27 Ağustos 2010 Cuma

Güvencesiz ve Örgütsüz Bir Yaşama ‘EVET’ mi ‘HAYIR’ mı?

27/08/2010

ÖZGÜRCE

AKP’nin 8 yıllık iktidarında ısrarla uyguladığı neoliberalizmin Yapısal Uyum Programları (YUP) sayesinde, ulaşımdan barınmaya, eğitimden sağlığa kadar “hak” olarak tanımlanan pek çok alan piyasaya terk edilmiştir. Sosyal hakların piyasalaşmasından en çok etkilenen de bu hakları oluşturan kamu hizmetlerini talep eden ve bunları sunan emekçi kesimler olmuştur.

Kamu hizmeti sunan emekçi kesimler AKP iktidarı öncesine denk gelen sürece kadar işçi ve memur olarak iki ana statüde istihdam edilmektedir. Gerçi 1980’lerden itibaren sözleşmeli personel uygulamaları başlamıştır ama bunlar kamu emekçileri arasında küçük bir kesimi oluşturmaktadır. Bir de 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren taşeron uygulamaları vardır. Ama bu da sayısal olarak küçük bir kesim için geçerlidir ve aslında 2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu çıkana kadar yasal bir uygulama da değildir.

AKP, iktidarı eline geçirir geçirmez kamu hizmetlerini piyasalaştırma sürecine hız vermiş ve kamu hizmet sunumunun da piyasa kuralları içinde düzenlenmesine yönelik Kamu Personel Reformu’nu gündeme getirmiştir. “Reform” yasalaşmasa sa kamu da piyasalaşmaya yönelik pek çok uygulama özelleştirme ve ticarileştirmeler yoluyla fiilen gerçekleşirken kamuda istihdam da esnekleşmeye başlamıştır.

Kamuda istihdamın esnekleştirilmesi sadece kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecinin bir gereği olarak görülmemektedir. Bunun yanı sıra özellikle 1980 sonrasında hızlanan emek karşıtı politikalarla birlikte Türkiye’de halen örgütlü ve güvenceli istihdamın en yoğun olduğu yer kamu kurumlarıdır. Dolayısıyla Türkiye’de emekçi kesimleri tümden örgütsüz ve güvencesiz hale getirmek için de kamuda istihdamın esnekleştirilmesi gerekmektedir.

AKP hükümetinin kamuda esneklik uygulamaları için en önemli dayanağı, 4857 sayılı İş Kanunu olmuştur. Taşeronlaşmayı ve süreli iş sözleşmelerini meşrulaştıran bu yasayla birlikte bir taraftan kamu işyerlerinde taşeron uygulamaları hızla artmaya başlamış, diğer taraftan da kadrolu istihdam sınırlandırılırken, kamuya sözleşmeli personel alımı yaygınlaşmıştır. Bu süreçte kamu hizmetlerinin tamamen ya da kısmen özelleştirilmesi de yine kamu hizmeti verenleri –özel hastanelerde, özel okullarda, özel üniversitelerde, özel şehir içi ulaşım hizmetlerinde vs- esnek istihdam biçimleriyle çalışmaya mecbur bırakmıştır.

Kamuda örgütlü işçi sendikaları, yine AKP döneminde hızlanan özelleştirmelerle güç kaybederken, memur statüsündekileri örgütleyen kamu emekçi sendikaları da yandaş sendikalar hortlatılarak ve sendikalar bürokratik bir yapıya yöneltilerek etkisiz hale getirilmiştir. Böylece kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve kamu istihdamının esnekleşmesi sürecinde AKP hükümeti ciddi bir dirençle karşılaşmamıştır. Bu konuda en önemli direnç, TEKEL işçileri tarafından gösterilmiştir, ancak bu direniş sendikalar ve diğer emekçi kesimler tarafından yeterince sahiplenilmediği için süreci engellemekte yeterli olamamıştır.

TEKEL Direnişinin süreci engellemekte yetersiz kalması hükümeti daha da cesaretlendirmiş ve kaybettiği pek çok hakka rağmen kamu emekçilerinin bir kısmının halen sahip olduğu iş güvencesinin kaldırılması hükümetin temel hedefi haline gelmiştir. Hükümetin bu konudaki niyetini son olarak Başbakan, “İşçi-memur ayrımı kalksın, herkes çalışan olsun” teklifiyle dillendirmiştir.

Ayrıca 12 Eylül’de referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketinde yer alan ve kamu emekçilerine “toplu sözleşme hakkı” veriyormuş aldatmacasıyla sunulan 53. maddedeki değişikler de yine kamuda halen güvenceli olan kesimleri güvencesizleştirmenin yolunu açabilecek düzenlemeler içermektedir. 53. madde her şeyden önce grev yasaklarıyla kamu emekçilerinin elini kolunu bağlamakta(54. maddede aynı yöndedir), daha sonra da “toplu sözleşme” adı altında kamudaki tüm çalışma düzenini, Kamu Hakem Kurulu adıyla türettiği, son sözü söylemeyle yetkili bir “zorunlu hakemlik” mekanizmasının eline teslim etmektedir. Bu durumda bugüne kadar 657 sayılı yasayla korunan iş güvencesi, yetki sahibi yandaş bir sendikanın teklifiyle ya da kamu işvereni olan hükümetin teklifiyle ve Kamu Hakem Kurulunun onayıyla bir andan ortadan kaldırılabilir hale gelmektedir. Buna karşı her türlü grev hakkı engellenmiş olan kamu emekçilerinin de –yasal çerçeve içinde- yapabileceği bir şey kalmamaktadır.

Sözün özü: AKP Hükümeti, “Türkiye’de güvenceli tek bir emekçi bırakmama” politikasını kararlılıkla sürdürmektedir. 12 Eylül’de önümüze konulacak olan anayasa değişiklik paketi de bu kararlığın bir ürünüdür. 12 Eylül’de emekçiler ya kendilerine dayatılan güvencesiz, örgütsüz bir yaşama “HAYIR” diyecekler ya da -Tayfun Özkaya’dan ödünç aldığım- “Kuzunun safı kasabın bıçağını yalarmış” sözü yerini bulacaktır!

20 Ağustos 2010 Cuma

'Evet’in ve ‘Boykot’un Vebali…

20/08/2010

ÖZGÜRCE

12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbe aradan 30 yıl geçmesine rağmen etkisini en ağır biçimde sürdürmektedir. 12 Eylül 2010’un Türkiye’nin geleceğine etkisi de en az 12 Eylül 1980 kadar olacaktır(!)

12 Eylül 2010’da oylanacak olan sadece anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesi değildir. Eğer öyle olsaydı daha önce defalarca yapıldığı gibi Meclis’te eller kaldırılıp indirilerek bu mesele halledilirdi. AKP’nin bunu yapabilecek gücü vardı (en azından bugün BDP’nin “evet” oyu vermek için ortaya koyduğu beklentilerin bir kısmı o zaman karşılanabilir ve BDP’nin ve bazı bağımsızların desteği alınabilirdi). O halde AKP referanduma gerek bırakmadan değişiklikleri Meclis’ten geçirmesi mümkünken anayasa değişikliğinin referandum sürecine taşınmasının bilinçli bir tercih olduğunu tespit etmek gerekir. Zaten bugün yaşanan referandum havasına bakınca da meselenin sadece anayasa değişikliği olmadığı rahatlıkla anlaşılabilir.

Referandumda ne “evet”çi AKP’nin ne de “hayır”cı CHP ve MHP’nin anayasa değişikliğinin içeriğiyle hiçbir ilgileri yoktur. Anayasadaki bu birkaç maddelik değişiklik Türkiye’de iktidar kavgasına dönüştürülmüştür. Ama kavga, muhalefetin iktidarın koltuğunu kapmaya çalışması, AKP’nin de bunu savunma kavgası değildir. Esas mesele önümüzdeki dönemde yeniden kızışacak olan Orta Doğu ve Kafkasya bölgesinde ABD’nin politikalarını en iyi biçimde temsil edebilecek bir hükümetin oluşturulmasıdır. Bir koalisyon hükümetinin ya da Meclis çoğunluğu yeterli olmayan bir hükümetin önümüzdeki süreçte ABD’nin politikalarını temsil etmek üzere gerekirse Türkiye’yi sıcak bir savaşın içine sokabilmesi son derece zor olabilir.

AKP halihazırda sahip olduğu Meclis çoğunluğuyla iktidardadır. Ama özellikle iç politikada ziyadesiyle yıpranmıştır ve yapılacak bir genel seçimde tek başına güçlü bir hükümet kurabilmesi neredeyse olanaksızdır. İktidara en yakınmış gibi gözüken CHP ve MHP’nin ABD’nin çıkarlarını harfiyen uygulayacak Meclis çoğunluğuna sahip bir hükümet kurması son derece güçtür. Bu durumda geriye kalan tek seçenek AKP’nin mutlak gücü eline geçirebileceği bir ortamı hazırlamaktır. Zaten AKP, yargıya ve orduya düzenlediği operasyonlarla bu yönde önemli yol kaydetmiştir. Geriye kalan, halkın desteğini alıp AKP’nin yıpranmışlığını telafi etmektir. İşte, 12 Eylül Anayasası’nı “sözde” demokratikleştirme görüntüsü sergilenerek 12 Eylül 2010 referandumundan beklenen tam da budur.

Buraya kadar paylaşmaya çalıştıklarım referandumun geneli üzerine görüşlerimdir. Bir de referanduma konu olan anayasa değişikliklerinin içeriği meselesi vardır. Bu konuda “Eşit ve Özgür Bir Ülke İçin 12 Eylül Anayasası’na da AKP Anayasası’na da HAYIR” deklarasyonunu yayınlayan ÖDP, EMEP, TKP ve Halkevleri ile diğer emekten, demokrasiden yana örgütlerin bu konuda önemli tespitleri olmuştur. Zaten bu tespitler referandumda “hayır” diyenleri birbirinden ayıran en önemli göstergedir.

12 Eylül 1980’in vebali -bu sürecin baş mimarı Özal’ı yere göğe sığdıramayanlar ve bu sürecin ürünü olarak iktidar elde edenler de dahil olmak üzere- tereddüt edilmeden her kesim tarafından darbeci generallere çıkartılmıştır. Toplumsal etkileri 12 Eylül 1980’den çok daha vahim olacağı şimdiden belli olan 12 Eylül 2010’un vebalini birilerine atmak o kadar kolay olmayacaktır. Özellikle 12 Eylül 1980’in darbesini en fazla yemiş olan kesimlerin ondan daha beter olan 12 Eylül’ün 2010 versiyonunun vebalini nasıl taşıyacaklarını sandık başına gidene kadar uzun uzun düşünmeleri gerekir(!)

Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki referandum sonucu siyah ve beyaz gibi net olan bir seçimdir. Bu seçimde ben siyahtan da beyazdan da yana değilim diyenler en ağırlıklı olan kesime dolaylı da olsa destek vermiş olurlar. 12 Eylül referandumu için bugün görünen tabloda ABD’nin Ortadoğu’daki hesapları ile sermayenin emeği daha fazla sömürme hesaplarını yerine getirmek için AKP’ye “yola devam” diyenlerin oyunu tutmuştur. Yani referandumda –BDP doğrudan “evet” demezse- az bir farkla “evet” çıkacaktır ve “boykot”, bu oyuna destek anlamına gelecektir. Eğer BDP, Türkiye’de emekçilerin haklarını, demokrasi mücadelesini yok sayıp, yapacağı pazarlıklar sonrasında “evet” derse, sandıktan “evet” sonucu çıkacağı neredeyse kesindir. Tabi bu durumda Kürt hareketiyle, emek hareketi ve sosyalist hareket arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanması gerekecektir.

Son söz: 12 Eylülün 2010 versiyonunun vebali, 1980 versiyonundan çok daha ağır olacaktır ve referandumda “evet” veya “boykot” tercihini kullananların bunun vebalinden kurtulmaları hiç de kolay olmayacaktır. (!)

13 Ağustos 2010 Cuma

Tek Gıda İş’in 9 Ağustos Açıklaması Üzerine..

13/08/2010

ÖZGÜRCE

2009’un Aralık ayında TEKEL işçileri Ankara’nın soğuğunda iş güvencelerine, ücretlerine yani ekmeklerine sahip çıkmak için direniş başlattıklarında yıllardır ezilen emekçiler umutlanmıştı. Umudun nedeni; emekçilerin yıllardır ellerinden alınan haklara karşı mücadelenin düşüncesinden bile uzak olmalarıydı. Ama artık bunun kader olmadığı TEKEL işçileri sayesinde yeniden hatırlanmaya başladı.

TEKEL işçileri güvencesizliği, düşük ücreti ve örgütsüzlüğü dayatan 4-c uygulamasına karşı direniyordu. Daha önce pek çok işçi TEKEL işçilerinin kabul etmediği bu koşullara karşı çıkamamıştı. Ayrıca ismi 4-c, 4-b, taşeron işçisi ya da her ne olursa olsun güvencesiz, örgütsüz ve kölelik ücretiyle çalışma Türkiye’deki emekçilerin çok büyük bir çoğunluğu için geçerliydi. Ama onlar bu koşullara karşı mücadele edememişti. Sendikalar emekçiler için kabusa dönüşen çalışma koşulları karşısında hiçbir tepki göstermedikleri gibi sermaye ve siyasal iktidarla uzlaşı içinde bu koşulların meşrulaşmasına katkıda bulunuyorlardı.

Ankara’dan TEKEL işçilerinin direniş haberi duyulduğunda ilk tepkiler, diğer birçok mücadele girişimi gibi bunun da başarısız olacağı yönündeydi. Zira böyle bir direniş örgütsüz olmazdı. Evet, TEKEL işçileri sendikalıydı ama sendikaların hali malumdu. İşçiler ne kadar kararlı olsalar bile nasılsa TEKEL işçisinin örgütü Tek Gıda-İş Sendikası ve Türk-İş, bir yolunu bulur en kısa yoldan direnişi bitirirdi. Aslında hükümet de böyle düşünüyordu. Hükümetin özellikle Türk-İş yönetiminden hiç şüphesi yoktu, diğer bazı sendikalar gibi Türk-İş’in son genel kurulda, kendisine sorun çıkartmayacak bir yönetimin oluşmasını sağlamıştı.

TEKEL işçisi herkesi şaşırttı ve direnişini 78 gün sürdürerek işçi sınıfı tarihine geçecek bir mücadeleyi gerçekleştirmiş oldu. 78 gün direnmek kolay olmadı elbette bir taraftan hükümet direnişi kırmak için her türlü gayreti gösterirken diğer taraftan da Türk-İş ve diğer sendikal yapılar TEKEL işçisini yalnızlaştırarak direnişin bir an önce bitmesi için elinden geleni yaptı.

TEKEL işçisi tüm bu baskılara karşı direnirken örgütlülüğünü hiç bozmadı, kimi zaman eleştirerek kimi zaman överek Tek Gıda-İş Sendikası’nın direnişin içinde kalmasını sağladı. Tek Gıda-İş Sendikası’nın direniş sürecindeki tavrı, eleştirilecek kimi yönleri olsa da sendikal yapıların genel durumu düşünüldüğünde oldukça olumluydu.

Altı konfederasyon, direnişi sonlandırma çabalarının bir adımı olarak 22 Şubat’ta aldıkları -mücadeleyi 26 Mayıs’a ertelemeyi de içeren- kararla başarıya ulaştılar ve TEKEL direnişi sona erdi. Tek Gıda-İş Sendikası, 2 Mart’ta direnişin sona erdiğini açıklarken 4-c’ye karşı mücadelenin tüm Türkiye’ye yayılacağını ve bir program çerçevesinde eylemleri devam edeceğini duyurmuştu.

9 Ağustos tarihinde Tek Gıda-İş Genel Merkezi’nden bir açıklama yapıldı. Bu açıklamada 2 Mart’ta ilan edilen eylem programının iptal edildiği duyuruldu ve işçilerin 4-c kadrosuna geçmeleri istendi. Eylem programının iptaline gerekçe olarak da; “1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun ittifakla aldığı karar gereği 4-c’nin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi” gösterildi.

Her şeyden önce Tek Gıda-İş Sendikası’nın işçilerin 78 gün direndikleri 4-c’yi kabul etmelerini istemesi kendisinin de bir biçimde parçası olduğu TEKEL direnişini yok sayması anlamına gelmektedir. Milyonlarca emekçi için umut olmuş, işçi sınıfı mücadelesinin yeniden yükselmesi beklentisiyle heyecan yaratmış ve sadece Türkiye’de değil dünyada büyük saygı uyandırmış bir direnişi böyle bir kalemde silip yok saymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu bakımdan Tek Gıda-İş Sendikası’nın almış olduğu bu karar son derece vahimdir.

Tek Gıda-İş Sendikası’nın aldığı kararın kendisinden daha vahim olan yanı ise sendikanın eylem programını iptal etme konusundaki gerekçeleridir. Bu gerekçelerden biri 1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs grev uygulamalarında yaşananlar olarak ifade edilmektedir. Emekçilerin sendikalara üye olma nedenleri kapitalist üretim sürecinde karşılaştıkları sefalet ve sömürüyle ancak örgütlü biçimde mücadele edebileceğini bildikleri içindir. Eğer bir sendika emekçilerin kendisinden beklediği gibi haklarını savunmak üzere bir mücadele örgütleyemiyorsa ve sefalete, sömürüye göz yumuyorsa emekçilerin bu sendikaya yönelik her türlü tepkisi meşrudur. TEKEL işçisi de bu meşru tepkisini göstermiştir.

Bir sendikanın üyelerinin tepkisini gerekçe göstererek onları cezalandırma anlamına gelecek bir söylemle eylem programını iptal edip 78 gün direndikleri bir konuda teslim olmalarını istemesi eşine benzerine zor rastlanır bir durumdur. Tek Gıda-İş Sendikası, üyelerinin tepkisini gerekçe gösterip mücadeleyi terk eden bir sendika olarak Türkiye ve hatta dünya sendika tarihine geçecek bir tavır sergilemiştir. Ayrıca Tek Gıda-İş Sendikası, bu yaklaşımıyla direniş sürecinde kimi zaman diğer sendikal yapılardan farklı olduğu yönündeki algıların bir yanılsamadan ibaret mi olduğunu düşündürmüştür.

Sendikanın açıklamasında eylem planının iptali ve işçilerin 4-c’ye geçmesini isterken bir başka gerekçesi de 4-c uygulamasının Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmiş olmasıdır. Sendikaların faaliyetlerini yasal mevzuatlarla sınırlandırıp, mücadeleden uzak durmaları uzlaşmacı, bürokratik sendikal anlayışın genel eğilimidir. Bu yolla işçiler, sınıf mücadelesinden uzak tutulmakta ve kapitalist sistem içerisindeki ülkelerde burjuvazinin egemen olduğu parlamentoların çıkarttığı yasalara teslim edilmektedir. Tek Gıda-İş Sendikası da bu yolu seçmiş, yasalara ve yargı kararlarına sığınarak mücadeleden uzaklaşmıştır.

Sözün özü: 9 Ağustos açıklamasıyla Tek Gıda-İş Sendikası, TEKEL direnişi sürecinde kendisine olan güveni boşa çıkartış ve “bu sendikalarla mücadele olmaz” anlayışındakiler maalesef bir kez daha haklı çıkmıştır.

6 Ağustos 2010 Cuma

Yüksek Öğretim Pazarında “Seçmece” Var “Hak” Yok…

06/08/2010

ÖZGÜRCE
Sanırım gazetelerin, televizyonların reklam gelirlerinin çok büyük bir kısmı son iki aydır üniversiteler tarafından karşılanmaktadır. Özellikle vakıf üniversiteleri –bazı kamu üniversitelerinin de reklamları çıkmıştır- gazetelerde her gün sayfa sayfa reklam vermektedir. Televizyonlarda da yine aynı şekilde pek çok üniversitenin reklamları yayınlanmaktadır. Açıktan reklam adı altında yayınlananların yanı sıra hem gazetelerde hem de televizyonlarda ya haber(miş) gibi ya da uzman görüşü(ymüş) izlenimi veren gizli reklamlara da sıklıkla rastlanmaktadır.

Bilindiği gibi Türkiye’de üniversitelerin merkezi sınavla öğrenci almaya başlamasıyla birlikte bu işlemin adı, “öğrenci seçme ve yerleştirme” olarak belirlenmiştir. Yani öğrencilerin bilgi düzeylerine göre sıralanmasını sağlayan bir sınavla, sınırlı sayıdaki kontenjana öğrenciler seçilmekte ve yerleştirilmektedir. Bu sistem yüksek öğrenim görme hakkını engellediği ve öğrencileri gerçek ilgi alanları dışında öğrenim görmeye zorladığı için eleştirilmektedir. Benim de içinde yer aldığım bu eleştirilerin sahipleri, sınavın eğitim sisteminin bütününden kaynaklı olarak eşitsiz olduğu düşüncesiyle; eğitimin meta olmaktan çıkartılması, eğitim hizmetinin bütünüyle kamusal olması ve eğitimdeki sınıfsal, bölgesel ve cinsiyete dayalı ayrımcılığın ortadan kaldırılması gerektiğini belirtmektedir. Ancak bunların gerçekleşmesi halinde yüksek öğretim hakkı ve ilgi alanında öğretim görme özgürlüğü gerçekleşebilecektir. Yani üniversite öğrenciyi seçmeyecek öğrenci, öğrenim görmek istediği üniversiteyi ve alanı belirleyebilecektir.

Üniversitelerin milyonlarca lira harcayarak yürüttüğü reklam kampanyalarıyla kendilerini öğrencilere beğendirmeye ve tercih edilmeye çalışmaları, liberal bir gözle bakıldığında bizim talebimiz olan öğrenciye üniversiteyi ve alanı seçme hakkının tanınması olarak değerlendirilebilir. Ancak üniversitelerin milyonlarca lirayı eğitim, öğretim için harcamak yerine öğrenciler tarafından tercih edilmek için reklamlara harcadıkları sorgulandığında gerçek durum ortaya çıkar:

1980’lerle birlikte uluslararası kurumların da teşvikiyle Türkiye’de yüksek öğretim sistemi hızla piyasalaşma süreci içerisine girmiştir. Bu bağlamda üniversiteler bir taraftan öğrenciden harç alarak ve sanayiyle işbirliği içinde sermayeye hizmet ederek piyasa kurallarına uyumlaşırken, diğer taraftan mantar gibi çoğalan özel üniversiteler giderek genişleyen bir yüksek öğretim pazarı ortaya çıkartmıştır.

Evet, artık meyve, sebze gibi yüksek öğretimin de bir pazarı vardır ve milyonların harcandığı reklamlar bu pazarda yer bulabilmek içindir. Bir bakıma pazar iyidir hoştur ve pazarda alıcının seçme şansı vardır. Ama pazarda metalaşmış ürünler alınır satılır ve pazardan ne alınıp ne alınamayacağı ya da alınacak malın kalitesini belirleyen cepteki paradır. Yani burada sadece cepteki paraya bağlı olarak “seçme hakkı” vardır. Dolayısıyla bir yüksek öğretim pazarından söz ediliyorsa artık orada “yüksek öğretim hakkı”ndan söz etmek mümkün değildir.

Yüksek öğretim pazarından birkaç örnek verelim: Diyelim ki mühendis olmak istiyorsunuz. Eğer yıllık 18 bin 750 TL verebiliyorsanız Atılım Üniversitesi’nde, 26 bin TL veriyorsanız Özyeğin Üniversitesi’nde ya da 29 bin TL verebiliyorsanız Koç Üniversitesi’nde mühendis olmak üzere okuyabiliriniz. Ama benim bu kadar param yok derseniz 13 bin 750 TL’ye Mevlana Üniversitesi’nde de mühendislik okumanız mümkün.

Yok, ben mühendis değil de doktor olmak istiyorum diyorsanız: Yeditepe Üniversitesi’nde 26 bin 700 TL, Acıbadem Üniversitesi’nde 35 bin TL’yi bastırmak yeterli. Koç Üniversitesi’nde bu iş 40 bin TL’ye kadar çıkıyor ama KDV dahil. Tıp eğitimi masraflı tabi o yüzden de el yakıyor ama merak etmeyin Ufuk Üniversitesi “akşam pazarı” tıp eğitimini 18 bin 500 TL’ye kadar düşürmüş. Ama yine de doktor olmak size pahalı geliyorsa seçenekte sınır yok; Haliç Üniversitesi’nde 8 bin 500 TL’ye İstanbul Bilim Üniversitesi’nde 7 bin 500 TL’ye hemşire ya da ebe olmak üzere okuyabilirsiniz.

Gördüğünüz gibi seçenek çok ama paranız varsa; paranız yoksa seçme hakkınız da yok. O zaman sistemin elemesine razı olmak durumundasınız, eğer eğitim sisteminin eşitsizlik içeren çarkları içinden sıyrılıp bir kamu üniversitesine girebiliyorsanız ne ala (gerçi orada da harçtı, yurttu, yaz okuluydu derken daha ucuza gelmez ama)… Eğer eğitim sisteminin çarpıklığına takılmış, kamu üniversitesine giremiyorsanız ya da kamu üniversitesinin maliyetini karşılayamıyorsanız o zaman kusura bakmayın bu ülkede yüksek öğretim görme hakkınız da yok demektir(!)

3 Ağustos 2010 Salı

OLEYİS’in Hak İş’e Geçmesi ve Sendikaların Benzeşmesi Üzerine…


3/8/2010

DİSK’e bağlı OLEİS sendikasının genel kurul kararı ile Hak İş’e geçtiğini öğrenince 1994 Nisan ayında Silivri’de yapılan ve benim de izleyici olarak katıldığım bir toplantıyı hatırladım. ETUC’un himayesinde Türk İş ve DİSK tarafından organize edilen toplantının başlığı “AB Türkiye İlişkilerinde Sendikaların Rolü” idi. Düzenleyiciler arasında olmamasına karşılık Hak İş temsilcileri de toplantıda bulunuyordu. Yanlış anımsamıyorsam DİSK’in yeniden faaliyetlerine başlamasının ardından içinde yer aldığı en kapsamlı organizasyondu.


Aradan geçen uzun zamana rağmen bu toplantıdan en çok aklımda kalan –Cumhurbaşkanı Demirel’in kürsüden düşmesi dışında- artık ideolojik farklılıkların öneminin kalmadığı ve işçi konfederasyonlarının tek çatı altında toplanması gerektiğinin sıklıkla dillendirilmesiydi. Özellikle ETUC temsilcileri, tek kutuplu hale gelen dünyada sınıflar arasında da çatışma döneminin bittiğini, sosyal diyalog ile tüm sorunların çözüme ulaşabileceğini telkin ediyor ve sendikaların da birbirleriyle rekabet yerine tek çatı altına birleşmesi gerektiğini savunuyordu.

Türk İş ve Hak İş’i bilmem ama DİSK’in -Ören Tezlerinde benimsenen uzlaşmacı sendikal anlayışa rağmen- aklımda yer eden 1980 öncesindeki mücadeleci haliydi ve bir türlü DİSK’i diğerleriyle aynılaşabileceğine ihtimal vermiyordum.

1994’de yapılan o toplantıdan sonra konfederasyonlar kurumsal kimlik olarak birleşmedi ama sendikal faaliyetler içerisinde en önemlisi olan eğitim faaliyetlerini ETUC’un çatısı altında birleştirdiler. Türk İş, Hak İş ve DİSK –kimi zaman KESK de onlara katıldı- birçok ETUC projesinde bir araya geldiler. Aradan geçen uzun yıllarda sendikalar üyelerini, kadrolarını bu projeler çerçevesinde bilgilendirdiler ve eğittiler. Sonuçta, sendikaları birer sivil toplum örgütü olarak gören, işçi sınıfının sermayeyle çıkarlarının sosyal diyalog masasında örtüştürülebileceğini düşünen ve AB’nin Türkiye’nin ve işçi sınıfının kurtuluşu olacağını zanneden bir sendikal yapı ortaya çıktı.

Evet, bugüne geldiğimizde ETUC temsilcilerinin 1994’te istedikleri gibi konfederasyonlar arasında ideolojik olarak ve sınıf mücadelesine yaklaşım olarak hiçbir fark kalmamıştır artık. Elbette konfederasyonlar içinde işçi sınıfı mücadelesini ilkeli bir biçimde sürdürmeye çalışan sendikalar vardır ama yine her konfederasyon içinde sermayeye yaranmaya çalışan ve işçiye ihaneti ilke edinmiş sendikalar da mevcuttur. Ve bu sendikalar arasındaki rekabet maalesef sermayeyle uzlaşıp, işçiye ihanet üzerinden gerçekleşmektedir.

Yine aradan geçen yıllar içerisinde konfederasyonlar ve hatta tüm sendikalar arasındaki farkın ortadan kalktığı bir başka konu da sendika içi demokrasinin işleyişidir. Artık en demokrat geçinen sendikada dahi işyeri temsilcisi ve delege seçimlerinde demokrasi değil, otoktrasi geçerlidir. Bu nedenle de sendika üyesinin iradesi tamamen yok sayılmakta ve işçiler sendikalara tamamen yabancılaşmaktadır.

Tüm bunları hatırladıktan ve bugün gelinen noktayı değerlendirdikten sonra OLEİS’te yaşananların hiç de yadırganmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bugün OLEİS üyesi bir işçi, sendikasının DİSK’ten Hak İş’e geçmiş olmasını umursamıyorsa bunun nedeni o işçinin bu konfederasyonlar arasında bir fark görmemesindendir. O işçi, kendi iradesini temsil etmeyen, sendika yöneticilerinin keyfiyetiyle belirlenmiş delegelerle yapılan bir genel kurulda gerçekleşen konfederasyon değişikliğinin yöntemini sorgulamıyorsa bu da yine sendikalarda demokrasi yerine otokrasinin hakim olmasındandır.

Sendikalar eğer işçi sınıfının haklarını savunmak yerine sermayeye ve siyasal iktidara yaranma yarışına girmişlerse bunda başarılı olanlar zaten bu amaç için kurulmuş bulunan örgütler olacaktır. İsmiyle, tarihiyle işçi sınıfı hareketinde mücadeleyi akıllara getiren örgütlerin, isimlerini ve tarihlerini yok sayarak diğerleriyle başa çıkmaları mümkün değildir. Diğer bir söyleyişle bir zamanlar reklamlardaki gibi “yok aslında bir farkımız ama biz DİSK’iz (ya da KESK’iz)” anlayışı işçi sınıfını tatmin etmeyecek ve bu anlayış sürdürülemeyecektir.

İşçi sınıfının örgütlülüğe ve mücadeleye belki de tarihinde en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde mücadele yerine uzlaşmayı seçenlerin temsil ettikleri örgütlere de işçi sınıfına da hiçbir faydası yoktur. Kabul etmek gerekir ki sendika içi otokratik yapılar kırılmadan sendikaların başını tutmuş olanlardan kurtulmak kolay değildir. Sendikaları yeniden işçi sınıfının öz örgütleri haline dönüştürebilmek için önce sendika içi otokratik yapıları kırmak ve sonra da sermaye ve onun sistemiyle mücadeleye yöneltmek gerekir. Aksi halde “sendika” görüntüsü altında işçinin haklarına yönelik saldırıları meşrulaştıran örgütlerden kurtulmak mümkün olmayacaktır.