26 Ekim 2012 Cuma

Demokratik ve özgür bir üniversite için...



ÖZGÜRCE
25/10/2012

AKP Hükümeti temsilcisi olduğu sermayenin ideolojisini ve kendi iktidarını yeniden yeniden üretmek için bir taraftan yeni bir anayasa yapmaya çalışıyor diğer taraftan da çıkarttığı yasalarla birçok alanı yeniden yapılandırıyor. Mecliste yeni yasama döneminin henüz bir ayı dolmamışken etki alanı son derece geniş ve üzerinde henüz uzlaşı sağlanamamış olan birçok konuda yasalar çıkartılıyor. Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasası bunun son örneği; yerel yönetimlerde köklü değişiklere neden olacak belediyelere ilişkin kanun da sırada.


AKP eliyle Türkiye’de her alanın yeniden yapılandırıldığı bir süreçte üniversitelerin bundan azade olması elbette düşünülemezdi. Aslında üniversitede yeniden yapılanma AKP’nin iktidarından çok daha önce 1990’lı yılların başlarından beridir gündeme getirilmiş bir konudur. AKP de iktidarının ilk döneminden bu yana üniversitede köklü bir değişimin çabası içinde olmuştur. Gerçi yeni bir yasayla olmasa da üniversitede yapılmak istenen değişim fiilen gerçekleştirilmiştir. Özellikle Avrupa Yükseköğretim Alanına entegrasyonu hedefleyen Bologna süreci içinde, bir taraftan üniversitede piyasanın etkisi artmış; diğer taraftan da idari ve akademik baskılar altında üniversitenin sermaye ve devlet karşısında özgürlüğü önemli ölçüde sınırlandırılmıştır.

YÖK tarafından hazırlanıp tartışılmak üzere üniversitelere gönderilen “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı metin üniversitede yasal zeminin yeniden yapılandırılmasını öngören son çalışmadır. Hükümetin son dönemde en tartışmalı konularda dahi yasama sürecini ne kadar hızlı işlettiğini dikkate alırsak; bir sabah uyandığımızda üniversiteyi yeniden yapılandıran bir yasayla karşılaşmamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Yeni yükseköğretim yasa taslağını üç başlık altında özetlemek mümkündür:

1. Üniversitede yönetsel özerklik tamamen ortadan kalkacak ve üniversite konseyleri adı altında getirilen yapılanmayla sermaye doğrudan yönetime katılırken; öğretim üyeleri de dahil olmak üzere üniversite bileşenlerinin üniversitenin karar alma mekanizmalarında hiçbir söz hakkı kalmayacaktır.

2. Üniversitede eğitim ve araştırma faaliyetleri girişimcilik mantığı içinde tamamen piyasaya yönelik olacak ve yönetsel olarak sermayenin güdümüne giren üniversite mali olarak da tamamen sermayeye bağımlı hale gelecektir.

3. Üniversitede egemen olan piyasa anlayışı içinde istihdam da mevcut piyasa koşullarına uyumlaşacak ve zaten küçük bir kesimin sahip olduğu iş güvencesi de ortadan kalkacaktır. Öte yandan üniversitede istihdam edilebilme ve ücretler, piyasanın artı-değer yaratma düşüncesine dayalı performans değerlendirme sistemine bağlanacaktır.

Hiç kuşku yoktur ki bu taslağın ortaya çıkartacağı en önemli sonuç: Akademik özgürlüklerin ortadan kalkmasıdır. İdari ve mali olarak sermayenin güdümünde olan, tüm hedeflerini girişimcilik mantığı içinde piyasaya işgücü yetiştirmek ve bilgi üretip satmakla sınırlandırmış olan bir üniversitede akademik özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Akademik özgürlüğün ortadan kalkması üniversitenin ve bilimin toplumun yararı yerine piyasanın emrine amade olması demektir. Bu da üniversitenin sermayenin emeği ve doğayı daha fazla sömürmesine katkı sağlaması anlamına gelmektedir.

Sözün özü: Üniversitede gerçekleştirilmek istenen değişimin etkileri toplumsaldır. Emek ve doğanın daha fazla sömürüsü, yoksulluk ve savaşlar getirilmek istenen üniversite modeliyle “bilim” adına meşrulaştırılacaktır. Hal böyle olunca üniversitede yapılmak istenen bu dönüşüme karşı sadece üniversite bileşenlerinin gücü yetersiz kalacaktır. Üniversite toplumundur, eğer toplumun olarak kalacaksa daha demokratik ve özgür bir üniversite için toplumun tüm örgütlü güçlerinin üniversiteye sahip çıkması gerekir (!)

19 Ekim 2012 Cuma

Sınıfın mücadelesi yasayla düzenlenir mi?




ÖZGÜRCE
19/10/2012
Türkiye’de işçilerin üretim/hizmet sunum sürecindeki mücadele örgütü olan sendikaların nasıl kurulacakları, nasıl faaliyet gösterecekleri, sendikalara nasıl üye olunacağı; toplu pazarlık için gerekli koşullar, grevi gerçekleştirme koşulları ve kurallarını belirleyecek olan yasal düzenleme Mecliste görüşülüyor.
Hükümet tarafından hazırlanan ve 550 milletvekili tarafından görüşülen Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı belki de bu yazının baskıya girdiği saatlerde Kanun haline getirilmiş olacaktır. Yani 550 sayın milletvekilinin çoğunluğunun “taktirleriyle” Türkiye işçi sınıfının bundan böyle nasıl mücadele edeceği yeni bir “kanunla” belirlenecektir.
Hükümetin getirdiği yasa taslağı tahmin edilebileceği gibi zaten son derece sınırlandırılmış olan sendikalaşma özgürlüğünü daha da sınırlandırmakta; 12 Eylül darbecilerinin çıkarttığı yasalardan bile daha baskılayıcı ve yasaklayıcı bir sendikal mevzuat oluşturmaktadır. İçeriğinden bağımsız olarak işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin yasayla dizayn edilmesinin başlı başına bir sorun olduğu düşüncesindeyim. Bu yazıda da yeni yasanın neler getirip neler götürdüğünden ziyade işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikaların nasıl örgütlenip, nasıl mücadele edeceğinin parlamentodan çıkacak bir yasayla belirlenmesinin anlamı ve sonuçları üzerinde durmaya çalışacağım.
Tarihsel sürece bir göz atarsak; parlamentonun işçi sınıfı hareketini değil; işçi sınıfı hareketinin parlamentonun yapısı ve işleyişini belirlediğini görürüz. Zira parlamento sınıflar arası güç ilişkilerinin neticesinde oluşan bir yapıdır. İşçi sınıfı ve onun örgütü olan sendikaların (sınıfın partileriyle beraber) mücadelesi parlamentodaki temsiliyeti de belirleyecektir. Bunun tersi yani parlamentonun işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikaları dizayn etmesi ve sendikaların bunu kabullenerek faaliyet göstermesi daha baştan işçi sınıfının yenilgisini ilan etmesi anlamına gelecektir.
Öte yandan, parlamentonun burjuva demokrasi anlayışının bir ürünü olduğunu reddetmemekle birlikte sermaye dışındaki toplum kesimlerinin parlamenter sistemde temsilinin işçi sınıfının mücadelesi sayesinde gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Daha 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde (Henüz sınıf bilincinin siyasal güç haline dönüşmediği bir dönemde) İngiltere’de Chartist sendikalar emekçilerin ve yoksul halk kesimlerinin seçme ve seçilme hakkı için mücadele başlatmışlar; 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sınıfın devrimci mücadelesi sayesinde de emekçiler siyasal haklarını elde etmişlerdir.
Ancak kimi zaman sol içi revizyonist hareketler kimi zaman kriz tehditleri ya da darbelerle parlamenter sistem yeniden emekçileri ve diğer ezilenleri dışlayan antidemokratik bir yapıya bürünmüş ve bu kesimleri siyasetten ve parlamentodan uzaklaştırmaya çalışmıştır. Türkiye’de de halihazırda 12 Eylül darbe rejiminin getirdiği yüzde 10 barajı ve daha nice antidemokratik uygulamalar sonucu parlamentoda çoğunluk elde edenler, işçi sınıfının mücadele yollarını tamamen tıkamaya çalışmaktadır.
Meclisten geçmekte olan Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nın içeriğinden bağımsız olduğunu tekrar vurgulayarak; işçi sınıfı hareketinin örgütlenme ve mücadele araç ve yöntemlerinin “yasalarla” düzenlenmesini usulden reddetmek gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda mevcut egemen yapı işçi sınıfı hareketini ve sendikaları çıkartacağı yasalarla ne kadar baskılamaya çalışırsa çalışsın yapılması gereken, çıkartılan yasalara (Yetki alamıyorum vs. diyerek) hayıflanmak değil; bu yasalara rağmen fiili ve meşru bir mücadele hattı oluşturmaktır(!)
Sözün özü: Geçmişte olduğu gibi bugün de işçi sınıfı, örgütlenmesini ve mücadelesini yasalara göre değil ihtiyaçlarına göre belirleyecektir. Önümüzdeki süreçte işçi sınıfı, ihtiyaçlarına cevap veremeyen; tarihin kazanımlarını reddederek önüne konulan mevzuata boyun eğen ve sınıfın yenilgisini baştan kabullenen sendikal yapıları tasfiye edecek ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir örgütlenme ve mücadele tarzını yeniden inşa edecektir. Zira tarihin sonu henüz gelmemiştir(!)

11 Ekim 2012 Perşembe

AKP’nin AB maskesine artık ihtiyacı kalmadı!

ÖZGÜRCE
                                    12/10/2012
AB Bakanı Egemen Bağış, Türkiye’yi eleştiren AB İlerleme Raporuna “Avrupa Birliği’nin kırık aynası bizim için yol gösterici değildir” diyerek tepki göstermiş. Oysa AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinde ve 10 yıldır süren iktidar serüveninde AB’nin katkısı son derece önemlidir. Her şeyden önce AKP’nin, kuruluşunun ardından açıklanan “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” adlı parti programı; Kasım 2002 Genel Seçimleri öncesinde açıklanan “Her Şey Türkiye İçin” adlı seçim bildirgesi ve yine bu dönem Acil Eylem Planı, AB’nin genişleme sürecinde temel belgesi olan Kopenhag Kriterleri dikkate alınarak oluşturulmuştur. Böylece AKP; kendisini iktidara taşıyan Kasım 2002 seçimlerinden önce, siyasal yaşamdan hukuk ve adalete; Kürt sorunundan ekonomiye; kamu maliyesinden tarım politikalarına; eğitimden sağlığa; çalışma yaşamından dış politikaya kadar tüm alanlarda AB’nin politikalarını uygulayacağını taahhüt etmiş; bunun karşılığı olarak da AB’nin siyasi desteğini almıştır.
AKP, tek başına iktidara gelmesinde önemli rol oynayan AB’nin desteğini boşa çıkartmamış ve hükümet programları başta olmak üzere birçok belgede “AB’ye üye olma sürecini hızlandırmak ve sonuçlandırmak” önemli bir amaç olarak belirtilmiştir. AKP, ustalık dönemi olarak ifade ettiği Haziran 2011 seçimleri sonrasında başlayan döneme kadar AB’nin Katılım Ortaklığı Belgeleri ve İlerleme Raporlarıyla önüne koyduğu “ev ödevlerinin” sadık uygulayıcısı olmuştur. Bu süreçte “reform” adı altında ekonomi ve tüm toplumsal alan serbest piyasa ekonomisinin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır.
AKP’nin; serbest piyasa ekonomisinin gereklerine uyumu sağlayan yapısal reformları yaşama geçirme sürecini AB’ye dayandırmasının en önemli etkisi, AB üyelik sürecinden demokrasi ve sosyal hakların gelişmesi beklentisi içerisinde olan sendika ve diğer emek örgütlerinin mücadeleden uzaklaştırması olmuştur. Bu bağlamda özelleştirmelerden, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına; emek piyasasının esnekleştirilmesinden sosyal güvenlik ve sağlık hakkının ortadan kaldırılmasına kadar birçok uygulama AB’ye uyum gerekçe gösterilerek yaşama geçirilmiştir. Sendikalar ve diğer birçok emek örgütü bu uygulamalara karşı koymak yerine AB’nin sosyal diyalog anlayışı çerçevesinde hükümet ve sermaye ile uzlaşma yoluna gitmiştir. Hatta birçok sendika (AB projelerinden elde ettikleri gelirlerin cazibesine de kapılarak) sosyal taraf sıfatıyla emekçilerin haklarını ortadan kaldıran uygulamaların bir parçası haline gelmiş ve bu süreci meşrulaştıran bir rol üstlenmiştir.    
Kısacası AKP, AB’nin sosyal yüzünün ardına sığınarak Cumhuriyet tarihinde emekçilerin haklarına yönelik en büyük tahribatı gerçekleştirirken işçi sınıfının örgütleri “emeğin Avrupası” rüyası ile derin bir uykuya dalmıştır.
Emek örgütlerinin bu uyku hali içinde bir taraftan emekçilerin hakları ortadan kalkarken diğer taraftan işçi sınıfı, mücadele aracı olan sendika ve diğer emek örgütlerine güvenini kaybetmiştir. Bunun sonucu olarak sendikal örgütlülük azalmış, AKP kimi sendikalar üzerinde hâkimiyet kurarak “yandaş sendikalar” yaratmış ve sendikal mücadele etkisi bakımından 1960’lı yıllardan bu yana en geri noktaya düşmüştür.
AKP, iktidara gelmesinde ve 10 yıldır tek başına iktidar koltuğunda kalmasında en büyük destekçisi olan AB’nin demokrasi ve sosyal hakları savunan sahte yüzüne bugün artık ihtiyaç duymamaktadır. Zira emekçilerin ve geniş toplum kesimlerinin haklarını koruması gereken örgütlenmeler AB’nin de katkılarıyla artık AKP karşısında direnemeyecek noktaya gelmiştir. Bugün Mecliste sınıf mücadelesinin aracı olan sendikaları sermayeye ve devlete tamamen bağımlı hale getiren Toplu İş İlişkileri Kanunu görüşülmektedir. Öte yandan kıdem tazminatı hakkından kamu emekçilerinin iş güvencelerinin ortadan kaldırılmasına kadar emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıracak pek çok düzenleme yaşama geçirilmek üzere sırada beklemektedir. Buna karşılık gelin görün ki sendikalar ve diğer emek örgütlerinin göstermelik açıklamalar ve sembolik eylemler dışında geliştirebildiği bir mücadele yöntemi yoktur.    
Emekçilerin son 10 yılda haklarını kaybetmesinde ve işçi sınıfı hareketinin içine düştüğü hazin durumda; AB’yi savunarak AKP’nin ve sermayenin değirmenine su taşıyan sendikacıların, emekten yana olduğunu iddia eden partilerin ve fikir erbabının önemli bir rolü olduğu aşikârdır. İşçi sınıfı hareketinin yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi ve emekçilerin haklarına yönelik yeni saldırılara karşı direnebilmesi öncelikle son 10 yıldır işçi hareketinin, üzerindeki AB örtüsünden kurtulmasıyla mümkündür. Bunun için ise işçi sınıfının bu kara örtüyü işçi hareketinin üzerine örten, daha açık ifadeyle demokrasi ve sosyal hak beklentisiyle AB’yi başına bela edenlerle hesaplaşması gerekir.
Sözün özü: Emekçilerin haklarını koruyacak ve onu geliştirecek olan, AB gibi kapitalizmin kurumları değil; tüm dünya emekçileriyle sağlanacak sınıf dayanışmasıdır!