30 Ekim 2009 Cuma

Arızlı Konutlarında Barınma Hakkı Mücadelesi ve Demokrasi


30/10/2009
ÖZGÜRCE

Barınma, sadece insanlar için değil yeryüzündeki tüm canlılar için doğal bir haktır. İnsanoğlu, Sanayi Devrimi’ne kadar barınma ihtiyacını yaşadığı coğrafyanın, kültürün gerektirdiği biçimde sağlamıştır. Ne zaman ki Sanayi Devrimi ve fabrika sistemiyle insanlar binlerce yıldır yerleşik oldukları yerlerinden, yurtlarından kopup kentlere gelmişlerdir; barınma da toplumsal bir sorun haline gelmiştir. Mülkiyet ve girişimcilik hakkı üzerine kurulmuş olan liberal demokrasi anlayışı, diğer sosyal haklar gibi barınma hakkını da görmezden gelmiştir. Ancak işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile barınma da diğer sosyal haklarla birlikte gündeme gelmiştir.
Türkiye’de de kapitalizmin gelişim süreci içinde barınma, son derece liberal bir anlayışla, mülkiyet edinme temelinde ele alınmış ve böylece, bir taraftan büyük rant alanları sermaye birikimine kaynaklık ederken, diğer taraftan mülk edinebilecek gelire sahip olmayanlar, barınma sorunuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Devletin barınma sorununu çözmek yerine sermayeye rant alanı açma anlayışıyla uyguladığı “kentsel dönüşüm projeleri” ile, mülke sahip olanların da bir bölümünün mülküne el konarak, barınma sorunu daha da yaygınlaştırılmaktadır.
İnsanın en temel ihtiyacı ve hakkı olan barınmayı sermayeye kaynak aktarmanın yolu olarak gören devletin ve onun başındaki AKP Hükümeti’nin bu konudaki son icraatı, Kocaeli’nde Arızlı depremzede konutlarında yaşanmaktadır. 17 Ağustos depreminin ardından depremzedelerin barınma ihtiyacını karşılamak üzere dönemin Irak hükümetinden sağlanan hibeyle yaptırılan Arızlı konutlarında oturanlar kapı dışarı edilmiştir. Depremzedelerden boşalan konutlara ise bürokratlar yerleştirilmiştir.
10 yıl önce depremle yıkılan Arızlı sakinleri, 10 yıl sonra AKP Hükümeti’nden gelen yıkımı kabullenmemiş ve barınma hakları için örnek bir mücadele yürütmektedir. Görevi yurttaşların barınma ihtiyacını karşılamakken, depremzedelerin barınma hakkını ihlal eden devlet, gücünü yine copuyla, gazıyla göstermektedir. Barınma hakkı mücadelesi veren Arızlı sakinlerine karşı baskıcı ve acımasız tutum, AKP Hükümeti’nin ağzından düşürmediği “demokrasi” konusundaki samimiyetini de açıkça ortaya koymaktadır.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Domuz Gribinde Hayır Mı Var Acaba?


27.10.2009 - 07:30
“Her şerde bir hayır vardır” yaklaşımıyla hareket etmek ne kadar sağlıklı bir durumdur bilmiyorum ama nedense “domuz gribi” üzerinden toplumun hemen tüm kesimlerinin katılımıyla yürüyen tartışmalar bana bu sözü hatırlatıyor.

Grip gibi melanet bir hastalıktan nasıl bir hayır beklenebilir? Hele de bu grip insanların ölümüne yol açıyorsa..!

Hayır beklentisi gribin kendisinden değil elbette, ama gribin “domuz” adı verilen biçiminin ortaya çıkışı, gribe karşı geliştirilen yöntemler ile bu yöntemlerin Türkiye’deki sunumu öyle bir tablo çıkarttı ki ortaya, bir taraftan kapitalist sistem, diğer taraftan devlet ve siyasi iktidar görülmedik biçimde sorgulanmaya başlandı. Sağlık Bakanlığı, ısrarla, uluslararası ilaç tekellerinden aldığı 43 milyon doz domuz gribi aşısının mutlaka yapılması gerektiğini aksi halde büyük bir felaket yaşanacağını söylüyor. Ama toplumun çok önemli bir bölümü “kırk yılda bir” devletin kendisini hatırlayıp da ücretsiz olarak karşıladığı bu koruyucu sağlık hizmetini reddediyor.

Çünkü inanmıyor, güvenmiyor. Çünkü artık tekelci kapitalizmin nasıl işlediğini ve özellikle kriz dönemlerinde tekelciliğini siyasi iktidarlar üzerinden nasıl kullandığını çok iyi biliyor. Ve artık “otomobil, konut satamayan uluslararası sermaye, krizden çıkmak için attı ortalığa bir hastalık, şimdi onun önlenmesi için ürettiği ilaçları insanları korkutarak, tehdit ederek piyasaya sürüyor, hükümette bunun aracılığını yapıyor” diyor… Bunu söyleyen Kapital’i hatmetmiş sosyalistler değil, TV’lerin sokakta mikrofon uzattığı muhtemelen AKP’ye, MHP’ye ya da CHP’ye oy vermiş ortalama Türkiyeliler.

Haksızlar mı peki?

Domuz gribi hastalığı ve aşısı üzerine konunun uzmanı olmadığım için toplumun bu konudaki yargılamasının haklılığı ya da haksızlığı üzerine bir şey söylemek doğru olmaz. Ama Türkiye’de toplum-devlet ilişkisinin 30 yıllık geçmişine bakınca toplumun sisteme, devlete ve siyasi iktidara yönelik sorgulamalarının gecikmiş de olsa yerinde bir tavır olduğunu söyleyebilirim.

Diğer pek çok kapitalist ülke gibi Türkiye’de de toplumun sermaye dışındaki geniş kesimleri az ya da çok devletin sosyal yönüyle tanışmışlar, hatta ona “devlet baba” bile demişlerdi. Ama o “baba” Türkiye’de 1980’den sonra –diğer ülkelerde de yaklaşık aynı dönemde- neoliberal politikalar çerçevesinde sadece sermayenin çıkarlarına hizmet eder hale gelmişti.

Toplumun geniş kesimi bu dönüşümü yeterince algılayamadı ve ona inanmaya devam etti. Sonuçta, devletin radyasyonsuz dediği çayı içti kanser oldu; temiz dediği suyu içti hastalandı; zararsız dediği kızamıkçık aşısını vuruldu karnındaki bebeği kaybetti. Tapusunu veren devlet geldi evini yıktı; çocuğunu gönderdiği okul öğretmensiz, sağlık ocağı doktorsuz kaldı. Olmazsa olmaz denerek sosyal güvenlik sistemi değişti, emeklilik mezara kaldı. Bir de utanmadan bunun yasasını çıkartanlar, 3-5 yaşındaki çocuklarını, torunlarını kendi “pisliklerinden” korumak için çalışıyor gösterip sigortalı yapmaya kalktılar.

Tüm bunların ardında da toplumun ne sisteme ne de onun temsilcisi hükümetlere güveni kaldı. Şimdi bu güvensizlik “domuz gribi” vesilesiyle patlayıverdi. Güvensizliğin kendini gösterdiği “domuz gribi”nin ve yarattığı tehdidin boyutunu bilemiyoruz ama genel olarak yarattığı güvensizlik son derece anlamlıdır. Ve eğer domuz gribi üzerinden gelişen, sistemi ve siyasi iktidarı sorgulama süreci -sınıfsal içeriğe sahip- siyasi bir tepkiye dönüşürse “her şerde bir hayır vardır” sözü de gerçeklik kazanabilir.

23 Ekim 2009 Cuma

2010 bütçesinin emekçi için anlamı




23/10/2009
ÖZGÜRCE
Krizden kurtulmak için “alış-verişe çık”, “sakız al, çiçek al, simit al ekonomiye can ver” diyerek; toplumu daha fazla harcamaya yöneltenler, 2010 bütçesini bunun tam tersine “kemer sıkma” anlayışla hazırlamışlardır. 2010 yılında, 2009’a göre bütçede gelir artışı yüzde 16 düzeyinde, giderler artış ise sadece yüzde 7.6 olarak öngörülmüş, yani giderlerin gelirlerin yarısı kadar bile artmayacağı bir bütçe yapılmıştır.
Devletin daha fazla gelir elde ederken, daha az harcama yapması, “devlet lüzumsuz harcamaları kısacak, daha fazla gelir elde edecek” düşüncesiyle ilk bakışta hoş görülebilir ve hatta takdir de edilebilir. Ama bütçe tasarısı biraz ayrıntılı incelendiğinde durumun –emekçiler açısından- hiçte “hoş” olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Geçen hafta Maliye Bakanı tarafından açıklanan ve Meclis’e sunulan 2010 Bütçe Tasarısı’nda öngörülen gelir artışının kaynağı; yeni üretim alanları açılarak, zenginlik yaratılması değildir elbette. Krizin etkilerinin giderek arttığı, ekonominin daha da küçülerek sakıza, simide muhtaç olduğu bir dönemde böyle bir beklenti içine girmek abes olur zaten. Peki, o zaman bütçede öngörülen gelir artışı nereden gelecektir?
Sorunun cevabı, tahmin edebileceğiniz gibi “emekçi kesimlerin cebi”dir. Bütçede gelir artışının kaynağı vergilerdir. Kimden vergi alınacağı konusunda hükümetin tercihi nettir: Sermayenin kârı üzerinden alınan Kurumlar Vergisi’nin artış oranı yüzde 8; toplumun diğer kesimlerinin yediklerinden, içtiklerinden alınan Özel Tüketim Vergisi ise yüzde 31.6 artacaktır. Örneğin ısınmak, işe gidip gelmek için kullandığımız petrol ve doğal gazdaki vergi artışı yüzde 26.15; dayanıklı tüketimde vergi artışı yüzde 32.98; motorlu taşıt araçları vergisinde artış yüzde 60.85; tütün mamullerinde ise vergi artışı yüzde 41.54 olacaktır. Ayrıca yol, köprü ve tünel ücretleri yüzde 23.7; tapu harç ücretleriyse yüzde 23.58 artacaktır. Özelleştirme gelirleri de daha önceki yıllarda olduğu gibi bütçenin gelir beklediği kaynaklar listesinde yerini almıştır.
Geliri emekçinin cebinden çıkan bütçenin, diğer bir yüzü de “kemerlerin sıkılmasıyla” azaltılması düşünülen giderlerdir. Topluma “aman tüketin” diye kırk takla atılan bir dönemde, devletin harcamalarını kısmasının nedenini anlamak için önce personel giderlerindeki artışa bakmak gerekir. Hükümet 2010 yılında vergi artışlarıyla yaşamı yüzde 31.6 daha pahalı hale getirirken, kamu işçisi ve memurun gelirleri için sadece yüzde 7.2’lik bir artış öngörmektedir. Öte yandan Bütçe Taslağı’nın “Yapısal Reform Öncelikleri” başlığı altında belirtildiği üzere kamu harcamaları ve özellikle de sağlık harcamalarında tasarrufa gidilecektir. Personel giderinden, toplumun eğitiminden, sağlığından tasarruf edilen kaynağın gideceği yer ise kredi ya da teşvik adı altında aktarılan sermayenin kasası olacaktır.
2010 bütçesi, geliriyle, gideriyle hiçbir sosyal içeriği bulunmayan, tamamen “toplumdan sermayeye kaynak aktarma” amacı güden ve bu bağlamda da piyasa devletinin gereklerini tümüyle yerine getiren bir içeriğe sahiptir. Aynı zamanda bu bütçe, krizin bugüne kadar ki ve bundan sonraki tüm faturasının emekçilerin sırtına yıkılacağının da resmi belgesidir.
Krizin başından buyana sürece müdahale etmek anlamında hiçbir varlık gösteremeyen sendikaların 2010 bütçesine karşı da etkisiz olma durumları devam etmektedir. Artık emekçilerin haklarını savunma noktasındaki etkisizlik nedeniyle sendikaları sorgulamanın zamanı geçmek üzeredir. Bundan böyle sorgulanması gereken, sendika(cı)ları sorgulamayan ve gereken müdahalede bulunmayan emekçilerin kendisidir (!)

20 Ekim 2009 Salı

İşte AKP, İşte "Sağlık"...!


20.10.2009

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana en hararetle savunduğu ve uygulamada “başarılı” da olduğu politika “sağlıkta dönüşüm”dür. AB’nin, DB’nın, DTÖ’nün ve daha nice kapitalist kurumun da biçtiği görev üzere AKP, 7 yıldır istikrarlı bir biçimde -Sağlık Bakanı’nı değiştirmeden- sağlık sistemini dönüştürmek için çabalamaktadır.
AKP iktidarı döneminde kamu sağlık harcamaları 4 kat, SGK’nın sağlık harcamaları 5 kat, yeşil karttan yapılan harcamalarsa 10 kat artmıştır. İlk bakışta, sağlık harcamalarında “olağanüstü” olarak da kabul edilebilecek bu artış, AKP’nin sağlığa verdiği önemden kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak harcamaların nerelere yapıldığına bakıldığında “ilk bakış”ın yanlışlığı hemen ortaya çıkacaktır. Çünkü olağanüstü artan sağlık harcamalarında en büyük gider kalemi tedaviye yönelik harcamalardır. 2003 yılında 4.3 milyar TL olan tedavi harcamaları 13.9 milyar TL’ye, 5.6 olan ilaç harcamaları 10.7 milyar TL’ye yükselmiştir. 2005 yılı itibariyle bakıldığında Türkiye’de koruyucu sağlık hizmetlerinin payı sadece yüzde 2.6 düzeyindedir ve OECD ülkeleri içinde koruyucu sağlık hizmetlerine en az pay ayıran ülkedir. Koruyucu sağlık hizmetlerinde en sonda olan Türkiye, ilaca ayırdığı kaynak bakımından ise pek çok ülkeyi geride bırakarak en üst düzeye yükselmiştir. Türkiye’nin ilaca ayırdığı pay milli gelirin yüzde 1.7’si dolayındadır.
Çok büyük bölümü tedavi ve ilaç giderleri için yapılan sağlık harcamalarının kurumlara göre dağılımı da oldukça ilginçtir. 2003 yılında kamu sağlık kurumları için yapılan harcama miktarı yaklaşık 2.5 kat artarak 2.9 milyar TL’den 7.3 milyar TL’ye çıkmıştır. Aynı dönemde özel sağlık kurumlarının payı ise yaklaşık 8 kat aratarak 528 milyon TL’den 4,3 Milyar TL’ye çıkmıştır.
Bu noktada görünen tablo AKP Hükümeti’nin sağlık harcamalarını önemli ölçüde arttırdığıdır. Ancak olağanüstü artan sağlık harcamaları toplumun sağlığını korumak yerine önce hasta edip sonra tedavi etmeye yöneliktir. Harcamaların gittiği yer ise özel sağlık kuruluşları ve ilaç firmaları olmuştur. Sadece kamu sağlık harcamaları değil, 5510 sayılı SSGSS yasasının da bir sonucu olarak yurttaşların yaptıkları cepten harcamalar da yine aynı yönde olmuştur.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan Türkiye’nin en zengin 100 kişi ve aile sıralamasında özel hastane tekellerinin başında gelen Acıbadem Grubu’nun kurucusu Mehmet Ali Aydınlar, 56. sıradan 43. sıraya yükselmiştir. İlaç tekellerinin başında gelen Abdi İbrahim’in yöneticisi Nezih Barut ise 57. sıradan 41. sıraya yükselmiştir.
Son dönemde hazırlanan ekonomik krize karşı önlemler paketleri içerisinde yine en büyük saldırı sağlık hakkına yöneliktir. “Sağlıkta global bütçe” adıyla getirilen programda bütçe açıklarını kapatmak üzere kemerlerin sıkılacağı ve sıkılan kemerde en büyük payın da sağlık harcamalarının kısılmasıyla gerçekleşeceği açıklanmıştır. Bu bağlamda, yurttaşların cepten ödeme oranları arttırılırken, özel hastanelere aktarılan kamu payının da arttırılması öngörülürken, ilaçtan 2.5 milyar TL tasarruf yapılması planlanmıştır.
Sonuç olarak: 1. AKP Hükümeti sağlıkta dönüşüm olarak ifade ettiği çerçeve içinde kamu kaynaklarını özel hastane ve ilaç tekellerine aktarmaktadır.
2. AKP Hükümeti, toplumun sağlığını korumayıp, “müşteri-hasta” sayısını arttırarak sağlık sektörüne yatırım yapan sermayeye yeni kaynak yaratmayı amaçlamaktadır.
3. AKP, sağlık sistemi üzerinden yeniden düzenlediği kaynak aktarma mekanizmasını yandaş sermayesini palazlandırmanın bir yolu olarak da görülmektedir.

16 Ekim 2009 Cuma

“IMF VE DB’YE DEFOL, AB’YE BUYUR GEL” ÇELİŞKİSİ..!


16/10/2009

ÖZGÜRCE

Avrupa Birliği’nin aday ülkeleri Kopenhag Kriterleri doğrultusunda değerlendirdiği İlerleme Raporu (2009) yayınlandı. Daha önceki yıllarda olduğu gibi basının Raporda öne çıkarttığı konular demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, düşünce özgürlüğü, bağımsız yargı, özgür medya gibi konuları içeren siyasi kriterlere ilişkin oldu. Aydın Doğan’ın vergi borcu nedeniyle özgür medya konusu özellikle daha büyük bir hararetle gündeme geldi (sanki basına yönelik başka baskılar yokmuş gibi). Ve yine Raporun ekonomik kriterlere ilişkin bölümü ya tamamen yok sayıldı ya da gazetelerin en görünmeyen köşelerine sıkıştırılan birkaç satırdan ibaret kaldı.
Dolayısıyla da ortaya yine Türkiye’ye demokrasi getirmeye çabalayan “melek gibi” bir AB görüntüsü çıkartıldı. Oysa İlerleme Raporunun toplumdan köşe bucak saklanan ve “piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmayı” hedef alan ekonomik kriterler incelese; hani geçen hafta “Türkiye’den Defol” denilen, son derece etkili protestolarla karşılanan IMF ve DB ile AB arasında hiçbir fark olmadığı görülecektir.
Zira İlerleme Raporunun ekonomik kriterler ayağında AKP Hükümetinin krizin tüm faturasını emekçilere ödeten, emekçileri daha da yoksullaştıran, işsizleştiren, İşsizlik Sigortası Fonuna el koyan politikaları olumlu olarak değerlendirilmektedir. En son açıklanan ve sağlık harcamalarını topluma yıkan, esnekleşmeyi ve kemer sıkmayı öneren Orta Vadeli Programdan da övgüyle söz edilmektedir. Buna karşılık, emekçilerin haklarına saldırı niteliğinde olan, emek piyasasının hala katı olduğu, özelleştirmelerin yavaşladığı gibi gerekçeler ise hükümete yönelik eleştiriler olarak Raporda yer almıştır.
IMF, DB ile AB arasında bir karşılaştırma yapıldığında Türkiye’nin neoliberal yeniden yapılanma sürecine en hızlı biçimde uyumlaştığı 2002 sonrası dönemde AB’nin bu uyumlaştırmadaki rolünün diğerlerinden çok daha belirgin olduğu görülmektedir. Zaten, AB’nin Türkiye’ye verdiği ev ödevi olan Katılım Ortaklığı Belgelerinin ekonomik kriter başlığının kısa vadeli önceliği her zaman “IMF ve DB tarafından programlarına uyulması” olmuştur. IMF ve DB ile AB arasındaki tek fark, Türkiye’de emekçi kesimleri ve demokrasi taleplerini temsil eden örgütlerin “siyasi kriterler”den medet umarak AB’yi emek ve demokrasi mücadelesinin önüne koymasıdır.
Siyasi kriterlere dayalı olarak siyasi ve sosyal haklar beklenirken “ekonomik kriterler” de kabullenilmektedir. Oysa emek örgütlerinin kabullendiği ekonomik kriterler, sermaye dışında tüm toplum kesimlerinin sosyal haklarını birer birer oradan kaldırmakta yoksulluğu, sömürüyü yaygınlaştırmaktadır. Bunun en iyi örnekleri sosyal güvenlik, sağlık ve iş güvencesi alanlarda tüm kazanımların AB’ye uyum gerekçesiyle ortadan kaldırılmasıdır.
Artık şu görülmelidir ki: Yoksulluk, işsizlik, emeğin sömürüsü ve güvencesizleşmesi sonucunu ortaya çıkartan piyasa ekonomisini dayatan bir yapıdan demokrasi beklenemez. Daha dün IMF’yi, DB’nı sokaklarda protesto eden örgütlerin AB’yi bir kurtarıcı gibi görüp, kabullenmeleri büyük bir çelişkidir(!) Emek örgütlerinin bu çelişkisi emek mücadelesinin önünde büyük bir engel oluşturmakta ve emekçilerin haklarını birer birer kaybetmelerine neden olmaktadır.
Sözün özü: “IMF, DB defol, AB buyur gel…” anlayışı büyük bir aldatmacadır. Bu aldatmacanın bedelini tüm emekçiler ödemektedir. Emeği temsil ettiği iddiasındaki örgütlerin bu aldatmacasına “dur” demeden, Türkiye’de ne emek hareketi bir adım öteye gidebilir ne de hak kayıpları durdurulabilir(!)

9 Ekim 2009 Cuma

Kapitalizmin Son Yalanı: ‘Sorumlu Küreselleşme’


09/10/2009
ÖZGÜRCE
İstanbul’da yapılan IMF-DB toplantıları ve en az o toplantılar kadar önemli olan protesto eylemleri sona erdi. Bu toplantı ve protesto maratonundan geriye son derece önemli sonuçlar ve soru işaretleri kaldı. Benim toplantılar sonucunda en çok önemsediğim sözler şunlar oldu: “Dünyada kriz yaşanmamasını sağlamamız mümkün değil. Aslında gelecekle ilgili bildiğimiz tek şey var. O da her zaman başka krizler yaşanacağıdır.” “Kriz nedeniyle bu yıl 59 milyondan fazla insan işini kaybedebilir. Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebek ölebilir.” “Küresel ekonomik kriz nedeniyle insanlar işsiz kalıyor, hayatları mahvoluyor, kız çocuklar okula gidemiyor, ev kadınları hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hale geldi, çocuklar kötü besleniyor.”“Ağır bir borç yüküyle ezilmiş ülkelerde 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamıyor. 1 milyar insan yoksulluk çemberini bir türlü kıramıyor.”“Tüm insanlar ‘Küresel krizin bir daha olmasına izin vermeyin’ diye bağırıyor. Ama dünyada kriz yaşanmamasını sağlamak mümkün değil. Aslında gelecekle ilgili bildiğimiz tek şey var. O da her zaman başka krizler yaşanacağıdır.”“Yaşanan tüm bu sorunların çözümü için ‘yeni bir sisteme’ ihtiyaç vardır.”Yukarıdaki sözler aslında Evrensel okurlarına hiç yabancı değildir. Bu gazetede pek çok kez krizin sonuçları ve sürekliliği konusunda haberler çıkmış, yorumlar yapılmıştır. Çözüm için yeni bir sistem gerekliliği de sayısız kez tekrarlanmıştır. Peki, o zaman yukarıdaki sözleri önemli hale getiren nedir?Yukarıdaki tespitleri önemli hale getiren, bunları söyleyen kişidir. Bu sözler, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick tarafından söylenmiştir. Kapitalist ekonominin kumandasını elinde tutan birkaç kişiden biri olan DB başkanının bu sözleri; kapitalizmin, insanlığa acı çektirmek dışında işlevi olmayan bir çöküntü olduğunun en birinci ağızdan itirafı, ilanıdır(!..)Peki, bu sözlerin sahibi ortaya koyduğu tablo karşısında nasıl bir çözüm önermiştir? DB başkanı, her kapitalist yönetici gibi gerçek patronu olan küresel sermayenin çıkarlarını gözeten bir çözüm sunmuştur: “Sorumlu Küreselleşme!” Daha önce “sermayenin sosyal sorumluluğu” programlarıyla insanları oyalamaya çalışan DB, bunun artık inandırıcılığı kalmayınca çözümün adını “Sorumlu Küreselleşme” olarak değiştirmiş anlaşılan. Zoellick, şu iki cümlesiyle “yeni sistem” dediği “Sorumlu Küreselleşme”nin gerçek amacını ortaya koyuyor: “…zaman içinde Afrika’ya yapılacak yatırımlar neredeyse 1 milyar insanı kapsayan yeni bir pazar açacak ve yeni bir büyüme kaynağı olacaktır.” “…hükümetlerin canlandırma paketleri, özel sektörde talep, yatırım ve ticareti artırmaya yönelik olmalıdır.”Yani başına “sorumlu” da gelse küreselleşmenin insanlığa karşı “sorumsuzluğu” değişmemiştir. Kapitalizmin küresel hali, yeni görüntüsü altında da kendisine yeni pazarlar açarak sömürmeye, daha çok sömürmeye devam edecektir. Öte yandan, 1970’li yıllardan bu yana uygulanan işsizliğin, yoksulluğun ve emek sömürüsünün ana kaynağı olan neoliberalizmin “arz yönlü” ekonomi politikaları da aynen sürmektedir. Bunun anlamı, toplumdan daha fazla vergi alınması, ücretlerin düşmesi, eğitim, sağlık başta olmak üzere sosyal harcamaların daha da kısılması ve tüm kaynakların sermayeye aktarılmasıdır. Görüldüğü gibi önümüzdeki süreçte değişecek hiçbir şey yoktur. Kapitalizm insanlığı acılara sürüklemeye ve yerküreyi hızla tüketmeye devam edecektir. Kapitalizmin kendi kendine daha insancıl bir hale dönüşmesi de beklenemez zaten. İnsanlığın gerçek anlamda bir değişim yaratabilmesinin tek yolu, işçi sınıfının kapitalizmle olan mücadelesini başarmasıdır. Ancak bunun için her şeyden önce işçi sınıfının kapitalizmin gerçek yüzünü gizlemek için başvurduğu yalanlara ve AB gibi başka isimler altında aynı amaca hizmet eden yapılara aldanmaması gerekir(!..)

5 Ekim 2009 Pazartesi

İşsizlik Sorunumuz Çözüldü Hamdolsun!..


05/10/2009

ÖZGÜRCE

Sayın Başbakanımız sayesinde Türkiye’de işsizlik sorunu da çözüldü(!) Aman yanlış anlamayın, dalga geçiyor değilim. Son derece samimi olarak söylüyorum; tüm kapitalist ülkeler işsizlikle boğuşadursun, Türkiye’de artık işsizlik diye bir sorun kalmamıştır hamdolsun(!)Başbakan, Dokuz Eylül Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada gençlere hitaben şöyle diyor: “…bakınız her üniversiteyi bitiren veya tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok. Dünyanın hiçbir yerinde, ABD başta olmak üzere halkının tümüne iş sağlamıştır diye bir gerçek yok. Bakın şu anda onlar da yüzde 7-8 oranlarına varan işsizlikle uğraşıyor. İspanya, buyurun yüzde 18 işsizlikle baş başa. Biz ise şu anda yüzde 13’teyiz.” Şimdi bu sözlerle işsizlik nasıl çözüldü diyeceksiniz haklı olarak. Hemen söyleyelim. Biz işsizlik ortadan kalkacak, herkes iş bulacak demedik, işsizlik sorunu çözüldü dedik. Yani işsizliğin bir sorun olmaktan çıktığını söyledik. Nasıl mı?Bakın Başbakan; “..tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok” diyor. Yani işsiz kalmanız normaldir, öyle üniversite falan bitirdim diye iş bulacağınızı zannetmeyin, diyor. Bu sözleriyle birlikte hükümet olarak işsizlik sorununu çözmek gibi sorumlulukları olmadığını da açıkça ifade etmiş oluyor. Gerçi Başbakan bu sözleriyle; “işsizliği önleme görevini devlete veren” Anayasa’nın 49. maddesini çiğnemiş oluyor ama olsun, o bir başbakan…Başbakan’ın bu sözleri üzerine işsizim diyen, karnını doyurmak için iş arayan her vatan evladının ne yapması gerekiyor? “Benim işsiz olmam olağanmış, dolayısıyla ortalarda işsizim diye dolanmama gerek yok, gidip bir cami kapısında dileneyim” demesi gerekiyor. Peki, işsizler iş aramaktan vazgeçince ne oluyor? Artık işsiz sayılmıyorlar ve böylece Türkiye’de de işsizlik diye bir sorun kalmamış oluyor. İşte bu kadar basit…Ha bir de kadir kıymet bilir tüm vatan evlatlarının, böylesine dahi bir başbakanımız olduğu için ve Allah onu başımızdan eksik etmesin diye sabah akşam dua etmesi gerekiyor(!)