30 Mayıs 2020 Cumartesi

İş Yerinde Faşizm Varsa Toplumda Demokrasi Olmaz!


29 Mayıs 2020
Koronavirüs, zaten krizlerle boğuşan kapitalizmi iyice zora soktu. Salgını önlemek için gereken “fiziksel mesafe koşulu” kapitalizmin çarklarının en önemli dişlileri olan üretim, ticaret ve finansı durma noktasına getirdi. Çarkların uzun süreli durması, sermaye birikiminin sağlanamaması, kaçınılmaz olarak kapitalizmin sonunu getirecek bir hadisedir. Bunu engellemek için ilk hamle olarak, salgın tehlikesine rağmen toplum sağlığı da hiçe sayılıp emekçiler fabrikalarda, inşaatlarda, bankalarda çalışmaya zorlandı. Bir kısım beyaz yakalı ise evden çalışmaya yönlendirildi. Öldürücü olan ve hızla yayılan salgına kısa sürede çare bulmanın pek de mümkün olmadığı anlaşılınca sermaye, “normalleşme” adı altında, çarklarını döndürecek kalıcı çözüm yolları aramaya başladı.
Türkiye sermayesinin iki önemli örgütü MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) ve MESS (Metal Eşya Sanayicileri Sendikası) salgına karşı “çarkları” koruma altına alacak iki farklı proje ortaya attı.
MÜSİAD’ın projesi “İzole Üretim Üsleri” adını taşıyor. Proje yeni değil aslında, 7 yıl önce ‘Orta Ölçekli Sanayi Bölgeleri’ olarak üzerinde çalışılmaya başlanmıştı. Bunlar, salgınla birlikte “İzole Üretim Üsleri”ne dönüştürülmüş ve hızla uygulamaya geçirilmesi hedefleniyor.
1000 ailenin ve yaklaşık 4 bin 500 kişinin yaşayabileceği şekilde tasarlanan İzole Üretim Üsleri, üretim alanı olmanın yanı sıra bir yaşam alanı olarak düzenlenmiş. Projede işçi ailesinin (kadın ve çocuklar da dahil) tüm fertlerinin (mesleki eğitim, staj, kadın istihdamı gibi adlar altında) üretim sürecine katılması amaçlanmış. Böylece işçiler ailece patron için çalışırken sadece salgından değil, dünyadan da izole edilmiş olacaklar. Projenin tanıtımında, buraların yalnızca salgın dönemi için geliştirilmediği, kalıcı olacağı da açıkça ifade ediliyor.
İşçiye sadece çalıştığı sürenin karşılığını ödeyerek, tüm yaşamını tahakküm altına almak, kapitalizmin tarihi boyunca sermaye sahiplerinin en büyük hayali olmuştur. 200-250 yıldır süregelen bu hayal, koronavirüs de fırsat bilinerek yaşama geçirilmek istenmektedir. Sözü edilen üs bölgelerine giren işçi ailelerinin tüm yaşamı, patronun denetimi ve belirlediği kurallar içinde olacaktır kuşkusuz. Yani örgütlenme başta olmak üzere yasalardaki yarım yamalak tüm özgürlükler ve hak arama yolları da ortadan kalkacaktır. Kısacası işçiler bu projeyle “modern” falan değil, bildiğimiz Orta Çağ köleleri ya da faşizmin çalışma kamplarının mahkûmları haline gelecektir.
MESS’in “MESS SAFE” projesi de yine salgın bahane edilerek ve teknolojiden yararlanılarak işçileri denetim altına almaya yöneliktir. Projenin gerekçesi, üretim hattında “fiziksel mesafenin” korunması olarak açıklanmaktaysa da takılacak ya da giydirilecek cihazlarla işçilerin her hareketi, saniye saniye denetlenecektir. Böylece işsiz kalma baskısı altındaki işçiler, yönetimin keyfi olarak arttıracağı iş yoğunluğuna uymak zorunda kalacak; uymayanlar “pranga” işlevi gören cihazlar sayesinde belirlenerek “performans”ı düşük olduğu gerekçesiyle işten atılacaktır. Yani MESS iş yerlerindeki işçiler, üzerlerine giydirilen “pranga” sayesinde MÜSİAD işçileri gibi köleleştirilmiş olacaktır.
Bu iki sermaye örgütü tarafından geliştirilen projelerin sadece bu örgütlere bağlı iş yerlerinde uygulanmakla kalmayıp, kısa sürede tüm iş yerlerinde kullanılacağını tahmin etmek hiç zor değildir.
Salgınla birlikte evden çalışmaya yönlendirilen beyaz yakalıların diğer emekçilere göre durumları daha iyi(imiş) gibi görünse de emek denetimi, iş yoğunlaşması ve emek sömürüsü diğerlerinden geri kalmamaktadır. Her gün işe gidiş ve dönüş sürelerinin evde geçiriliyor olması emekçiler açısından kuşkusuz olumludur. Ancak evden çalışmanın kalıcı hale gelmesiyle patronlar, iş yeri kirası, bilgisayar ve diğer büro malzemeleri, öğlen yemeği gibi masrafları emekçilerin üzerine yıkmaktadır. Öte yandan büyük çoğunluğu bilgisayar başında çalışan bu emekçiler, “pranga” haline dönüşen bilgisayar ve akıllı telefonlar sayesinde büroda olduğundan çok daha sıkı denetim altında tutulmaktadır. Buna karşın üretim ve hizmet sürecinde tek başına kalan, evden çalışanların, haklarını korumak için aynı işte çalışan diğer emekçilerle bir araya gelme ve örgütlenerek mücadele etme olanağı da ortadan kalkmaktadır.
Özetlersek, salgın sürecinde sermayenin “normalleşme” adı altında dayattığı çalışma rejimi, emekçilerin söz hakkını ve görüntüde de olsa onları “özgür” kılan koşulları tamamen ortadan kaldırmakta; teknolojiden yararlanarak despotizm, üretim sürecinde en üst düzeye çıkarılmaktadır.
Kapitalist üretim sürecinde (alt yapı), üretici güçler arası dengeye bağlı olarak belirlenen ilişkiler; devlet, hukuk, din gibi tüm üst yapı kurumlarını ve beraberinde toplumsal ilişkileri de belirler. Emek sömürüsü sayesinde varlığını sürdüren kapitalist üretim sisteminin hiçbir biçiminde işçilerin sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir çalışma düzenine gönüllü olarak rıza göstermesi beklenemez. Bu nedenle sermaye, demokrasinin egemen olduğu koşullar içinde işçilerle bireysel olarak da sınıfsal olarak da bir ilişki sürdüremez. Çünkü nihai hedefi onu egemenliği altına almaktır. Bunu engellemenin yegâne yolu ise işçilerin örgütlü mücadelesidir. Bu bağlamda işçilerin mücadelesi, sadece üretim sürecinde değil tüm toplumsal ilişkilerde de demokrasinin düzeyini belirler.
Koronavirüs gerekçesiyle “normalleşme” adı altında çalışma rejiminde emek denetiminin ve despotizmin artacak olması, tüm toplumda otoriterleşmenin artacağı ve demokrasiden daha da uzaklaşılacağının habercisidir. Unutmamalı ki iş yerinde faşizm koşulları inşa edilirken, toplumun hiçbir alanında demokrasiden söz edilemez!


25 Mayıs 2020 Pazartesi

Rakamlarla emekçiler, tehditler, fırsatlar…


23 Mayıs 2020
Mülk ve üretim araçlarına el koymak; kapitalist üretim sisteminde sermaye birikiminin kaynağı olduğu gibi üretimin olmazsa olmazı emek gücünü sağlamanın da yegane yoludur. Mülküne ve üretim araçlarına el konulanlar (emekçiler), bunlara el koyanlar (burjuvazi) için gerçekleştirdikleri üretim ve hizmet faaliyetiyle yarattıkları değerin genellikle sadece yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar kısmı (ücret) karşılığında çalışmak zorunda bırakılır. Emekçi, yaşamını sürdürebilmek için bir işte çalışmak zorundadır; eğer çalışmaz ya da çalışacak bir iş bulamazsa kendisi ve ailesinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan en temel ihtiyaçları bile karşılayamaz. Bu nedenle çalışamamak yani işsizlik, emekçiler için en yaşamsal tehdittir, tehlikedir.
Bu tehlikeyi ve tehdidi sayısal verilerle somutlaştırmaya çalışalım; karanlık bir tablo içinde ışığı bulma umudumuzu da kaybetmeden:
Dünyada yaklaşık 3.3 milyar kişi ücret karşılığında çalışmaktadır. 188 milyon kişi işsiz, 120 milyon kişi ise işsiz ama umudu olmadığı için iş aramaktan vazgeçmiştir. 165 milyon kişi de yaşamını sürdürmeye yeterli olmayacak kadar düşük bir ücretle çalışmak zorundadır. Yani -en iyi tahminle- dünyada yarım milyara yakın insan, işsiz ya da geçimini sağlayacak bir işe sahip değildir. 267 milyon genç (15-24 yaş arası) ne eğitim almakta ne de bir işte çalışmaktadır. Bir işte çalışanların -istihdam edilenlerin- yüzde 61’i yani yaklaşık 2 milyar kişi kayıt dışı işlerde, herhangi bir güvencesi olmadan çalışmaktadır. 700 milyon kişi ise çalıştığı halde aşırı veya orta derecede yoksuldur.
Yukarıdaki veriler, Ocak ayında yayınlanan ILO’nun “İstihdam ve Sosyal Görünüm 2020” raporunda yer almaktadır. Koronavirüsün henüz küresel bir tehdit haline dönüşmediği bir dönemde hazırlanan bu raporda ILO Genel Direktörü Guy Ryder, “Milyonlarca insan için, çalışarak daha iyi yaşam kurmak gittikçe zorlaşıyor” tespitinde bulunarak, “Çalışma yaşamında giderek artan eşitsizlikler ve dışlanma, insanların hem insana yakışır hem de daha iyi gelecek sağlayacak işler bulmasını önlüyor” değerlendirmesiyle, duruma dikkat çekiyor.
Tekrarlayalım, bu veriler ve yorumlar, henüz koronavirüs salgını ortada yokken, sistemin temel kurumlarından biri olan ve sistemi meşrulaştırmayı görev edinmiş ILO’nun bir raporunda görüntülenen dünya ahvalidir! Koronavirüsün yaygınlaşmasıyla birlikte tüm çabalara rağmen iyimser ol(a)mayan veriler, hızla daha da kötüleşiyor…
Salgının ardından ILO, “Covit 19’un Çalışma Yaşamına Etkileri” başlıklı, 16 Mart, 7 Nisan ve 29 Nisan tarihlerinde üç rapor daha yayımladı. 2020 için yeni işsiz kalacaklara ilişkin öngörü; yukarıdaki verileri aktardığımız Ocak raporunda 2.5 milyon iken 16 Mart tarihli raporda en iyi olasılıkla 5.3 milyon, en kötü olasılıkla 24.5 milyona yükseltilmiş. Salgının yayılma hızı ve bununla birlikte iş yerlerinin kapanmasına bağlı olarak işsizlik tahminleri, başka raporlarda daha da yükseliyor.
7 Nisan raporunda “dünya iş gücünün yüzde 81’i 2.7 milyar emekçinin salgın ve bu nedenle alınan önlemlerden etkileneceği ve işsiz sayısının, II. Dünya Savaşı sonrası en yüksek düzeye, 195 milyona ulaşabileceği” belirtiliyor. Bu arada küresel iş gücünün yüzde 38’ine tekabül eden 1.25 milyar kişinin salgından en çok etkilenen konaklama, gıda, ulaşım, ticaret, imalat vb sektörlerde çalıştığı tespiti yapılırken; yine bu süreçle mağduriyetleri en fazla artacak olanların, “2 milyar civarındaki sosyal korumadan mahrum olan kayıt dışı ve güvencesiz çalışan” olduğu ifade ediliyor. 29 Nisan’da hazırlanan son raporda ise 2020’nin ikinci çeyreğinde işsiz kalabileceği öngörülenlerin sayısı 305 milyona çıkıyor.
Özetlersek ILO, koronavirüs öncesinde 2020 yılı için öngördüğü 2.5 milyon yeni işsiz sayısını üç ay içinde 305 milyona çıkarıyor. Bu da bize kapitalizmin bir kurumunun verileriyle bile dünya nüfusunun büyük bölümünü oluşturan emekçilerin, yaşamlarını işsizlik ya da çalıştığı halde açlıkla karşı karşıya sürdürdüğünü; salgınla birlikte bunun tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar derinleştiğini ortaya koyuyor.
Türkiye için de durum çok farklı değil. TÜİK, en son Şubat ayına ait yani salgın öncesi verileri yayımladı. Buna göre Türkiye’de 4 milyon 228 bin kişi işsizdir. DİSK-AR’ın geniş tanımlı işsizlik verisine göre (kısa zamanlı çalışanlar, mevsimlik çalışanlar, halen çalışmayıp iş bulursa çalışmak isteyenler dahil edilir) ise işsiz sayısı 8 milyon 427 bin kişidir. Salgın süresince kapanan iş yerleri, buralarda istihdam edilenler ve çalışmaktan alıkonulanlar (65 yaş üstü ve 15-17 yaş arası evde kalan çalışanlar) dikkate alındığında işsiz sayısı neredeyse ikiye katlanarak, 16 milyon 227 bin kişiye çıkıyor. Bu da gerçek işsizlik oranının yüzde 50’leri bulduğunu gösteriyor. Asgari ücretin açlık sınırı altında olduğu ve istihdam edilenlerin büyük çoğunluğunun bu seviyede ücret aldığı düşünüldüğünde, Türkiye’de durumun, dünya genelinden daha kötü olduğu söylenebilir.
Rakamlar, ILO Genel Direktörü’nün dediği gibi emekçiler için insanca çalışma ve yaşama koşullarını elde etmenin olanaksız hale geldiğini gösteriyor. Ama başka bir açıdan bakıldığında bu rakamlar, milyarlarca emekçinin yaratabileceği mücadele potansiyelini de gösteriyor. Düşünsenize 3.5 – 4 milyarlık emekçi ordusu; üreten, var eden, dünyayı sırtında taşıyan bu büyük ordu, kanlarını emen keneye karşı birleşse; ne sermaye ne onun devleti ne çürümüş sendika(cı)lar ne de kapitalizm diye bir sistem kalır! Bunun önünde en büyük engel, sınıf bilinci ve örgütlenme eksikliğidir. Bu eksikliğin bir an önce giderilmesi ve sadece emekçileri değil doğayı ve insanlığı bütünüyle felakete sürükleyen kapitalizme engel olabilecek tek gücün, emekçinin üretimden gelen gücünün harekete geçmesi gerekiyor!

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Sizin normaliniz Soma’dır!


16 Mayıs 2020
İstanbul Emek ve Demokrasi Güçleri, 301 işçinin öldüğü Soma katliamının altıncı yıl dönümünde açtıkları pankartta “Sizin Normaliniz Soma’dır!” diyordu.
Evet, kapitalizmin normali; varlığını sürdürmek, çarklarını döndürmek için emeği ve o emeğin sahibi olan emekçiyi yani insanı kanıyla, canıyla sömürmektir. Karşısına krizler ya da doğal afet vs çıkarsa bunları fırsata çevirip, hızla “yeni” duruma göre kendini dönüştürmeye çalışır kapitalizm. Dolayısıyla kapitalizmin “yeni normal”i; emeğin, doğanın daha fazla sömürülmesi; daha fazla insanın iş cinayetleri, savaşlar, çevre kirliliği ya da salgınlar nedeniyle ölümüne neden olacak “sömürünün yeni yol ve yöntemlerinin bulunması”ndan başka bir şey değildir!
Soma’da maden işçisi, patrona masraf olmasın diye, yaşamını koruyacak hiçbir önlemin alınmadığını, her daim patronun çıkarlarını savunan devletin temsilcilerinin de buna göz yumduğunu bilerek giriyordu o madene. Yani bugün değilse yarın öleceğini bilerek her gün işe değil ölüme gidiyordu…
Peki, değer miydi asgari ücretten belki üç beş kuruş fazla para için ölüme gitmeye? Değmezdi elbette ama mecburdu, çaresizdi. Eve ekmek getirmenin başka yolu yoktu. Aslında Anadolu’nun en verimli topraklarında, zeytinin, tütünün diyarında doğmuştu, orada yaşıyordu ama oy verdiği ve belki de üyesi olduğu partilerin içinde yer aldığı iktidarlar bir avuç sermayedarın çıkarı için tüm bu zenginlikleri feda etmişti. Ona da madende ölümüne çalışmaktan başka çare kalmamıştı. Avunduğu tek şey, sigortalı olmasıydı. Ölse bile geriye kalanları aç biilaç bırakmayacak olması en büyük beklentisiydi. Üstelik bu beklentiyle, kendilerine mezar olacağını bildiği işe girebilmek için az çaba sarf etmemişti. İşe kabul edildiğinde yaşadığı sevinç de bundandı.
Katliamdan kurtulanların, yakınlarını kaybedenlerin, katliam sonrasında acıları daha taptazeyken iktidarın temsilcileri tarafından hor görülüp, tekmelenip, tokatlanıp, hakarete uğramalarının karşısında seslerini yükseltmeyişinin nedeni de, madende can verenlerin çaresizliğiyle aynıydı. Katliamın hemen ardından konuştuğum işçiler; madende çalışmaya yani ölüm dehlizlerine girmeye devam edeceklerini, başka çarelerinin olmadığını söylüyorlardı. Çünkü eve ekmek götürecek, sosyal güvence sağlayacak başka iş yoktu…
Soma, toplu işçi kıyımına neden olan bir katliam nedeniyle öne çıktı, görünür oldu. Ama Türkiye, en fazla iki ayda bir Soma katliamındaki kadar işçinin katledildiği bir ülkedir. Madenler, inşaatlar, mevsimlik iş yapılan tarım alanları, diğer pek çok sektör ve iş yerleri, emekçiler için “iş kazası” ya da “meslek hastalığı” nedeniyle ölümlerine neden olacak veya sakat bırakacak tehditler içerir. Fakat birçok emekçi, bu konuda tanıklık ettiği, haberdar olduğu vakaların istisna olduğunu düşünür ve karşı karşıya olduğu bu tehdidi kabullenmek istemez.
Ancak koronavirüs salgını gösterdi ki: Emekçilerin ölümle burun buruna gelmeleri için ille de Soma’da, Şırnak’ta ya da Zonguldak’ta bir madende çalışmaları gerekmiyor! Kargo şirketinde dağıtıcı, markette tezgahtar, fabrikada işçi, vergi dairesinde veya bir bankada memur olarak çalışırken de kendileri dışında herkese “Evden çıkmayın!” uyarıları yapılıyorken, onlar yaşamları pahasına çalışmak zorunda bırakılıyor, yaşamlarını yitiriyor.
İSİG Meclis’in tespitine göre sadece Nisan ayında en az 103 işçi salgın nedeniyle yaşamını yitirdi. Devlet, bu konuda tedbir almak bir yana SGK’nın yayınladığı bir genelgeyle çalışanların iş yerinde koronavirüse yakalanmaları halinde bunun iş kazası veya meslek hastalığı olarak kabul edilmeyeceğini ilan etti. Böylece bu öldürücü ve hızla yayılan salgın koşullarında zorla çalıştırılan emekçilerin, patrondan ve devletten (SGK’den) bir hak talep etmeleri de engellenmiş oldu.
Salgın, kapitalizmin son dönemde derinleşen krizini daha da derinleştirdi, azdırdı. Krizin etkilerinin en yoğun yaşandığı ülkelerden birinin Türkiye olacağı konusunda iktisatçılar ve uluslararası kurumların neredeyse tümü hemfikir. AKP hükümeti büyük ölçüde sorumlusu olduğu bu durumdan kendisini ve patronları kurtarabilmek için fabrikadan şantiyeye, okuldan hastaneye, marketten AVM’ye her alanı SOMA’ya yani her yeri emekçi mezarlığına çevirecek koşulları “normal”leştirmeye çalışıyor.
Onuruyla yaşayabilmek için ölümüne çalışmak zorunda olmak; devletin tepesindekilerin her işçi katliamının ardından söyledikleri gibi fıtrat, kader ya da alın yazısı değil. Bunu anlamak için sömürü arttıkça, işçiler öldükçe daha da zenginleşen, servetine servet katan patronlara, ensesi daha da kalınlaşan siyasetçilere bakmak yeterli.
İnsanca bir yaşama ulaşmak için çalışırken ölmek ‘kader’ değilse buna son vermek ve işçinin, emekçinin, halkın canıyla kanıyla beslenen kapitalizmden kurtulmak gerekir. Kapitalizme karşı mücadele için ise onun araç ve yöntemleri dikkate alınmalıdır. Kapitalizm, burjuva sınıfının egemen olduğu bir sistemdir ve sınıf bilinciyle hareket eder. Öte yandan kapitalizm son derece örgütlü bir sistemdir. O halde kapitalizmle mücadelenin amacına ulaşması için burjuvazinin karşıtı olan sınıfın bilinciyle ve örgütlü hareket etmek esastır. Burjuvazi dışı toplum kesimlerinin sınıf bilincine nasıl ulaşacağı ve mücadeleyi yükseltecek bir örgütlenmenin nasıl gerçekleştirileceği, kapitalizmin kendisine “yeni normal”ler ararken önümüzdeki en önemli meseledir.

10 Mayıs 2020 Pazar

Nasıl geldiyse öyle gider!


Koronavirüsten kurtuluş ve “normalleşme” tartışmalarına bir katkı da benden olsun:
Virüs, Türkiye’ye nasıl geldiyse öyle gidecektir!
Virüsün Türkiye’ye gelişi siyasi bir kararla olmuştu. Kararı, bakanlar kurulu mu cumhurbaşkanın danışmanları mı ya da sadece cumhurbaşkanının kendisi mi vermişti bilmiyorum. Ama karar, “hikmetini sual edemediğimiz” mevkilerde alınmış ve Sağlık Bakanı da 10 Mart’ı 11 Mart’a bağlayan gece yarısı, korona salgının Türkiye’de olduğunu duyurmuştu.
Böylece Emniyet Müdürlüğü genelgesiyle “suç” sayılan, salgın ve salgın tehlikesine ilişkin haber ve paylaşımlar bir gecede suç olmaktan çıkmış; salgına karşı birtakım önlemler, bu tarihten sonra alınmaya başlamıştı. Oysa resmi kabul tarihinden önce birçok vakanın olduğu ve -hem umreden hem diğer ülkelerden gelenlerde olduğu gibi- gerekli önlemler zamanında alınmadığı için salgının yayılma hızının arttığı daha sonra anlaşılmıştı.
Virüsün ülkede bulunduğuna karar verenler, aradan geçen yaklaşık iki ayda virüsün Türkiye’deki safahatini de belirliyor. Gerçi Sağlık Bakanlığı bir bilim kurulu oluşturmuş ama kurulda ne sağlık meslek örgütlerine ne de alanı doğrudan virüs ve virüsle mücadele olan “Halk Sağlığı Uzmanları Derneği” gibi uzmanlık örgütlerine yer verilmiş. Bilim kurulu üyelerinin çeşitli zamanlarda yaptıkları açıklamalara bakılırsa, salgınla mücadele sürecinde onlara da pek de bir şey danışılmıyor zaten.
Peki “hikmetini sual ediyormuş” gibi anlaşılmasın ama, bilimsel kriterlerle değilse, hızla yayılan ve son derece ölümcül olduğu için toplum sağlığını tehdit eden bu salgına karşı kararlar neye göre alınıyor acaba?
Alınan kararlara bakıldığında iki kriter öne çıkıyor: Birincisi piyasanın yani sermayenin ihtiyaçları, diğeri siyasi iktidarın kendi gereksinimleri. Yani virüsün kimlere, ne zaman ve nerelerde bulaşacağı; hangi önlemlerin alınması gerektiği, siyasi iktidarın işte bu “öncelikler”ine göre belirleniyor. Salgına ilişkin verilerin şeffaf olmaması ve özellikle TTB’nin ısrarlı sorularına bakanlığın yanıt vermemesinden hareketle, verilerin gerçeklerden ziyade -tıpkı TÜİK’in işsizlik ya da enflasyon rakamlarını belirlediği gibi- alınan siyasi kararları meşrulaştırmaya yönelik olduğunu düşünmemek elde değil.
Salgına karşı alınan kararlara şöyle bir bakalım: “65 yaş üstündekiler evde kalsın!” dendi önce, sonra “Herkes evde kalsın,” ama “emekçiler hariç olsun!”a denildi. “Hafta sonları ve resmi tatil günlerinde evden çıkılmasın, diğer günler serbest olsun!”a gelindi ardından. Bu ne menem bir virüs ki bulaşmak için hafta sonu ve resmi tatilleri; 65 yaşından küçükleri ve büyükleri; emekçi olanla olmayanı ayırt edebiliyor!
Geçen iki ayda salgın herkesin normalini bozdu, en çok da sermayenin… Salgına karşı önlemlerin başında gelen “fiziksel mesafe” koşulu, sermaye birikiminin temel kaynağı olan üretimi de tüketimi de büyük ölçüde engelledi. Arkasına devletin desteğini de alıp, faturayı emekçilerin ve halkın sırtına yıkan bir kesim sermaye bu süreci fırsata dönüştürmesini bildi. Ama bu uzun süre böyle gitmeyeceğinden, “Bir an önce normalleşelim!” talepleri yükselmeye başladı. Bu talep, siyasi iktidarın çıkarlarıyla da uyuştu elbette. Zira salgın, devletin toplumsal işlevlerinden ne kadar uzaklaştığını ve siyasi iktidarın salgının ortaya çıkardığı toplumsal sorunlar karşısında zafiyetini de gösterdi, sorgulanmasına neden oldu.
Süreç uzadıkça artan işsizliğin, yoksulluğun ve bunların derinleştireceği sorunların, iktidarı çok daha zorlaması kaçınılmaz. Bunu, şimdiden yapılan kimi anketler de gösteriyor zaten.
Salgının başından beri olduğu gibi, “normalleşme” dedikleri süreçte de “sermaye ve siyasi iktidarın çıkarları” toplum sağlığının ve insan yaşamının önüne geçiyor. Teşvikler ve emekçilerin yaşamı pahasına üretim devam ettiği için olsa gerek “normalleşme”de turizme ve AVM’lere öncelik verildi. Evvela, turizmin yoğun olduğu kentlere seyahat yasağı kalktı. Ardından da sınava girecekler ve aileleri tatile gidebilsin diye daha önce ertelenen LGS, YKS sınavları bir ay geriye alındı.
Salgın sürecinin başında virüsün yayılma riskinin yüksek olduğu uyarılarına rağmen en son kapatılan AVM’lerin “normalleşme”de ilk açılacak yerlerden olacağı duyuruldu.  Buna en çok sevinen AVM yatırımcıları oldu haliyle. AVM Yatırımcıları Derneği Başkanı, AVM’lerin açılmasının toplum sağlığı için tehdit oluşturacağı kaygılarına katılmadığı gibi AVM’lerin açılmasının toplum sağlığı için olumlu olacağını iddia etti (!) Bunu ise eve kapanan insanların AVM’lerde yeniden sosyalleşeceği dolayısıyla psikolojilerinin düzeleceği varsayımına dayandırdı. Salgına önlem olsun diye deniz kenarları ve orman alanları halka yasaklanırken, AVM’lere gidilerek “bozulan psikolojilerin düzeltileceği düşüncesi” hayli ilginç gerçekten!
Sermaye istiyor, iktidarın da işine geliyorsa, olay bitmiştir. “Bilim ne diyormuş, toplum sağlığı ne kadar önemliymiş, insanların yaşamı tehlikeye mi atılıyormuş?” gibi soruların hepsi lafı güzaf yani!
Türkiye’de virüs olduğuna nasıl karar verilip, bir gece yarısı açıklandıysa; yeni bir kararla virüsün ülke sınırlarını terk ettiği de açıklanabilir! Olur mu olur. Yeter ki sermaye mutlu olsun, iktidar devam etsin. Hikmetinden sual olunmayan muktedir neticede her şey gibi virüsün safahatine de seyahatine de muktedir! (mi acaba?)

3 Mayıs 2020 Pazar

Küresel salgın günlerinde 1 Mayıs


2 Mayıs 2020
Sağlık Bakanlığı, “Hayat Eve Sığar” adlı bir cep telefonu uygulaması hazırlamış. Uygulamayı telefonunuza indiriyor ve bulunduğunuz bölgenin koronavirüs riski altında olup olmadığını görebiliyorsunuz. Ayrıca harita üzeriden koronavirüs vakalarının yoğunluğuna göre Türkiye’de nerenin, ne kadar riskli olduğunu da görebiliyorsunuz. Koyu kırmızı alanlar, vaka sayısının ve riskin yoğun olduğu bölgeleri gösteriyor, vaka sayısı azaldıkça renk açılıyor. Veriler Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı resmi rakamlara dayanıyor. Hani şu TTB’nin, uzman hekim örgütlerinin ve salgınla sahada mücadele eden sağlıkçıların gerçekçi bulmadığı; “Salgınla mücadelede başarısızlığın üzerini örtüp, yine yapmacık bir başarı hikayesine inanmamızı mı istiyorlar?” diye düşündürten rakamlar…
Bakanlığın açıkladığı rakamlar, tüm şaibesine rağmen en azından karşılaştırma yapabileceğimiz bir veri sunuyor bize. İşte bu verilerle oluşan cep uygulamasındaki haritaya baktığımızda “Salgın sınıfsal mıdır, değil midir?” tartışmasına son verecek bir tablo çıkıyor karşımıza:
Emekçilerin en yoğun yaşadığı iller, ilçeler, mahalleler; (örneğin İstanbul’da Bağcılar, Esenyurt, Ümraniye, Gebze, Kocaeli, Bursa, Zonguldak vb. illerdeki işçilerin yoğun yaşadığı mahalleler) salgının en yaygın olduğu ve dolayısıyla da riskin en yüksek olduğu bölgeler. Nedeni açık. Bu bölgelerde “Hayat eve sığmıyor!” çünkü. Devletin yurttaşları salgına karşı uyaran “Evde kal yaşamda kal!” sloganı buralarda yaşayanlar için geçerli değil. Yurttaş sayılmadıklarından değil elbette; mesele vergi almak, askere göndermek olunca herkesten daha fazla yurttaş onlar. Ama iş; haklara geldiğinde, yurttaş oldukları unutuluyor ve teri, canı, kanı pahasına sistemin çarklarını döndürmesi gereken emekçiler oluyorlar…
Emekçinin emeğinin, yaşamının değersizleşmesi ve sömürünün olağan hale gelmesi salgınla ortaya çıkmadı elbette. Ama her zaman ölümle burun buruna çalışan madenciler, inşaat işçileri vb. için tehdit daha da büyüdü. Bu gruba yenileri eklendi. Marketlerde, fabrikalarda, kargo şirketlerinde, bankalarda, fırınlarda çalışanların da yaşamları tehdit altında artık. Sokağa çıkmanın insan yaşamını ve toplum sağlığını tehlikeye attığı koşullarda, bu tehlikeye rağmen işsiz kalmamak, sofraya bir lokma ekmek koyabilmek için çalışmak zorunda kalanların emeği, “ne iş yapıyor olursa olsun” her zamankinden çok daha değerli bugün. Karşılığı ödenmedikçe emeğin artan değeri, sömürüyü daha da artıyor; öyle artıyor ki Sağlık Bakanlığı’nın cep telefonu uygulamasından bile izlenir hale geliyor!
Kendisini var edenleri yok saymak, değersizleştirmek… Kapitalizmin sihri burada işte! Sermaye bu sayede büyüyor, servet böyle ediniliyor, iktidarlar böyle ayakta kalıyor. Ama bu, aynı zamanda da kapitalizmin en büyük çelişkisi ve en zayıf noktası. Zira çarkları döndüren, sistemi sırtında taşıyan milyonlarca emekçi, bunu fark eder; sınıf olma bilinciyle dayanışma içinde örgütlü hareket ederse eğer, “Yıkılmaz!” denilen sistemin bir fiskede yıkılması içten bile değil.
Egemenlerin sınıf bilincini kırmak için bugüne kadar bulduğu en etkili yol, emekçiler arasında “ayrımcılık” yaratmak. Bulduğu bu yöntem her daim işe yarıyor. Onları, cinsiyet, ırk, renk, dil, inanç farklılıklarıyla birbirine rakip, hatta düşman ederek bölmek, böylece sömürüye razı etmek, ardından devranlarını döndürmek…
1889’da Paris’te toplanan II. Enternasyonal’de bu sömürünün ancak emekçiler arasındaki ayrımcılığa son verilerek engellenebileceği bilinciyle “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik ve Mücadele Günü” olarak kabul edilmiş 1 Mayıs. Enternasyonaller de zaten, insan gibi yaşamak, çalışmak ve sömürü düzenine son vermek için milliyet de dahil olmak üzere aralarında yaratılan ayrımcılığın her türünü yıkıp, “burjuvaziye ve kapitalizme karşı birlikte mücadele etmek”ten başka seçenekleri olmadığı düşüncesiyle kurulmuş örgütlenmeler.
Birinci Enternasyonal’den bugüne, aradan geçen 166 yılda, emekçiler ayrımcılığı kıramadı, dolayısıyla sömürü, artarak devam etti. Ediyor… Küresel salgın karşısında dünyanın hemen tümünde sermaye ve siyasi iktidarlar çıkarları için toplumun sağlığını, insan yaşamını hiçe sayıyor. Emekçilerin yaşamı umursanmadan, sadece sömürülecek varlıklar olarak görüldüğü gerçeği daha önce olmadığı ölçüde ortaya çıkıyor.
1889’dan bu yana olduğu gibi tüm dünyada emekçiler, her türlü baskıya rağmen -salgın nedeniyle farklı biçimlerde de olsa- bu yıl da “1 Mayıs” tan, birlik ve mücadele umudundan vazgeçmediklerini gösterecekler. Ancak artık bir adım daha ileri gitmek ve küresel salgın sürecinden de dersler çıkararak, ayrımcılıklara son vererek, birlik ve mücadeleyi fiilen yaşama geçirmek gerekiyor.