27 Aralık 2013 Cuma

En büyük yolsuzluk asgari ücret

ÖZGÜRCE
27/12/2013

Türkiye’nin gündemi hiç kuşkusuz cumhuriyet tarihinin en büyüğü olduğu söylenen yolsuzluk olayıdır. İçinde hükümet üyelerinin, onların yakınlarının, belediye başkanlarının, bürokratların, müteahhitlerin, bankacıların olduğu bu yolsuzluk yumağı toplumun birçok kesimi tarafından zaten bilinmektedir. Örneğin İran’dan yüklü miktarda altınların geldiği birçok gazeteci tarafından yazılmıştır. Ayrıca ABD’de bu konudaki rahatsızlığını Türkiye’ye birçok kez iletmiş, bu da ABD’deki, İngiltere’deki gazetelere konu olmuştu. Öte yandan AKP iktidarının gerek maddi gerekse siyasal rantı topladığı yerin kentsel dönüşüm ve inşaat sektörü olduğu da bilinmektedir. TOKİ’ye tanınan sınırsız imtiyazlar sayesinde tüm rant mekanizması büyük ölçüde yasallaştırılmıştır. Bunun yanı sıra metro, marmaray, hızlı tren projeleri, tarihi eserlerin yağmalanması ve tahrip edilmesine yönelik olarak da şaibeler yine birçok kez basına yansımıştır. Toplumun önemli bir kesiminin farkında olduğu ve içine sindiremediği bu işleyiş, yasal mevzuat tarafından koruma altına alınmış; daha açık bir ifadeyle toplumun meşru görmediği işler mevzuatla kitabına uydurularak meşrulaştırılmıştır. 17 Aralık operasyonuyla ortaya çıkartılan ve siyasi depreme dönüşen yolsuzluklar tüm bu mevzuatla meşrulaştırma çabalarının da ötesine geçmiş olaylardır. 

İnsanlığın, toplumun, doğanın zararına olan bir şeyin demokrasinin var olduğu bir düzen içinde meşrulaştırılması, yolsuzluğun “yollu” hale getirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla yolsuzluklar sorgulanırken demokrasiyle bağlantısı kurulmalı ve demokrasi de sorgulanmalıdır. Demokrasinin varlığı-yokluğu veya düzeyi, toplumda çıkarları farklı olan kesimlerin arasındaki güç dengelerine bağlıdır. Bu nedenle yolsuzluk, sadece o yolsuzluğu yapan veya yolsuzluğu “yollu” hale getirenin suçlanmasıyla, cezalandırılmasıyla ortadan kaldırılamaz. Yolsuzluğun önlenmesi için demokrasinin işleyiş kanallarını tıkayan, toplum üzerinde baskı kuran sistemin de sorgulanması ve yolsuzluk üreten bu sistemin ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir mücadele gerekir.

Zira içinde bulunduğumuz sistem, yani kapitalizmin varlığı, burjuva iktidarları sayesinde “yollu” hale getirilmiş olan yolsuzluklara dayanır. Bunların başında da tarihin en büyük yolsuzluğu, haksızlığı, soygunu olan emek gücünün yarattığı değere el konulması yanında artı değer mekanizması gelir. Emeğin sömürülmesi olarak da ifade edilen bu mekanizma sermayenin egemenliğinde öylesine meşru, “yollu” hale getirilmiştir ki her gün bir parça ekmek için ölümü göze alarak çalışan emekçi ve o emekçinin hakları için mücadele etmesi gereken sınıf örgütleri bile bunu sorgulamamış, kabullenmiştir.

Bunun en açık örneği bugünlerde sona erecek olan asgari ücret görüşmeleridir. Emekçinin yarattığı değeri bir iki simitle ölçen bir anlayışla belirlenecek olan asgari ücret, insanlık tarihinin en büyük yolsuzluğunun, haksızlığının bir kez daha onaylanmasıdır. Ne yazık ki Türkiye’de en fazla üyeye sahip olma sıfatıyla Türk-İş altına imza atarak; diğer sendikalar ise gereken mücadeleyi örgütlemeyerek yollu hale getirilmiş olan bu büyük yolsuzluğu onaylamaktadır.

 Sözün özü: Yolsuzluk, egemenlerin henüz “yollu”, yani yasal hale getiremediği durumlardır. Sadece tekil yolsuzluk olaylarıyla uğraşıp, yolsuzluğu yaratan sistemi görmezden gelmek, kendi elimizle “yollu” ya da yolsuz insanlığı, toplumu, doğayı tahrip eden tehdit eden uygulamaların da önünü açmak anlamına gelecektir. Bu nedene yollu olsun yolsuz olsun tüm haksızlıkları, hırsızlıkları, emek ve doğa sömürüsünü engellemek için sınıfsal bir perspektif ile sistem sorgulanmalı ve mücadele sisteme karşı yürütülmelidir.

12 Aralık 2013 Perşembe

Bütçe, asgari ücret ve göstermelik demokrasi


ÖZGÜRCE
13/12/2013

Her yıl aralık ayı geldiğinde gündemde bütçe ve asgari ücret olur. Aslında her ikisi de ülkedeki demokrasinin düzeyi konusunda önemli göstergedir; özellikle de hazırlanış süreçleri itibariyle. Bütçe parlamentoda görüşülerek onaylanır; asgari ücret de hükümet, işveren ve işçi sendikalarından oluşan üçlü heyet tarafından görüşülerek kabul edilir.
İlk bakışta süreç gayet demokratik işlemektedir. Ülkenin bir yıllık gelir gider, borç alacak durumunu belirleyen bütçe farklı toplum kesimlerinin temsilcilerinden oluşan parlamentoda onaylanmaktadır. Çıkarları, ihtiyaçları, beklentileri farklı olan kesimlerin parlamentoda temsilcileri olduğunu düşündüğünüzde her şey en azından temsili demokrasiye uygundur.
Bir yıllık dönem içinde emekçilere verilebilecek en az ücret olan asgari ücretin belirlenmesinde de ücreti verecek olan işverenlerin ve ücreti alacak olan işçilerin temsilcileriyle hükümet yani devlet bir masa başına oturup, en az ücretin ne kadar olduğunu belirlemektedir. Bütçe gibi asgari ücretin belirlenmesi de ilk bakışta temsili demokrasiye uygundur.
Toplumun bütününün bir yıl içinde yaşamını doğrudan belirleyecek olan bütçe ve asgari ücretin hangi toplum kesiminin taleplerini, ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı, toplumdaki farklı çıkarlar arasında bir denge oluşturup oluşturamadığı o ülkedeki demokrasinin gerçek mi yoksa göstermelik mi olduğunun da göstergesi olacaktır.
Örneğin bütçe gelirlerinin yüzde 86.4’ünün vergi gelirlerinden oluştuğu bir ülkede sermayeden doğrudan alınan kurumlar vergisinin oranı sadece yüzde 8.9, toplumun ödediği dolaylı vergiler yüzde 70 ise ve işletmelerin birçoğu yanlarında çalışan asgari ücretli işçi kadar bile gelir vergisi ödemiyorsa, bu bütçenin demokratik bir bütçe olduğu söylenemez. Aynı şekilde bütçe giderleri içinde kamu sağlık hizmetleri için ayrılan pay 18.4 milyar iken sadece emniyet teşkilatı, jandarma ve MİT için ayrılan pay 24 milyarı buluyorsa; Milli Savunma Bakanlığı, cezaevleri gibi diğer kurumlarla birlikte güvenlik amaçlı harcamalara ayrılan pay Milli Eğitim Bakanlığının bütçesini aşıyorsa demokrasinin adından bile söz edilemez.
Benzer durum asgari ücret için de geçerlidir. Genel tanımı gereği ücret, emek gücünün üretim sürecinde yarattığı değerin karşılığıdır; asgari ücret ise diğer ödemeler olmadan, işçiye verilmesi gereken en az miktarı ifade eder. Oysa Türkiye’de asgari ücret sadece belirlendiği dönemdeki en az ücret olmaktan çıkmış ortalama ücret haline gelmiştir. Üniversite mezunları da dahil olmak üzere emekçilerin çok büyük bölümü asgari ücret veya asgari ücretin altında bir ücretle çalıştırılmaktadır. Asgari ücretin üzerinde ücret alanların ise önemli bölümünün sigorta primleri ve kıdem tazminatları asgari ücret üzerinden yatırılmaktadır. Dolayısıyla asgari ücreti Türkiye’de milyonlarca emekçinin üretime katkısı yok sayılarak belirlenen bir asgari yaşam geliri olarak değerlendirmek gerekir.
Günde en az 10-12 saat ter döken emekçinin emeğini yok sayan asgari ücret uygulaması, tek kişinin ihtiyaçları üzerinden belirlenmesi nedeniyle emekçiyi toplumsal bir varlık yani insan olarak da görmemektedir. Kaldı ki asgari ücret olarak belirlenen miktar tek bir emekçinin bile insanca yaşayabileceği bir miktarın çok uzağında kalmaktadır. Milyonlarca emekçinin emeğini, alın terini yok sayan, emekçiyi insan yerine koymayan asgari ücret uygulamasının da demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olamayacağı aşikardır.
O halde sorulması gereken şudur: Bütçenin de asgari ücretin de belirlenme süreci temsili demokrasinin kurallarına uygun ise toplumun çok geniş kesimlerini görmezden gelen içeriğiyle demokrasiden neden bu kadar uzaktır?
Sorunun cevabı açıktır: Siyasi Partiler Kanunu, seçim sistemi, Sendikalar Kanunu başta olmak üzere hemen tüm mevzuat ve bu mevzuatı yaşama geçiren yürütme ve yargı organları, toplumu örgütsüzleştirme, baskı altında tutma ve hegemonyayı daha da güçlendirme anlayışına sahiptir. Dolayısıyla demokrasinin gereği olarak kabul edilen tüm kurumlar, göstermelik olmanın ötesine geç(e)memekte, karşımıza toplumun çok geniş kesimlerinin ezildiği sömürüldüğü son derece antidemokratik bir tablo çıkmaktadır.
Göstermelik demokrasinin gerçek demokrasi haline gelmesi için her türlü baskıya rağmen toplum güçlerinin partileriyle, sendikalarıyla ve diğer demokratik örgütlenmeleriyle yılmadan ve güçlerini bir araya getirerek mücadele etmesinden başka çare yoktur.

28 Kasım 2013 Perşembe

Dershane tepişmesi ve gezi’ye dair bir anımsatma!

ÖZGÜRCE
29/11/2013

Gezi direnişinde başrolde gençler olduğu konusunda sanıyorum şüpheye yer yoktur. Gezi direnişi nedeniyle öldürülenlerin tümünün gençler olması; direnişin yeniden canlanmasından korkan hükümetin özellikle ve öncelikle gençleri baskı altına almaya çalışması da bunu kanıtlamaktadır zaten. Gençlerin Gezi’de ortaya çıkan “beklenmedik” tepkisinin ardındaki neden, 12 Eylül darbesiyle başlayan ve bugüne kadar artarak devam eden, onları yok sayan ve baskı altına alan politikalardır. Darbenin hemen ardından gençleri siyasetten uzak tutmak gayesi ön plandadır; daha sonra ise neoliberal politikalar çerçevesinde kazanılmış hakları ortadan kaldıran tüm düzenlemeler gençler hedef alınarak yapılmıştır. Sağlıkta, sosyal güvenlikte, çalışma yaşamında var olan bir hak ortadan kaldırılırken veya geri götürülürken mevcut hak sahipleri istisna tutulmuş; yeni işe girecek, yeni sigortalı olacaklar yani gençler bu haklardan mahrum edilmiştir. Ne yazık ki birçok sendika ve ana-baba da “Benden sonra tufan” diyerek kendi çocuklarının yani bugünün gençlerinin haklarının gasbedilmesine göz yummuş, bu haklar için mücadeleden uzak durmuştur. 

Gençlerin Gezi’de ortaya çıkan tepkilerinin ardındaki en önemli nedenlerden biri de eğitimdir. Eğitim sistemi, çocukları, gençleri geleceğin sahibi olacak insanlar olarak görmek yerine tamamen piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda oluşan bir anlayışla, okulları sermayeye itaatkar iş gücü yetiştirme alanları haline getirmiştir. Yükseköğretim dahil her düzeyde eğitim kurumu gençleri öğrenci değil, üzerlerinden para kazanılacak müşteriler olarak görmektedir. Gençler, çocukluklarının ilk yıllarından itibaren birbirleriyle yarışmaya/rekabete ve bu rekabet uğruna okul dışındaki zamanlarını dershanelerde geçirmeye zorlanmışlardır. Tüm bunların yanında çocukluklarını ve gençliklerini yaşamadan, hazırlanmaya zorlandıkları sınavlardaki sahtekarlıklara da tanıklık etmişler; buna karşı gösterdikleri tepkiler ise göz ardı edilmiştir.

Dershaneler üzerinden yürütülen AKP-Cemaat tepişmesi, gençlerin Gezi’ye yansıyan tepkisinin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Tepişmelerde dershaneler kâr elde etmenin ve gençlerin cemaatlere devşirilmesinin bir alanı olması üzerinden tartışılmış; ne eğitim sistemi ne de gençlerin, çocukların ruh hali, geleceği söz konusu dahi edilmiştir. Muhalefet partilerinin konuya yaklaşımları tepişmenin taraflarından çok da farklı değildir. Sendikalar ise halen eğitimin sınıfsal bir mesele olduğunun ve mutlaka sınıfın genel çıkarlarını savunan bir yaklaşımla sürece müdahale etmelerinin bilincine ulaşamamışlardır.

Sözün özü: Görünen odur ki ne Hükümet ne Cemaat ne muhalefet ne de sendikalar Gezi direnişini anlayamamış, algılayamamıştır. Halen gençleri çıkarlarının aracı olmak ve onların sesini kesmek için baskı uygulamak dışında görmek niyetinde değillerdir. Bilinmelidir ki gençleri yok sayan onları nesneleştiren bu anlayış devam ettiği sürece gençlerin öfkesi daha da büyüyecektir. Benden söylemesi…

21 Kasım 2013 Perşembe

Burjuvazinin ittifakıyla demokrasi mümkün mü?


ÖZGÜRCE
22/11/2013
Başbakan’la Barzani’nin Diyarbakır buluşması, Kürtler içerisinde yaratılmaya çalışılan ayrışmayı bir kez daha su yüzüne çıkarttı. Barzani’yi Türkiye’de çözüm sürecinin aktörü haline getirmeye çalışanların hedefinde BDP vardı. BDP’ye yönelik eleştiriler de büyük ölçüde yüzünü sola dönmesi üzerineydi. Peki, BDP ya da Kürt siyasal hareketi yüzünü sola dönmeyecek de nereye dönecekti? Bu eleştirilerden murat edilen çok açık ki Kürtlerin ve Türklerin sağ politika(cı)lar etrafında ortaklaşmasıdır. 
Siyasi anlamda “sağ” üç saç ayağı üzerinde oturur bunlardan birincisi milliyetçilik, ikincisi Sünni-İslam anlayışını siyaset aracı olarak kullanan muhafazakarlık, üçüncüsü de liberalizmdir. Kürtleri yüz yıldır inkar eden ve halkları düşmanlaştıran politikaların temelinde milliyetçilik vardır. O halde Kürtlerin ve Türklerin, halkları ayrıştıran milliyetçilik anlayışı etrafında buluşulması mümkün değildir. Dolayısıyla geriye din muhafazakarlığı ve liberalizm yani Kürt ve Türk burjuvazisinin ittifakı kalır.
BDP yüzünü sola döndü diyenler bu iddialarını, büyük ölçüde 2011 seçimlerinde oluşturulan Emek, Barış ve Demokrasi Bloku ile yine 2012 Ekim ayında kurulan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve onun partisi HDP’ye dayanmaktadır. Gerek seçim bloku gerekse HDK ve HDP gerçekten de Türkiye’de emekten yana sosyalist düşünceyi savunan siyasi yapıların ve bireylerin birlikteliğinden oluşmuştur. Ama bu birliktelik tesadüf değildir. Kürtlerin siyasal temsilcisi olan BDP ile emekçilerin, sosyalistlerin bir araya gelmesindeki amaç Kürt sorununun kalıcı olarak çözülmesi ve Türkiye’nin, halkların barış içinde yaşayacağı bir ülke haline gelmesidir. Bunun için Türkiye’de demokrasinin tesis edilmesi gerekir ki bu ancak ezilen, sömürülen ve yok sayılanların ortak mücadelesiyle sağlanabilir.
Türkiye’de din, egemenlerin kimi zaman toplumda ayrımcılık yaratmak kimi zaman da toplumu itaatkar hale getirip egemenliklerini sürdürmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır. Böylece Sünni-İslam dayatmasıyla din, inanç özgürlüğünü engellemiş ve Türkiye’de demokrasi sorununun temel nedenlerinden biri haline gelmiştir. Kaldı ki din üzerinden örgütlenen yapılanmalar 1990’lı yıllarda devlet tarafından Kürt’leri bölerek birbirine düşürmek için de kullanılmıştır. Hal böyleyken Türkiye’de barışı ve demokrasiyi hedefleyenlerin, dini, toplumu ayrıştırmanın ve egemenlik sağlamanın ideolojik aracı olarak gören “sağ” etrafında ortaklaşması düşünülemez. 
Bu durumda Kürt ve Türk halkının bütünleşmesi için “sağ”ın içinde geriye liberalizm kalmaktadır. Kelime anlamı “özgürlük” ifade etse de burjuva ideolojisini temsil eden liberalizmin özgürlüğü sadece mülk ve servet sahipleri içindir. Mülkiyeti ve serveti çoğaltmanın kaynağı emeğin ve doğanın sömürüsüdür. Bu sömürüye karşı emeğine, doğasına sahip çıkmak isteyenleri baskılamak, engellemek liberalizmin özgürlük anlayışıyla çelişmemektedir. Halkların kimliklerini inkar, asimilasyon, tehcir, katliamlar ve savaşlar da yine liberalizmin ulus-devlet anlayışının bir sonucudur. Yani demokrasi sorununun temel nedeni olan liberal sağ anlayış çerçevesinde bir ortaklaşma da halklar için emekçiler için barışı, özgürlüğü, demokrasiyi sağlamayacaktır.
Hafta sonu Diyarbakır’da sahnelenen tablo tam da liberal sağ anlayışla Kürt ve Türk burjuvazisinin çıkarlarına dayanan bir ortaklaşmanın topluma yutturulmaya çalışılmasıdır. Bu anlayışın, Rojava’da gerçekleştirilen devrimi de Türkiye’de HDK ve HDP’de ifadesini bulan demokrasi, barış ve özgürlük çabalarını da benimsemesi, savunması beklenemez.
Sözün özü: Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme görüntüsü altında Kürt ve Türk burjuvazisi, dini de kullanarak halkları kendi içinde bölüp birbirine düşürmeye çalışmaktadır. Bu tarihsel olarak burjuvazinin her dönemde her coğrafyada oynadığı oyunun tekrarıdır. Bu oyunu bozmanın yolu da yine tarihin gösterdiği üzere ezilenlerin, sömürülenlerin, kimliksizleştirilmeye çalışılanların ortak mücadelesinden geçer. HDK ve HDP’de zaten bu mücadeleye aracılık etmek için vardır! 

14 Kasım 2013 Perşembe

Ortaklaşamayan mücadele ve kıdem tazminatı


ÖZGÜRCE
15/11/2013

1980’li yıllarla birlikte neoliberal politikaların toplumsal tepkiye neden olmadan uygulamaya konulabilmesinin en önemli nedeni hiç kuşkusuz 12 Eylül darbesinin örgütlü işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçmesiydi. Ancak 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte işçi sınıfı toparlanmaya başladı ve emekçiler 1980 sonrasındaki kayıplarını kısmen de olsa telafi etti. Bahar Eylemleriyle birlikte emekçiler geçmişteki kayıplarını telafi etti etmesine ama bu sadece kayıtlı çalışan emekçiler içindi. Eylemlerin önünü çeken sendikalar, 1980 sonrasında hızla artan kayıt dışı çalışanları bu mücadeleye katmayı ve onların haklarını savunmayı unutmuşlardı.

1989’lardaki eylemlilik süreci sadece maddi kayıpları telafi etmek üzerine oturtulduğu ve Türkiye’de sınıf mücadelesinin önünde engel oluşturan yasalar ile Kürt sorununun çözüme kavuşturulduğu demokratik bir düzeni fazlaca önemsemediği için elde edilen kazanımlar da kalıcı olmamıştır. Bu dönemde tek başına iktidar olan ANAP bu eylemliliklerin sonucunda iktidardan uzaklaştırılmıştır ama onun yerine gelen DYP-SHP koalisyonu emekçilerin haklarını korumak bir tarafa hakları ortadan kaldırmak için çok daha büyük gayret sarf etmiştir. 1990’lı yılların ilk birkaç yılından sonra artan katliam, suikast ve çatışma ortamının gölgesinde işçi hareketleri gerilemiş ve 1989’da elde edilen bütün kazanımlar hızla ortadan kalkmaya başlamıştır. 

1990’lı yıllarda işçi hareketlerinin gerilemesinden güç alan siyasi iktidarlar, kamu işletmelerini birer birer özelleştirmeye başlamıştır. Bu süreçte de işçiler ve sendikalar karşı karşıya oldukları saldırıyı bütünlüklü olarak görememiş ve sıra kendi çalıştığı işletmeye gelene kadar özelleştirmeye karşı çıkmamış, ortak bir mücadele iradesi gösterememiştir.
2001 krizi sonrasında hızlanan neoliberal yapısal uyum programları, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıları da hızlandırmıştır. İlk olarak İş Kanunu’nun esnek çalışmayı kural haline getirecek biçimde değiştirilmesi gündeme gelmiş, işçi sendikaları buna karşı yetersiz de olsa bir mücadele yürütürken, kamu emekçileri kendilerini ilgilendirmediğini düşünerek bu mücadeleye katılmamıştır. Ancak 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girip esnek çalışma kural haline gelir gelmez, kamu personel reformu adı altında kamuda da esnek çalışmanın uygulanması gündeme gelmiştir. Devlet Memurları Kanunu henüz esnekliği içerecek biçimde değişmemişse de fiilen kamuda esnek çalışma hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. 

Diğer taraftan kamu hizmetlerinin piyasalaşma süreçleri ve buna bağlı olarak da çalışma rejimindeki değişiklikler de yine sadece piyasalaştırılmakta olan kurumlardaki kamu emekçilerinin sorunu olarak görülmüş ve sahiplenilmemiştir. Örneğin 4+4+4 eğitim sistemi öğretmenlerin; kamu hastane birlikleri sağlık emekçilerinin; yüksek öğrenim yasası üniversite emekçilerinin sorunu olarak görülmüş ve sonuçta da bu kurumlarda çalışan emekçilerin cılız mücadeleleri başarıya ulaşamamıştır.

1980’den bu yana emekçiler kendilerine yönelik topyekün saldırılar karşısında parçalı bir mücadele yürütmeye çalıştıkları için başarısız olmuşlardır. Şimdi aynı durum kıdem tazminatı için geçerlidir. Yıllık 30 gün üzerinden hesaplanan kıdem tazminatı hükümetin ve işverenlerin istediği gibi 18 ya da 12 gün üzerinden hesaplanırsa, memurların da emeklilik ikramiyelerini yıllık 30 gün üzerinden alabilmelerinin olanağı kalmayacaktır. Kıdem tazminatı bu doğrultuda değişirse, memur ikramiyelerine ilişkin düzenleme de en kısa zamanda değişecektir. Yukarıda anılan birçok örnekte olduğu gibi…

Sözün özü:  Bugün hangi emekçiye hangi sendikacıya sorsanız kendisinin karşı karşıya olduğu sorun için emekçilerin neden birlikte olmadığından yakınır. Ama bir türlü emekçilere yönelik saldırılar bütünlüklü olarak görülüp mücadeleler ortaklaştırılamaz. Artık geçmiş deneyimlerden, ödenen bedellerden ders çıkartmanın, öğrenmenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Türkiye işçi sınıfının en önemli kazanımlarından olan kıdem tazminatı, savunmak için elimizde kalan birkaç haktan biridir. Hiç olmazsa bunun için işçisiyle kamu emekçisiyle, beyaz yakalısıyla mavi yakalısıyla bir araya gelip mücadele ortaklaştırılmalıdır (!)   

7 Kasım 2013 Perşembe

2014 bütçesi, demokrasi ve toplumsal barışı tehdit ediyor (!)

ÖZGÜRCE
8/11/2013
Hükümetin Meclise sunduğu 2014 yılı bütçesi AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana uyguladığı ekonomik programı sürdüreceğini gösteriyor. AKP’nin 11 yıldır sadakatle uyguladığı bu ekonomi programı, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlatılan ve 2001 yılında Kemal Derviş tarafından revize edilen neoliberal yapısal uyum programlarının devamıdır. Neoliberalizm, küresel rekabet koşullarına uyum sağlamak için ekonominin üretim maliyetlerin en düşük seviyeye çekilebilmesini amaçlayan piyasa ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi esasına dayanmaktadır. 

Üretim maliyetlerin düşürülebilmenin birinci yolu özellikle Türkiye gibi emek yoğun üretim yapan ülkelerde emek maliyetinin düşürülmesidir. Bunun için emeğin verimliliğinin artırılıp, sermayenin emek gücü için yaptığı harcamaların düşürülmesi gerekir. Diğer bütçeler gibi 2014 bütçesi de emek verimliliğini artırmak için emek piyasalarının daha fazla esnekleştirilmesini öngörmektedir. Kıdem tazminatının tasfiyesi, kiralık emekçi büroları, taşeron çalışmanın yaygınlaştırılması gibi son dönemde yeniden gündeme gelen düzenlemeler, bütçede de yer verilen daha fazla esneklik öngörüsüyle örtüşmektedir. 2014 bütçesinde sermayenin emek gücü için yaptığı harcamaların düşürülmesi için ise 2008 krizinden bu yana uygulanan kadınlar, gençler gibi dezavantajlı sayılan kesimlerin sigorta, vergi ve hatta ücret gibi maliyetlerinin hazine yani toplum tarafından üstlenilmesidir. Öte yandan yüzde 18 olan personel giderlerinin yüzde 14’e indirilmesi ve bu kapsamda kamuda personel azaltılması ve ücretlerin baskılanması da yine bütçe tasarısında emek maliyetlerini düşürme anlayışını yansıtmaktadır.

Sermayenin maliyetlerini düşürmenin diğer bir yolu bütçe giderleri içinde sosyal harcamaları sınırlandırıp, sermayeye aktarılacak kaynakları arttırmaktır. Ayrıca kamu hizmetlerinin özel sektör için kâr alanı haline getirmesi de yine bu çerçevede değerlendirilebilir. 2014 bütçesinde eğitim ve sağlığa yüksek oranda kaynak ayrıldığı iddia edilmekteyse de tasarı incelendiğinde bu kaynakların önemli kısmının doğrudan ya da dolaylı olarak özel sektöre aktarıldığı görülmektedir. Örneğin eğitim için bütçeden ayrılan miktar 78.5 milyardır. Oysa Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi 55.7 milyardır yani eğitim için ayrılan miktarın yaklaşık üçte biri (22.8 milyar) bakanlık dışındaki eğitim faaliyetlerine aktarılacaktır. Öte yandan bakanlık bütçesi içinde de Fatih Projesi, ders kitabı alımı gibi birçok kalemde harcamalar özel sektöre aktarılmaktadır. Benzer durum sağlık için de geçerlidir. Bütçede 75 milyar TL’nin sağlık için ayrıldığı söylenmektedir oysa Sağlık Bakanlığı, T. Kamu Hastaneleri Kurumu ve T. Halk Sağlığı Kurumuna ayrılan bütçenin toplamı sadece 18.4 milyardır. Yani 56.6 milyar bakanlık ve kamu sağlık kurumlarının dışında harcanacak; muhtemelen de özel sağlık kuruluşları vasıtasıyla sermayeye aktarılacaktır.

Maliyetleri düşürmenin bir başka yolu hammadde ve enerji harcamalarını azaltmaktır. Özellikle enerji maliyetlerinin yüksekliği Hükümetin sürekli olarak dillendirdiği bir konudur. Enerji maliyetlerini düşürmek konusunda getirilen öneriler ise nükleer, termik ve hidroelektrik santralleridir. Bunların her üçü de geri dönüşü olmayacak biçimde doğayı tahrip ederken, insan ve diğer tüm canlı varlıkların da yaşamını tehdit etmektedir. 2014 bütçesinde doğa ve yaşam düşmanı enerji kaynaklarına yatırımların daha da artırılacağı belirtilmektedir.

Sermayeyi teşvik için bütçede yer alan diğer bir konu da bütçe gelirlerine ilişkindir. Bütçe gelirlerinin yüzde 86.4’ü vergi gelirlerinden sağlanmaktadır. Vergi gelirleri içinde sermayeden doğrudan alınan kurumlar vergisinin payı sadece yüzde 8.9’dur. Önemli bölümünü ücretli emekçiler ve küçük üretici, esnaf ve çiftçinin ödediği gelir vergisinin payı ise yüzde 20.4’tür. Buna karşılık dolaylı vergiler olarak adlandırılan ve toplumdan alınan ÖTV ve KDV’nin payı ise yüzde 70’leri bulmuştur. Vergi dışı gelirler ise büyük ölçüde özelleştirme ve 2/B arazilerinin satışı yoluyla elde edilen; yani topluma ait varlıkların satışından elde edilen gelirlerdir.

Özetle 2014 bütçesi, 1980’den bu yana hazırlanan tüm bütçeler gibi toplumun geniş kesimlerinden alıp sermayeye kaynak aktarma anlayışını devam ettirmiştir. Daha açık bir ifadeyle 2014 bütçesi emeğin sömürüsü, toplumun yoksullaşması ve doğanın yok edilmesi pahasına bir avuç sermayedarı ihya etme bütçesidir(!)

2014 bütçesi, toplum kesimleri arasında gelir dengesizliğini daha da arttıracak son derece anti-demokratik bir içeriğe sahiptir. Antidemokratik bir bütçenin demokratik bir ortamda uygulanabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle olsa gerek toplumu baskı altında tutmak üzere görevlendirilmiş kurumlara (Emniyet, İçişleri Bakanlığı, Jandarma, MİT, Milli Savunma Bakanlığı vs) ayrılan bütçe 50 milyarı bulmaktadır.

Sözün özü: 2014 bütçesi topluma sömürüyü, güvencesizliği, yoksulluğu, doğanın katledilmesini dayatan; demokrasi ve barışı tehdit eden bir anlayışın ürünüdür.

1 Kasım 2013 Cuma

Bireysel emeklilik oyunu...

ÖZGÜRCE
01/11/2013

Bireysel Emeklilik Sistemi (BES), 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından uygulamaya konulan güçlü ekonomiye geçiş programı çerçevesinde sosyal güvenlik sistemini yeniden yapılandırmanın bir parçası olarak yaşama geçirilmiştir. 4632 sayılı yasayla kurulan ve 7 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren BES ile amaçlanan özetle; sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi ve sermaye için yeni bir kâr alanı haline getirilmesidir. BES şöyle işlemektedir: Özel sigorta şirketleri tarafından toplanan primlerden oluşturulan fonlar, borsa aracılığıyla sermayeye aktarılmakta ve bu fonlar piyasada oluşan dalgalanmalara göre değer kazanmakta ya da kaybetmektedir. Diğer bir değişle emekçileri kapitalist sistemin yarattığı risklerden korumak için işçi sınıfının mücadeleleriyle kazanılmış olan sosyal güvenlik hakkı sermaye için yeni bir kâr alanı haline getirildiği gibi piyasa koşulları içinde emekçilerin birikimleri de riske atılmaktadır.  
Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu ekonomi programının sadık uygulayıcısı olan AKP, sosyal güvenlik siteminin piyasa koşullarına göre yeniden yapılandırılması konusunda önemli adımlar atmıştır. Bu çerçevede sosyal güvenlik sisteminin genel bütçeye yük olduğu gerekçe gösterilerek 5510 sayılı SSGSS Kanunu çıkartılmıştır. Bu yasayla “kara delik” olarak tanımladıkları bütçe açığını kapatmak için emeklilik yaşı ve emekliliği hak etmek için gereken prim ödeme gün sayısı yükseltilmiş, emeklilerin aylık bağlama oranı düşürülmüştür. Böylece istihdamın giderek esnekleştiği koşullarda emeklilik için gerekli prim ödeme gün sayısını ve yaş sınırı olan 65’i sağlayarak emekli olabilmek neredeyse “hayal” olmuştur. Öte yandan emeklilik koşullarını sağlayabilmiş olanların ise zaten yoksulluk ve açlık sınırının çok altında olan aylıkları daha da düşmüştür. Kısacası emekçiler bu yasayla sosyal güvenlik haklarıyla birlikte gelecek güvencelerini ve insanca yaşayacak bir geliri de kaybetmiştir.
Sosyal güvenlik haklarını önemli ölçüde kaybeden işçiler, kamu emekçileri, esnaf, küçük üretici, küçük toprak sahibi çiftçilerin oluşturduğu geniş emekçi kesimler, özel sosyal güvenlik sistemine yönlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak büyük çoğunluğu yaşamını sürdürecek bir geliri dahi elde etmekten yoksun olan bu kesimlerin BES’e prim ödemeleri mümkün değildir. Bu nedenle üst ve orta gelirliler dışında bireysel emeklilik sistemini tercih edenler son derece sınırlı kalmıştır. Bunun üzerine bütçeye yük olduğu gerekçesiyle sosyal güvenlik sistemini neredeyse tasfiye eden devlet, BES için vergi teşvikleri uygulamaya başlamıştır. Ancak bundan da beklenen sonuç elde edilemeyince çare olarak bireysel emekliliğe doğrudan devlet katkısı uygulanmaya başlamıştır. Böylece bireysel emeklilik sistemi içerisine girmiş olanlara devlet, brüt asgari ücretin yüzde 25’i kadar doğrudan katkıda bulunmaktadır. Devlet katkısı uygulaması haziran 2013’te başlamış ve ekim 2013 rakamlarına göre devlet bütçesinden BES’e katkı olarak aktarılan kaynak 836 milyon TL’yi bulmuştur.
Resmi istatistiklere göre Türkiye’de 60 milyondan fazla emeğiyle geçinen ve onların bakmakla yükümlü olduğu nüfus vardır. Bunların 48 milyon kadarı emekçileri güvencesizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden resmi sosyal güvenlik sistemi yani SGK içindedir. 10-15 milyon kişi ise işverenin “ya sigorta ya asgari ücret” önermesi karşısında yaşamını sürdürebilmek için sigortasız çalışmaya razı edilmiş veya sigortalanma şansı hiç olmamıştır. 60 milyonu aşan bu emekçi kitle içinde sadece 4 milyon kişi BES içine girmiştir. Yani bütçeye yük diye 10 milyonlarca emekçiyi güvencesiz bırakan yoksulluğa sürükleyen devlet, onların cebinden aldığı vergilerle bu 4 milyonun sigortasına kaynak aktarmaktadır. 
Sözün özü: BES adı altında sunulan özel sosyal güvenlik sistemi, yaşamın karşılarına çıkartacağı risklere karşı güvence için BES’e girenlere güvence sağlamadığı gibi buraya aktarılan birikimleri de piyasa koşulları içinde riske atmaktadır. Öte yandan bütçeye yük oldu gerekçesiyle tasfiye edilen sosyal güvenlik sistemi yerine bütçeden özel sigorta için kaynak aktarılmaktadır. BES, neresinden baksanız aldatmacadan ibaret, adaletsiz ve hatta ahlaksız bir sistemdir. Emekçiler için gelecek güvencesinin tek yolu sosyal güvenlik hakkını yeniden elde etmek ve daha da ileri düzeye taşımak için mücadele etmektir.  

25 Ekim 2013 Cuma

Emekçiler için de HDP


ÖZGÜRCE
25/10/2013

Yeni yasama dönemi başlar başlamaz taşeronluğun yaygınlaştırılması, kıdem tazminatının fona devredilmesi, işçileri kiralık meta haline getiren özel istihdam büroları ve ödünç iş ilişkisine ilişkin yasal düzenlemeler yeniden gündeme getirildi. Kamu emekçilerinin istihdamı ve çalışma koşullarını esnekleştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de sırada bekliyor. Aslında AKP, iktidarda bulunduğu 11 yıldır emek piyasalarını esnekleştirmek için uğraşıyor. 2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı yasayla bu konuda ilk büyük adım atmış ve esnek çalışma büyük ölçüde yasal zemine oturtulmuştu. Ancak emek maliyetlerini düşürerek sermayenin daha fazla kâr elde etmesini amaçlayan esneklik uygulamaları sermaye kesimini tatmin etmedi. Geçen hafta açıklanan AB İlerleme Raporu’nun “işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığı”  başlıklı bölümünde de sermayenin daha fazla esneklik taleplerini destekleyecek biçimde esnekliğin yetersiz olduğu vurgulandı. Yani AKP’nin emek piyasalarını daha da fazla esnekleştirme çabaları, sadece sermaye kesiminin değil, sendikaların üyelik sürecini yıllardır desteklediği AB tarafından da talep ediliyor.

Sermayenin emekçiler üzerindeki tahakkümünü artırmak ve maliyetleri düşürmek için istediği esneklik uygulamalarını AB, piyasa ekonomisinin işlerliği, istikrarı için istiyor. Peki, emekçiler için esneklik ne anlama geliyor? Esneklik uygulamaları taşeron çalışma, kısmi süreli çalışma, stajyer olarak çalışma, belirli süreli sözleşmelerle çalışma gibi istihdam biçimleriyle birlikte öylesine yaygınlaştı ki emekçilerin çok büyük bölümü kendi çalışma koşullarında bu sorunun yanıtı görüyor. Emekçilerin birçoğunun doğrudan yaşadığı veya tehdidini hissettiği esneklik özetle, iş ve sosyal güvencenin kaybedilmesi, çalışma süreleri ve iş yükünün artması, daha düşük ücret, iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla karşılaşma riskinin artması anlamına geliyor.

Emekçiler açısında ortaya çıkarttığı sonuçlar son derece ağır olmasına rağmen esneklik adı altında kazanılmış hakların ortadan kaldırılmasına karşı ne muhalefet partilerinden ne de sendikalardan dişe dokunur bir tepki gelmiyor. Hal böyle olunca akıllara “işçi sınıfı kalmadı” tezini savunanlar haklı mı acaba sorusu geliyor(!) 

Kafa karışıklığını gidermek için TÜİK’in temmuz ayında açıkladığı son rakamlara bakıyoruz: Resmi istatistiklere göre Türkiye’de ücretli/yevmiyeli çalışan sayısı 16.5 milyon, 2.7 milyon da işsiz var. Yüzde 38 dolayında da sosyal güvenceye sahip olmadan kayıt dışında çalışan olduğu düşünülüyor. Ücretsiz aile işçisi sınıflamasına alınmış emekçilerin sayısı ise 3.5 milyonu buluyor. Bu rakamlar doğrudan emek süreci içerisindeki çalışanlara ait; bir de bunların bakmakla yükümlü olduğu aileleri var. SGK rakamlarına göre SSK kapsamında 37.3 milyon çalışan ve onların bakmakla yükümlü olduğu nüfus var. Emekli Sandığı kapsamındakiler ise 10.4 milyon. Bunları topladığınızda Türkiye’de emekçi dediğimiz kesim içine giren nüfus 47.7 milyon. Kayıt dışında çalışan sayısının da yaklaşık 10 milyon olduğunu düşündüğümüzde (onların baktığı nüfusu saymıyorum) sayı 57.7 milyona çıkıyor. Kendi hesabına çalışanlar bu rakamlara dahil değil oysa büyük sermayeye bağımlı olarak kendi atölyesinde, dükkanında günde 10-12 saatten daha az çalışmayan milyonlarca küçük üretici, esnaf ve çiftçi var. Onları da eklersek emekçi olarak tanımladığımız kitle 60 milyonu aşıyor. 

60 milyon Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 80’idir. Gelin görün ki en mütevazi tahminle yüzde 80’in yaşamını etkileyen bir konuda doğru dürüst muhalefet yapan, alternatif ortaya koyan bir parti yok. Ana muhalefet partisi kendisini sosyal demokrat tanımlamakla birlikte hükümetin uyguladığı iktisadi politikalara karşı hiçbir alternatif getirmediği gibi, iktidara gelirse bu politikaları AKP’den daha iyi uygulayacağı iddiasında; MHP’nin de durumu farklı değil. BDP Meclisteki sandalye sayısının yetersizliği ve Meclisteki antidemokratik işleyiş nedeniyle bu konuda çeşitli çalışmalar yapıyorsa da fazla etkili olamıyor. Hal böyle olunca da AKP, emekçiler önüne alternatifi olmayan bir parti olarak çıkıyor ve yüzde 50’leri aşan oy oranlarıyla emekçi karşıtı politikalarını sürdürmeye devam ediyor. 

Sözün özü: Emekçilerin haklarını gasbeden, çalışma ve yaşama koşullarını her geçen gün daha da kötüleştiren politikalara ve bu politikaların uygulayıcısı AKP’ye karşı toplumun çok geniş bir kesimini oluşturan emekçileri temsil edecek ve mücadeleyi örgütleyecek bir siyasi yapıya acilen ihtiyaç vardır. Tüzüğünde “Kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tüm işçilerin, emekçilerin, yoksul köylüler ile tüm çalışanların onurlu, adil, güvenceli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına ve sosyal güvenliğe sahip olma hakkını savunmak; siyaset yapma, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasal ve fiili engelleri kaldırmak için mücadele geliştirmeyi…” amaç olarak belirlemiş olan HDP, emekçileri inim inim inleten politikalara ve politikacılara karşı tüm ezilenlerle birlikte emekçilerin mücadelesinin aracı olma kararlılığıyla yola çıkmaktadır. HDP’nin başarısı tüm ezilenlerle birlikte emekçilerin de başarısı olacaktır (!)

18 Ekim 2013 Cuma

Ortak sorunların ortak mücadele alanı: HDP


ÖZGÜRCE
18/10/2013

Bundan iki yıl önce Halkların Demokratik Kongresi (HDK) kuruluşunu ilan ederken kendisini “Emekçilerin, göçmenlerin, kadınların, köylülerin, gençlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT bireylerin, dışlanan ve yok sayılan bütün halkların, tüm inanç topluluklarının; kısacası doğa ve yaşam mücadelesi sürdürenlerin buluştuğu ortak mücadele alanı” olarak tanımlamıştı. HDK, bu ortak mücadele alanının hedefini de AKP iktidarı karşısında alternatif oluşturacak bir direniş odağı olmak şeklinde ortaya koymuştu. HDK bileşenlerinin geçtiğimiz yıl kurduğu Halkların Demokratik Partisi (HDP), 2014 yerel seçimlerinde ve ardından da genel seçimlerde tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin iktidar alternatifi olarak siyaset sahnesine çıktı. 

HDK fikriyatının temsilcisi olan HDP’nin kuruluşu ve seçimlere katılacağı açıklanır açıklanmaz, bugüne kadar belki de hiç bir araya gelmemiş olan farklı kesimlerin nasıl olup da bir çatı altında sorunlarına çözüm arayacakları tartışılmaya başlandı. Akıllardaki soru şuydu: Nasıl olacak da bir siyasi parti Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin, göçmenlerin, emekçilerin, köylülerin, kadınların sorunlarını ortaklaştırarak bir mücadele örgütleyecekti?

Dört eğilimi birleştiriyoruz diyerek yıllarca bu ülkede siyaset yapanlara sorulmayan bu sorunun çeşitli nedenlerle ezilen, sömürülen, yok sayılan toplum kesimlerini bir araya getirmeyi amaçlayanlara sorulması oldukça manidardır. Zira dört eğilim söylemiyle yıllarca iktidarı ellerinde bulundurmuş olan ANAP ve AKP’nin bu dört eğilimi arasındaki (solcularla liberallerin, milliyetçilerin bir arada olması gibi) çelişkiler, HDP’nin mücadelelerini ortaklaştırdığı kesimler arasında yoktur. 

Eğer toplum kesimlerinin karşı karşıya olduğu sorunların nedenlerine bakarsanız, tüm sorunların kaynağının aynı olduğu görülecektir. Örneğin Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin ve kimlikleri, inançları yok sayılan diğer kesimlerin sorunları ulus devletin inşa süreciyle ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet, kapitalizmin varlığını sürdürmesini sağlayacak olan korumacılık, savaş ve sömürgeleşme politikalarının uygulanabilmesi için gerekli görülen devlet yapılanmasıdır. Kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin yaygınlaştığı 19. yüzyıl sonlarında diğer imparatorluklar gibi Osmanlı da dağılma sürecine girmiş ve modern olarak tanımlanan ulus-devleti inşa süreci başlamıştır. Ulus-devlet inşası beraberinde türdeş millet-toplum oluşturma düşüncesinin bir tezahürü olarak Anadolu’nun Türkleştirilmesine ve Müslümanlaştırılmasına yönelik girişimleri ortaya çıkartmıştır. Bu çerçevede de önce Ermeniler, Rumlar, Süryaniler daha sonra da Kürtler ve Aleviler asimilasyona tabii tutulmuş, buna direnenler zorla göç ettirilmiş, direnmeye devam edenler ise katledilmiştir. 19. Yüzyılın sonlarında başlayan ulus-devleti inşa süreci 1923’ten sonra ulus-devleti koruma anlayışına dönüşmüş ve yarattığı sorunlarla birlikte bugüne kadar gelmiştir. Bugün kimlikleri, inançları yok sayılan halkların mücadelesi için öncelikle ulus-devlet anlayışını ve o anlayışın sahibi kapitalizmi sorgulamadan mücadele yürütmek mümkün değildir.

HDP’nin mücadeleyi ortaklaştırmayı amaçladığı diğer kesimler emekçiler, göçmenler, gençler, kadınlar, köylülerdir. Bu kesimlerin sorunları büyük ölçüde kapitalist üretim sisteminden kaynaklanan sınıf çelişkilerinin sonucunda ortaya çıkar. Kapitalizm, sermaye (kapital) birikimi sağlayabildiği sürece varlığını devam ettirebilir. Bunun yolu da emeğin gerçekleştirdiği üretime el koymak yani sömürmektir. Kapitalizm sömürüyü arttırmak için emekçiler üzerinde tahakküm kurarken göçmenleri, kadınları, gençleri ve çocukları da bu sömürünün bir parçası haline getirir. Türkiye’de emekçileri oluşturan kesimler kapitalizmle bütünleşmenin başladığı 19. Yüzyıl sonlarından itibaren sömürüyle karşı karşıya kalmıştır. Cumhuriyet döneminde ulus-devletin kalkınması hedefiyle bu sömürü daha artmış; sömürüye karşı oluşan mücadeleler ise şiddetle baskılanmıştır. Neoliberal politikalarla birlikte emekçiler üzerindeki sömürü ve baskılar daha da yoğunlaşmıştır. Ulus-devlet gibi sömürünün de kaynağı olan kapitalizm sorgulanmadan emekçi kesimlerin mücadele yürütebilmesi mümkün değildir.    

LGBT bireylerin ve kadınların kimlikleri, inançları ve sınıflarından kaynaklanan nedenler dışında uğradıkları ayrımcılık ve şiddetin nedeni erkek egemen toplum yapısıdır. Erkek egemen toplum, sadece kapitalizme özgü değildir. Ancak kapitalizme karşı yürütülecek mücadele, LGBT bireyleri ve kadınların mücadelesiyle çelişmeyeceği gibi erkek egemenliğinin yerine daha eşitlikçi ve demokratik bir toplumun inşasına katkı sağlayacaktır. 

Görüldüğü gibi HDP’nin mücadeleyi ortaklaştırmayı amaçladığı kesimlerin sorunları nedenleri bakımından birbiriyle doğrudan ilişkilidir ve bu ilişkinin odağında da kapitalist sistem vardır. Nedenleri ortak olan sorunların çözümünün de ortak olmasından başka çare yoktur. Yani Kürtlerin, emekçilerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin, kadınların mücadelesini ortaklaştırmadan hiçbir kesimin sorunu zaten çözümlemeyecektir. Hal böyle olunca kendisini “ezilen, sömürülen, yok sayılan kesimlerin buluştuğu ortak mücadele alanı” olarak tanımlayan HDK-HDP fikriyatı Türkiye için bir gereklilik değil bir zorunluluk haline gelmektedir.

10 Ekim 2013 Perşembe

AKP’nin Demokrasisi…


ÖZGÜRCE
11/10/2013

Başbakan’ın açıkladığı demokrasi paketi, insan hakları ve demokrasiye dair evrensel değerler bakımından hiçbir anlam ifade etmemekle birlikte AKP’nin kurulduğu 2001 yılından bu yana savunduğu ve uyguladığı siyasete tamamen uyumludur.11 yıllık iktidarına da yansıdığı üzere AKP’nin benimsediği siyaset üç temel ayak üzerine oturmaktadır. Bunlardan bir tanesi Milli Nizam Partisi’nden Refah Partisi’ne uzanan geleneğin Sünnî-İslam muhafazakârlığıdır. İkincisi ulus devlet anlayışının tezahürü olan Türk-İslam sentezi milliyetçiliktir. Üçüncüsü de 12 Eylül darbesiyle emekçilerin, Kürtlerin bastırılması sayesinde uygulamaya konulabilen neoliberal ekonomi düzenidir.

Kimi zaman birbiriyle çelişen bu üçayak üzerinde olabildiğince esnek bir siyaset yürüten AKP, muhafazakârlığı, milliyetçiliği ve piyasacı, katı liberal anlayışı bir arada uygulayabilmektedir. AKP’nin muhafazakârlığı başta Alevileri ve laik yaşam biçimini benimsemiş olanların haklarını tehdit ederken milliyetçi anlayışı başta Kürtler olmak üzere halkların siyasal ve kültürel hakları önünde bir engel oluşturmaktadır. Her ne kadar AKP döneminde özellikle Kürt sorununa ilişkin açılımlar milliyetçilik konusunda AKP’nin CHP ve MHP’den daha farklı olduğunu düşündürse de özellikle 2011 Haziran seçimlerinden açlık grevlerine kadar geçen süreçte akan kanı ve KCK tutuklamalarını unutmamak gerekir. Kaldı ki AKP dönemindeki açılımlar ve son olarak da gelinen çözüm süreci AKP’nin özgürlükçü anlayışının değil, Kürt hareketinin sağladığı başarının sonucudur.

AKP’nin benimsediği piyasacı, liberal anlayış, uluslararası ve ulusal sermayenin desteğini de alarak iktidara gelmesini ve 11 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan en önemli etkendir. 2001 yılında Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmasını içeren ekonomik program AKP tarafından sahiplenilmiş ve uygulanmıştır. 12 Eylül rejiminin yerleştirmeye çalıştığı ekonomi politikalarının devamı niteliğinde olan bu program,  kamu hizmetlerini piyasayalaştırmayı, çalışma koşullarını esnekleştirmeyi ve sosyal hakları ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. AKP, iktidarı boyunca başta 4857 sayılı İş Kanunu ile 5510 sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu başta olmak üzere bu hedefi yerine getirecek birçok düzenleme yapmıştır. AKP’nin piyasacı anlayışının yansıması olan bu düzenlemelerin sonucunda iş güvencesi, sosyal güvence büyük ölçüde ortadan kalkmış; emekçiler son derece kötü koşullarda ve çok düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalmıştır. Kötü çalışma koşulları iş cinayetlerini beraberinde getirmiştir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği meclisinin verilerine göre her ay 100’den fazla emekçi iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmektedir. En son açıklanan verilere göre Eylül ayında 127 işçi iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmiş ki bunların 7’si çocuktur.

AKP’nin piyasacı anlayışı, sadece emekçilerin değil doğanın da sınırsızca sömürüsüne neden olmuş, yaşam alanları rant politikalarıyla hızla tahrip edilmiştir. Tüm bunlara karşı ortaya çıkan toplumsal tepkiler ise en sert biçimde bastırılmıştır.  


Kısacası Türkiye’de zaten var olan demokrasi sorunu, AKP’nin iktidarını dayandırdığı muhafazakâr, milliyetçi ve piyasacı anlayış sayesinde daha da büyümüştür. Başbakan’ın açıkladığı demokrasi paketi, AKP’nin demokrasinin önünde engel olan ve Türkiye’yi demokrasiden daha da uzaklaştıran anlayışın olduğu gibi sürdüğünü göstermektedir. AKP, iktidarını sürdürebilmek için kimi zaman ufak tefek adımlar atıyormuş gibi görünerek bu üçayaklı siyasetini sürdüreceği aşikârdır. Bunu yaparken de demokrasinden farklı beklentileri olan kesimlerin bir araya gelmelerini engellemeye ve mücadelelerini farklı kulvarlarda sürdürmelerini sağlamaya çalışacaktır. Oysa muhafazakârlığın, milliyetçiliğin ve piyasaya anlayışının yarattığı ve birbirinden farklı imiş gibi görülen sorunlar bir bütündür. Örneğin anadilinde eğitim alamayan bir Kürt aynı zamanda iş cinayetiyle karşı karşıya olan bir emekçidir ya da inancının gereğini yerine getiremeyen bir Alevi, HES’ler nedeniyle toprağını, suyunu kaybeden bir köylüdür. İşte bu nedenle demokrasi mücadelesi, taleplerin ortaklaştığı noktalar üzerinden örgütlenmeli ve sürdürülmelidir.

26 Eylül 2013 Perşembe

Demokrasi paketle değil mücadeleyle gelir

ÖZGÜRCE
27/09/2013

Demokrasinin siyasi iktidarın kapılı kapılar ardında bir başına hazırladığı bir pakete sığmayacağı aşikârdır. Başbakan’ın 30 Eylül’de açıklayacağını duyurduğu bu paketin tek olumlu yönü Türkiye’de demokrasinin olmadığının 11 yıldır iktidarda olan AKP tarafından da kabullenilmiş olmasıdır. Peki, 11 yıllık iktidarı boyunca demokrasi adına bir şey yapmayıp da birden demokrasinin olmadığını itiraf ederek, bir şeyler yapma (ya da yapıyor gözükme) gayretinin esbabı mucizesi nedir?

Türkiye’de siyasi iktidarların demokrasi konusunda adım atması genellikle uluslararası mevzuata uyum içindir. Örneğin 1946’da çok partili yaşama geçiş ve sendika yasağının kalkması ya da 2001 yılında kamu emekçilerine sendika hakkının tanınması gibi demokratikleşme adımları büyük ölçüde uluslararası âlemin dayatmaları sonucunda atılmıştır. Bu adımlar burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalmış ve genellikle de göstermelik olmanın ötesine geçememiştir. Bugün gündeme gelen demokratikleşme tartışmaları geçmişteki örneklerden biraz farklıdır. Zira bugün Hükümete demokrasinin olmadığını kabul ettirten ve adım atmaya (ya da adım atar gözükmeye) zorlayan uluslararası âlem değil, antidemokratik düzenin mağduru olan ve demokratik hakları için yıllarca mücadele etmiş olan Kürtlerdir.

Kuşkusuz Türkiye’de demokrasiye ihtiyaç duyan sadece Kürtler değildir. Ama demokratik talepleri için yürüttükleri mücadeleyi bir halk hareketine dönüştürmeyi başarabilen Kürtler olmuştur. Ne ironiktir ki bugüne kadar Kürtlerin demokratik taleplerinin karşısına Kürtler gibi demokratik haklardan yoksun toplum kesimleri çıkartılmıştır. Bunların başında da emeğiyle geçinen işçiler, emekçiler gelir. Demokrasinin, barışın, Kürt sorununda çözümün konuşulduğu bir dönemde bile İstanbul’da Bağcılar’dan, Ankara’da Eryaman’dan daha önceki haftalarda (evrensel.net’in 24 Eylül’de derlediği haberde yer aldığı üzere) Erzurum’dan, Giresun’dan, Silivri’den, Ümraniye’den ve Ege, Akdeniz, İç Anadolu’nun birçok ilinden, ilçesinden Kürt işçilere saldırılar düzenlendiği haberleri gelmiştir.

En az Kürtler kadar demokrasiden yoksun, sistemin acımasız çarkları arasında ezilen emekçi yığınların Kürtler ve onların demokratik talepleri karşısında dikilmelerine karşılık emeği, doğayı sömüren, bunlar üzerinden servetlerine servet katan sermayedarlar ve onların örgütleri (örneğin TÜSİAD) Kürtlerin demokratik taleplerini çok daha kolaylıkla kabullenmekte ve bu yönde atılacak adımları desteklemektedir. Hal böyle olunca da demokrasi adına atılacak her bir adımda beklentiler birbiriyle çelişirmiş gibi bir algı ortaya çıkmaktadır.

Karnını doyuracak bir işi kaybetmemek için iş kazası riskinin çok yüksek olduğu bir işte yaşamı pahasına çalışmak zorunda kalan bir işçinin; köyüne yapılan HES nedeniyle toprağını, suyunu kaybeden bir köylünün; ana dilinde eğitim almak isteyen ve kamusal alanda ana dilinde kendini ifade etmek isteyen bir Kürt’ün; Sünni mezhebin dayatmalarına karşı çıkıp, ibadetini yerine getirmek için cemevi isteyen Alevinin, inancı gereği başını örttüğü için kamusal alandan dışlanan kadının demokrasiden beklentileri birbiriyle gerçekten çelişmekte midir?

Toplumun farklı kesimlerinin demokrasiden beklentileri birbirinden çok farklı(imiş) gibi gözükse de özü itibarıyla biriyle çelişkili değildir. Örneğin Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını elde etmelerinin işçilerin çalışma koşullarını daha da kötüleştireceği ya da Alevilerin, köylülerin, inançlarının gereğini yerine getirmek isteyenlerin taleplerinin engelleyeceği söylenebilir mi? Bu farklı imiş gibi gözüken toplum kesimlerinin çıkarları birbiriyle çelişkili değildir, bir kesim özgürlük alanı diğer bir kesimin özgürlük alanını ihlal etmez. Tam tersine bu toplum kesimlerinin demokrasi talepleri birbirini destekler. Kaldı ki her kesimin kendi demokrasi talebiyle yürüttüğü mücadele diğer kesimlerin mücadelelerinin de önünü açar. Bunun en açık örneği, Kürt hareketinin yürüttüğü mücadelenin ve bu mücadeleyle sağlanan çözüm sürecinin diğer toplum kesimlerinin de demokrasi taleplerini daha yüksek sesle ifade etmeye başlaması ve bunun Gezi direnişiyle bir mücadele sürecine dönüştürmesine yaptığı katkıdır.

Sözün özü: Mücadele etmeden iktidarın lütfettiği bir demokrasinin toplumun ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşıladığının dünya üzerinde bir örneği yoktur. Demokrasinin olmadığını iktidarın da kabullendiği bir ortamda değerlendirilmesi gereken, bütün ayrıştırma çabalarına karşın tüm kesimlerin ihtiyacını karşılayacak bir demokrasi için mücadeleleri ortaklaştırmaktır.

6 Eylül 2013 Cuma

Türk-İş'in başkanı mı değişmiş?


ÖZGÜRCE
06/09/2013


Bugün yazımıza bir soruyla başlayalım: 
Türkiye’nin en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonunun başkanıyla genelkurmay başkanı arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

İşçi sınıfını temsil eden bir örgütün başındaki kişiyle devletin ordusunun başındaki kişiyi ilişkilendirme çabasını “saçma” bulmuş olabilirsiniz. Zira devletin egemenliğini korumakla mükellef olan ordu ile bu egemenliğe karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikaların başındakileri ilişkilendirmek gerçekten saçmadır; ama demokrasinin geçerli olduğu bir ülke için. Söz konusu Türkiye olunca işler değişir haliyle…


Önce bir önemli farklılığı belirtmek gerekir: Türkiye’de kamuoyu her dönemde genelkurmay başkanlarını sendika başkanlarından daha çok önemsemiştir. Bunda ordunun siyaset üzerindeki belirleyiciliğinin her zaman sendikalardan daha fazla olmasının katkısı olduğuna kuşku yoktur. Yakın zaman kadar siyasi iktidarlar ordunun vesayeti altında iken darbe dönemlerinden gelen anlayışla sendikalar halen terör örgütü gibi görülmüş, gösterilmiştir. Öte yandan sendikaların sınıfın çıkarları için mücadele yerine, sermaye ve devletle uzlaşı içinde emekçilerin haklarını ortadan kaldıran politikaları meşrulaştırma işlevini üstlenmesi, sendikalara güveni ve beraberinde de örgütlülüğü zayıflatmıştır.


AKP, -11 yıllık iktidarında yaptığı en hayırlı iştir- ordunun siyaset üzerindeki vesayetini önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Siyasi aktör olmaktan çıkan ve sadece askeri bürokrasinin bir parçası haline gelen komutanlar, sivil bürokratlar gibi yasalarla tanımlanan işlerini yapmakla mükellef hale gelmiştir. Dolayısıyla kamuoyunun da genelkurmay başkanı ve komuta kademesine yönelik ilgisi azalmıştır.


Ordunun siyaset üzerindeki vesayetini ortadan kaldırıp, komuta heyetini bürokratik işlevlerine geri döndürmenin demokrasi açısından olumlu bir adım olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak toplumun çok önemli bir kesimini oluşturan emekçilerin sınıf örgütü olan sendikaların siyasete doğrudan müdahale etmesi gereken bir aktör haline gelmesinin demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle küreselleşme ve esnekleşmenin geçerli hale geldiği 1970’li yıllar sonrasında sendikalar, emekçiler adına siyasete müdahale etmek yerine yukarıda da değinildiği gibi kapitalizmin en vahşi hali olan neoliberalizmin politikalarını meşrulaştırma işlevi görmüşlerdir. Dünyadaki bu gelişmelerin yanı sıra Türkiye’de bir de doğrudan işçi sınıfını hedef alan 12 Eylül darbesiyle karşılaşan sendikalar, siyaset üzerinde belirleyici aktör olmaktan tamamen uzaklaşmıştır.


AKP, sendikaların bu zafiyetlerini iyi değerlendirmiş, bir taraftan iktidarını ordunun vesayetinden kurtarırken, diğer taraftan işçi sınıfının örgütü olan sendikaları kendi vesayeti altına almaya çalışmıştır. İşçi sendikaları içerisinde en fazla üyeye sahip konfederasyon olan Türk İş, AKP’nin vesayet altına almaya çalıştığı sendikalar içinde öncelikli hedef olmuştur. Türk İş diğer sendikal yapılar gibi sendika içi demokrasinin son derece zayıf olduğu ve bürokratikleşmiş merkeziyetçi bir örgüttür. Öte yandan Türk İş, kuruluşundan itibaren devletle yakın ilişki içinde olmuş, darbe rejimlerinde bile bu yakınlığı bozmamıştır. Dolayısıyla AKP’nin Türk İş üzerinde vesayet kurması ve sıkça kullanılan tabirle “arka bahçe” haline getirilmesi son derece kolay olmuştur. Türk İş, AKP hükümetlerinin emek düşmanı politikalarına karşı hiçbir mücadele yürütmediği gibi işçi sınıfında tepkinin yükseldiği TEKEL direnişi ve benzeri eylemlilikleri sonlandırmak için büyük gayret sarf etmiştir.   


6 yıldır Türk İş’in başında bulunan zat-ı muhterem geçen hafta istifa etmiştir. Türkiye’nin en büyük konfederasyonunun başında kimin olduğundan sadece genel kamuoyu değil, emekçiler ve hatta Türk İş üyelerinin bile büyük kısmı bihaberdir. Dolayısıyla Türk İş başkanının istifası ve yerine kimin geleceğini emekçilere hitap eden birkaç gazete ve televizyon dışında basın da ilgi göstermemiştir. Tıpkı artık genelkurmay başkanı ve ordunun komuta kademesindekilere ilgi göstermediği gibi…


Sözün özü: Siyasi iktidarın vesayeti altına girmek ve yönetim kadrosunun bürokrasi içerinde faaliyet yürütmesi ve toplumun ilgisinden uzak kalması ordu söz konusu olduğunda demokrasi adına olumlu kabul edilebilir bir durumdur. Ancak işçi sınıfının mücadele örgütü olan sendikalar, siyasi iktidarın vesayeti altına girmiş; yönetimi bürokratikleşmiş ve emekçilerin dahi ilgisinden uzak kalmışsa demokrasi adına durum vahimdir. Türkiye’nin gerçek anlamda bir demokrasiye ulaşabilmesi, büyük ölçüde sendikaların vesayetten ve bürokratik yapıdan kurtulabilmesine bağlıdır. Sendikaların üzerindeki vesayet ve bürokrasiyi kırmanın tek yolu ise emekçilerin ekmek ve demokrasi için örgütlenmeleri ve sendikalarına sahip çıkmalarıdır.

30 Ağustos 2013 Cuma

Polis(devlet) üniversitede neden olmamalı?



ÖZGÜRCE
30/08/2013

Üniversitelerde polisin yerinin olup olmadığı hemen her dönem tartışma konusu olmuştur. Kuşkusuz bu tartışma polisin (devletin) üniversitenin temel işlevlerini ortadan kaldıracağı düşüncesinden kaynaklanır. Zira temel işlevi toplumun ve insanlığın genel yararına bilgi üretmek ve yaymak olan üniversitelerin bu işlevlerini yerine getirebilmeleri için ‘özerk’ olmaları gerekir. Burada özerkle kastedilen akademik özgürlüğü sağlayabilmek için üniversitenin tüm egemen güçlerden (siyasi iktidar, sermaye, din vs) bağımsız olmasıdır. Eğer üniversite bu egemen yapılara karşı özerkliğini kaybeder ve onların tahakkümü altına girerse toplum ve insanlık yararına bilgi üretme ve yayma işlevini kaybeder. Çünkü eğitim ve bilim, egemenlikleri daim kılacak, iktidarları sürekli olarak yeniden üretecek ideolojik aygıtları haline dönüştürülmeye çalışılır. Egemen gücün/sistemin ideolojik aygıtı haline gelmiş üniversitede de mevcut sistem sorgulanamaz ve toplumun gelişmesi, refahı ve özgürlüğünü sağlayacak yenilikler üretilemez.

Özgürce gerçekleştirilecek bilgi üretimini, tehdit olarak gören egemenler, bu tehdidi bertaraf etmek ve üniversiteyi tahakküm altına almak için diğer birçok alanda olduğu gibi devleti kullanır. Devlet idari, mali ve kimi zaman da doğrudan baskı mekanizmaları ile üniversiteyi egemen güçlerin tahakkümü altına sokmaya çalışır. Üniversitede rektör seçimi başta olmak üzere siyasi iktidarın yönetsel mekanizmalara müdahalesi idari; üniversite bütçelerinin yine siyasi iktidarın keyfiyetine verilmesi ise devletin mali müdahalelerin başta gelen örnekleridir. Bu müdahaleler aynı zamanda üniversitelerde yapılacak çalışmalar üzerinde baskı oluşturmakta, diğer bir ifadeyle akademik özgürlükleri engellemektedir.

Devlet, idari ve mali mekanizmalarla uyguladığı dolaylı baskı yöntemlerinin yanı sıra fiziksel güç kullanmaya yetkili silahlı teşkilatı polisi, üniversiteye sokarak doğrudan baskı yöntemleri de uygulayabilir. Genellikle demokrasinin tamamen askıya alındığı darbe dönemlerinde uygulanan polisin (ya da askerin) doğrudan üniversite içine konuşlanması ile üniversitede bilimsel üretimin mutlak koşulu olan özgür düşünceden söz edilemez. Daha açık bir ifadeyle üniversitede akademik özgürlüklerden, toplumun ve insanlığın yararına bilgi üretiminden söz edilemez ve üniversiteler egemenlerin ideolojilerini yeniden üreten bir kuruma dönüşmüş olur.

Türkiye’de özellikle 12 Eylül darbe rejiminin parçası olan YÖK’le birlikte devlet, üniversitede tüm baskı mekanizmalarını kullanmış ve akademik özgürlükleri büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Darbenin ilk dönemleri dışında polis (kimi zaman asker) doğrudan üniversite içinde (resmi üniformayla) yer alamamış olsa da üniversite çevresinde veya üniversite içinde kendilerine ayrılan yerlerde devletin baskısını hissettirmiştir. Özellikle son yıllarda üniversitelerde özel güvenlik görevlileri yer almaya başlamış bunlar da birçok zaman fiziki şiddet dahil olmak üzere devletin görevlisi gibi faaliyet yürütmüşlerdir.  

2013 Mayıs ayında hükümet, stadyumlarla birlikte üniversitelerde de özel güvenlik görevlilerinin yerini polisin alacağını -yani devletin silahlı gücünün doğrudan üniversite içinde yer alacağını- ve bu amaçla 10 bin yeni polis istihdam edileceğini duyurmuştur. Başbakan da Gezi Direnişi sonrasında bu konuda kararlı olduklarını birçok kez ifade etmiştir. Başbakan’ın 25 Ağustos tarihinde Rize’de kendi adını taşıyan üniversitede yaptığı konuşmada aynen şu ifadeleri kullanmıştır: ‘….Sandıkta kazanamayacaklarını görenler işte dağda silah ile yürüyorlar sokaklarda silah ile yürüyorlar. Onun için bizim üniversitelerimizin çatısı altında asla bunlara müsaade edilmemelidir. Oralarda herkes elinde bilgisayarı ile kitapları ile dolaşmalıdır. Böyle bir şey olduğunda da yönetim anında bunlara müdahale etmelidir. Elindeki yetki ve salahiyeti en iyi şekilde kullanmalıdır. Hiç taviz verilmemelidir. Tüm disiplin mekanizmaları en ideal şekilde işletmelidir. Çünkü bunlar fırsat bulduklarında üniversiteleri aynı şekilde terörize etmenin gayretine giriyorlar. Üniversitelerimiz bir terör alanı bir terör meydanı değildir. Oralarda bilgi vardır, ilimin tahsili vardır. Oradaki insanlar toplumun örnekleridir. Örnek olmaları gerekir.’

Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere Başbakan, açık biçimde üniversiteleri iktidarı için bir tehdit olarak algılamakta ve bunu engellemek için polis gücü dahil olmak üzere her türlü baskı mekanizmasını harekete geçirmek istemektedir. Başbakan’ın üniversitelerdeki baskıyı arttırmaya yönelik bu yaklaşımı zaten son derece sınırlı olan akademik özgürlükleri tamamen ortadan kaldıracak ve üniversiteyi toplumsal işlevlerinden iyice uzaklaştıracaktır. Bu da AKP hükümetinin uygulayıcısı olduğu; doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kurulan ve savaşlardan medet uman politikaların sorgulanamaması, toplumun bu konularda bilgilendirilememesi ve tüm bunların ‘bilim’ adına meşrulaştırılması anlamına gelecektir.


Polisin üniversite yer almasıyla son noktasına ulaşacak olan baskılar karşısında üniversitenin özerkliğini, bilimin özgürlüğünü savunmak için üniversiteyi oluşturan bileşenlerin (öğrenci, akademisyen ve üniversite emekçileri) örgütlü mücadelesi son derece önemlidir. Ancak zaten baskı altında bulunan üniversite bileşenlerinin kendi başına mücadelesi yeterli değildir. Bu nedenle özgürlük, demokrasi ve refah özlemi duyan toplum kesimlerinin üniversiteye, akademik özgürlüklere sahip çıkması gerekir.

23 Ağustos 2013 Cuma

Toplu sözleşme oyunu nasıl bozulur?


ÖZGÜRCE
23/08/2013

Türkiye’de kamu emekçilerinin mücadeleyle elde ettiği örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını işlevsiz hale getirmek için devletin “yasal düzenleme” adı altında çevirmediği oyun kalmamıştır. 2001 yılında çıkartılan 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu bir taraftan kamu emekçilerinin fiilen gerçekleştirdikleri sendikal örgütlenmeyi sınırlamayı, diğer taraftan da AB müktesebatına uyumu hedeflemiştir. Toplu sözleşme ve grev hakkı içermeyen, toplu görüşme adı altında ucube bir mekanizmayı dayatan bu yasa ile sendikalar, hızla bürokratikleşme eğilimi göstermeye başlamış kamu emekçilerinin “fiili ve meşru mücadele” anlayışı önemli ölçüde kırılmıştır. Siyasi iktidarların kendi yandaş sendikalarını kur(dur)maları ve kamu emekçilerini bu sendikalarda örgütlenmeye zorlamaları da kamu emekçi hareketinin ve onu temsil eden KESK’in mücadelesini engelleyen önemli bir etken olmuştur. Öte yandan özellikle ana diliyle eğitim gibi Kürt emekçilerin ve Kürt halkının haklarını mücadelesinin bir parçası haline getirdiği için KESK üzerinde oluşturulan baskılar da yine kamu emekçilerin örgütlenme hakkını ve mücadelesini engellemiştir. 

2012 yılı Nisan ayında çıkartılan bir yasayla 4688 sayılı Kanun’un adı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu olarak değiştirilmiştir. Sözde demokratikleşme adımı olarak sunulan bu yeni düzenlemeyle örgütlenme ve toplu sözleşme hakkının olmazsa olmaz bir parçası olan grev hakkı tanınmamıştır. Öte yandan toplu sözleşmede yetki düzenlemesi de son derece antidemokratiktir ve AKP hükümetinin yandaş sendikası Memur-Sen’in tek yetkili olmasını sağlayacak biçimde kurgulanmıştır.   

İşçi sınıfı mücadelesinin önemli bir aracı olan “sendika” adını taşıyan bir örgüte kolayca “yandaş” veya “sarı sendika” suçlaması yapmak doğru değildir. Ancak 11 yıllık AKP iktidarı döneminde üye sayısını 42 binden 708 bine yükselten Memur-Sen’in bu “örgütlenme başarısının” ardında emekçilerin hakları için yürüttüğü mücadelenin olmadığı aşikardır. Memur-Sen bu rekor üye artışını üyelerine devletin sağlamayı vadettiği ayrıcalıklara dayanarak elde etmiştir. Bunun diyetini de Ağustos ayının başında hükümetin önüne koyduğu ve kamu emekçilerinin haklarını geriye götüren toplu sözleşmeyi imzalayarak bir kez daha ödemiştir.   

Toplu sözleşme ya da daha geniş olarak tanımlarsak toplu pazarlık düzeni sınıflar arası mücadelenin gerçekleştiği bir zemindir. Taraflarca onaylanmış olan sözleşme, sınıflar arasındaki güç dengesini ortaya koyan bir sonuç metninden ibarettir. Emekçiler aleyhine imzalanmış bir sözleşme için yasaların olumsuzluğu ya da sözleşmeyi imzalayan sendikanın dirayetsizliği veya ihaneti mazeret olarak gösterilemez. Dolayısıyla bu yazıda da konu edilmiş yasalara ve Memur-Sen’e ilişkin eleştiriler bir köşe yazısında yapılmış tespit ve genel değerlendirmeden ibarettir. 

Sendikalar, hele de yıllarca yürütülmüş bir mücadelenin temsilcisi olmuş sendikalar, emekçilerle oynanan bu toplu sözleşme oyununu bir köşe yazısının “sığlığında” değerlendiremez ve bunları mazeret olarak sunamaz. Öte yandan hükümeti ve Memur-Sen’i eleştirmek ve bu çerçevede şube yöneticilerinden oluşan temsili bir yürüyüş eylemi de toplu sözleşme oyununun bozulmasını sağlayacak bir yöntem olarak da görülemez. 

Kamu emekçilerini temsil eden sınıf perspektifine sahip bir sendikanın yapması gereken, ortaya çıkan sonuca takılıp kalmak değil bu sonucu ortaya çıkartan nedenlere odaklanmaktır. Bunun için de öncelikle kamu emekçi hareketini etkisiz hale getirmek için yasal mevzuata ve devlet eliyle kur(dur)ulmuş sendikalara karşı neden direnç gösterilemediği sorgulanmalı, gerekiyorsa öz eleştiri de verilerek mücadeleyi yeniden yükseltecek stratejiler belirlenmelidir.

9 Ağustos 2013 Cuma

Yeryüzü İftarlarıyla Bir Başka Ramazan…


Bu ramazan diğer ramazanlardan farklıydı. Bu farklılığın bir nedeni Başbakan’ın iftar konuşmaları, diğeri de yeryüzü iftar sofraları oldu.

Başbakan’ın Gezi Direnişinin ardından direnişi haksız göstermek için başlattığı (birçoğu gerçekleştirildiği yer ve saat nedeniyle yasalara aykırılığı bakımından tartışma yaratan) miting tarzı toplantılardaki söylemi iftar sofralarında devam etti. Başbakan’ın karalamaya çalıştığı Gezi Direnişine katılan ve destek verenler toplumun çok geniş bir kesimi olduğu için de her konuşması, toplumda mevcut ayrışmaları derinleştirecek ve yeni ayrışmaya yol açacak türden oldu. Kimi zaman hayatında molotof kokteyli nedir, pala nedir bilmeyen, silahı filmlerden ve bilgisayar oyunlarından tanıyan bir gençliği vandal ilan ederek; kimi zaman çözüm sürecinde masaya oturduğu Kürt hareketini terörist ilan ederek; çeşitli nedenlerle hükümeti protesto etmek için tencere tava çalanları komşularının ihbar etmesini isteyerek yapmaya çalıştı bu ayrıştırmayı.

Başbakan iftar sofralarını toplumda ayrışma yol açacak söylemlerinin aracı olarak kullanırken; kendilerini Antikapitalist Müslümanlar olarak tanıdığımız bir grup Başbakan’ın tam tersine iftar sofralarında her kesimi bir araya getirip, ayrışmaları ortadan kaldırmaya çalıştı. Başbakan’ın beş yıldızlı otellerde garsonların hizmet ettiği; bütçesi ya devletten ya da ihale peşindeki sermayedarlar tarafından karşılanan masalarda kurulan ve katılanları protokol düzeni içinde belirlenen iftarlarının aksine Türkiye’nin dört bir yanında kurulan yeryüzü sofralarına dinine, mezhebine, milletine bakmadan insan olan herkes oturabildi. Türkiye’nin dört bir yanında kurulan yeryüzü sofralarında kimin ne getirdiğine bakılmadı kimi bir şişe su kimi bir pide ile katkıda bulundu bu sofralara. Ama sofradan kalkarken herkesin hem karnı doymuştu hem de dostlukla, kardeşlikle yüreği dolmuştu…

Sonuncusu Roboski’de katledilenlerin aileleriyle yapılan yeryüzü iftarları, toplumda yaratılmış olan ve Başbakan tarafından derinleştirilmek istenen ayrışmaya inat dostluğun, kardeşliğin bir araya gelmenin vesilesi olmaya çalıştı. Yeryüzü iftarları, tepede yürütülen Kürt sorununun çözüm süreci ve barışı halkın içine taşırken, Cumhuriyetin başından bu yana siyasal ve toplumsal ayrışmanın temeli olan laiklik meselesi ve laik-antilaik cepheleşmesinin son bulması yönünde de son derece önemli bir adımın atılmasını sağladı.

Sözün özü: “Gezi Direnişiyle birlikte Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorduk ya işte yeryüzü iftarları bunun somut bir örneği oldu. Antikapitalist Müslümanlar Türkiye’de sunî ayrıştırmalarla halkı birbirine düşürme gafletinde olanlara çok iyi bir yanıt verdi ve antikapitalist bir perspektifle yürütülecek gerçek bir demokrasi mücadelesinde son derece öğretici bir adım atmış oldu. 

21 Temmuz 2013 Pazar

Kredi kartı mı dediniz?


Başbakan siyasi mesaj verme platformuna dönüştürdüğü iftar yemeklerinden birinde diyor ki: “Geçenlerde ben, faiz lobisi derken boşuna demedim bunları. Bir şeyler bildiğim için bunları söylüyorum. Zira faiz dışı gelirle abad olan bir lobi var. Kredi kartları falan filan diyorsunuz ya, ya bunları almayın be!”

Toplumun çok önemli bir kesiminin yarasına parmak basan bu sözlerini söyleyenden azat ederseniz gerçekten anlamlıdır. Ama bunu söyleyen, 10 yıldır kapitalizmin önüne koyduğu görevleri sadakatle yerine getirmiş bir Başbakandır. Onun sadakatle uyguladığı politikalar sayesinde kapitalizmin Türkiye’de yarattığı tahribat cumhuriyetin ondan önceki 80 yılından kat be kat fazladır.

Erdoğan’ın başbakanlığı  döneminde kapitalizmin toplumda yarattığı tahribatta “kullanmayın”  diye öğütlediği kredi kartlarının önemli rolü vardır. Kredi kartı, ceptepara olmadan tüketim yapmayı sağlayan ve kapitalizmin özellikle son 40 yılda geçerli olan neoliberal politikaların uygulanabilirliğini sağlayan “büyük bir buluş”tur. Zira sermaye dışındaki tüm toplum kesimlerini ama özellikle de emekçileri yoksullaştıran neoliberal dönemde kredi kartları tüketimin devamını sağlamış ve kapitalizmi 1929’dakine benzer bir talep krizinden kurtarmıştır. Öte yandan kredi kartları sayesinde borçlandırılan ve faiz sarmalı içerisine sokulan emekçiler, işsiz ve gelirsiz kalma riskini göze alamadıkları için işverenlere ve sisteme karşı daha itaatkar hale getirilmiştir.

Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde de yurttaşların en temel sosyal hakları ortadan kaldırılmış; emek piyasasındaki esnekleşme sayesinde emekçiler iş ve gelir güvencesinden mahrum kalmış, yoksulluk derinleşmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu dönemde bir taraftan mortgage gibi uzun vadeli, ipotekli borçlandırma mekanizmaları ve tüketici kredileri; diğer taraftan daha çok günlük ihtiyaçlarda kullanmak üzere kredi kartları özendirilmiştir. Devlet gerek kredi kartı kullanımını özendirerek gerekse mensuplarının kişisel bilgilerini izinsiz olarak bankalara vererek kredi kartı kullanımının yaygınlaşmasına aracılık etmiştir. Kimi kamu kurumları özendirmenin de ötesine geçerek banka kartları ve kredi kartlarını kurum kimliği haline getirerek mensuplarını kredi kartı almaya zorlamıştır. Üniversiteler, çalışanları ve öğrencilerinin kişisel bilgilerini hukuksuz biçimde bankalara veren; banka kartı ve kredi kartlarını kurum kimliği olarak kullanmaya zorlayan kamu kurumlarının başında gelmektedir. Kişisel bilgilerin izinsiz olarak bankalara verilemeyeceği; banka kartı ve kredi kartlarının kurum kimliği olarak kullanılamayacağına yönelik birçok yargı kararı olmasına karşın halen bunda ısrar eden birçok kamu kurumu vardır.  

Devletin de birçok zaman hukuk ve ahlak kurallarını da ihlal ederek teşvik ettiği kredi kartlarının kullanılmamasını öğütleyen Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde (2002 ile 2013 Mayıs arası dönem) kredi kartı sayısı yüzde 363 artarak 15.5 milyondan 56.4 milyona çıkmıştır. 2008’de 185.5 milyar TL olan kredi kartıyla yapılan işlem tutarı 2012 yılında yaklaşık iki katına çıkarak 361.3 milyar TL’ye ulaşmıştır. 2008-2012 döneminde her bir kart başına yapılan harcama ise yaklaşık yüzde 50 artarak 4.5 bin TL’den 6.8 bin TL’ye çıkmıştır (Bankalararası Kart Merkezi verileri).
Görüldüğü gibi kredi kartı  kullanılmamasını öğütleyen Erdoğan’ın başbakanlık döneminde toplumun borçlanmaya muhtaç hale getirilmesi ve bankaların bu muhtaçlık üzerinden kârlarına kâr katmalarına olanak sağlayacak tüm koşullar mükemmelen sağlanmıştır. Hal böyle olunca Başbakan’ın “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtecek açıklamasını hükümetin Gezi direnişi sürecinde yitirdiği itibarı telafi etmek için sarf ettiği arkası boş söylemlerinden biri olarak değerlendirmek mümkündür.

Sözün özü: Niyetinden azade Başbakan’ın gündeme getirdiği kredi kartı meselesi emekçiler için önemli ve öncelikli bir sorundur. Sınıf mücadelesinin önünde de engel oluşturan bu sorunun emek örgütlerince değerlendirilmesi ve kredi kartıyla birlikte diğer tüm borçlandırma tuzaklarına karşı tutarlı politikaların üretilmesi gerekir.