30 Ağustos 2012 Perşembe

MEMLEKETİN VAZİYETİNE DAİR...!

31 AĞUSTOS 2012
ÖZGÜRCE

Harçlar kalkıyor da ne oluyor?
12 Eylül darbesinin ardından Türkiye’nin toplumsal yapısı neoliberal düzene göre yeniden yapılandırılma sürecine girmiş; bu kapsamda kurulan YÖK, yükseköğretimde katkı payı adı altında harç almaya başlamış ve miktarı arttırılarak bugüne kadar uygulanmıştır. Kimi öğrenci harç ödeyemeyeceği için yüksek öğretimden vazgeçmiş; kimi borçlanmış, kimi de harç borçları yüzünden icralık olmuştur. Harçlara ve üniversitelerin ticarileşmesine karşı yürütülen birçok eylem ve etkinlik ise siyasi iktidarlar ve üniversite yönetimleri tarafından en sert biçimde bastırılmış, birçok öğrenci bu eylem ve etkinliklere katıldığı için hem eğitim hakkından mahrum kalmış hem de yıllarca cezaevlerinde tutulmuştur.
Yüksek öğretim harçları ve üniversitenin ticarileşmesine karşı olanlara yönelik baskıların sürdüğü bir dönemde Başbakan çıkıp, neredeyse fetva verir gibi harçların kaldırılmasını buyurmuştur. Hal böyle olunca da akıllara madem öğrencilerin kabusu olan harçlar Başbakanın buyurmasıyla bir anda kaldırılabilecek bir uygulamaydı, o zaman neden yıllardır öğrenciler bu kabusu yaşamak zorunda bırakıldı sorusu gelmektedir.
Bunca soruna neden olan üniversite harçlarının bir anda kaldırılmasının mantıklı tek açıklaması olabilir; o da AKP hükümetinin eğitimi sırtında yük olarak gören “piyasa devleti” anlayışından vazgeçip eğitimin tüm finansmanını yüklenen “sosyal devlet” anlayışını benimsemesidir. Ama gelin görün ki AKP izinde yürüdüğü piyasa ekonomisi anlayışından dönüş yapmak bir yana her alanda piyasalaşma sürecini yaygınlaştırma ve derinleştirme gayreti içerisindedir. Bu bağlamda bir taraftan harçlar kaldırılırken diğer taratan öğrenciyi gelir kaynağı olarak gören ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans ve yaz okulu uygulamaları sürmektedir. Öte yandan üniversitede piyasalaşmasının diğer boyutu olan ve üniversite-sanayi işbirliği adı altındaki uygulamalar tüm hızıyla devam etmekte, kampus kart gibi uygulamalarla öğrencilerin üniversite içerisindeki her adımı üzerinden kâr edilecek bir faaliyet olarak değerlendirilmektedir. Bir taraftan harçları kaldırırken diğer taraftan üniversiteyi tam anlamıyla ticarethaneye dönüştüren uygulamaları açıklamak için geriye kalan üniversiteyi tamamen paralı hale getirecek köklü bir değişim öncesinde tepkileri azaltmak üzere bir zemin hazırlığı yapılmasıdır. Bu bağlamda harçların kaldırılmasını üniversiteyi piyasalaştırma anlayışından geri dönüldüğü biçiminde yorumlamak ve parasız, özgür, demokratik üniversite taleplerinden vazgeçmek büyü hata olur(!)   
*                                  *                                  *
Eğitim sistemi baş aşağı…
Hükümetin 4+4+4 adıyla eğitim sistemini baştan sona yeniden yapılandırdığı düzenleme bir taşla birkaç kuş vurmayı amaçlamaktadır. Bu kuşlardan bir tanesi 9. Kalkınma Planı, Ulusal istihdam Strateji Taslağı ve Sanayi Strateji belgesi gibi iktidarın politikalarını belirleyen belgelerde yer verildiği gibi eğitimi sistemini sermayenin istediği verimliliğe sahip işgücünü yetiştirmenin bir aracı haline dönüştürmektir. İkinci amaç çocukları olabildiğince erken yaşta ailelerinden alıp devletin ideolojik aygıtı olarak işlev gören eğitim sistemi içerisine sokmaktır. AKP iktidarıyla şekillenen yeni devlet yapısının belirlediği iki temel eksen vardır. Bunlardan birincisi çok küçük yaşlardan itibaren Sünni mezhebinin gereklerine uygun dindar/itaatkâr bir nesil yetiştirmek; ikincisi de anadili Türkçe olmayan çocukları olabildiğince erken yaşta anadilinden kopartıp, Türk kültürünün egemenliği altına sokmaktır.
Eğitimde 4+4+4 sisteminin gündeme gelmesinden itibaren bu sisteme karşı tepki veren tek yapı Eğitim Sen olmuştur. 15 Mart 2012 günü 4+4+4’ün yasalaşmasına karşı bir avuç Eğitim Sen üyesi Ankara’da polisin tazyikli suyu, gazı ve göz altılarına rağmen direnirken; KESK’in diğer sendikaları da dahil olmak üzere toplumun hemen hiçbir kesiminden destek görmemiştir. Ne zamanki yeni eğitim dönemiyle birlikte 4+4+4’ün fiilen uygulama aşamasına gelmiştir; ancak o zaman sisteme karşı tepki sesleri yükselmeye başlamıştır.  
Umarız 15 Mart’ta Eğitim Sen’in eyleminden desteğini esirgeyenler, 15 Eylül’de yine Eğitim Sen’in düzenleyeceği eylemlerde aynı hatayı tekrarlamazlar(!)
            *                                       *                                              *
İnadına halkların kardeşliği…
Türkiye’de savaşın sesi daha önce hiç olmadığı kadar yükselmeye başlamıştır. İnsanlık için kabul edilemez bir vahşet olan savaş, kapitalizmde krizleri aşmanın, sermaye birikimi yaratmanın bir yolu olarak görülmektedir. Savaşlar sermaye için daha fazla kâr sağlarken emekçiler için yoksullar için ölümdür. Fabrikalarda, bankalarda, tarlalarda sermayenin kârı için emeği sömürülen işçi, köylü savaş zamanında da cephe de yine sermayenin kârı için kurban edilir. Emekçileri, yoksulları savaşa razı etmenin yegane yolu ırkçı, şoven duyguları körükleyip halkları birbirine düşman etmektir. Türkiye’de yıllardır aynı topraklarda yaşayan halkları birbiriye düşürmeye yönelik bir politika sergilenmektedir. Bu düşmanlaştırma politikasına şimdi de bin yıllardır birlikte yaşadığımız komşu ülke halkları eklenmektedir.
Savaşın sesini kısmak için her şeyden önce sermayenin ve onun çıkarlarının temsilcisi olan siyasi iktidarların halkları birbirine düşürme oyununu bozmak gerekir. Savaş oyunun bozmak en önce cepheye gönderilip diğer halkların emekçilerine silah doğrultması istenen emekçiler ve onların örgütleri olmalıdır. Savaşa karşı barışı, halkların kardeşliğini savunmayanların emekten emekçiden yana olduklarını iddia etmeleri mümkün değildir.
Daha fazla geç kalmadan gelin her alanda savaşın sesi yerine, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganıyla barışın sesini yükseltelim(!) 

24 Ağustos 2012 Cuma

Sendikacılığın geldiği son nokta: Patronla ortaklaşa Sendika AŞ



ÖZGÜRCE
24/08/2012

Sendikalar üretim araçlarının sahibi ve emek üzerinden sağladığı artı değerle beslenen sermaye karşısında, işçi sınıfının, üretim sürecindeki hak ve çıkarlarını savunur. Sendikalar, emekçilerin birlik ve dayanışma duygularıyla örgütlenmesinden oluşur ve bu örgütlülük içinde emeğin üretimden gelen gücünü de kullanarak sermaye karşısında işçi sınıfının mücadelesine aracılık eder. Bugün işçi sınıfının akıllara gelen hangi kazanımına baksanız ardında mutlaka sendikaların özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yürüttüğü mücadeleleri görürsünüz.
İşçi sınıfının, kazanımlarının aracı olan sendikalar, bugün maalesef “acınacak” haldedir. Bu duruma son örnek Türk Metal Sendikasının işveren örgütü MESS (Metal Eşya Sanayicileri Sendikası) ile birlikte kurdukları şirketlerdir(!)
Evet evet yanlış duymadınız, Türkiye’de metal sektöründe en fazla üyeye sahip olan Türk Metal Sendikası, üyelerini temsilen toplu pazarlık masasına oturduğu MESS ile ortak şirketler kurmuştur. Kulaklarınıza inanamadıysanız tekrar edelim: metal sektöründe iki farklı sınıfın temsilcisi olan örgüt, mücadeleyi bir yana bırakıp, uzlaşmacılığı da aşıp, birlikte kâr amaçlı şirket kurma noktasına gelmişler yani “ortak” olmuşlardır. Öyle “sosyal ortak” falan değil, düpedüz para kazanmak için ticari ortaklık kurmuşlardır.
Peki, kime ne satarak kâr edecektir bu iki ortak? Buraya kadar okuduklarınıza şaşmadıysanız şimdi sıkı durun: Türkiye’de; metal sektörünün en büyük işçi sendikası ile sermayenin en güçlü temsilcisi MESS’in kurdukları şirketlerden biri metal sektöründe çalışmak isteyen işçilere mesleki yeterlilik eğitimi verecek olan Mesleki Eğitim Merkezi Tic. AŞ (MEMAS)’dir. Diğeri de metal ve otomotiv iş kolunda çalışanların Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) onaylı sertifikalarla belgelendirmek için sınavlar düzenleyecek olan Mesleki Yeterlilik Sınav ve Belgelendirme Merkezi AŞ (SİBEM)’dir.
İşçi sendikasıyla işveren örgütünün bu ortaklığında MEMAS’ın yönetim kurulu başkanlığını Türk Metal Sendikası Başkanı ve Türk İş’in de Genel Sekreteri Pevrul Kavlak, SIBEM’in yönetim kurulu başkanlığını MESS Genel Başkanı ve TİSK Genel Başkanı Tuğrul Kudatgobilik üstlenmişlerdir. Metal sektöründe çalışabilmek için işçilerin almak zorunda kalacağı sertifika eğitimi verecek olan MEMAS henüz işçilerden ne kadar ücret alacağını belirlememiştir ama sertifika almak için SİBEM’in açtığı sınavlara katılan işçiler 580 TL + yüzde 18 KDV ücret ödemek zorunda kalacaklardır.
Durumu özetlemek gerekirse; metal sektöründe çalışmak isteyen bir işçi işe girmeden önce yüklü bir ücret ödeyerek sertifika eğitimi almak ve yine yüklü bir ücret karşılığında gireceği sınavı aşmak zorunda kalacaktır. Hem de bu yüklü ücretleri üretim sürecindeki hak ve çıkarlarını savunmak için örgütlenmesi gereken sendikanın patronlarla ortaklaşa kurduğu şirkete verecektir.
Şimdi bu durumda şu sorulara cevap bulmak gerekmektedir: 1) Patronlarla iş birliği yapıp işe girmek isteyen işçinin sırtından para kazanmayı amaçlayan bir sendikaya sendika denilebilir mi? 2) Siz işçi olsanız işe girebilmeniz için patronlarla birlik olup sizden para alan bir sendikaya patronlara karşı haklarınızı koruyacağına güvenip üye olur musunuz? 3) Patronlarla kâr ilişkisi içinde işçilerin işe girmesini bir anlamda haraca bağlayan bu girişimin başında bulunan kişinin genel sekreter olduğu konfederasyon (yani Türk İş) artık işçi sınıfına güven verebilir mi?
Ne kadar iyi niyetli düşünülürse düşünülsün bu üç soruya olumlu cevap verebilmenin mümkün olduğu inancını taşımıyorum. Burada Türk Metal Sendikasının içinde yer aldığı çarpık ilişkinin sadece bu sendikayla sınırlı kaldığını da düşünmüyorum. Zira bu sendikanın başkanı Türkiye’de en büyük işçi örgütü olan Türk İş’in üst yöneticilerinden biridir. Türk İş içerisinde bu anlayışa karşı çıkılmadığına göre konfederasyona bağlı diğer sendikaların ve konfederasyon yönetiminin daha farklı bir anlayışta olduğu ya da en azından bu durumdan rahatsız olduğu söylenemez. Dolayısıyla yukarıdaki üç sorunun cevabı olarak ortaya çıkan güvensizlik Türk İş ve hatta Türkiye sendikal hareketine teşmil edilebilir ve bu da Türkiye’de sendikaların sermaye karşısındaki aczini ortaya koyar.
Sendikaların içine düştüğü bu aczi Başbakan da son derece fırsatçı biçimde değerlendirmektedir. Örneği en son kıdem tazminatı konusunda söylediği; “Kıdem tazminatı konusunda işçi sendikaları ile işveren sendikaları anlaşırlarsa, o zaman biz gerekli adımı atarız. Ama onlar anlaşamadığı sürece biz bu olayın içerisinde, bu programın içerisinde yer almayız” sözüyle kıdem tazminatı konusunu işçi ve işveren sendikalarının anlaşmalarına bırakmıştır. Bu sözler kimi kesimlerce demokratik bulunup alkışlansa da; Başbakan, kıdem tazminatı konusunda, işçi kesiminin tepkisini alacak bir adım atmak yerine; işçi sendikalarının zaten bir varlık gösteremeyeceğinden emin olarak konuyu iki tarafın müzakeresine bırakmaktadır.
Sendikaların artık “sendika” olarak tanımlanmalarını bile olanaksız hale getiren işçi sınıfını karamsarlığa düşüren yaklaşımlarına karşı Antep’li tekstil işçilerinin kazanımla sonuçlanan mücadeleleri umut olmaktadır. Bu umut, sınıf mücadelelerini tarihsel süreçte yeniden anlamlandırmakta ve önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesi için yol göstermektedir(!) 

2 Ağustos 2012 Perşembe

Halkların kardeşliği için ortak mücadele gerek!..

ÖZGÜRCE
03/08/2012


Bir yanda Suriye’de halkların birbirini katlettiği görüntüler öte yanda Türkiye’de Alevilere, Kürtlere yönelik linç girişimlerinin haberleri… Halklar aynı dile aynı dine sahip olmadığı için başka bir halkı nasıl düşman beller; hem de bin yıllardır aynı topraklar üzerinde yaşıyorlarsa?
Bir toplum içerisinde dil, din gibi kültürel farklılıkların açığa çıkartılıp bir ayrıştırma aracı olarak kullanılması, Fransız Devrimi sonrası burjuva devlet modeline içkin olan ulus-devlet yapılanmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Burjuvazi ulus-devlet yapılanmasına gereksinim duymuştur; çünkü kapitalizmin varlığını sürdürmesini sağlayacak olan korumacılık, savaş ve sömürgeleşme politikalarının uygulanabilmesi için gereklidir. Ulus-devlet yapılanmasında toplum içindeki kültürel farklılıkların ortadan kaldırılıp bir türdeş kültür oluşturulması amaçlanır. Böylece farklı kültürler bir zenginlik olmak yerine milliyetçiliği de körükleyecek ötekileştirmenin, dışlamanın aracı haline ge(tiri)lir.
Kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin yaygınlaştığı 19. yüzyıl sonlarında diğer imparatorluklar gibi Osmanlı da dağılma sürecine girmiş ve modern olarak tanımlanan ulus-devleti inşa süreci başlamıştır. Ulus-devlet inşası beraberinde türdeş millet-toplum oluşturma düşüncesinin bir tezahürü olarak Anadolu’nun Türkleştirilmesine yönelik girişimleri ortaya çıkartmıştır. Örneğin Serol Teber’in aktarmasıyla: Mehmet Emin Efendi, Türklerin Geleceği (1898) adlı kitabında Türkleştirme kapsamında Hıristiyan etnik grupların Anadolu’dan çıkartılmasını, temizlenmesini savunmuştur. Mehmet Emin Efendi Türklerin geleceğinin güvence altına alına bilmesi adına etnik temizlik anlamına da gelen savunusu için üç yol önermektedir: 1) Hıristiyanların göçe ikna edilmeleri; dışlanmaları. 2) Kendiliğinden gitmeyenlerin kamplarda toplanması. 3) Tüm bunlara rağmen Anadolu’yu terk etmeyen yabancıların çeşitli yöntemlerle kitlesel imhası. 20. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlının dağılma sürecine paralel olarak yaygınlaşan uluslaşma düşüncesi ile birlikte Anadolu’nun Türkleştirilmesine (Müslümanlardan ve Türklerden oluşan bir toplumsal birlik oluşmasına) yönelik görüşler de yaygınlaşmaya başlamıştır. (Serol Teber. Aşiyan’daki Kâhin, Okuyan Us Yayınları, 2002).
Osmanlının son dönemlerinde başlayan ulus-devleti inşa süreci Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla neticelenmiş ve Türk kimliğinin öne çıkartılarak diğerlerini ötekileştirme anlayışı doruk noktasına ulaşmıştır. Alevi ve Kürtler, önceleri yeni cumhuriyetin yapı taşları içinde sayılmışlarsa da sürekli olarak kültürel inkar ve asimilasyon politikalarına maruz kalmışlar; kimi zaman da Dersim, Maraş ve Sivas’ta olduğu gibi katliamlarla uğramışlardır.
1970’li yıllarla birlikte kapitalizmde yaşanan neoliberal dönüşüm süreci ve bu süreç bağlamında ulus-devletlerin değişen işlevleri milliyetçiliği ve etnik ayrımcılığı emekçiler arasında rekabeti arttırıp, kırılma yaratmak ve sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek amacıyla yeniden gündeme getirmiştir. Öte yandan kapitalizmin krizlerini aşmak için ucuz enerji kaynaklarını ele geçirme stratejisinin gereği olarak Ortadoğu halklarını birbirine düşürüp, bu bölgeyi denetim altına alma girişimlerini arttırmıştır. Bu gelişmelerin bir yansıması olarak; Türkiye’de de özellikle 1970’li yılların sonlarından başlayarak Alevi ve Kürtlere yönelik dışlama, ötekileştirme ve kültürel hakları inkar eğilimleri artmıştır. Anadolu’nun güneydoğusunda 30 yılı bulan süredir bir çatışma ortamının oluşmasına da yol açan bu anlayış nedeniyle on binlerce Türk ve Kürt genci ölmüş; Alevilere yönelik linç girişimlerinde birçok Alevi ve aydın yaşamını yitirmiştir.
2007 seçimleri sonrasında AKP, Alevi ve Kürtleri de kapsayan ve "açılım" adı verilen toplumsal uzlaşı söylemini ortaya atmış; ancak bu söylem fiili karşılığını bulmadığı gibi özellikle 2011 seçimleri sonrası Alevi ve Kürtlere yönelik dışlayıcı politikalar baskıya dönüşmüştür. AKP hükümetinin devletin resmi söylemlerine da yansıyan bu yaklaşımı zaten ırkçı-şoven bir eğitim sisteminde yetiştirilmiş olan toplumun içinde Alevi ve Kürtlere yönelik milliyetçi duyguların körüklenmesine yol açmıştır. En son Malatya Sürgü, İstanbul Ayazağa ve Muğla Dalyan’da yaşanan Alevi ve Kürtlere yönelik linç girişimleri körüklenen ırkçı-şoven duyguların fiili şiddete dönüşme potansiyelini ortaya koymaktadır.
Unutmamak gerekir ki kültürel farklılıklara karşı tahammülsüzlük ve bunun sonucu olarak halkların birbirine düşman edilmesi; kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için geliştirdiği bir tratejidir. Irak’ta geçen 22 yılda yaşananlar; halkların birbirine düşman edilerek iç savaşa sürüklenmesi ve bugün Irak halkının içinde bulunduğu durum bu stratejinin ne anlam taşıdığını ve sonuçlarını açıkça gözler önüne sermektedir. Bugün benzer bir süreç Suriye’de yaşanmaktadır.
Alevi ve Kürtlere yönelik ötekileştirme ve kültürel inkar, 100 yıldan daha uzun süredir uygulanan Anadolu’da Müslüman ve Türk kültürünü egemen kılmaya yönelik Türkleştirme politikasının devamı niteliğindedir. Egemen güçlerin çıkarları için uygulanan bu politikalar Anadolu’da kültürel zenginlikle birlikte barış ve kardeşliği de engellemiştir. Irak ve Suriye örnekleri göz önünde alındığında Türkiye’de de halkları düşmanlaştırma sürecinin topyekün bir iç savaşa da yol açılabileceği olasılığını gündeme getirmektedir. Türkiye’yi felakete sürükleyebilecek bu gidişatın engellenmesi Anadolu’daki tüm kültürlerin tanınması ve özgürce kullanılabilme koşullarının yaratılabilmesine bağlıdır. Bu da ancak Kürt, Türk, Alevi, Sünni ve halen Anadolu’da var olan diğer din ve kültürlere mensup halkların ortak mücadelesiyle olabilecektir(!)