28 Mart 2014 Cuma

HDP korkusu


ÖZGÜRCE
28/03/2014

CHP, seçim yaklaşırken daha yüksek sesle ortaya koyduğu HDP endişesinde (korkusunda) son derece haklıdır. Bu endişenin nedeni sadece oyların bölünmesi değildir. Oyların bölünmesi söylemiyle toplumda yükselen “AKP’den kurtulma” özlemini fırsata dönüştürme amacı elbette vardır. Ancak burada beklenti, HDP’nin çekilmesiyle HDP’ye gidecek oyların CHP’ye yönelmesi değildir. HDP ve CHP programlarını karşılaştıranlar HDP’nin bileşenlerinin köklü geçmişlerinden süzerek getirdikleri ve bütünleştirdikleri siyasal programın gerek demokrasi gerekse ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin perspektifinin CHP ile taban tabana zıt olduğunu rahatlıkla görebilirler. Nazan Üstündağ’ın 24 Mart 2014, Erdem Yörük’ün de 25 Mart 2014 tarihinde www.t24.com.tr haber sitesindeki yazıları HDP seçmeninin CHP’ye teveccüh göstermeyeceğini somut verileriyle göstermektedir. 

HDP seçmeninin çok büyük bölümünün CHP’ye oy vermeyeceği ve hatta BDP/HDP olmazsa AKP’nin oyunun artacağı bilindiği (Ya da bilinmiş olması gerektiği) halde bir kısım yazar, çizerlerin ve CHP ahalisinin HDP adaylarının çekilmesine yönelik bu baskısının nedeni nedir?  

Toplumda oluşan “Bir an önce AKP’den kurtulma” özlemlerini kendileri için oya çevirme fırsatçılığının yanı sıra CHP’deki HDP korkusunun daha köklü gerekçelere dayandığını düşünüyorum. Bunu birkaç başlık altında toparlamaya çalışayım:

Devletin bekası mı toplumsal barış mı?
CHP, 1923 burjuva devrimiyle ulus devleti inşa eden; asimilasyonu, tehciri, inkarı ve kimi zaman da katliamları bu inşa sürecinin gereği olarak görmüş bir partidir. Kürt sorununun çözümü, müzakere ve barış sürecinde takındığı tavır ve azınlık haklarına ilişkin yaklaşımlarıyla CHP, 90 yıllık anlayışını aynen sürdürdüğünü göstermektedir. Dolayısıyla geçmişte olduğu gibi bugün de CHP için devletin bekası toplumsal barışın önünde gelmektedir.

Oysa HDP, 90 yıldır birbirine düşmanlaştırılarak kimliği inkar edilmiş, sömürülmüş, ezilmiş kesimlerin bir araya gelmesiyle oluşmuş ve halkın iktidarı hedefiyle yola çıkmış bir partidir. HDP güçlendikçe halklar birbirini ötekileştirmeden bir arada barış içinde yaşanabileceğini görecek ve CHP’nin 90 yıldır sürdürdüğü siyaset anlayışı çökecektir.

Emek mi sermaye mi?
CHP, özellikle 1970’li yıllarla birlikte “sol” değerleri temsil ettiği iddiasında olmuştur. Oysa CHP’nin savunduğu ekonomik ve sosyal program, sermaye birikiminin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçmemiştir. Örneğin AKP’nin uyguladığı neoliberal yapısal uyum programının mimarı olan Kemal Derviş CHP’nin milletvekilliğini yapmıştır. 2002 seçimlerinde AKP yerine seçimleri CHP kazanmış olsa 12 yıldır uygulanan ve emekçileri güvencesizliğe, yoksulluğa iten politikaları CHP’nin uygulayacağına hiçbir şüphe yoktur. Zaten 12 yıldır esnek çalışmayı dayatan İş Kanunu, sağlık ve sosyal güvelik sistemini tamamen tasfiye eden SSGSS ve kamu hizmetlerini piyasalaştıran düzenlemeler yasalaşırken CHP, hiçbir alternatif ortaya koy(a)mamış, bu düzenlemeleri kabullenmiştir. 

HDP ise kapitalist sömürü düzenine karşı olduğunu açıkça ifade etmekte ve tüm emekçilerin çalışma standartları, sosyal hakları, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü için bir ortak mücadele alanı olmayı; emekçileri, ezilenleri iktidara taşımayı hedeflemektedir. HDP’nin emekçi kesimlere ulaşıp, onlar için bir mücadele alanı haline gelmesiyle birlikte, emekçilerin diğer partiler gibi CHP’den de bir beklentisi kalmayacaktır. Öte yandan CHP’nin hiçbir gerçekliğe dayanmayan “sol” ve “emekten yana” parti olma efsanesi de sona erecektir.

Kentler yaşam alanı mı rant alanı mı?
CHP’nin yerel yönetimler politikası, tıpkı AKP gibi kentleri bir yaşam alanı değil, rant alanı olarak görmektedir. Bu nedenle de kentte yaşayanların ihtiyaçlarından önce küresel ve yerel sermayenin ihtiyaçlarına göre projeler geliştirmektedir. İstanbul B.B. Adayı Sarıgül’ün Şişli’de yeri-göğü betona çeviren, ormanları, yeşil alanları katleden anlayışı bunun en açık örneğidir. Öte yandan belediyelerde AKP için ortaya konulan yolsuzluk iddiaları birçok CHP’li belediye başkanı ve meclis üyesi için de söz konusudur.

HDP, kentin bir yaşam alanı olduğu anlayışıyla, tüm insanların kendi yaşamları gibi yaşam alanları olan kentlerde de mutlak söz sahibi olmasını esas alır. Bu nedenle HDP, kenti yönetmek için değil, kent halkının yaşam alanları üzerinde söz sahibi olmasını sağlayacak mekanizmaları oluşturmak için yerel yönetimlere taliptir. Ayrıca halkın yaşam alanları üzerinde söz sahibi olmasını sağlamak üzere yerel demokratik özerkliği savunur. HDP’nin yerel yönetim perspektifi AKP, CHP ve diğer sistem partilerinin dayattığı kent anlayışının ötesinde insanı, yaşamı esas alan bir kent anlayışının da olabileceğini göstermiştir. Böylece CHP’nin “sosyal belediyecilik”, “halkçı belediyecilik” söylemlerinin içi boş olduğu ve CHP’nin yerel yönetim anlayışı bakımından da diğer partilerinkinden farksız olduğu açığa çıkmıştır.  

Sözün özü: CHP’nin 90 yıldır siyasal varlığını sürdürmesini sağlayan aydınlanmanın, demokrasinin, laikliğin ve hatta “sol” değerleri temsil ettiği iddiasının gerçekleri yansıtmadığı HDP’nin savunduğu politikalarla birer birer deşifre olmaktadır. İşte CHP kadrolarının korkusu ve paniği bu gerçekleri gören CHP seçmeninin bu seçimlerde ve daha sonrasında HDP’ye yönelmesidir. Ancak korkunun AKP ve diğer partiler gibi CHP’ye de bir faydası olmayacaktır. HDP, 30 Mart seçimlerinden daha da güçlü çıkarak savaşsız, sömürüsüz bir Türkiye özlemini duyan milyonlarla birlikte iktidar yürüyüşünü sürdürecektir!

21 Mart 2014 Cuma

Şehir senin...


ÖZGÜRCE
21/03/2014

Diğer canlılar gibi insanın da doğanın bir parçası olduğunu çoğu zaman unutur, doğayı sadece diğer canlılar için bir yaşam alanı olarak görürüz. Örneğin hayvanların doğal ortamlarında yaşamaları gerektiğini savunuruz. Ormanlar, denizler tahrip edilirken oralarda yaşayan canlıların yok olmasından endişe duyarız. Bütün bunları yaparken kendimizi diğer canlılardan soyutlar, insanı doğanın dışında sadece onu dizayn etmekle ya da korumakla mükellef(miş) gibi düşünürüz. Kendimizi doğadan soyutladığımız için de diğer canlıların ki (bitkilerin, hayvanların) kadar bile kendi yaşam alanlarımızı savunmaz ve hatta yaşam alanlarımıza yönelik tahribatı -ufak tefek çıkar beklentileriyle- meşru görebiliriz.
İnsanın doğal yaşam ortamı, tüm canlılar gibi toprak, ağaç, su ve diğer hayvanların iç içe olduğu -kentleşme sonrasında üretilmiş bir kavramla- “kırsal” alanlardır. Sanayileşmeyle birlikte insanlar doğal yaşam alanları olan kırlardan kopup, emek güçlerinin para edeceğini düşündükleri kentlere yönelmeye başlamıştır. Emekçileri insan olarak değil sadece üretim sürecinin bir parçası olarak gören kapitalizm, kentleri de insan için bir yaşam alanı olmak yerine emekçilerin yaşamlarını asgari düzeyde sürdürebilecekleri koşulları sağlamak anlayışıyla oluşturmuştur. Tıpkı balıklara sadece yaşamlarını sürdürebilecekleri koşulların sağlandığı akvaryumlar gibi…
Türkiye’de emekçi yığınların doğal yaşam alanlarından kopup kentlere akın ettikleri dönemin başlangıcı, traktörün tarlalara girmeye başladığı ve sanayileşmenin hız kazandığı 1950’li 1960’lı yıllara denk gelmektedir. Diğer ülkeler gibi sanayileşmeyle birlikte Türkiye’de de kentler, insani olmaktan uzak sadece asgari yaşam koşullarının sağlandığı alanlar olmuştur. 1980’li yıllarda neoliberal politikalarla birlikte tarım ve hayvancılığın geçim sağlanabilecek faaliyetler olmaktan çıkmaya başlaması ve Kürdistan’da yaşanan çatışma ortamı kentlere göçü daha da hızlandırmıştır (1980 yılında nüfusun yüzde 44’ü kentlerde yaşarken 2012’de bu oran yüzde 77.3’e çıkmıştır). Bu dönemde kentlere göç edenler de -kapitalist sistemin temel anlayışına uygun olarak- ucuz emek gücü olarak görülmüştür. Bunun yanı sıra kentlere yığılan nüfus, kentlerde yeni rant alanlarının açılmasını da beraberinde getirmiş ve son 30 yılda kentlerde sağlanan rant, sermaye birikiminin önemli kaynaklarından biri haline gelmiştir.
Kapitalizmin hemen her döneminde kentler, insanın yaşam alanı olmaktan ziyade sermayenin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş, düzenlenmiştir. Dolayısıyla geniş halk kitleleri, kentler üzerinde hemen hiçbir dönemde söz sahibi olamamıştır. AKP, kadrolarının büyük kentlerin birçoğunda yerel yönetimlerde bulunduğu son 20 yılda ve hükümet oldukları 12 yıllık dönemde kapitalizmin, kenti sermayenin ihtiyaçlarına uygun biçimde düzenleme anlayışına sadık kalmıştır. Bunu yaparken AKP, kentsel dönüşüm adı altında bir taraftan küresel sermayenin de taleplerine yanıt vermiş; diğer taraftan ise kentsel rant üzerinden kendi milyarderlerini, sermayedarlarını yaratmıştır,
Şüphesiz sermayenin çıkarları yerine toplumun çıkarlarını gözeten yeni bir sistem anlayışına sahip olmadan, kentleri insanların doğal yaşam alanları haline getirebilmek mümkün değildir. Mevcut sistemi daha iyi uygulama vaadinin ötesine geçmeyen AKP, CHP ve MHP’nin her alanda olduğu gibi kent yönetiminde de sermayenin çıkarlarını insanın, toplumun, doğanın ihtiyaçlarından önde tutacakları açıktır. “Proje” adı altında getirdikleri ve kentleri betonlaştırmaktan öteye geçmeyen tüm vaatleri bu anlayışlarını ortaya koymaktadır. 
HDP’nin, kentleri insanın doğasına uygun yaşam alanları haline getirmek dışında bir projesi yoktur. Bu projenin nasıl gerçekleşeceğini en iyi o kentte yaşayanlar bilir. İşte bunun için HDP, her şeyden önce yerel yönetimlerin, merkezi yönetimin tahakkümünden kurtulup özerkleşmesini; kentlerin sokaktan başlayarak kentte yaşayanlar tarafından yönetilmesini savunmaktadır.  
Akvaryuma dönüşmüş kentler yerine, kentleri doğal yaşam ortamlarına dönüştürmek için HDP’yle kent/şehir senin…

14 Mart 2014 Cuma

Berkinler, Medeniler ölmesin diye…

ÖZGÜRCE
14/03/2014

Polisin hedef gözeterek attığı gaz fişeğinin kafasına isabet etmesi sonucunda kafasından yararlanan, 269 gün süren yaşam mücadelesinin ardından yaşama veda eden 15 yaşındaki Berkin’in ölümü konusunda AKP çevrelerinden yapılan açıklamaların birçoğu için bizlerin yapabileceği bir yorum yoktur, onları psikoloji bilimine havale etmek gerekir. Ancak Başbakanla gerçekleştirdiği söyleşide Berkin’in ölümünü borsadaki dalgalanmalar ve döviz kurundaki oynamalarla ilişkilendiren Mustafa Karaalioğlu’nun ve onun bu sorusuna “Türkiye o işleri aştı. Bunlar ani rüzgar gibidir gelip geçer. Mayısta haziranda da aynı şeyleri yaptılar. Kendi kendini piyasa topladı. Bugün sabah olumsuz şeyler oldu. Borsa akşama doğru yükselmeye başladı. Faiz yine kendi rayına oturmaya başladı.” sözleriyle yanıt veren Başbakanın ruh halini açıklamakta tek başına psikoloji biliminin de yetersiz kalacağını düşünüyorum. 

Türkiye, Berkin’e ağlarken ve onu katleden devleti sorgularken vicdandan yoksun, insanlığa yabancılaşmış bu soru ve yanıtı insana rağmen piyasayı ve onun çıkarlarını savunan liberal devlet anlayışının kaba bir tezahürü olarak görmek gerekir. Zira piyasanın çıkarlarını insandan, toplumdan, doğadan daha değerli gören anlayış, kapitalizmin esasını oluşturur ve liberal ideoloji de bunu savunur. Dolayısıyla söz konusu soru da buna verilen yanıt da AKP’nin savunduğu ve 12 yıllık iktidarında uyguladığı anlayışla herhangi bir biçimde çelişmemektedir. Burada garip olan Başbakanın ve ona soru yönelten gazetecinin bunu toplumun gözünün içine sokarcasına aleni biçimde yapmasıdır. Bu durum gariptir, çünkü burjuvazi ve onu temsil eden siyasetler, egemenliklerini borçlu oldukları bu ideolojinin toplum tarafından sorgulanmasını istemedikleri için liberalizmin piyasanın, insana, topluma, doğaya rağmen sermayenin çıkarlarını sahiplenme anlayışını açık biçimde savunmazlar. Onlar emeği, toplumu, doğayı sömürürken bunu meşrulaştırmanın çabası içindedirler. Sermayenin sosyal sorumluluğu gibi girişimlerin de amacı budur. Gezi direnişinde Koç’un, Berkin’in ölümü sonrasında Boyner’in takındığı “insani” tavrın ardında da toplumu karşısına almayıp, emek ve doğa sömürüsüne dayanan birikimlerini meşrulaştırma çabası vardır.

AKP’nin ama özellikle de Başbakanın burjuvazinin bu kaygılarını gözetmeden sahiplendiği ideolojinin tüm vahşiliğini açıkça gözler önüne sermesinin ardında iki nedenden söz edebiliriz. Birincisi, iktidar Başbakanın gözünü öylesine karartmıştır ki sermayenin çıkarlarını temsil etmek için o koltukta oturduğunu unutup, kendisini temsilcisi olduğu sınıfın yani burjuvazinin üzerinde görmeye başlamıştır. Kimileri tarafından padişahlık sevdası olarak da resmedilen bu anlayışla Başbakan, burjuvazinin egemenliğini sürdürmesi için gerekli olan bu temel kuralı bile ihlal etmektedir. İkincisi ise Başbakan, iktidarın verdiği kibirle, toplumu öylesine aşağı görmektedir ki onları ne kadar yok sayarsa, onlara ne kadar zulüm ederse etsin kendisinin el üzerinde tutulacağını, karşı çıkanların da şiddetle baskılanabileceğini düşünmektedir.   

Her iki neden de Başbakanı ve dolayısıyla AKP iktidarını daha da otoriterleşmeye götürmektedir. Bu durumda burjuvazinin de emekçi ve diğer toplum kesimlerinin de demokrasi taleplerini daha yüksek bir diller seslendirmesi son derece olağandır. Ancak burjuvazinin demokrasi talepleriyle emekçi, yoksul, ötekileştirilmiş geniş halk kesimlerinin ihtiyacı olan demokrasi aynı değildir. Burjuva demokrasisi belki mevcut otoriterleşmeyi bir ölçüde de olsa frenleyebilir ama burjuva demokrasi anlayışının emekçilerin sömürüsünü, yoksullaşmasını, halkların birbirine düşmanlaştırılmasını meşrulaştırmaktan öte bir şey olmadığını da unutmamak gerekir. Özgürlüğün, barışın egemen olduğu bir demokrasi için tüm ezilen, sömürülen, ötekileştirilen halk kesimlerinin burjuva demokrasisinin sınırlarına mahkum olmadan güçlerini bir araya getirerek mücadele etmesi gerekir. Berkinlerin, Medenilerin ve daha nice çocukların, gençlerin, canların artık katledilmemesi, barış içinde kardeşçe yaşamın yolu bu mücadeleden geçer.

Not: Bu yazıyı bitirmiş, gazeteye göndermek üzereyken Burak Can Karamanoğlu isimli bir gencin ölüm haberini duydum. Burak Can’ın görüşü ne olursa olsun, olay yerinde ne için bulunuyorsa bulunsun gençlere ölüm yakışmıyor; yakınlarının başı sağ olsun.

7 Mart 2014 Cuma

Kürt sorunu, sol ve HDP

ÖZGÜRCE
07/03/2014

Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde işçi sınıfının talepleri ve ihtiyaçları mı yoksa Kürt halkının talepleri mi öne çıkartılmalıdır? Bu sorunun yanıtı Türkiye solunun, sosyalistlerinin son dönemdeki tartışmalarının, ayrışmalarının temeline de işaret etmektedir. Solun bir kesimi Kürt hareketini ve onun taleplerini liberal ve hatta Kürt milliyetçiliği olarak nitelerken, Kürt sorununu önceleyenlerin de buna alet olduğunu iddia etmektedir. Kürt sorununu öncelik haline getiren solun bir bölümü ise kendileri hakkında bu iddialarda bulunanları sınıf indirgemeci veya ulusalcı olarak tanımlamaktadır.
Eğer demokrasi yoksunluğunun temel nedenini kapitalist sistemin varlığı olarak görüyorsak (ki böyle görmeyenleri zaten sol ya da sosyalist olarak tanımlamak mümkün değildir), kapitalin yani sermayenin biriktiği yer olan üretim sürecindeki çelişkilerin toplumsal sorunların tümüne kaynaklık ettiğini de algılayabiliriz. Üretim sürecindeki çelişkilerin yarattığı baskıya, sömürüye, şiddete doğrudan maruz kalanlar hiç şüphesiz emekçilerdir, işçi sınıfıdır. Dolayısıyla emekçilerin haklarını savunmak, sınıf mücadelesinin içinde yer almak sosyalistler için kaçınılmazdır. Ancak burjuvazi, 19. yüzyıl işçi sınıfı mücadelelerinden çıkarttığı derslerle emekçiler arasında ayrımcılık yaratarak, mücadeleyi bölmek konusunda önemli aşama kaydetmiştir. Özellikle 19. yüzyıl başlarından itibaren ulus devlet inşa sürecinde ve sınıflar arası çelişkileri örtmek için kullandığı milliyetçiliği, ayrımcılığın çok daha etkili bir aracı haline getirmiştir.
Milliyetçiliğin halklar arasında yarattığı düşmanlık sayesinde sermayenin çıkarları doğrultusunda yerel ve bölgesel savaşlar kışkırtılmış; bu savaşlardan milyonlarca insan etkilenmiştir. Türkiye’de de önceleri ulus devletin inşa sürecinin gereği olarak; özellikle 1980’li yıllardan itibaren de sınıflar arası çelişkileri örtmek, emekçiler arası rekabeti arttırmak gibi nedenlerle Kürtlere karşı düşmanlaştırıcı bir politika izlenmiştir. Kürtleri yok sayan, halkları birbirine düşmanlaştıran politikalar 30 yıl süren çatışma sürecine neden olmuş ve 40 binden fazla işçi, emekçi, köylü, yoksul genç yaşamını yitirmiştir. Çatışma sürecinde milyonlarca Kürt, yerinden yurdundan göç ettirilmiş, batıdaki kentlerde son derece düşük ücretlerle, en kötü koşullarda çalışmak, yaşamak zorunda bırakılmıştır. Güvencesizliğin, işsizliğin yaygınlaşmasıyla birlikte göçe zorlanmış olan Kürtler, diğer emekçiler tarafından rakip olarak görülmeye başlayınca milliyetçilik daha da yükselmiş, Kürtlere yönelik ayrımcılık linç girişimlerine kadar varmıştır. Özellikle emekçilerin yoğun olduğu kentlerde seçim çalışması yürüten HDP’lilere yönelik saldırılar bunun en son örnekleridir.
Eğer halklar arasında düşmanlık yaratan politikaların sonucu olarak, özellikle işçi sınıfı içinde milliyetçilik yükselmiş ve böylece sınıf çelişkilerinin üzeri örtülüp, emek piyasasında da ayrımcılık yaratılarak emekçiler arasında rekabet körüklenmişse, sosyalistlerin bu süreci göz ardı edebilmesi mümkün değildir. Kaldı ki tarihsel süreçte Komünist Manifesto’dan itibaren sosyalistler, milliyetçiliği sınıf mücadelesinin en büyük düşmanı olarak tanımlamışlardır. Sosyalist düşüncenin öncülerinden Engels, ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün ön koşulu olduğunu belirtirken; Lenin, egemen ülkelerdeki sosyalistlerin ezilen ulusların kurtuluşu için çalışma görevi olduğunu ifade etmiş ve azınlık milliyetçiliğini önlemenin tek yolunun halkların kendi kaderlerini tayin hakkının sosyalistlerce tanınması olduğuna dikkat çekmiştir.
Gerek bugün içinde bulunduğumuz koşullar gerekse sosyalizmin tarihsel yaklaşımı ezilen ulusun hakları için mücadelenin sınıf mücadelesinden kopuk olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Hal böyle iken mücadelede işçi sınıfının taleplerini mi yoksa Kürt halkının taleplerini mi öncelemek gerektiği sorusu üzerinden yürütülen tartışmaları aşmak gerekir. Bunun için de işçi sınıfı ile Kürt halkının karşı karşıya olduğu sorunların ortak yönlerini öne çıkartıp, mücadelelerin ortaklaştırılması gerekir. HDP, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile emekçilerin mücadelesini, diğer ezilen, ayrımcılığa uğrayan kesimleri de göz ardı etmeden birleştirmek için yola çıkmıştır. Dolayısıyla HDP’nin temsil ettiği cephe içinde yer alan sosyalist unsurlar ne Kürt milliyetçiliğine ne de Kürt burjuvazisine hizmet etmekte, tarihsel süreçte kendilerine yüklenen görev doğrultusunda sınıf mücadelesinin gereğini yerine getirmektedir.
Sözün özü: Ezilen halk ile birlikte mücadele sınıf mücadelesinin gereğidir.

5 Mart 2014 Çarşamba

KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV

Bu makale Toplum ve Hekim Dergisi, cilt 27, sayı 3, Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayınlanmıştır.
 
Metalaşan Emeğin Üretimden Gelen Gücü Olarak Grev

Grev, çok geniş bir tanımlamayla emekçilerin toplu halde emek güçlerini üretim sürecinden geçici olarak çekmesi biçiminde ifade edilebilir. Tarihte greve dair milattan önce 12. yüzyıla kadar geriye giden örnekler1 verilse de grevin en etkili ve yoğun kullanımının kapitalist üretim sisteminde gerçekleştiğini söylemek mümkündür (Makal: 1987). Zira grev eyleminin gerçekleşebilmesi için emek gücünün üretimin diğer unsurlarından ayrı, bir meta olarak satın alınıp üretime katılmış olması ve emek gücünün sahibi olan emekçinin köle ya da serf gibi bir efendiye ya da toprağa bağımlı olmaması gerekir. Öte yandan çok sayıda emekçinin bir arada çalıştığı üretim alanlarının varlığı grevin gerçekleşebilmesi ve etkisinin arttırılması bakımından son derece önemlidir.
Kapitalist üretimin felsefesi ve geçerli emek süreçleri grev eylemi için gerekli tüm koşulları sağlamaktadır. Her şeyden önce kapitalizm öncesi üretim sistemlerinde amaç üretimi gerçekleştirenin ihtiyacı ya da pazardan gelen talebin karşılanmasıyken; kapitalizmde üretim sermaye birikimi elde etmek amacıyla yapılır. Üretimin sermaye birikimini karşılamaya yönelik olması birikimi sağlayacak olan sermaye sahibi ile üretim içerisinde emek gücünü katan işçi arasında keskin bir ayrıma neden olur. Sermaye birikimini arttırmak isteyen sermayedar üretimi ve kârını arttırmak için ödediği ücret karşılığında işçinin emek gücünü satın alır. Emek gücünün alınır satılır bir meta haline dönüşmesiyle emeğin daha önceki tarihsel biçimlerinden farklı olan ücretli emek ortaya çıkar (Marx: 1992).  

Emek gücünün metalaşması ve emeğin ücretli emek haline gelmesi, köleci düzenin ortadan kalkmasıyla doğrudan ilgilidir. Kapitalist üretim sisteminde emek gücünün sahibi olan işçinin kölelik ya da serflik düzeninde olduğu gibi alınıp satılmaması ve bu anlamıyla bağımsız olması burjuva demokrasi anlayışının bireysel hak ve özgürlükler ilkesinin de bir gereğidir. Kapitalist sistemin ortaya çıkışı ve gelişiminde büyük rol oynayan Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin etkisiyle kabul gören hümanizm anlayışı, burjuva devrimleri üzerinde de etkili olmuş ve köleci düzen büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Ancak köleci düzenin ortadan kalkmasını sadece hümanizm düşüncesiyle açıklayabilmek mümkün değildir. Kapitalist üretim sisteminin feodal üretim düzenine üstünlük sağlamasında emek süreçlerinin rolü son derece önemlidir. Köle ve serfin emek gücü olarak kullanıldığı emek piyasasının elastikiyeti son derece zayıftır ve bu karşılıklı bağımlılığı beraberinde getirir. Daha açık ifade etmek gerekirse, köle veya serf emeğini kullanan sahip, emek gücünün sahibini bir bedel ödeyerek aldığı gibi o emeğin kendisini yeniden üretmek için gerekli olan gıda, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını da karşılamak durumundadır. Emek gücüyle birlikte onun vücut bulduğu köle ve serfi de satın almış olan sahip, üretimde ihtiyaç duymadığı zaman onu işten çıkartmak gibi bir serbestiye sahip değildir. Öte yandan sahip, köle ve serf emeğinin yeniden üretme maliyetini karşılamak zorunda olduğu gibi onların ailelerine bakmakla da yükümlüdür. Dolayısıyla bu düzende emek maliyetini kapitalist rekabet ve büyüme ihtiyacını karşılayacak düzeyde düşürebilmek mümkün değildir.
Emek talebinin esnekleştirilmesi yani sermayenin emeği dilediği gibi kullanabilme serbestliğinin sağlanması kapitalist üretim sisteminin en temel ve vazgeçilmez özelliğidir. Burjuva demokrasisinin köleci düzene son vermesi ve emekçileri “özgür” bireyler olarak tanımlamasının ardındaki en önemli gerekçe işçiyi özgürleştirme görüntüsü altında onu sisteme bağımlı hale getirmek ve en esnek biçimde üretim sürecine katabilmektir. Sermaye sahibi artık emek gücünün sahibi olan emekçiyi satın almak için bir bedel ödemesi ve emekçinin kendisini yeniden üretmek için gerekli ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değildir. Kapitalist üretimde sadece emek gücü alınır satılır bir meta durumundadır ve sermaye sahibi ihtiyacı olduğu süre için emek gücünü satın alır, üretim dışındaki zamanlarda emekçiye karşı hiçbir yükümlülüğü hissetmez.

Kapitalist üretimde emek gücünün sahibi olan ve “modern işçi” olarak tanımlanan emekçi, önceki üretim tarzlarındaki emek gücünden farklı olarak üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıftan bağımsız yani “özgür”dür. Ancak burada işçinin bağımsız/özgür olması tamamen bir yanılsamadır. Zira modern işçi diğerleri gibi belirli bir sahip tarafından alınıp satılmıyorsa da yaşamını sürdürebileceği geliri elde edebilmek için emek gücünü satmak zorundadır. İşçinin emek gücünü kendi iradesi ile satması onun belirli bir sahibe bağımlı olması durumunu ortadan kaldırsa da işçinin çalışacağı işi özgürce belirleyebilmesi işçinin sahip olduğu niteliğin emek piyasasındaki değerine bağlıdır. Eğer işçinin niteliği nadir bulunan bir özellik içermiyorsa (ki sermaye sürekli olarak emeğin niteliğini değersizleştirme çabasındadır) üretimin bütününden kopartılarak üretime yabancılaştırılan işçi, yaşamını sürdürebilmek için belki bir işverene değil ama emek gücünü satmaya çalıştığı tüm kapitalistlere yani sisteme bağımlı olacaktır.

Emek gücünün esnek biçimde kullanılmasıyla birlikte “özgür” ama emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan emekçilerin iş bulabilmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet içerisine girmesiyle birlikte sermaye emek maliyetini minimum düzeye indirme olanağına sahip olmuştur. Sanayi devrimi sonrasında kırdan kentlere göçün teşvik edilmesiyle birlikte kentlerde artan emek arzı işsizliği (yedek işçi ordusunu) ve emekçiler arasında rekabeti daha da arttırmıştır. Bu rekabet sonucunda da emekçiler son derece düşük ücretlerle en kötü koşullarda çalışmaya mecbur kalmışlardır. Üretim sürecinde egemenliğin bütünüyle sermayenin elinde bulunduğu erken dönem sanayileşme sürecinde kadınlar, çocuklar ağır işlerde çalıştırılırken çalışma süreleri günde 17-18 saate kadar çıkmıştır. Feodal düzenin geleneksel güvence mekanizmalarının da ortadan kaldırıldığı ve “vahşi kapitalizm” olarak da tanımlanan bu süreçte emekçi kesimler tam anlamıyla sefalet içerisinde çalışmaya ve yaşamaya mahkûm edilmiştir (Lenin: 1998).
Milyonlarca emekçinin yaşamlarını sefalet içerisinde sürdürmek zorunda kaldığı bu dönemde işsizliğe, güvencesizliğe, uzun çalışma sürelerine, çocuk çalışmasına, kadınların gece çalıştırılmalarına ve son derece düşük ücretlere karşı emekçi kesimlerden tepkiler yükselmiştir. İşçiler bireysel tepkilerin işe yaramadığını gördükçe işverenlere karşı birlikte hareket etmeye ve grevler gerçekleştirmeye başlamışlardır. Önceleri yaşadıkları sorunun kaynağı konusunda bilinçten yoksun olan işçiler makineleri kırarak, fabrikaları yıkarak işverenlere öfkelerini göstermek istemişlerdir. Bütün ülkelerde işçilerin öfkesi, ilk önce, birbirinden kopuk ayaklanmalar biçiminde kendini göstermiştir. Birbirinden kopuk bu ayaklanmalar, bir yandan, barışçı grevleri diğer yandan da, işçi sınıfının kurtuluşu için bütünlüklü bir mücadelenin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Lenin: 1998).

Kapitalist üretim sisteminde sermaye birikiminin kaynağı olan emek gücü üzerinden elde edilen kârın (artı değerin) maksimum düzeyde olma gerekliliği ile kendisi ve ailesi için daha iyi bir yaşam arzulayan işçinin ücretini arttırma isteği arasındaki çelişki, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki pazarlıklarda uzlaşılamazlığı beraberinde getirmiştir. İşçiler ücretlerinin düşürülmesini önlemek ya da daha yüksek ücret elde etmek için aralarındaki rekabete son vererek örgütlendikleri sendikalarla grevler gerçekleştirmiş ya da ücret pazarlıklarında grevi bir tehdit unsuru olarak kullanmışlardır. Kapitalizm geliştikçe, büyük fabrikalar çoğaldıkça, küçük kapitalistler, büyük kapitalistler tarafından giderek daha çok sahneden silindikçe işsizlik artmış, kapitalistler arasında kızışan rekabet ücretleri baskılamış ve krizler sıklaşmaya başlamıştır. Böylece işçilerin örgütlenmesine ve ortak mücadelesine duyulan ihtiyaç daha da artmıştır (Lenin: 1998).

Kapitalist üretim sistemine içkin koşullara tepki olarak ortaya çıkan grevler, aynı zamanda işçi sınıfının kapitalist toplum düzenine karşı mücadelesinin de başlangıcını ifade etmektedir. İşçilerin birey olarak sermayedarlarla karşı karşıya geldiklerinde hiçbir güce sahip olamayan işçilerin durumları sendikalarda birleştiklerinde değişmektedir. İşçiler emek güçlerinin metalaşmasına karşı çıktıkları ve üretimden çekildikleri anda sermaye sahipleri artı değer elde edebilecekleri emek gücü bulamamakta ve hem kendilerinin hem de kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikimini sağlayamamaktadır. Yani sendikalar grev aracılığıyla tüm sistemin can damarını kesmektedir (Engels: 1994). İşte bu nedenle sendikalar ve grev, sermayedarlar ve dolayısıyla kapitalist sistem tarafından tehdit olarak kabul edilmekte ve kapitalist devletler tarafından yasaklanmakta ya da yasalarla işveren ve sistem için tehdit oluşturmayacak biçimde sınırlandırılmak istenmektedir. Tüm yasak ve sınırlamalara rağmen örgütlenen ve greve giden işçiler ise güç kullanılarak baskılanmaya çalışılmaktadır.

İşçilerin emek gücünü üretimden çekmesi karşısında yasaklama ve baskı yoluna gidilmesi işçilerin devlet güçlerinin ve yasaların aslında işverenlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuş olduğunu fark etmesini sağlamaktadır. İşverenler nasıl kendilerini işçi sınıfının velinimeti olarak göstermek istiyorsa devlet de işverenlere ve işçilere eşit uzaklıkta olduğuna ve adaletli davrandığına işçileri inandırmaya çalışmaktadır. İşçiler yasaları bilmediği, siyasi iktidar ve bürokrasiyle yakın ilişki içerisinde olmadığı için çoğu zaman bunlara inanırlar. Ne zaman ki işçiler, greve gitmeye kalkıştıklarında karşılarında yargıyı ve devletin kolluk güçlerini bulurlar işte o zaman yasaların da devletin de kendilerine karşı işverenin yanında olduğunu öğrenirler. Grev koşullarında devleti, yasaları ve dahası bütün bir sistemi sorgulamaya başlayan işçiler siyasal alanda da söz sahibi olmayı amaçlar. Böylece grev sadece ekonomik talepleri içeren bir eylem olmaktan çıkıp, siyasal bir eylem haline dönüşür.

Sınıf Mücadelesinin En Etkin Aracı Olarak Grev
1840’lı yılların başında bütün İngiliz işçi sınıfını bir araya toplayan Çartist hareket, ekonomik koşulların iyileştirilmesi ve siyasal haklar elde edilmesi için özellikle grevleri kullanarak yürüttüğü mücadeleler sonucunda burjuva sınıfını bir takım ödünler vermeye zorlamıştır (Yeliseyeva, 2009). Özellikle 1845 yılından itibaren şiddetlenen ekonomik krizle birlikte hızlı nüfus artışı ve sanayileşmenin ortaya çıkarttığı sosyal sorunlar yoğunlaşmıştır. Artan açlık ve işsizlik nedeniyle tepkiler yükselmeye başlamış ve bu tepkiler Fransa’dan başlayarak kısa sürede tüm Avrupa kıtasına yayılan 1848 Devrimlerinin nedeni olmuştur. Sokak eylemlerinin yanı sıra grevin etkili biçimde kullanıldığı 1848 Devrimleri kanlı bir biçimde bastırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı mücadeleleri ve sosyalizm için yol açıcı olmuştur.

Sosyalizm düşüncesinin etkisi altındaki işçi sınıfı mücadelesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde hızla yayılmıştır. Grevler ve eylemlerle kendisini göstermeye başlayan işçi sınıfı hareketi, 1848’de Komünist Manifesto’nun yayınlanması, 1864’te toplanan I. Enternasyonel ve 1871 Paris Komünü ile kapitalist sistem karşısında önemli bir tehdit haline gelmiştir. Sermaye sınıfı ve onların iktidarda bulunan temsilcileri, işçi sınıfından gelen bu tehdit karşısında, işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için bir takım demokratik düzenlemelere gitmek durumunda kalmıştır (Akkaya, 2002). Bu bağlamda bir taraftan çalışma saatlerinin kısaltılması, çocuk çalışmasının sınırlandırılması, daha yüksek ücret gibi işçi sınıfının üretim sürecindeki talepleri kısmen karşılanırken, diğer taraftan da sosyal güvenceyi sağlamak üzere devlete sosyal bir nitelik kazandırılmaya çalışılmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm yasaklamalara ve kimi zaman kanlı baskılamalara rağmen işçi sınıfı gerçekleştirdiği yaygın grevler sayesinde kapitalist üretim sisteminde yok sayılan emekçilerin bir sınıf olarak varlığını kabul ettirmiştir. Böylece bir taraftan çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda pek çok ilerleme sağlanırken; diğer taraftan liberal demokrasi anlayışı sermaye dışı toplum kesimlerinin de siyasal haklara sahip olduğu daha özgürlükçü bir yöne evrilmeye başlamıştır.

 
Yasakla Engellenemeyen Grev Hakkına Denetimli Serbestlik

Grevleri yasaklayarak ve baskılayarak geçen 19. yüzyılın ardından sendikalar ve grev burjuvazi tarafından tanınmak zorunda kalmıştır. İngiltere grev hakkı 1906 yılında tam olarak tanınmıştır. Fransa’da grev hakkı 1864 yılında tanınmış ancak kullanımı dönem dönem engellenmiş, iki savaş arası dönemde grevin iş sözleşmesine son vermeyeceği yönündeki mahkeme kararlarıyla uygulanmış, II. Dünya Savaşı sonrasında ise Anayasal bir hak olarak kabul edilmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve İtalya’da faşist iktidarlar grevleri yasaklamış ancak II. Dünya Savaşı sonrasında İtalya grev hakkına anayasasında yer verirken, Almanya’da grev konusunda bir düzenleme yapılmamış ama herhangi bir yasaklama da getirilmediği için grev hakkı fiilen kullanılabilmiştir. Hollanda ve Belçika’da da grev hakkını tanıyan ya da düzenleyen bir yasa olmamasına karşın, grev 1870’lerden sonra fiilen kullanılan bir hak olmuştur (Talas, 1997).

 Grev hakkının özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında tanınmasını iki temel etkene bağlamak mümkündür. Bunlardan birincisi 1929 kriziyle sarsılan kapitalizmin belirlediği talep yönlü ekonomi politikalarıdır. Keynes tarafından teorileştirilen talep yönlü politikalar, krizden çıkış için yeni birikim rejimini seri üretim ve buna bağlı olarak da kitlesel tüketimi içeren fordist üretim sisteminin yaygınlaştırılmasına dayandırmıştır. Taylor’un standartlaşan üretim organizasyon yapısını içeren fordizmde istihdam ve çalışma biçimleri de standartlaşmıştır. Böylece 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfı mücadelelerine gerekçe oluşturan 8 saatlik işgünü, çocuk çalışmasının sınırlandırılması, kadınların gece çalıştırılmaması gibi talepler yerine getirilebilmiştir. Öte yandan kitlesel tüketim ihtiyacı kapitalizmde emek gücünün sahibi olan işçinin üretim sürecindeki rolünün yanında üretilen malları satın alacak tüketiciler olma rolünü de ortaya çıkartmıştır. İşçilerin tüketici olma rolü satın alma gücünün arttırılmasını gerektirmiş bu da ücretlerin görece yükselmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmeler kapitalist üretim sisteminde emek ile sermaye arasındaki çelişkileri görece azaltmış ve sendikal örgütlenme ve grev üzerindeki baskılar da hafiflemiştir.

 II. Dünya Savaşı sonrasında grev hakkının tanınmasında diğer bir etken ise 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren kapitalist sistem üzerinde tehdit oluşturan reel sosyalizmi temsil eden Sovyetler Birliği’nin varlığıdır. Sovyetler Birliği’nin savaştan büyük kazanımla çıkması, 19. yüzyılın sonlarından beri ekonomik ve siyasi krizlerden bıkmış olan kapitalist Avrupa halklarının sosyalist akımlara eğilimini arttırmıştır. Bunu kırmak üzere kapitalist devletler bir taraftan sosyal/refah devleti uygulamalarını yaşama geçirirken diğer taraftan da işçi sınıfı hareketine denetimli serbestlik sağlama yoluna gitmiştir. Bu bağlamda ILO aracılığıyla çalışma standartları ve sosyal haklar yeni birikim rejiminin gerekleri doğrultusunda yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda işçi sınıfı içerisinde oluşabilecek sosyalist/komünist eğilimleri kırmak üzere sendikalar ve işçi hareketlerini denetim altına alacak düzenlemelere gidilmiştir. Grev hakkı da bu anlayış içerisinde tanınmış ancak 19. Yüzyılda gerçekleşen grevlerin ortaya çıkarttığı ekonomik ve siyasal sonuçların tekrarlanması endişesiyle sınırlandırılmıştır. 

Devletler greve yönelik düzenlemelerde bir taraftan grevi bir hak olarak tanımakta ve greve katılan işçiye iş güvencesi vermekte; diğer taraftan ise grevin yapılabilme koşullarını ve sınırlılıklarını belirlemektedir. Grevin uygulanabilme koşullarının yasalarla belirlenmesi ve sınırlanma gerekçesi olarak genellikle sosyal barışın korunması ve grev nedeniyle ortaya çıkabilecek ekonomik zararlar gösterilmektedir. Bu bağlamada işçilerin tepki olarak gerçekleştirdiği ani grevler engellenerek grevin toplu pazarlık sürecinin bir parçası haline getirilmesi amaçlanmaktadır (Raynaud, 1986). Bu doğrultuda grev hakkını tanıma ve düzenleme konusunda ülkelere göre farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle sınıf mücadelesi geleneğine sahip,  örgütlenmenin yüksek olduğu ve dolayısıyla işçi sınıfının belirli bir güce ulaştığı ülkelerde grev hakkını tanıma ve düzenlemeler konusunda daha esnek bir yapı mevcuttur. Buna karşılık mücadele geleneği ve örgütlülük düzeyi zayıf, sanayileşmesini tamamlayamamış çevre ve yarı çevre ülkelerde daha katı sınırlamalarla karşılaşılmaktadır.

 Kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği krizden çıkış için fordizm yerine benimsenen esnek üretim sistemleriyle birlikte bir taraftan 19. yüzyıl başlarındaki esnek, kuralsız çalışma düzenine geri dönülürken diğer taraftan da sosyal/refah devleti yerini piyasa devleti anlayışına bırakmıştır. Öte yandan kapitalist ülkelerde birçok sosyal hakkın gerekçesi olan reel sosyalizm tehdidi 1989’de Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından etkisini kaybetmiştir. Böylece işçi sınıfının grevi de kullanarak yürüttüğü mücadelelerle elde ettiği haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlamış; sendikal özgürlükler ve grev hakkına yönelik sınırlamalar da artmıştır.

 
Sınırlanan ve Sınıflandırılan Bir Hak Olarak Grev

Grevin burjuva iktidarları tarafından yasalar içerisine sınırlandırılması ortaya yasal ve yasal olmayan grev tanımını çıkartmıştır. Buna göre yasaların belirlediği koşullara uymayan grevler yasadışı ilan edilerek meşruiyetleri toplum ve hatta emekçilerin kendileri tarafından sorgulanır hale getirilmek istenmiştir. Bu, emek gücü üzerindeki tasarrufun emek gücünün sahibi olan işçiye mi yoksa işverene mi ait olduğunun sorgulanması anlamına gelmektedir. Böylesine bir sorgulama işçi sınıfının burjuvazi karşısında yürüttüğü tüm mücadeleleri ve bu mücadelelerde elde edilen hakları yok saymak anlamına gelmektedir.

Yasallık sorgulamasını bir tarafa bırakırsak grevi amaçları itibariyle sınıflandırmak mümkündür. Bunlar içinde uygulamada en çok karşılaşılanlar dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev, menfaat grevi ve hak grevidir.

 Siyasi grev, “yasama organını veya hükümeti yeni bir politika uygulamaya,  kamu otoritelerini bir karar almaya veya bir karar almaktan kaçınmaya zorlamak amacıyla yapılan grev” olarak tanımlanabilir. Siyasi grevlerde devlet siyasi otorite olarak muhatap alınmaktadır. Buna karşılık, kamu organlarına işveren sıfatıyla yöneltilen talepler (örneğin sağlık emekçilerinin özlük hakları için Sağlık Bakanlığı’na yönelttiği talepler) olduğunda bir siyasi grevden söz edilemez. Siyasi grevler ekonomik amaçlı grevlere nazaran bazı farklı özellikler göstermektedir:  Siyasi grevin muhatabı işveren olmayıp, öne sürülen taleplere işverenin bizzat yanıt getirmesi mümkün değildir. Muhatap devlettir ve siyasette yön değiştirmesi istenir. Bunu sağlamak üzere de kamuoyunun dikkatini en iyi çekebilecek bir araç, üretim ve hizmetleri durdurmaktır. Ekonomik amaçlı grevlerde somut ve pozitif talepler öne sürülürken (ücret artışı, iş sürelerinin belli bir ölçüde azaltılması gibi); siyasi grevlerin protesto, “karşı koyma” yönü ağır basar.  Rejimi yıkmaya yönelik isyan grevleri hariç tutulursa, siyasi grevde, çalışanlar,  salt işçi sıfatlarıyla değil “yurttaş” sıfatıyla hareket edip toplumun genelini ilgilendiren bir tür “yurttaşlık” işlevini yerine getirmektedirler (Sur, 2009: 12).

 Siyasi grevler yöneldikleri amaçlara göre farklılaşırlar. Devrimci grev, mevcut siyasi sistemi devirecek bir harekettir. Reformcu yaklaşımla yapılan siyasi grevlerde siyasi iktidarın politikalarına karşı bir baskı gücü oluşturmak amacı vardır. Ekonomik amaçlar güden siyasi grevlerde amaç ise hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarıdır (Sur, 2009: 12). Yukarıda da belirtildiği gibi Marksist yaklaşım ekonomik amaçlı da olsa her grevin siyasal sisteme karşı olduğunu yani siyasal bir içerik taşıdığını savunmaktadır. 

 Dayanışma grevi, işçilerin doğrudan kendi işverenleriyle grev nedeni olabilecek bir sorun yokken, bir başka işyerinde grev yapan işçileri desteklemek amacıyla yaptıkları işin yavaşlatılması, önemli ölçüde aksatılması ya da tümüyle durdurulması eylemidir.

 Genel grev, ülke genelinde veya bir bölgede çeşitli işkollarındaki işçilerin ortak taleplerle aynı anda greve gitmeleridir. Genel grev ekonomik, sosyal ve siyasal amaçlarla yapılabilir. Ancak yapılma amacı ne olursa olsun sonuçları büyük ölçüde siyasidir.  Etkisi çok fazla olduğu için genel grev birçok ülkede yasaklanmıştır. Özellikle tüm işçilerin kayba uğradığı kriz dönemlerinde birçok ülkede genel greve başvurulmaktadır.

 Menfaat grevi, toplu pazarlık sürecinde ortaya çıkan bir anlaşmazlık ve uyuşmazlıktan kaynaklanan grevler “menfaat grevi” olarak adlandırılır. Yürürlükteki bir toplu iş sözleşmesinden doğan hakların elde edilmesine yönelik olarak gerçekleştirilen grev ise “hak grevi” olarak tanımlanır.

 Sonuç Yerine

Tüm sınırlandırma ve tasniflemelere rağmen kapitalist üretim sisteminin yarattığı emek-sermaye çelişkisi devam ettiği sürece işçi sınıfı kendi varlığını emek gücü üzerinden ifade etmeye devam edecektir. Eğer koşullar başka çıkış noktası bırakmıyorsa emekçiler tüm yasal engellemelere rağmen üretimden gelen güçlerini devreye sokacak ve grevi tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi emek gücüne sahip olmaktan kaynaklanan doğal bir hak olarak kullanacaklardır. Bu bağlamda yasalarla grev hakkının kullanımını bütünüyle sınırlandırmak mümkün değildir. Grev hakkının kullanılmasını engelleyen yasalardan daha çok kendisini yasalarla sınırlandırmış olan sendikal anlayışlardır.

 
 
Sendikalar işçi sınıfının kendi içindeki rekabeti dayanışmaya dönüştürmek üzerine kurulmuş olan örgütlenmelerdir. Bu dayanışma 1864’te kurulan I. Enternasyonel’le birlikte sadece ulusal düzeyde kalmaktan çıkıp uluslararası boyuta taşınmıştır. Oysa kapitalist ülke sendikalarını çatısı altına toplayan ICFTU2 (Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu) küresel rekabet gerekçesiyle emek sömürüsünün en yoğun olduğu dönemde 1981 yılında Yeni Delhi Bildirgesi ile küreselleşme sürecinde sınıflar arası uzlaşmayı savunan Brandt Raporlarını desteklemiştir (Erdoğdu, 2006: 248-252). Böylece sendikalar kapitalist üretim sisteminin mantığına aykırı biçimde emek ile sermaye arasındaki çelişkilerin ortadan kalktığı varsayımı üzerinden sermaye ile uzlaşma anlayışını benimsemişlerdir. Bu çerçevede de grev hakkının göz ardı edildiği bir sosyal diyalog süreci içerisinde ICFTU (ITUC) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) tarafından kapitalist sistem içerisinde ulusal düzeyde örgütlenmiş olan sendikalara empoze edilmiştir.
 
İster yasal düzenlemeler isterse sendikal yapılardan kaynaklansın grev hakkının kullanımını tamamen sınırlandırmak ya da engellemek mümkün değildir. 19. yüzyılda var olan koşullara göre grev hakkını kullanmak ihtiyacını hisseden emekçilerin önündeki engel bugün çok daha büyüktür. Ancak tüm bu engellemelere rağmen işçinin emek gücüne sahip çıkması anlamını taşıyan grevlerin gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır. Bu durumda grevleri kendiliğinden gelişen eylemler olmaktan çıkartıp siyasal bir eyleme dönüştürme gücünün oluşturulması gerekir. İşçi sınıfının üretim sürecindeki mücadele araçlarının başında gelen sendikaların siyasi iktidar üzerinde baskı oluşturacak bir gücün basamağını kuracak bir yapıya dönüşmeleri acil bir gereksinimdir. Eğer sendikalar bu gereksinimi zamanında karşılayamazlarsa işçi sınıfı sendika dışı oluşumlarla (işçi konseyleri, işyeri komiteleri vs) sorunlarına çözüm arayışı içerisine gireceklerdir.         


 
 



Kaynaklar

 Akkaya, Yüksel. (2002) “Sosyal Güvenlik “Versus” Demokratik Uzlaşma”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı. 130, Ekim 2002, (78-80)
Engels, Frederich. (1994) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev. Oktay Emre, İstanbul: Sosyalist Yayınları

Erdoğdu, Seyhan. (2006) Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Sendikacılık, Ankara: İmge Kitapevi

Etingü, Turgut. (1976) Kömür Havzasında İlk Grev, İstanbul: Koza Yayınları
Lenin, V.İ. (1998) Sendikalar Üzerine, Çev. Şule Ünsaldı, İstanbul: Sorun Yayınları

Makal, Ahmet. (1987) Grev Kuramlar ve Uluslararası Farklılıklar, Ankara: V Yayınları
Marx, Karl. (1992) Ücretli Emek ve Sermaye Ücret, Fiyat ve Kar, Çev: S.Belli, İstanbul: Sol Yayınları

Reynaud, J.D. (1986) İş Uyuşmazlıkları Sosyolojisi, Çev. Ali Güzel-Ali Rıza Okur, İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayını

Sur, Melda. (2009) “Siyasi Grev”, Çalışma ve Toplum, 2009/4, (11-26)
Talas, Cahit. (1997) Toplumsal Ekonomi, Ankara: İmge Kitapevi

Tunçomağ, Kenan. (1980) İş Hukuku, İstanbul: İ.Ü. Hukuk Fakültesi Yayını
Yeliseyeva, N.V. (2009) Yakın Çağlar Tarihi, Çev. Özdemir İnce, İstanbul: Yordam Kitap

 

 

 

 




 
1 Kenan Tunçomağ’ın “İş Hukuku” kitabına göre tarihte ilk grev III.Ramses döneminde Mısır’da firavunların mezarlarında çalışan işçiler tarafından yapılmıştır (İ.Ü. Hukuk Fakültesi Yayını, 1980). Anadolu topraklarında ise ilk grev Turgut Etingü’nün “Kömür Havzasında İlk Grev” başlıklı araştırmasına göre Alman arkeolog Kreiner’in 1969'da Milet'te yaptığı kazılarda elde ettiği tarihi kalıntı ve taş yazıtların çözümlemesinde belirlediği üzere milattan önce 5. yüzyılda Milet'te gerçekleşmiştir. (Koza Yayınları, 1976)
 
2 ICFTU, 2006 yılında Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) ile birleşerek Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) adını almıştır.