28 Ekim 2022 Cuma

2 Kasım Eğitimci Grevi

                          29 Ekim 2022

2 Kasım’da on üç eğitim sendikası iş bırakma eylemi (grev) yapacak. 14 Ekim’de on iki eğitim sendikasının temsilcileriyle yapılan toplantı sonrasında eylemin gerekçesi şöyle açıklanmıştı: “19 Kasım 2022 tarihinde yapılacak kariyer basamakları sınavının derhal iptal edilmesi, Öğretmenlik Meslek Kanununun, TBMMde ivedilikle ele alınarak yeni bir meslek kanununun tüm eğitim sendikalarının ve öğretmenlerin görüşleri alınarak düzenlenmesi acil talebimizdir.” Toplantı kararlarında eğitim emeçilerinin ekonomik durumlarının düzeltilmesi ve kamusal eğitim talebinde de bulunuluyor. 


Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde öğretmenlerin örgütlenmesinin ve gerçekleştirdikleri eylemlerin önemli bir yeri vardır. İlk öğretmen örgütü olarak kabul edilen Encümen-i Muallimin (1908)’den bu yana öğretmenler, mesleğin onurunu ve haklarını korumanın yanı sıra “eğitim sistemine ilişkin sorunları gündeme getirmek” için de örgütlenerek mücadele etmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bile mücadeleden geri durmamış; 20 Ekim 1920de Tokat’ta başlayıp ardından Ankara ve diğer Anadolu illerine yayılan grevler başarıya ulaşmış, öğretmenlerin talepleri Ankara Hükümeti tarafından olumlu karşılanmıştır. Anadolu’da grevlerin başarıyla sonuçlanması üzerine İstanbul öğretmenleri de İstanbul Hükümeti’nin engelleyici tutumuna rağmen 1921’in Nisan ayında greve gitmiştir. 


Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde dahi örgütlü mücadeleyi sürdüren öğretmenlerin özellikle 20 Şubat 1963te düzenlediği Büyük Eğitim Mitingi, 15 Şubat 1969 yılında gerçekleştirdiği Büyük Eğitim Yürüyüşü ve TÖS ile İLKSEN’in çağrısıyla 15-18 Aralık 1969 tarihlerinde gerçekleşen Büyük Öğretmen Boykotu, gerek katılımın yüksekliği gerekse sonuçları bakımından toplumsal mücadeleler tarihimizin en önemli eylemleri arasında yer almıştır. 


Öğretmenlerin -aradan geçen onlarca yıla rağmen- övgüyle yad edilen örgütlenmeleri ve eylemlerinin başarısının esbab-ı mucibesi, "mesleki ve ekonomik sorunlarını genel toplumsal ve ekonomik meselelerden ayrı ele alınamayacağına dair bir perspektife sahip olmasıdır”. 


AKP’nin iktidara gelmesinin yirminci yılına denk gelen 2 Kasım iş bırakma eyleminin temel gerekçesi olan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK), AKP’nin iktidara gelerek üstlendiği Neoliberal Yapısal Uyum Programı’nın bir parçası olan eğitimde neoliberal dönüşüm sürecinin gereği olarak getirilmiştir. Piyasalaşan eğitim sistemi içinde Toplam Kalite Yönetimi ile öğretmenin “iç müşteri” olarak tanımlandığı bu süreçte zaten ücretli, sözleşmeli ve kadrolu olarak ayrıştırılan öğretmenler, aday öğretmen, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olarak bir kez daha ayrıştırılmaktadır.  Öğretmenler arasında yarış halini alacak bir sınavla yapılacak bu ayrışma öğretmenleri birbirleriyle rakip hale getirecektir. Bu rekabetin motivasyon kaynağını “daha fazla ücret, iş güvencesi ve okulda, zümrede vs. söz hakkı elde etmek” oluşturacaktır. Aynı işi yapan öğretmenler arasında yaratılacak böylesi ayrışmalar, okulda iş barışını bozacağı gibi öğretmenlerin dayanışmasını ve birlikte mücadelesini de engelleyecektir.  


ÖMK ile dayatılan çalışma rejimi, sadece öğretmenlerin hak kaybına uğraması ve öğretmenlik mesleğinin itibarını zedelemekle kalmayacak eğitim hizmetinin niteliğini de olumsuz etkileyecektir. Zira “yeterli-yetersiz olmak” üzerinden yaratılan hiyerarşik ayrışma öğretmenlerde düşük ücret, işsiz ve güvencesiz kalma baskısı yaratacağı gibi bu baskı, meslektaşlarıyla rekabet etmek zorunda bırakılan öğretmenlerin düşünsel ve duygusal durumlarını da olumsuz etkileyecektir. Bu durumun öğrencilere yansımaması ise mümkün değildir. 


Son yıllarda; kariyerini, işini ve bulunduğu konumu kaybetme kaygısıyla örgütlenmekten kaçınan ya da  siyasi iktidarın arka bahçesi haline gelmiş olan sendikalardan medet uman eğitim emekçilerinin “1920’lerden 1960’lara 90'lara taşıdığı mücadele azmini kaybettiği" yönünde bir algı hakimdir. Bu algıya neden olan etkenleri dünyada ve Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmelerden ve toplumsal mücadelelerin genel seyrinden ayrı düşünmek mümkün değildir elbette. Ancak tarihsel süreçte öğretmen mücadelesinin gücü ve belirleyici rolü de unutulmamalıdır. 


Umarım 2 Kasım eylemi eğitim emekçilerinden ve toplumdan yeterli desteği görür; sendikaların taleplerinin yerine getirilmesini sağlar ve toplumsal mücadelenin seyrini değiştirecek bir heyecanın oluşmasına vesile olur!


21 Ekim 2022 Cuma

Kader de değil kaza da! Peki ne yapmalı?

                             22 Ekim 2022

Amasra’da 41 emekçi canı kaybettiğimiz işçi katliamı sonrasında madenlerde çalışanlar başta olmak üzere “işçilerin can güvenliği" yeniden gündeme geldi. İktidarı döneminde 30 binden fazla işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği AKP, her zaman olduğu gibi bu işçi katliamını da “kader” olarak tanımlayıp, sorumluluğu -ve haliyle çözümü de- yine Allah’a havale etti. Arasında muhafazakar partilerin de olduğu muhalefetin hemen hemen tümü, iktidarın “kader” açıklamasını eleştirdi. Ancak altılı masadan yapılan açıklamaların büyük çoğunluğu olayı “kaza”, “facia” olarak nitelendirirken, yaşamını yitirenleri -yine dini bir referansla- “şehit” olarak ananlar da oldu. Sadece Emek ve Özgürlük İttifakı, yaşananları “işçi katliamı” olarak niteledi ve bu katliam düzeniyle hesaplaşacağını açıkça beyan etti.


Böylesine acı bir olayın ardından “bunu kimin nasıl nitelendirdiğinin ne önemi olduğu” sorulabilir. Ancak bir sorun doğru teşhis edilmediğinde çözümün de mümkün olmayacağı aşikârdır. Bir ülkede 20 yılda 30 bin işçi ekmek parası için yaşamını yitiriyorsa bu son derece ciddi bir sorundur. Bu sorunu “öngörülemeyen nedenlerle olumsuz sonuçlara yol açan olay” anlamında kullanılan “kaza ya da facia” gibi kavramlarla açıklamaya çalışanlar, bu sorunu doğru teşhis edememektedir ve iktidara gelmeleri durumunda bunların iş cinayetlerini, işçi katliamları engellemeleri beklenemez. 


Zira işçilerin işbaşında kimi zaman ölümle ya da sakatlanmayla sonuçlanan olayların öngörülebilir olduğu halde önlenmemesinin nedeni “işverenin gerekli önlemleri almak için gereken maliyeti yüklenmek istememesi”dir! Bu bağlamda işçiyi sağlığından eden hatta yaşamına mal olan olayları kader, fıtrat veya kaza, facia olarak tanımlamak; emekçilerin yaşamlarını sürdürecek bir gelir için çalıştıkları iş nedeniyle yaşamlarını kaybetmelerini normalleştirmek ve sermayenin daha fazla kâr elde etmek için kaçındığı sorumluluğu hafifletmekten başka bir amaca hizmet etmez. Dolayısıyla iş cinayetleri/işçi katliamları karşısında alınan tutum sadece sınıfsal bir tercihi ortaya koymakla kalmaz; insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğüne verilen önemi de gösterir.


Amasrada işçi katliamına neden olan etkenler Türkiyede tüm üretim alanları için geçerlidir.  Madenler, inşaatlar, tersaneler ve diğer birçok iş kolunda mavi ve beyaz yakalı emekçilerin yaşamı iş cinayetleri ya da meslek hastalıkları nedeniyle tehlike altındadır. Kârları arttırmak, küresel rekabette üstünlük sağlamak ve hızlı büyüme telaşının sonucu olarak Türkiyenin en temel toplumsal sorunlarından biri haline gelen iş cinayetlerinin önlenmesine yönelik genel geçer söylemlerin dışında “somut öneriler” gerekir. İtibar edilir mi bilmem(!) ama yıllardır bu alanda çalışan biri olarak önerilerimi şöyle özetleyebilirim:


  • Her şeyden önce 301 işçinin can verdiği Soma başta olmak üzere bugüne kadar gerçekleşmiş tüm iş cinayetleri aydınlatılmalı ve sorumlular açığa çıkarılarak yargılanmalıdır. 


  • İş cinayetlerinde üretim koşulları ve çalışma düzeninden kaynaklanan nedenler belirlenmeli, mevzuat işçinin iş ve sosyal güvencesiyle yaşam hakkını her şeyin üzerinde tutan bir anlayışla yeniden düzenlenmelidir. 


  • İnsanca çalışma ve yaşama koşullarının elde edilebilmesi için örgütlü mücadele esastır. Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılıp, sendikal hak ve özgürlüklerin eksiksiz biçimde kullanılabilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. 


Bu önerilerin gerçekleşmesi için “acilen yapılması gerekenler” ise şöyle özetlenebilir:


  • Başta 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olmak üzere tüm yasalar küresel rekabet koşullarına uyum” yerine emekçilerin yaşam hakkı, insanca çalışma ve yaşama koşullarını sağlamak” amacına göre yeniden düzenlenmelidir. 


  • 4857 sayılı İş Kanununda başta alt işverenlik olmak üzere esnek ve güvencesiz çalışmayı içeren tüm düzenlemeler kaldırılmalıdır. 


  • İş güvencesiz, sosyal güvencesiz ve sendikasız işçi çalıştırma yasaklanmalıdır. 


  • 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda başta işyeri büyüklüğünden kaynaklanan istisnalar ve iş kolu barajı olmak üzere örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. 


  • İş kolu ve işyeri ayrımı yapılmaksızın tüm emekçiler, toplu pazarlık hakkından yararlanmalıdır. 


  • Grev hakkını engelleyen tüm düzenlemeler kaldırılmalı, hak grevi yasalaşmalıdır. 


  • 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işin değil işçinin sağlığı ve güvenliğini esas alacak biçimde yeniden düzenlenmelidir. Denetim, patronun ve siyasi iktidarın güdümünden çıkartılmalı; sendikaların ve meslek örgütlerinin de içerisinde yer aldığı “özerk kamu kurumları” aracılığıyla gerçekleştirilmelidir.  


  • Her ilde ve üretimin yoğun olduğu bölgelerde “meslek hastalıkları hastaneleri” açılmalı, işçilerin sağlık gözetimi, ücretsiz olarak düzenli aralıklarla yapılmalıdır. 


  • Çalışma Bakanlığı’na bağlı iş müfettişleri ile iş teftiş süreçleri üzerindeki siyasi baskılar kaldırılmalı, İş Teftiş Kurulu özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır. 


  • İş müfettişlerinin sayısı, teftiş süresi ve sıklığı arttırılmalıdır. 


  • İş cinayetlerinde birinci dereceden sorumlu işverenler taksirle ölüme sebebiyet vermek” yerine kast ile insan öldürmek”ten yargılanmalıdır. 


  • Çalışma standartları ve sosyal hakların geliştirilmesini içeren tüm uluslararası sözleşmeler imzalanmalı ve bu sözleşmelere uyulmalıdır. 


      • Emekçilerin can güvenliğini sağlamak konusunda yasama görevini yerine getirmeyen milletvekilleri ile mevcut yasaların uygulanmasını sağlamayan hükümet üyeleri, gerçekleşecek tüm iş cinayetlerinden sorumlu tutulmalıdır.    


14 Ekim 2022 Cuma

Ulus devletin demokratikleşmesi üzerine…

                                15 Ekim 2022

Ahmet Türk’ün -benim de bulunduğum bir toplantıda- ifade ettiği “ulus devlet demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez” sözüne katılmamak mümkün değil. Kaçınılmaz olarak bu söz beraberinde “Ulus devlet nasıl demokratikleşir?” sorusunu da getiriyor.

En basit biçimiyle devlet, “sömürü ilişkilerinin kurulmasında egemen sınıfların toplumun diğer kesimleri üzerinde ikna ya da baskı yoluyla tahakküm kurmasına hizmet eden bir iktidar aygıtı” olarak tarif edilebilir. Toplumun küçük bir kesimini oluşturan egemen sınıfın (burjuvazinin) büyük çoğunluk üzerinde kurduğu sömürü ilişkisi sayesinde var olabildiği kapitalizm gibi sistemlerde devletin demokratikleşmesi, ezen ile ezilen (sömüren ile sömürülen) arasındaki tahakkümün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle kapitalizm vb sistemlerde demokrasi mücadelesi, devleti hegemonya aracı olarak kullanan muktedirleri var eden sisteme karşı olmak durumundadır.

Kapitalizmin gelişim sürecinde burjuvazinin egemenliği elde etmesinde ortaya çıkan “tahakküm ilişkisi” çift yönlüdür. Birincisi mülksüzleştirilip, üretim araçlarından uzaklaştırılarak emeğini sermayeye satmaya mecbur bırakılan insanlar üzerinde kurulan tahakküm; ikincisi ise -emperyalizm olarak da ifade edebilebilir- rekabet içine giren ulus devletlerin birbirlerinin halklarını ezmek (doğal kaynaklarına, emek gücüne el koymak ve pazar haline getirmek) üzerinden kurmaya çalıştığı tahakküm ilişkisidir. Ulus devletler eliyle yürütülen her iki tahakküm biçiminde de devlet, bir taraftan kendi ulusundaki emekçi sınıfın sömürülmesi için olanaklar yaratırken diğer taraftan -gücünün yettiği- öteki ulusların halklarını sömürerek sermaye birikimini arttırıp kapitalizmin sürekliliğine hizmet eder. Bunu yaparken de milliyetçilik üzerinden halkları birbirine düşmanlaştırarak bu çift yönlü sömürü/tahakküm ilişkisinin üzerini örtmeye çalışır.

İşte bu nedenle, her düzeyde sömürünün payandası olan ulus devletlerin demokratikleşmesi ancak “ezilen ulusun halkları ve ezen ulusun ezilenlerinin ortak mücadelesiyle” mümkün olabilir. Bugüne kadar defalarca, işçi sınıfının kimi unsurlarının ve ezilen ulusların kendilerini ezen muktedirle (burjuvazi ve/veya ulus devlet) uzlaşma girişimi olagelmiş, olmaya da devam edecek gibidir. Ancak bu girişimler ezilenlerin murat ettiği barışı, demokrasiyi tesis etmek bir yana sömürüyü meşrulaştırmaktan ve muktediri daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti, Fransız İhtilali sonrasında imparatorluklar çağının kapandığı ulus devletlerin kurulduğu bir dönemde dağılan Osmanlı’nın içinden çıkmış; 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde kapitalist düzen içinde yer alacağını yani “kapitalist bir devlet” olacağını da beyan etmiştir. Böylece Türkçülük akımının etkisi altında ve İttihat ve Terakki’nin takipçisi olarak varlığını önce Türklük, ardından da Sünnilik üzerinde temellendirmiş; ötekileştirdiği halklara yönelik inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ulusal burjuvazi yaratma gayreti içine girmiştir. Cumhuriyet sadece Ermenileri, Rumları, Kürtleri, Alevileri inkâr etmemiştir. “Sınıfsız ve zümresiz bir toplum” olunduğu safsatasıyla emekçi sınıflar da inkâr edilmiş, işçi sınıfının evrensel kazanımı olan haklar tanınmamış, hak arama mücadeleleri baskıyla engellenmiş ve emek sömürüsünün koşulları devlet eliyle oluşturulmuştur.

“Ulus devletin kuruluş sürecinin gereği olarak kabul edilen inkâr ve asimilasyon politikaları”, Cumhuriyet’in inşasında merkeze konan unsur olmuştur. Uluslararası konjonktür -sermaye birikim rejimindeki birtakım dönüşümlerin ve toplumsal mücadelelerin seyrine bağlı olarak bu politikalarda kimi dönemsel farklılıklar olsa da- özü itibariyle yüz yıldır da değişmemiştir.

Cumhuriyet yüzüncü yılını geride bırakırken, kapitalizmin aşılamayan ve giderek derinleşen krizi önümüzdeki dönemde savaşlarla beraber göç hareketlerinin daha da artacağına, işsizliğin ve güvencesizliğin yaygınlaşacağına, yoksulluğun derinleşeceğine işaret etmektedir. Emek sömürüsünün yoğunlaşacağı bu süreçte ulus devletlerin halkları birbirine düşmanlaştıran politikalarıyla beraber -Avrupa’da ırkçı partilerin aldığı halk desteğinin artmasının gösterdiği gibi- ırkçılık da yükselmektedir.

Dünyada yükselen ırkçılık, kimlik ve sınıflar üzerinden ayrımcılığın devlet nizamı halini aldığı Türkiye’de halklar arasında kutuplaşmayı derinleştirerek iktidarını korumaya çalışan AKP’nin başta Kürtleri ve Alevileri hedef alan ayrımcı politikaları savunmasını kolaylaştırmaktadır. Böylesi bir dönemde daha önceki seçim süreçlerinde olduğu gibi yine “Kürt hareketinin AKP ile işbirliği yapacağı” söylentileri yayılmaktadır. Oysa yirmi yıldır iktidarda bulunan ve inşa ettiği otokratik rejim sayesinde devletin tüm kurumları üzerinde mutlak hakimiyet sağlayan AKP, muktedir durumundadır ve Kürt halkı muktedirle ittifak içinde olmayacağını daha önce pek çok kez göstermiştir.

Muktedir olma durumu AKP gibi Millet İttifakı için de söz konusudur. Bugün muhalefette olmakla birlikte Millet İttifakı partilerinin tümü çeşitli zamanlarda devlet yönetiminde bulunmuş; inkâr politikalarının ya uygulayıcısı ya da savunucusu olmuştur. Yani bu gerçekler göz ardı edilmeden ancak “Türkiye’yi otokratik tek adam rejiminden kurtarmak için Kürtlerin ve diğer ezilenlerin Millet İttifakı oluşumunda başkanlık seçimiyle sınırlı olacak -taktiksel- bir işbirliği” düşünülebilir; ama burada tamamen devletin demokratikleşmesini teminat altına alacak ilkesel düzeyde bir işbirliği olması gerekir.

Kürt halkının bundan önce olduğu gibi yine “Ulus devlet demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez” anlayışıyla muktedirle uzlaşmayarak barış ve demokrasi mücadelesini inatla sürdüreceğine kuşku yoktur. Diğer ezilen halklar ve ezen ulusun ezilenleriyle yapılan Emek ve Özgürlük İttifakı da bu niyetin açık ifadesidir.

7 Ekim 2022 Cuma

AKP’nin seçim oyunu

                           8 Ekim 2022


Seçim süreci yaklaştıkça AKP’nin seçim stratejisi de yavaş yavaş beliriyor. Aslında bundan önceki seçimlerden pek de farklı olmayan “seçim oyunu”nun yine “kimlikler ve inançlar üzerinden toplumda yaratılmış kutuplaşmayı daha da derinleştirmek ve yoksullaştırıp, muhtaç hale getirilen kesimlerin ağzına -sosyal yardım vaadleriyle- bir kaşık bal çalmak” üzerine kurulacağı anlaşılıyor. Bunlar legal stratejiler tabi! “İktidar sahip olduğu otokratik güçle halkın iradesinin sandık sonuçlarına yansımasını engellemek için legal olmayan hangi strateji ve taktiklere başvurur ya da -yasal zaruret olmasına rağmen- savaş vb gerekçelerle seçimi tamamen mi engellemeye çalışır?” şimdiden bunu bilemiyoruz. Ama yasama yılı başlar başlamaz AKP’nin “Sansür Yasası”nı Meclis’e getirmiş olması seçimleri manipüle etme hazırlıklarının süratle devam ettiğini gösteriyor.


Olası 2023 seçimlerine giderken zaten adaletsiz olan seçim sistemi ve propaganda süreci ile bağımsızlığından söz edilemeyen yargının seçimde denetimi sağlayacak olmasının  iktidara sağladığı avantajların bile yeterli bulunmaması, Erdoğan’ın ve AKP’nin toplumsal desteğinin ne denli düştüğünün açık kanıtı aslında. Bir de buna şimdiye kadar olmadığı ölçüde organize olmuş rakiplerle (Millet İttifakı ile Emek ve Özgürlük İttifakı) seçime gitmek durumunda olması eklenince, AKP’nin seçim kaybetme riski hiç olmadığı ölçüde artıyor. 


Sandıkta seçim kazanmanın riski büyük olunca -legal- seçim stratejisinin üzerine oturduğu temeller önceki seçimlerle benzeşmekle birlikte kutuplaştırmanın dozunun artacağı, sosyal yardımların ise kapsamının genişleyeceği anlaşılıyor. Mevcut iktisadi ve siyasi iklim, stratejinin uygulanmasında taktiklerin de farkılılaşacağına işaret ediyor. Bu arada AKP’nin rakiplerinin hatalarını avantaja çevirme çabasının diğer seçimlere nazaran bu seçim sürecinde çok daha fazla olduğu dikkatlerden kaçmıyor. 


Örneğin AKP’nin diğer seçimlerde sıkça kullandığı “dinci-laik ayrışması” Millet İttifakı’ndaki muhafazakar partilerin varlığı ve Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” söylemleri nedeniyle kullanışlı bir kutuplaştırma argümanı olma özelliğini kaybettiği düşünülürken Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü konusundaki restini gördü, el yükseltti ve dengeleri -en azından şimdilik- değiştirdi. Muhtemelen bundan sonraki süreçte Erdoğan, başörtüsü ve onun dışında laiklik ve seküler yaşamı güvence altına alan düzenlemeleri anayasa değişikliği ile ortadan kaldırma meselesi üzerinden dinci-laik ayrışmasını daha da alevlendirecek ve altılı masanın da bu ayrışma üzerinden dağılmasını umacaktır. 


Olası seçimler yaklaştıkça, inançlar üzerinden yürütülecek kutuplaştırmanın yanı sıra “kimlikler üzerinden ayrıştırma”nın daha belirleyici olacatır. Bir taraftan -ittifak ortağı MHP’nin de ittirmesiyle- derin devleti yanında tutma gayreti diğer taraftan Avrupa’da yabancı düşmanlığı üzerinden güçlenen ırkçılık, AKPyi bu konuda daha da cesaretlendiriyor ve can simidi gibi sarıldığı “kimlikler üzerinden kutuplaştırma siyaseti”ni güçlendiriyor. 


Kimlikler üzerinden kutuplaştırmanın seçimlerde ne kadar işe yarayacağını belirleyecek olan kuşkusuz muhalefetin tutumu olacaktır. “Helalleşme” siyaseti -Roboski’yi ziyaret etmenin ötesine geçerek- toplumsal barışı sağlayacak bir anlayışla sürdürülürse kimlikler üzerinden kutuplaştırma gayetleri de boşa çıkartılabilir! Ama her seçim döneminde olduğu gibi artması muhtemel provakatif eylemler, operasyonlar, şehit haberleri vs. karşısında muhalefet yine “iktidarın ardında hazır ola geçer” ve yine Kürt sorununun demokratik çözümü yerine iktidarla “kimin daha şahin olacağı” yarışına girerse sonuç diğer seçimlerden farklı olmaz ve otokratik saray rejimi güçlenerek devam eder. 


AKP’nin 2023 seçimlerinde izleyeceği anlaşılan stratejilerin diğer bir ayağı olan sosyal yardımlar, yirmi yıldır -Dünya Bankası’nın Yoksullukla Mücadele Programı’na da referansla- uygulanan politikaların devamı olarak görülebilir. Erdoğan’ın 26 Eylül’de yaptığı “millete sesleniş” konuşmasında dillendirdiği vaadler Cumhur İttifakı’nın bu konudaki seçim programı olarak yorumlanabilir. 


Yedi maddeden oluşan söz konusu programda “25 milyon kişiyi ilgilendirdiği belirtilen sosyal konut projesi; ihtiyaç sahibi ailelere 3 milyar lira doğalgaz desteği verilmesi; Türkiye’deki ailelerin onda birinin yararlanmakta olduğu belirtilen aile destek programının bütçesinin 15 milyardan 40 milyar liraya çıkartılması; öksüz, yetim yardımının 300 liradan 600 liraya, eşi vefat eden kadınlara yapılan yardımın 500 liradan 1000 liraya, çoklu doğum yapan muhtaç aile desteğinin 215 liradan 400 liraya, şartlı sağlık yardımının 55 liradan 100 liraya yükseltilmesi; çiftçilerin elektrik borçlarının beş yıl ertelenmesi; yüksek öğrenim yurtlarında kalan öğrencilerin beslenme yardımının günlük 25 liradan 60 liraya çıkartılması; yüz binlerce kişiyi ilgilendiren Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) konusunun çözümü için hazırlanan yasa tasarısının Aralık ayında Meclise sunulması" bulunuyor. Ayrıca asgari ücretin -yılbaşından itibaren- yüzde 50’nin üzerinde arttırılacağı, sözlemeli kamu personelinin kadroya alınacağı da iktidar cenahında sıkça dillendirilen konular arasında yer alıyor. 


Enflasyonun yüzde 200’lere vardığı koşullarda vaadedilen sosyal yardım düzenlemelerinin ve ücretlerde yapılacağı söylenen artışların toplumun içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları ortadan kaldırması mümkün değildir elbette. Ancak muhalefetin ortaya somut alternatifler koy(a)maması durumunda, kutuplaştırıcı politikalarla birbirine düşmanlaşmış ve hakkını aramak için demokratik mücadele yollarını kullanamayan yoksul, emekçi kitlelerin iktidarın 20 yıldır uyguladığı “yollu-yolsuz yoksullaştıma politikaları”nı sorgulamadan, AKP’ye -kerhen de olsa- destek vermesi şaşırtıcı olmaz!