31 Temmuz 2020 Cuma

Ayasofya, bir gençlik hayali’ mi dediniz?



1 Ağustos 2020


Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması, Erdoğan’ın gençlik hayaliymiş!

Gençlik hayalleri önemlidir ama genellikle gerçekleşmez. Erdoğan’ın gençlik hayalinin gerçekleşmesi istisnai bir durumdur ve kendisi için kıymetlidir şüphesiz.

Onun gençlik yıllarının da geçtiği 70’ler, gençlerin hayal kurabildikleri ve hayallerini gerçekleştirebilmek için mücadele verdikleri yıllardı. Aynı yıllarda Ayasofya’nın cami olması kendisi gibi kaç gencin hayalini süslüyordu bilinmez ancak aynı dönemde yüz binlerce gencin, uğruna yaşamını bile feda edebildiği hayalinin “daha özgür, daha demokratik bir yaşam ve sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, barış içindeki bir dünya” olduğu çok iyi bilinir.

Erdoğan’ın gençlik hayalleri gerçekleşirken, hayali eşitlik, özgürlük, barış olanlara ne oldu peki?

Bu satırları okuyan herkesin bu sorunun yanıtını/ yanıtlarını bildiğine şüphem yok. Evet, en büyük hayalleri Ayasofya’nın cami yapılması olanların iktidarda olduğu ülkede bugünlere; özgürlük, barış, eşitlik hayali kuran gençler, vatan haini ilan edilerek, işkenceden geçirilerek, idam edilerek, kurşunlanarak bombalanarak… gelindi. Sadece hayalleri, mücadeleleri, gençlikleri değil, kendileri de yok edildi.

Suçları ağırdı: Hayallerinin önündeki en büyük engeli – haramilerin saltanatını- yıkmaya girişmişlerdi. Mesela emperyalizme karşı çıkmışlardı, 6. Filo’yu denize dökmüşlerdi. İşçiyle, köylüyle, ezilen Filistin halkıyla, Kürt halkıyla birlik olmuş, onların hakları için mücadele etmişlerdi. Ve saltanatın devam etmesi için yok edilmeleri gerekiyordu.

Sadece 70’lerde, 80’lerde değil 90’larda 2000’lerde, 2010’larda da değişmedi bu. Askeri darbelerle, yargısız infazlarla, Suruç, 10 Ekim ve benzeri kıyımlarla, bu ülkenin gençleri de, gençlik hayalleri de yok edildi. Edilmeye de devam ediyor. Dahası 2020’lere geldiğimizde hayalleri yüzünden Bahçelievler’de katledilen 7 gencin faili Haluk Kırcı’ya -aklından bile geçiremeyeceği bir şovla- televizyon ekranlarında işlediği cinayetler ballandırılarak anlattırılıyor, milyonlara izlettiriliyor.

Eğer Türkiye; hayali Ayasofya’da namaz kılmak olanlarca değil de özgürlük, demokrasi, barış hayal edenler tarafından yönetilseydi bu ülkenin toprağı, havası, suyu ve insanlarının emeği; “sermayenin sınırsız sömürüsü”ne açılmayacaktı. Gelir eşitsizliği, yoksulluk, yolsuzluk, hak ihlalleri, iş cinayetleri, kadın cinayetleri… başlıklarında dünyada ilk sıralarda; bilimde, teknolojide, eğitimde, basın özgürlüğünde ise son sıralardaki ülkelerden olunmayacaktı. Bu ülkede hiçbir halk kültürel ve siyasal hakları için yaşamını ortaya koyarak mücadele etmek zorunda kalmayacak, inancından, kimliğinden dolayı ülkesini terk etmeyecek ya da tüm bunlara seyirci kalarak/ susarak gizli onaycı olmanın kişiliksizleştiren labirentlerinde değerler erozyonunun inşacılarından olmayacaktı.

Erdoğan, Ayasofya’nın cami olma hayalini kurduğu zamanlarda beraberinde bu kadar haksızlığın, hukuksuzluğun, emek ve doğa sömürüsünün de olacağını hayal etmiş midir bilemem. Fakat Erdoğan’ın hayallerinin peşinden giderken bir taraftan yabancı ve yerli sermayeye diğer taraftan da Kırcı gibilere “hayal bile edemeyecekleri” bir ülke sunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Milyonlarca insanın hayallerinin, geleceklerinin ve yaşamlarının karartılması pahasına…

27 Temmuz 2020 Pazartesi

AKP sendikaları seviyo!


25 Temmuz 2020
Açıkça iddia edebilirim ki, Cumhuriyet tarihi boyunca, AKP hükümetleri kadar sendikalara “önem” veren başka hükümet olmadı!
Türkiye’de siyasi iktidarlar, birkaç istisnai dönem dışında, sendikaları yok sayan ve/veya baskı altına alan bir yaklaşım sergiledi. Tek parti döneminde, Türk halkının sınıf farklılıklarının olmadığı, sınıfsız-zümresiz bir halk olduğu iddia edildi; örgütlenme çabaları ve işçilerin hak arayışları, bölücü eylemler olarak görüldü, şiddetle bastırıldı. Gerçi II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler’e girebilmenin koşulu olan ILO normlarına uyum sağlamak için 1938 tarihli “sınıf esasına dayalı cemiyet (yani sendika) kurma yasağı” 1946’da kaldırıldı. Ama işçiler hızla örgütlenip, greve gidince apar topar çıkartılan Sendikalar Kanunu ile grev başta olmak üzere emekçilerin mücadele yolları engellenmeye devam etti.
Çok partili döneme geçilen 1950 seçimlerinde Demokrat Parti, işçilere örgütlenme özgürlüğü tanıyacağını vaad edip işçilerin oylarını almayı başardı ama iktidara gelince vaatler unutuldu. Bunun yerine tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi sendikalar, “işçileri komünizmden uzak tutmanın” aracı olarak devlet güdümünde yapılar haline getirildi. Türk İş 1952’de kurulurken kendisine atfedilen görev de buydu.
27 Mayıs 1960 darbesinin ardından dönemin birikim rejimi Fordizm ve iktisat akımı Keynesyen politikalara uyum sağlamayı amaçlayan 1961 Anayasası, grev ve toplu pazarlık hakkı ile sınırlı da olsa sendikal özgürlüklerin gelişmesine olanak tanıdı. Özel sektörde yoğunlaşan örgütlenmeler ve başta Kavel’de olmak üzere artan işçi direnişleri, sendikal hak ve özgürlükleri görece genişleten yasaların çıkmasını sağladı. DİSK de bu ortamda TÜRK İş’in devlet güdümlü sendikal anlayışına itiraz eden sendikalar tarafından 1967’de kuruldu.
1960’ların sonunda kapitalizmin kriziyle birlikte değişen birikim rejimi ve benimsenen neoliberal politikalar, sendikaları önündeki en büyük engel olarak gördü ve sendikalara baskıyı artırdı. Bunun Türkiye’deki yansıması olarak önce DİSK’in faaliyetleri sınırlanmak istendi, 15-16 Haziran direnişiyle bu geri çevrilince, doğrudan işçi sınıfını ve sosyalist hareketleri hedef alan 12 Mart askeri darbesi gerçekleştirildi. Ancak darbe rejiminin baskıları, işçi sınıfı ve gençlik hareketinin örgütlülüğü sayesinde aşıldı; 1970’li yıllar işçi hareketin en güçlü ve etkin olduğu dönem oldu. Ta ki 12 Eylül’e kadar.
12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’yi sermayenin emek sömürü alanı haline getirmeyi amaçlayan anlayış doğrultusunda sendikal hak ve özgürlükler fiilen ortadan kaldırıldı. “1989 Bahar Eylemleri ve Kamu Emekçi Hareketi’nin eylemlilikleri” gibi direnişler sonrası bir takım geçici kazanımlar elde edildi, ancak sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar artarak sürdü.
2002’de iktidara gelen AKP, “işçi-işveren-devlet” üçlüsünün bir araya geldiği Ekonomik ve Sosyal Konseyi işletmemiş olsa da bu dönemde, 2001’de kabul edilen AB Müktesebatına Uyum çerçevesinde sosyal tarafların işbirliğine dayanan sosyal diyalog mekanizması işledi. Ancak ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarını temsil etmek üzere iktidara getirilen AKP, sosyal diyalog masasının iki sandalyesiyle (işveren ve devlet) yetinmedi; üçüncü sandalyeyi yani işçi sendikalarını da güdümüne almak istedi.
Sosyal diyalog toplantılarının “sponsoru” ve çeşitli projelerle sendikalara ekonomik destek sağlayan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) temsil ettiği AB ile AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar süren politikaları zaten örtüşüyordu. Ama AKP bundan fazlasını, sendikaların “parti organı” haline getirilmesini istedi. Hak İş ve Memur Sen, bu görevi üstlendi. Bu iki konfederasyon, emekçilerin haklarını savunmak yerine AKP’nin tüm emek düşmanı politikalarını meşrulaştırdı. AKP, devletin tüm kurumları üzerinde egemenlik kurup “devlet partisi” olunca kuruluşundan bu yana devletin güdümünde olan Türk İş de -doğal olarak- AKP’nin güdümüne girdi. AKP; AB çizgisinden uzaklaşmaya başlayıp yüzünü otoratizme dönünce güdümlü sendikalar da AB’nin “Sosyal Avrupa” safsatasından yüz çevirip otoriter rejimin destekçisi ve meşrulaştırıcı ögesi haline geldi.
Bunca sözün özü şudur: Erdoğan’ın kıdem tazminatı, kısmi süreli çalışma gibi tartışmalı düzenlemeler konusunda, “İşveren sendikaları, işçi sendikaları gelin bir araya bu konuyu kendi aranızda halledin” diyor ya; bunun ardındaki niyet, emekçilerin sözüne de değer veren demokratik bir anlayış değil; milyonlarca emekçiyi sermayenin sömürüsüne terk ederken sorumluluğu “sendika” görünümlü örgütlerin üzerine yıkmaktır!
İşte AKP’nin diğer hükümetlerden farklı olarak sendikalara verdiği önem, onları yok saymak yerine; onları emek düşmanı politikalarının maşası haline getirmesidir! Kene gibi yapışmış sendika(cı)ları sırtlarından atıp, gerçek mücadele örgütlerini yeniden kurmadıkça emekçiler, AKP ya da benzerleri iktidarların güdümündeki sendika görünümlü örgütlerin de katkısıyla sömürülmeye devam edecektir.

17 Temmuz 2020 Cuma

15 Temmuz kime yaradı?

18 Temmuz 2020

“İdeolojik otoritesi olmayan bir iktidar, 
zorba olmak zorundadır.” 
Betrand Russell
15 Temmuz gecesi televizyon başında yaşananları izlerken darbe başarılı olsa da, olmayıp girişim olarak kalsa da, sonuçta demokrasi mücadelesi yürütenleri hedef alacağını öngörmüştük. Dolayısıyla 15 Temmuz gecesi ve ardından yaşananları, sonu belli eski Türk filmlerini izler gibi izledik…
Darbe girişimi başarılı olmadı! Ama OHAL ilan ederek sağladığı otoriter düzen sayesinde AKP iktidarı, 15 Temmuz öncesinde belirlediği ekonomik ve siyasi hedeflerin önünde engel olarak gördüğü güçleri tasfiye etti.
Otoriter düzeni sağlamak için önce demokrasinin zaten cılızlaşmış olan unsurları tamamen etkisiz hale getirildi. Yürütme ve yargının yanı sıra yasama organı, parlamento da işlevsizleştirildi; burjuva demokrasisinin özü kabul edilen yasama-yürütme-yargı tek elde toplandı. Öte yandan çıkartılan KHK’lerle demokrasinin teminatı olan üç temel özgürlük alanı baskı altına alındı. Bunlar, muhalif gazete ve televizyonların kapatılmasıyla, basın özgürlüğü; “Bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalayan Barış Akademisyenleri’nin birçoğunun üniversitelerden tasfiye edilmesiyle sonlandırılan akademik özgürlükler ve hükümetin politikalarına karşı en örgütlü güç olan KESK üyelerinin kamu görevinden ihraç edilmesiyle tırpanlanan örgütlenme özgürlüğüydü.
Evrensel insan haklarının, özgürlüklerin ve demokrasinin kırıntılarının dahi kalmadığı otoriter düzende; ekonomik ve siyasi baskılar eş zamanlı ilerledi. Önce -darbe girişiminin üzerinden henüz iki hafta geçmişken- kamu kaynaklarını sermayeye aktarmak üzere iktidarın kontrolüne veren Varlık Fonu yasalaştı. Ardından grev yasakları geldi. Baskı ortamından yararlanarak, emekçilerden zorla BES (Bireysel Emeklilik Sigortası) kesintisi yapılması, kiralık işçilik gibi düzenlemeler uygulamaya konuldu. Böylece çalışma standartları ve sosyal haklar daha da gerilerken işsizlik, yoksulluk ve iş cinayetleri de alabildiğine arttı.
7 Haziran seçim yenilgisinin ardından ideolojik hegemonyayı kaybeden AKP, başarısızlığının sorumlusu olarak gördüğü HDP’yi ve Kürt siyasi hareketini pasifize etmek için OHAL hukuksuzluğuna dayanarak, DBP’li belediyelere kayyum atadı; HDP eş başkanları başta olmak üzere birçok siyasetçiyi tutsak etti.
15 Temmuz bahanesiyle oluşturulan OHAL düzeninin doğrudan hedefi; demokrasi mücadelesi yürütenler, emekçiler ve Kürtler oldu. Ama bu kadarla kalmadı, ardından OHAL düzenini kalıcı hale getiren ve Türkiye’de otoriterizmi esas alan bir rejim değişikliği gündeme geldi. 16 Nisan 2017’de yapılan referandum, Türkiye’de demokrasi ve hukuk düzeninin tüm izleriyle silinmesini amaçlıyordu. Şaibeli bir seçimle meşrutiyet ortadan kaldırarak Erdoğan’ı “tek adam” yapan Anayasa değişikliği kabul edildi. Ardından 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerle “tek adam”a dayanan “istibdat” rejimi resmen yaşama geçmiş oldu.
Küresel rekabette engel olarak görülen demokrasi ve hukuk düzeninin ortadan kaldırılıp, iktidarın tek elde toplandığı otoriter bir düzenin inşa edilmesi, ulusal ve uluslararası sermaye tarafından desteklendi. 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimlerinde aksi yönde çalışma yürütmüş ama sermaye ile çıkarları çatışmayan kesimler (CHP, İYİ Parti vb) ise -ara sıra mahcup eleştirilerde bulunsa da- kısa zamanda, demokrasi vs gibi kaygıları bir kenara koyup, yeni rejimi kabullendi.
Darbe girişiminin üzerinden 4 yıl geçti. Türkiye, MHP-AKP ile AKP’nin ülkeyi kurtaracağı vaadiyle iktidara geldiği “derin güçler”in işbirliğiyle yönetiliyor bugün. Parlamentoda muhalefete söz hakkı tanınmıyor. Yargıda haktan, hukuktan, adaletten söz etmek mümkün olmadığı gibi, savunma hakkının teminatı barolar da etkisiz hale getirilmek isteniyor. Parlamento ve yargı saray tarafından kumanda edilen, vitrin süsü kurumlar haline dönüşmüş durumda. Bürokrasinin her kademesi iktidardakilerin kadrolaşma alanı haline geldi, liyakat umursanmıyor. Yerel yönetimler kayyuma devredilmiş, halkın iradesi yok sayılıyor. Kısacası ülke, akıldan, bilimden ve demokrasiden uzak, toplumun ihtiyaçları değil saray çevresinin çıkarları doğrultusunda yönetiliyor.
Basın özgürlüğü olmadığı için halkın büyük bölümü gerçeklerden bihaber, iktidar sosyal medyayı da engelleyerek gerçeklerin üzerini tamamen örtmeye çalışıyor. Dış politikada, ekonomide, sağlıkta ve diğer pek çok alanda yanlış politikalar ülkenin bugününü ve geleceğini karartırken, hakikatleri ortaya çıkarması, toplumla paylaşması beklenen üniversitelerden ses çıkmıyor. Mücadele yollarının tamamen kesilmesi amaçlandığından, sendika ve demokratik kitle örgütleri baskı altına tutuluyor. Cezaevleri, iktidara biat etmeyen siyasetçi, gazeteci, aydın ve hak mücadelesi verenlerle dolu…
“Allah’ın lütfu” olarak gördükleri 15 Temmuz sayesinde tesis edilen otoriter düzenden yararlanalar ise; emeği, doğayı engelsizce ve sınırsızca sömüren sermaye ve iktidarı elinde bulundurmanın nimetlerinden yararlanan küçük bir azınlıktan ibaret.
4 yıldır yaşananlar, ilk günden öngördüğümüz gibi sürüyor ama film henüz bitmedi. Bu ülkenin, her şeye rağmen tebaa olmaya karşı sesini yükseltecek; demokrasi için, hakları için, insanca yaşamak için mücadele edecek dinamikleri var hâlâ!

11 Temmuz 2020 Cumartesi

Bir iş cinayetinin anatomisi…

                                                       11 Temmuz 2020

MÜSİAD Sakarya şube başkanı, Sakarya’nın Hendek ilçesinde bir havai fişek fabrikasının patronu ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen bir iş adamı Yaşar Coşkun… 3 Temmuz günü fabrikasında bir patlama oluyor ve 7 işçi yanarak can verirken 126 işçi de yaralanıyor. Patlamanın hemen ardından işçiler ve işletme önünde kaygı içinde yakınlarından haber bekleyenler, güvenlik önlemlerinin yetersizliğinden ve çalışma koşullarının ağırlığından söz ediyor ve bu olayın göz göre göre geldiğini söylüyor. 22 Mayıs’ta görevinden istifa eden ama buna rağmen tutuklanan iş güvenliği uzmanının “üretimin artması için işçilerin aşırı üretime zorlandığı, patlayıcı malzemelerin aşırı ısındığı gibi birçok konuda yönetimin uyarıldığı ama bunların dikkate alınmadığı” ifadeleri de işçileri doğruluyor.
Coşkun’un havai fişek fabrikasında daha önce de işçilerin yaşamını yitirdiği patlamalar olmuş ama her seferinde işletmenin adı ya da yeri değiştirilmiş, patlamalara yol açan kuralsızlıklar giderilmediği halde kamu kuruluşlarından gerekli izinler yeniden alınmış ve fabrika faaliyetine devam etmiş.
Bu son patlamadan 3 ay önce de fabrika denetlenmiş(!), patlayıcı madde imalatına ilişkin mevzuata aykırı olarak prefabrik binaların “bitişik nizam, duvarların dayanıksız, stoklamanın gereğinden fazla” olduğu tespit edilmiş, buna rağmen üretime devam edilmiş.
Tüm veriler diğer birçok iş cinayetinde olduğu gibi, Yeni Coşkunlar Havai Fişek fabrikasında da emekçilerin kaza, fıtrat, kader vs.den değil, taammüden işlenmiş bir cinayetin kurbanı olduklarını gösteriyor.
Bu cinayetin faillerinin, gerekli önlemleri almayan, uyarıları kulak ardı eden patronla daha önce birçok kez ölümlü patlama olmasına rağmen gerekli denetimleri yapmayan kamu yetkilileri olduğu çok açık. İş cinayetlerinde patronları ve kamu yetkililerini cezasız bırakan yargının sorumluluğunu da atlamamak gerekir.
Patlama sonrası yaşananlar oldukça ilginç: Henüz cenazeler, yaralılar daha ortadayken cumhurbaşkanı, ölenlere başsağlığı dilemeden, iş cinayetinin birinci dereceden faili olan patronu arayıp “geçmiş olsun” dileklerini iletiyor.
Gençlik ve Spor Bakanı Kasapoğlu da “hükümet yanında" mesajı verircesine patronla birlikte olay yerini denetliyor. Yine aynı gün içinde MÜSİAD, Coşkun’la dayanışma içinde olmak, ona moral vermek için bir yemek veriyor.
Tepkiler daha çok MÜSİAD’ın patron onuruna verdiği moral yemeği üzerine yoğunlaştı. Oysa sermaye sınıfının temsilcisi olan MÜSİAD’ın, bir toplu cinayetin hemen ardından bile olsa, sınıfsal bir refleksle hareket etmesini yadırgamamak gerekir. Burada üzerinde durulması gereken; siyasi iktidarın, emekçi cinayetleri pahasına kâr peşinde koşan sermayeden yana aldığı tavrın aleniliğidir!
Siyasi iktidarın patronun yanında aldığı tavır, beklendiği gibi yerel düzeyde de etkisini gösterdi. Önce patronun yakınları patlama sonrasında işletmedeki bilgisayarları -delil karartma amacıyla olsa gerek- çıkarmaya çalışırken işçilerin ihbarıyla yakalandı ama haklarında hiçbir işlem yapılmadı; sonra fabrika müdürü, iki ustabaşı ve daha önce istifa etmiş olan iş güvenliği uzmanı gözaltına alınıp tutuklandı. Patron ise nice sonra, toplumdan gelen tepkilerin artması üzerine tutuklandı. Tüm bunların üzerine CHP’nin bu konuda verdiği Meclis araştırma önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.
Aslında tablo Soma, Torunlar İnşaat gibi işçi katliamlarından farklı değil. Aynı filmi yeniden izleyeceğimiz kesin gibidir. Tek farkı -belirttiğimiz gibi – AKP iktidarının sermayeden yana tavrını bu kez en üst seviyede ve net biçimde ortaya koymasıdır.
Acıtan bu durumu kaleme alırken, Hendekten yeni bir patlama haberi geldi: 7 işçiye mezar olan fabrika alanında, patlamamış mühimmat nakledilirken meydana gelen patlamada bu kez 3 asker ölmüş, biri nakliye için kullanılan belediye aracının sürücüsü, 5’i asker 6 kişi yaralanmış…
Bu haberle tablo bir anda daha da netleşti ve yeni sorular geldi akla: İlk soru: Patlayıcı maddenin tahliyesi neden belediyenin aracı ve askerler tarafından yapılıyordu? Bu soru patronun siyasi iktidarla ilişkilerinden bağımsız olarak yanıtlanamaz sanırım. Diğer soru: İkinci patlamanın ardından uzmanların dillendirdiği, patlayıcı malzemenin soğutma işlemi yapılmadan ve gerekli teçhizat olmadan neden tahliye işlemi başlatıldı? Cevapları kim, nasıl verecek, göreceğiz. Görünen o ki, 7 işçinin yaşamına mal olan ihmaller zinciri, tahliye esnasında da sürmüş. Bu durumun sorumlusu doğrudan doğruya olay mahalli üzerinde kontrolü sağlaması beklenen, siyasi iktidarın emir komutasındaki kamu yetkilileridir, cevaplar da onlardadır.
Üç askerin yaşamını yitirdiği ikinci patlama sonrasında ölenlerin işçi değil de asker olmasından mı, gelen tepkilerle mızrağın çuvala sığdırılamamasından mı bilinmez; İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanının da talimatının alındığını vurgulayarak, Coşkun’a ait fabrikanın ruhsatının iptal edilerek, kapatılacağını açıkladı.
Bundan sonra sürecin nasıl işlediğini, patronu koruma ve kollama siyasetinin başka bir biçimde sürüp sürmediğini takip edilmelidir elbette. Ama aynı zamanda AKP’nin işçi düşmanı politikalarının yanı sıra emekçilerin yaşamını sermayenin çıkarlarına feda ettiğini de gösteren bu olay karşısında sendikaların izlediği tavrın da takipçisi olunmalıdır.

4 Temmuz 2020 Cumartesi

18 yıllık iktidarın sırrı…


4 Temmuz 2020
AKP’nin 18 yıldır iktidarda kalmasının sırrı, başarısızlıklarını örtbas etmedeki “başarısında” saklıdır! AKP örtbasta dört önemli yöntem kullanageldi: 1. başarısızlıklarını gizlemek, 2. gündemi değiştirmek, 3. sermayenin çıkarı için uyguladığı politikaların bedelini emekçilere yıkmak, 4. hak arama yollarını kapatmak.
Pek çok konuda başarısız olmuş, toplumun genel yararına aykırı icraatlarda bulunmuş AKP hükümetleri, her defasında bu dört yönteme başvurmuş, hatta OHAL gölgesinde inşa ettiği tek adam rejiminde oluşturduğu istibdat düzeniyle bunları neredeyse kalıcı hale getirmiştir. Ancak pandemi ve onunla daha da derinleşen ekonomik kriz karşısında toplumun çıkarları ve sağlığına rağmen uygulanan politikalar, öylesine başarısız olmuştur ki tesis ettikleri istibdat düzeni bile bunları örtmekte yetersiz kalmıştır.
Halk sağlığı uzmanlarının tüm uyarılarına rağmen, Haziran’la başlatılan “normalleşme”nin ardından geçen bir ayda Covid-19 vaka sayısı yeniden artmış, yoğun bakım üniteleri dolmuştur. Salgına karşı önlemler göz ardı edilerek yapılan lise ve üniversite giriş sınavları sonrasında önümüzdeki günlerde durumun daha vahim hale gelmesinden endişe edilmektedir.
Toplumun yaşamını tehlikeye atma pahasına ekonomiyi ve mevcut sağlıksız düzenin işleyişini önceleyen politikalara rağmen tüm veriler, ekonominin çöküşe gittiğini göstermektedir. Örneğin yılın ilk 4 ayında bütçe açığı 139 milyar olmuş; cari açık 12 milyar dolara ulaşmıştır. İhracat Ocak-Mayıs döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 19,7 azalmış; dış ticaret açığı, ilk beş ayda yüzde 102,8 artmıştır. Sanayi üretimi yüzde 30 azalırken Türkiye’nin yüzde 5 küçüleceği öngörülmektedir. Üretim düşüp, ekonomi küçülünce haliyle istihdam da daralmış; DİSK-AR’ın hesaplamalarına göre geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 39’u bulmuştur. Erdoğan’ın bir ay daha uzatıldığını açıkladığı kısmi çalışma ödeneği sona erdiğinde bu oran daha da yükselecektir.
Bu büyük başarısızlıkla beraber örtbas yöntemi de yine devrededir:
1. Başarısızlıkların üzerini örtmek için hakikatlerin açığa çıkartılmasını, haber yapılmasını önlemek; bunun için de akademinin ve basının susturulması gerekir. OHAL düzeninde her ikisi de baskı altına alınmış büyük ölçüde susturulmuş; iktidara biat etmeyen binlerce akademisyen üniversiteden uzaklaştırılırken, yüzlerce gazeteci cezaevine atılmış ya da işsiz bırakılmıştır. Ama üzeri örtülmeye çalışılan başarısızlıklar, haksızlıklar, hukuksuzluklar öylesine büyüktür ki en küçük kıpırdanışa dahi tahammül yoktur. Örneğin salgınının başından bu yana suspus olan üniversitelerden, bilim insanı sorumluluğu ile hareket ederek bilimsel gerçekleri toplumla paylaşan birkaç akademisyenden biri olan Prof.Dr. Kayıhan Pala hakkında, halk sağlıkçı bir bilim insanı olarak toplumu bilgilendirme, hükümeti uyarma sorumluluğunu yerine getirdiği için üniversitesi tarafından soruşturma başlatmıştır. Öte yandan iktidarın abluka altına alamadığı birkaç basın kuruluşu da susturulmak istenmektedir.
Bunun son örneği Halk TV ve TELE1 ekranlarının karartılmasıdır. Erdoğan’ın sosyal medyayı susturma girişimiyle de toplumun haber alma, gerçekleri öğrenme hakkının tamamen engellenmesi amaçlamaktadır.
2. AKP’nin gündemi değiştirme konusunda elindeki bu en kullanışlı argüman, toplumda yaratılan Kürt karşıtlığıdır. Daha önce pek çok kez olduğu gibi bugün yine HDP ve DTK’ya yönelik baskılarla ve Kuzey Irak operasyonlarıyla ulusalcı/milliyetçi duygular kabartılarak kamuoyunun dikkati bu yöne çekilmeye çalışılmaktadır.
3. AKP’nin 18 yıllık iktidarının en istikrarlı ve en belirgin özelliği emek düşmanlığıdır. Emekçilerin haklarını ortadan kaldırıp sömürüyü arttırarak her daim sermayenin yanında olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır AKP. Salgın sürecinde bu düşmanlık, emekçilerin yaşam hakkı da ihlal edilerek çok daha belirgin hale gelmiştir. Kıdem tazminatının gasp edilmesi ve emekçilerin geleceklerini güvence altına almak için oluşturulan birikimlerin “fon”a dönüştürülerek alın terlerinin yanı sıra geleceklerine de el konulacak olması; iktidarın, batırdığı ekonomiye kaynak yaratma çabasıdır.
4. AKP’nin başarısızlıklarını örtbas ederken izlediği tüm yollar, haksız ve hukuksuzdur. Bu nedenle hukuksuzlukların da üstünün örtülmesi gerekmektedir. Yasama ve yargı organları üzerinde hakimiyet sağlamış olan AKP’nin barolar üzerinde oynadığı oyunun amacı, savunmanın tamamen işlevsiz hale getirilerek kendi güdümüne girmesidir. Böylece AKP iktidarının tüm adaletsiz, hukuksuz uygulamalarına karşı hak arama yolları tümüyle kapatılmak istenmektedir.
AKP’nin örtbas yöntemlerinin her biri, karşısında eylemlere de dönüşen ciddi tepkiler ortaya çıkarmaktadır. Örneğin basın özgürlüğüne yönelik engellemeler, kıdem tazminatının gasbı, Kürt siyasetine yönelik baskılar ve barolara yönelik manipülasyon için “yürüyüş, miting gibi eylemler” yapılmaktadır. Ancak bunlar arasında bağlantı kurularak eylemler ortaklaşmalıdır. Aksi halde AKP’nin iktidarını sürdürmesini sağlayan sır/sihir bozulmayacaktır!