı işçilerin çok önemli bir bölümü için geçerlidir. Öte yandan bugün örneğin banka çalışanlarının yapacağı bir grev, hayatı (çarkı) durdurması bakımından bir fabrikada gerçekleşecek grevden çok daha etkili olacaktır (!)

1 Aralık 2012 Cumartesi

Sendikacılık tartışmaları üzerine


ÖZGÜRCE
30/11/2012

Her kesimden emekçinin giderek güvencesizleştiği, işsizleştiği ve yoksullaştığı bir dönemde sadece kapitalist sistemi, sermayeyi ya da onun temsilcisi siyasi iktidarları sorgulamak, eleştirmek çözüm için hiçbir anlam ifade etmeyen beyhude çabalardır. Zira kapitalizm, sınıflar arası mücadelede oluşan dengelerin belirlediği bir zemin üzerinde değişime uğrayarak yoluna devam eder. Dolayısıyla sistem ve onun temsilcileri kadar ve hatta ondan çok daha fazla emekçi sınıfların bu süreçteki mücadele araçlarını ve mücadele yollarını sorgulamak, tartışmak gerekir. Bu nedenle Sinan Alçın’ın “sınıf” ve “sendikalar”ı tartışmaya davet eden 27 Kasım tarihli, “Sendikacılık Tartışması” başlıklı yazısının son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Sinan Alçın tartışma davetinde büyük ölçüde benim 23 Kasım tarihli yazımdan hareket etmiştir. Söz konusu yazıda özellikle son dönemde gündeme gelen sporcu, sanatçı, yargıç ve polislerin “sendika” çatısı altında örgütlenme çabaları için kullandığım “..kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir” ifadesi üzerine Alçın: Sınıfa dahilim demek, sendikaya kayıtlı olmak meseleyi çözecek mi diye sormaktadır. Alçın, özetle beyaz yakalı hizmet emekçilerinin proleterleştiğini (işçileştiğini) kabul etmekle birlikte bunları işçi sınıfına “kendini yakın hissedenler” olarak tanımlamakta ve sınıf mücadelesinde temel itici gücün bizatihi (anlayabildiğim kadarıyla mavi yakalı sanayi işçilerinden oluşan) işçi sınıfının kendisi olduğunu hatırlatmaktadır.
Toplumun dönüştürücü gücü olmak anlamında işçi sınıfını kimlerin oluşturduğu özellikle son dönemde popüler bir tartışma konusudur. Burada sınıfın, dönüştürme gücüne de sahip olan asli unsurunun üretken emek olarak da tanımlanan yani doğrudan sermaye için artı-değer üreten emekçiler olduğu yaygın bir görüştür. Bu görüşe göre üretken olmayan emek üretimi durdurma gücüne ve dolayısıyla da sistemi dönüştürme gücüne sahip değildir.
Üretken emeğin üretim sürecinin en vazgeçilmez unsuru olduğu asla yadsınamaz. Ancak küreselleşme süreci içinde sermayenin emeğin örgütsüz olduğu çevre ülkelere kaymış olması ve teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının doğduğu ve önemli kazanımlar elde ettiği merkez kapitalist ülkelerde üretken emek olarak kabul edilen mavi yakalı işçilerin toplam işgücü içindeki payının azalmasına yol açmıştır. Böylece merkez ve (Türkiye gibi) yarı çevre ülkelerde üretken ve dolayısıyla da dönüştürme gücüne sahip olmadığı savunulan beyaz yakalı emeğin işgücü içindeki oranı artmıştır.
Beyaz yakalı işçilerin dönüştürme gücüne sahip olup olmadıkları bir tarafa kendilerini sınıf içinde tanımlama ve örgütlenme eğilimleri son derece zayıftır; bu da sermaye karşısında sınıfın örgütlü gücünün önemli ölçüde kırılmasına yol açmıştır. Öte yandan, sendikaların küreselleşme karşısında tüm işçi sınıfını kapsayacak (enternasyonel) bir tavır sergileyememeleri sınıfın mücadele gücünü zayıflatmış, sınıflar arası güç dengesi hiç olmadığı kadar sermaye lehine dönmüştür.
Özellikle 2000’li yıllarla birlikte beyaz yakalı işçiler de diğer işçiler gibi işsizlik, güvencesizlik ve yoksullukla karşı karşıya kalmıştır. Alçın’ın da kullandığı kavramla proleterleşen beyaz yakalılar, 19. yüzyılda proleterleşen işçiler gibi çareyi sınıfın sürekli mücadele örgütü olan sendikalarda bulmuşlardır.
Beyaz yakalıların sınıfı özümseyerek, sınıfsal bir mücadele yürütebilme olasılığını kuşkuyla karşılamak son derece doğaldır. Ancak tarihsel süreçte kapitalizm ve buna paralel olarak da sermaye sınıfında yaşanan değişim dikkate alındığında işçi sınıfının yapısında ve mücadeleci unsurlarında da bir değişimi göz ardı etmemek gerekir(!)