30 Mayıs 2014 Cuma

AB’nin milliyetçilikle imtihanı ve bize düşenler…

ÖZGÜRCE
30/05/2014

Hafta sonu sonuçlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden çıkan tablonun AB üyeliğinden demokrasi, insan hakları beklentisi olan kesimleri oldukça şaşırtmış ve endişelendirmiş olduğu görülüyor. Ortalama yüzde 43 civarında katılımla gerçekleşen seçimlerin en çarpıcı sonucu aşırı sağın yükselişi oldu. Örneğin Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe oylarını yüzde 25 artırarak birinci oldu. Avusturya, Macaristan, Danimarka, Finlandiya ve Yunanistan’da aşırı sağcı partiler oylarını arttırdılar. İngiltere’de ise göçmen karşıtı parti (UKIP) oyların yüzde 27’sini alarak İşçi Partisi’ni geride bıraktı. Bu ülkeler dışında da birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ partiler oylarını yükseltti.

Avrupa, kapitalizmin gelişim sürecinde ortaya çıkan milliyetçilikten çok çekmiş bir coğrafya, bunun en çarpıcı örneği; iki dünya savaşı arasındaki dönemde yükselen faşizm ve Nazizm. Hatırlanacağı gibi 17 Ekim Devrimi sonrasında sosyalizm korkusuyla burjuvazinin desteklediği faşizm ve Nazizm Avrupa’yı on milyonlarca insanın yaşamına mal olan 2. Dünya Savaşı’na götürmüştü. Savaşın ardından ekonomik, siyasi krizler ve savaşlardan bıkan Avrupa halkları sosyalizme yönelmeye başlayınca yükselen sosyalizmin önüne geçmek için Batı, soğuk savaş sürecini başlattı. Kapitalizmin doğduğu, burjuvazinin geliştiği Avrupa topraklarını sosyalizmden korumak, savaş sonrası dönemde kapitalizm için ölüm kalım meselesi haline gelmişti ve kuru kuruya anti-komünizm propagandası Avrupa için ikna edici olamazdı. Önce ABD yardım musluklarını açtı sonra da refah devleti politikalarını da içeren satın alma gücünü ve tüketimi artırmayı hedefleyen bir ekonomik model uygulanmaya başladı. ABD yardımlarının yeniden kalkınmayı sağlaması için Avrupa ülkeleri arasında rekabet yerine iş birliği gerekiyordu. Önce Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (1948) kuruldu. Ardından da kıta Avrupası’nın erken sanayileşmiş ülkeleri önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (1951) sonra da AB’yi kurdular. (1957) 

AB projesi, Avrupa halklarının sosyalizme yönelmesini engellemeyi büyük ölçüde başardı. ABD yardımları ve refah devleti politikalarına dayanan birikim rejimi sayesinde Avrupa hızla kalkınmaya başladı, refah arttı. Ancak 1970’ler sonrasında yaşanan krizden çıkış için neoliberal politikalar itibar görmeye başlayınca devletler refah politikalarını bir tarafa bırakıp, serbest piyasanın kurumsallaşması ve işlemesiyle görevli bir mekanizma haline geldi. Özellikle 1980’li yıllarda Doğu Bloku’nun güç kaybederek kapitalizme tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte AB, artık “sosyal” olmayı bırakmış ve serbest piyasayı kutsayan birikim rejiminin gereklerini uygulama ve yaygınlaştırma rolünü üstlenmişti. 2001 yılında “aday ülke” statüsü verdiği Türkiye ve 2004 yılından itibaren üye yaptığı eski Doğu Bloku ülkelerinin serbest piyasa koşullarına entegrasyonunu sağlamada AB, önemli başarı elde etti.

2010’lu yıllara gelindiğinde AB’nin savunucusu olduğu ve yaygınlaştırdığı birikim rejiminin sonuçları ekonomik krizler, işsizlik, yoksulluk olarak can yakmaya başlayınca Avrupa halkları da doğal olarak kendilerine bu ekonomik düzeni dayatan AB’yi sorgulamaya ve alternatif aramaya başladılar. Sol bir alternatif olmaktan çıkmıştı. Zira Kophenag kriterlerine dayanarak demokrasi, insan hakları için AB’yi destekleyen sol, Kophenag ekonomik kriterlerinin “Serbest piyasa ekonomisinin varlığını sağlayacak kurum ve kuralları oluşturma” maddesini ve serbest piyasayla demokrasinin bir arada olamayacağı gerçeğini de görmezden gelerek AB’yi savunuyordu. Dolayısıyla Avrupa’da sol, yaşanan işsizliğe, yoksulluğa neden olan politikaların da sorumlusu haline gelmiş ve yoksul, emekçi kesimler için bir alternatif olmaktan çıkmıştı. Geriye tek seçenek kalıyordu o da AB’ye milliyetçilik üzerinden karşı olan aşırı sağ.

Avrupa, tarihteki acı deneyimlerinden yola çıkarak “ırkçılık kabusu geri mi geliyor” endişesi yaşarken; Türkiye’de kendisini solda tanımlayan kesimlerin olan bitene şaşırmak yerine ders çıkartması gerekiyor. Çünkü Soma katliamı ve her gün yaşanan iş cinayetlerinin yüzümüze çarptığı, insanlık dışı üretim sistemi, ekonomi anlayışı ve bunları meşrulaştıran yasal mevzuatın büyük bölümü AB müktesebatına uyum gerekçesine dayanmaktadır. Öte yandan AB’nin Katılım Ortaklığı Belgeleri ve ilerleme raporları da sürekli olarak Türkiye’nin özelleştirme sürecini bir an önce tamamlaması, emek piyasalarını esnekleştirmesi gibi serbest piyasaya entegrasyonu içermektedir. Maalesef özellikle 2001’den bu yana sendikalar ve kendisini sol olarak tanımlayan yapıların büyük bölümü AB’yi desteklemiş ve bu süreçte sosyal hakların ve çalışma standartlarının aşınmasına pay sahibi olmuşlardır.  

Sözün özü: Emekten, barıştan yana olan, kendisini sol olarak tanımlayan partiler işsizliğin, yoksulluğun, iş cinayetlerinin nedeni olan politikaların savunucusu, uygulayıcısı ve yaygınlaştırıcısı AB’yi destekledikleri sürece aşırı milliyetçi, ırkçı partilerin yükselişi Avrupa’da da Türkiye’de de engellenemeyecektir.

22 Mayıs 2014 Perşembe

İşçi katliamlarında akademinin sorumluluğu



ÖZGÜRCE
23/05/2014

Soma’da yaşanan Türkiye’nin en büyük işçi katliamının ardından, bu katliamın gerçek faillerinin kim olduğu sorgulanmaya başlandı. Patron, başbakan, enerji bakanı, çalışma bakanı, bakanlık bürokratları, TKİ yönetimi vs… 

Peki, adına üniversite denen yüksek duvarlar içinde, arada bir öğrenci olaylarıyla, arada bir de reklamlarda diş macunu kalitesi onaylayan kurum olarak adını duyduğumuz üniversitenin ve akademisyen denen kesimin hiç mi sorumluluğu yoktu bu ve benzeri katliamlarda? 

Elbet vardır, olmaz olur mu? İsminin başında koca koca unvanlarla ekran başına geçen “hoca”lara hâlâ bu toplum, “Bilim insanıdır, objektif değerlendirir, bizim haklarımızı da gözetir” düşüncesiyle bakmakta, onların görüşlerini kabullenmektedir. Mühendisler, öğretmenler, doktorlar, savcılar, hakimler, sosyologlar, iktisatçılar üniversite yıllarında bu hocaların kendilerine aktardığı bilgileri “doğru” kabul ederek mesleklerini icra etmektedir. Öte yandan siyasi iktidar tarafından çıkartılan bütün yasaların hazırlığında ve bu yasaların uygulanması üzerine hüküm oluşturmada yine bu hocalar katkı sunmaktadır.

YÖK düzeninden bu yana üniversite, bir taraftan devlet başta olmak üzere tüm kurumların piyasa çıkarlarına göre düzenlenmesinde önemli rol oynadı, ama aynı zamanda kendisi de piyasanın kurallarının içinde işler hale geldi. Böylece akademi, toplumdan, onun çıkarlarını gözetmekten uzaklaştı, sermayenin çıkarları doğrultusunda bilgi üretip, sunmaya başladı. Sermayenin çıkarlarıyla toplumun çıkarları arasındaki çelişki derinleştikçe akademi ve akademisyen de toplumla arasına duvarlar ördü, yabancılaştı.  

Soma katliamının ardından İTÜ öğrencilerinin gerçekleştirdiği eylem, akademinin bu durumunu topluma yansıtması bakımından son derece değerlidir. Evet, üniversite-sanayi iş birliği içerisindeki diğer birçok üniversite gibi İTÜ’de de proje karşılığında verdiği bir miktar maddi destek sayesinde sermayenin istekleri, çıkarları “bilimsel doğru” kabul edilerek tüm akademik faaliyetleri yönlendirmektedir. Soma AŞ patronu da yine bu bağlantılar üzerinden Maden Fakültesi yönetiminde yer almış; bir taraftan düzenlenen seminerlerde uyguladığı insanlık dışı üretim sistemini bir başarı hikayesi olarak öğrencilere sunarken; diğer taraftan, ARGE adı altında doğa ve emek sömürüsünü daha fazla arttırması için üniversitenin olanaklarından yararlanmıştır. Bu durum akademik özgürlüklerin sermayeye pazarlanmasının açık bir örneğidir. Akademisyenlerin bu koşullar içinde objektif çalışmalar yapabilmesi, üniversiteden mezun olan mühendislerin sahadaki koşulları işçilerin ve toplumun yararı çerçevesinden sorgulaması, değerlendirmesi neredeyse imkansızdır.

Bugüne kadar gerçekleşmiş ve bundan sonra gerçekleşecek işçi katliamlarında sosyal bilimler (iktisat, hukuk, sosyoloji vs.) alanındaki akademisyenlerin sorumluluğu mühendislik gibi teknik alanlardan çok daha fazladır. Zira işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemini ve toplum düzenini meşrulaştıran, bunun hukuki alt yapısını oluşturanlar sosyal bilimcilerdir. Sosyal bilimcilerin büyük çoğunluğu toplumsal ilişkilerin belirleyicisi olan üretim ilişkilerini ve sınıflar arası çelişkileri görmezden gelir. Onlar için egemen güç, dogma haline gelmiştir, alternatifi düşünülemez. Hal böyle olunca da bilim, egemen gücün yeniden üretilmesinden öteye geçemez ve sosyal bilimler alanındaki akademisyenler toplumsal eşitsizliklerin daha da derinleşmesine hizmet etmiş olurlar.

Soma örneğinden hareket edersek, burada katliama neden olan koşulların en başında, işçilerin üretim süreci içinde hiçbir söz hakkına sahip olamaması ve patronun kâr hırsıyla dayattığı insanlık dışı koşullara, yaşamı pahasına rıza göstermek zorunda kalması gelmektedir. Türkiye’de bunu yaratan koşullar, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve12 Eylül darbe rejimiyle başlar 1994 ve 2001 krizleri sonrasında hızlanarak devam eder. Emekçileri baskı altına tutarak sahip oldukları hakları ellerinden alan ve onları bir dilim ekmek için ölümüne çalışmak zorunda bırakan antidemokratik düzen, maddi olanaklar ya da akademik kariyer kaygısıyla sosyal bilimcilerin büyük bölümü tarafından kabullenilmiştir. İş Kanunu, SSGSS gibi emekçileri daha güvencesiz koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkum edecek temel kanunlar başta olmak üzere tüm yasalar akademisyenler tarafından hazırlanmış ve yayınlar yoluyla bu düzenlemeler meşrulaştırılmıştır. 

Sözün özü: Türkiye’de Soma gibi toplu işçi katliamlarının olmadığı zamanlarda dahi her ay ortalama 100 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmektedir. Sermaye, siyasi iktidar ve sarı sendikalar bu katliamların birinci dereceden sorumlularıdır. Ancak emekçileri insan yerine koymayan, iş cinayetleriyle, meslek hastalıklarıyla onları katleden bu düzeni yeniden üreten ve meşrulaştıran akademisyenlerin sorumluluğu, günahı diğerlerinden çok daha fazladır. İşçi katliamlarının hesabı sorulurken sermaye, iktidar ve onların güdümündeki sendikalarla birlikte üniversite ve akademisyenler de unutulmamalı; ama yanı zamanda akademik özgürlükler tüm toplumun talebi ve mücadele alanı haline getirilmelidir.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Soma’dan yükselen öfke…

ÖZGÜRCE
16/05/2014
Her ölüm arkasında hüzün bırakır. Bazı ölümlerse arkasında hüzünle birlikte öfke ve suçluluk da bırakır, iş cinayetinden ölümler de böyledir. Geride kalanlar sevdiklerini kaybetmiş olmanın üzüntüsünü, acısını yaşarlar ama bununla birlikte, çoğu zaman seslendiremeseler de bu ölümün doğal ölüm olmadığını bilirler ama kendilerini ölümün kader olduğuna inandırmaya çalışırlar. Çünkü çaresizdirler, ölümün başkanının suçu ya da sorumluluğu olduğunu kabullenirlerse hesap sormaları, isyan etmeleri gerekir. İş cinayetiyle ölümün ardında suçluluk da bırakır. Bu suçluluk ölüme neden olan işverenin, buna ortam hazırlayan devlet yetkililerinin ya da gereken mücadeleyi örgütlemeyen sendikacıların kendilerini suçlu hissetmesi değildir elbette. Onlar suçluluk hissetmez zira, yaptıkları ya da yapmadıklarıyla o işçileri bilerek ölüme göndermiş veya sonucu ölüm olacağını bildikleri koşullara göz yummuşlardır. Suçluluk duygusunu yaşayan, onu ölüme götüren koşullara rıza göstermesinin yiyecekleri ekmek, giyecekleri elbise, oynayacakları oyuncak olduğunu düşünen eştir, çocuklardır. 
İş cinayetine kurban giden her bir işçinin ardından yaşanan bu duygular Soma’da yüze, beş yüze, bine katlandı. Hastane bahçesinde ambulans sirenleri kesilip, madenden canlı olarak çıkma umutları tükendikçe gözlere hüzün, öfke ve suçluluk çökmeye başladı. Herkes kendi hüznünü, öfkesini, suçluluğunu kendi içinde yaşıyordu, sessizce…
İşçi yakınlarının yürekleri bir tarafta kömür gibi için için yanarken, diğer tarafta devlet bu insanların içlerindeki öfkenin dışa vurmasını ve öfkelerin bir araya gelerek gerçek suçluya yönelmesini engellemeye çalışıyordu. Yapılan açıklamalarla gerçekler gizleniyor, çarpıtılıyor ve bu insanlar yaşananın bir kaza, bir facia olduğuna ikna edilmeye çalışılıyordu. Yaşanan acının, öfkenin, suçluluk duygusunun bu insanların içlerinde kalması isteniyordu. Öte yanda çevre il ve ilçelerden getirilen binlerce polis ve jandarmayla, barikatlarla bu insanlar üzerinde baskı oluşturularak yine öfkenin açığa çıkması engellenmeye çalışılıyordu. Çünkü o öfke açığa çıkar bir de örgütlenirse hangi otoriter yöntem kullanılırsa kullanılsın bir daha sindirilemeyeceği çok iyi biliniyordu.
Saatler geçtikçe hükümet tarafından yapılan açıklamaların gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkmaya başladı. Başbakan hemen ayrıldıktan sonra gittiğimiz maden sahasında öfkenin içten içe tepkiye dönüşmeye başladığına tanık olmuştuk. Başbakan madenin ardından şehir merkezine geldiğinde insanların içlerine hapsedilmeye çalışılan öfke patladı. Onca polisiye önlem, gerçekleri çarpıtmak için onca çaba boşa gitmişti. Geriye yapacak tek şey vardı, o da Başbakana ve hükümete yönelik tepkileri yandaş medya sayesinde örtbas etmek ve işçilerinin ailelerinden çıkıp Türkiye’nin dört bir yanına yayılan öfkeyi ve tepkiyi baskılamak.
Ama nafile, yüzlerce emekçinin canı, binlerce çocuğun, yarenin, annenin, babanın, kardeşin hüznü, öfkesi artık tüm Türkiye halklarının hüznü, öfkesi olmuştu. Cizre’den, Batman’dan, Zonguldak’a, Antalya’ya İstanbul’a kadar tüm Türkiye bu öfkeyle yaşanan katliamın faillerinin hesap vermesini için sokaklara döküldü. Artık şu çok iyi anlaşıldı ki gerçek suçlular hesap vermedikçe bu cinayetler katliamlar devam edecek, daha pek çok can kaybedilecek, pek çok çocuk babasından almasından istediği ayakkabının, dondurmanın suçluluğunu hissederek büyüyecektir.  Gerçek suçluların hesap vermesinin yolu ise öfkeleri örgütlemek ve tek bir ses olarak haykırmaktır.

8 Mayıs 2014 Perşembe

1 Mayıs’ta baskı ve şiddet borsayı yükseltti...


ÖZGÜRCE
09/05/2014

Hükümet 1 Mayıs’ta emekçilere uyguladığı şiddetin meyvesini 2 Mayıs’ta borsanın yeniden 17 Aralık öncesindeki seviyeye yükselmesiyle aldı. İşçilere uygulanan şiddetle borsanın yükselmesi arasında nasıl bir ilişki mi var? Borsanın yükselmesi ya da düşmesi büyük ölçüde Türkiye’ye sermaye giriş-çıkışına bağlı. Sermayedarların kararlarını belirleyense ne kadar kâr edebileceği. Hangi ülkede daha fazla kâr edebilecekse sermaye oraya gidiyor. Ülkeler de bu sermayeyi çekebilmek için birbirleriyle rekabet ediyor. Rekabet, sermayeye daha fazla kâr edebilmesi için en uygun koşulları sağlamak üzerine. Yani sermayeden alınan vergi ne kadar düşük, enerji ve hammadde ne kadar ucuz, ticaret ne kadar serbest ve en önemlisi emek maliyeti ne kadar ucuzsa sermaye o ülkeye gidiyor. 

Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarından beridir, küresel rekabette öne çıkabilmenin; sermaye için en cazip ülke olabilmenin koşullarını yaratmaya odaklanmış durumda. Bunun önündeki en büyük engel Türkiye’de yaşayan insanlar. Çünkü sermayeye cazip hale gelmenin bedeli; ormanların yok olması, havanın, suyun, toprağın geri dönülemez biçimde tahrip edilmesi ve emeğiyle geçinen toplumun çok geniş kesimlerinin sosyal haklarını kaybedip, daha ucuza daha kötü koşullarda çalıştırılması. Diğer bir değişle doğanın canlılar için yaşanamaz bir hale gelmesi, insanların sağlıklı yaşam olanaklarından yoksun kalması ve iş, gelir, sosyal güvencelerini kaybederek yoksullaşmaları. İnsanlar elbette bu bedeli ödemek istemeyecek; sermayenin daha fazla kâr etmesi için doğal yaşam kaynaklarını kaybetmeyi, güvencesiz bir geleceği ve yoksullaşmayı kabul etmeyeceklerdir. 

12 Eylül darbesi ve şekil değiştirerek de olsa bugünlere kadar süren darbe rejimi, küresel rekabet politikalarına rıza göstermeyenleri baskılayarak zorla razı etmeyi ve böylece “siyasi istikrarı” sağlamayı amaçlamaktadır. Baskılar sadece fiziki şiddeti içermemektedir; basın ve üniversite baskı altına alınarak toplumun doğru bilgi edinmesi; sendikalar, demokratik kitle örgütleri baskılanarak örgütlenme özgürlüğü engellenmektedir. Öte yandan toplum içinde etnik köken, din, mezhep ayrışması üzerinden halklar birbirine düşmanlaştırılarak bölünmeye çalışılmaktadır.

AKP, 12 yıllık iktidarında 24 Ocak kararlarının ve 12 Eylül baskı rejiminin mirasçısı olduğunu göstermiştir. 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından alt yapısı oluşturulan yapısal uyum programının sıkı takipçisi olan AKP’nin iktidarı döneminde özelleştirmeler hızla tamamlanmış, çalışma yaşamını esnekleştiren, emekçileri güvencesiz çalışmaya mahkum eden, sosyal güvenceyi ve sağlık güvencesini ortadan kaldıran yasal düzenlemeler yapılmıştır. Öte yandan nükleer santral, termik santral ve HES’ler; denetimsiz sanayi kuruluşları, siyanürlü madencilik, yol, köprü, gökdelen vs. derken ne kırda ne de kentte havası, toprağı, suyu kirlenmedik alan kalmıştır. Bu ağır bedelin karşılığında Türkiye sermaye için cazip hale gelmekte önemli ilerleme kaydetmiştir. Örneğin Dünya Ekonomi Formu tarafından oluşturulan Küresel Rekabet Endeksi’ne göre Türkiye, rekabet edebilirlik sıralamasında 2005 yılında 71. iken AKP’nin uygulamaları sayesinde 2012 yılında 43. sıraya yükselmiştir.

Küresel rekabette öne çıkarak ülkeyi sermayeye cazip hale getirmenin ağır bedeli karşısında toplumsal tepkiyi en aza indirerek siyasi istikrarı sürdürmek konusunda AKP’nin dünyada “en başarılı” hükümetlerden biri olduğu söylenebilir. Bu “başarının” formülü yukarıda belirttiğimiz gibi AKP’nin farklı görünümler altında da olsa 12 Eylül baskı rejimini sürdürmesidir. 
1 Mayıs 2014 bu politikaların uygulanmasının açık örneğidir. 1 Mayıs öncesinde hükümet, farklı iş kollarından mavi yakalı, beyaz yakalı, farklı inanç, kimlik ve cinsiyetten emekçilerin bir araya gelerek ortaklaştırdıkları taleplerini hep bir ağızdan haykırmalarını engellemek istedi. Çünkü özellikle Gezi direnişi ve 17 Aralık operasyonları sonrasında AKP, sermayenin büyük önem verdiği istikrarı sağlamak konusundaki itibarını önemli ölçüde yitirmişti. Emekçilerin bir arada olduğu ve AKP’nin 12 yıldır süren emek ve doğa düşmanı politikalarına; hırsızlığa, yolsuzluğa karşı tepkilerini özellikle en büyük emekçi kenti İstanbul’da haykırması bu itibarın daha da yitirilmesine neden olacaktı. Bunun önlemenin yolu önce emekçileri bölmek, sonra da baskı ve şiddet yoluyla onların bir araya gelmesini engellemekti. 

AKP, emekçilerin 1 Mayıs’ta bir araya gelmelerini engellemek, emekçileri bölmek için burjuvazinin klasik aracı milliyetçiliği kullandı. Bunu yaparken de Kürt sorununda hep yaptığı gibi “ikiyüzlü” bir politika izledi. Bir taraftan AKP yandaşı Türk-İş yönetimi Başbakanla görüşmesinin ardından Kürtçe bildiri okunacağı gerekçesiyle başka alanlara yöneldi. Diğer taraftan ise yine AKP yandaşı Memur-Sen, Kürtlere şirin gözükme düşüncesiyle merkezi olarak Diyarbakır’da miting düzenledi. Yandaş sendikalardan bir diğeri Hak-İş ise İslami kanada şirinlik mesajı vermek üzere Kayseri’de toplandı. Bu örgütlere üye olmayanların ise -tüm dünyaya görünür olacakları- Taksim Meydanı’nda bir araya gelmelerini engellemek için önce büyük bir korkutma operasyonu yapıldı. Buna rağmen Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere ise tarihte eşine zor rastlanır bir baskı ortamı oluşturuldu ve şiddet uygulandı.

İşte 39 bin polis, onlarca TOMA ve silahla oluşturulan baskı ve şiddet sayesinde emekçilerin bir araya gelmesinin engellenmesi, AKP’nin -zor kullanarak da olsa- ülkeyi sermayeye cazip hale getirmenin bedelini ödemek istemeyenleri bastırabildiğini gösterdi. Sermaye de AKP’nin bu “başarısına” cevabı 2 Mayıs’ta verdi ve borsa yükseldi, döviz bir miktar da olsa düştü. Bunun hemen ardından da Hükümetin kamuda esnek çalışma düzeni, kiralık işçi bürolarını da içeren yeni bir paketi gündeme getireceği haberleri geldi. 

Sözün özü: AKP, 30 Mart’ta sandıkta kendisini “ak”lamayanları, sesini yükseltenleri -1937 Dersim Tertelesi’ne benzer bir anlayışla- gaza boğarak dize getirmeye çalıştı. Şimdilik başardı gibi görünüyor. Ama Kürt illerinde HDP milletvekili ve belediye başkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen ve Newroz coşkusunu anımsatan 1 Mayıs’lar, halkları düşmanlaştırarak sınıf mücadelesini kırma planının bozulduğunun işaretidir. Artık Türkiye halkları sermayenin çıkarları için bedel ödememe mücadelesinde birlikte ve çok daha güçlü. Yani Deniz’in son nefesinde söylediği “Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi”ne şimdi çok daha yakınız.