29 Ağustos 2014 Cuma

Savaşı kim ister?

ÖZGÜRCE
29/08/2014

Kimse bu soruyu “Ben savaş isterim” diye yanıtlamaz. Sorduğunuzda herkes barışçıdır; barışı ister, sadece kişiler değil, devletler de her fırsatta savaşa karşı olduklarını söyler, barışa övgüler düzer. “Savaş isterim” denilmez, denilemez çünkü savaş kandır, acıdır, gözyaşıdır; bu nedenle toplumların hemen tümünde savaş, insani ve ahlaki bulunmaz. Peki tüm toplumlar, halklar savaşı insani, ahlaki bulmuyor ve savaş karşıtlığında ortaklaşıyor ve barış istiyorsa savaşlar neden olur?

Lafı fazla dolandırmaya gerek yok, başka insanlar ya da başka halklar üzerinde 
egemenlik-tahakküm kurmak, iktidar olmak niyetindeki herkes, her sınıf, her devlet insani, ahlaki değerleri bir yana bırakmış, barıştan vazgeçmiştir (Tahakküme karşı, özgürlük için yürütülen savunma savaşları bunun dışındadır). Savaşın bedelini ödeyecek olan halklardır. Bu nedenle savaşları halklara kabul ettirmek, meşrulaştırmak son derece önemlidir. Tarihin her döneminde farklılaşmakla birlikte genel olarak, din, mezhep, vatan, millet, toprak gibi toplumda oluşturulmuş değerler, savaşı meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılır ve bu değerler uğruna savaşmak, ölmek, öldürmek kutsanır. Böylece savaşın ardındaki gerçek niyetler de gizlenmiş olur.


Kapitalizmde savaşlar, daha önceki toplum düzenlerine göre çok daha yaygındır. Kapitalizm sermaye birikimine, sermaye birikimi de insanın, emeğin, doğanın sömürüsüne dayanır. Sermayeler arası rekabet, bu sömürünün ulus devlet yapılanması içinde başka ülkelerin, halkların sömürüsü üzerinden yaygınlaşmasını gerektirir. Daha ucuz hammadde, daha ucuz enerji, daha ucuz emek gücü ve daha geniş yatırım alanları ve pazarlara ulaşmak için sermayedarlar devlet aygıtı üzerinden diğer ülkeler üzerinde egemenlik kurmak isterler. Egemenlik istekleri karşısında dirençle, direnişle karşılaştıklarında da savaş yoluyla yani güç kullanarak bu ülkeleri, halkları dize getirmeye çalışırlar. Bugün savaşların önemli bir bölümü ucuz enerji kaynaklarına ulaşmak amacıyla gerçekleşir. Ortadoğu’da on yıllardır süren ve milyonlarca insanın ölümüne ve yerinden yurdundan edilmesine neden olan savaşlar bunun en yakın, en çarpıcı örneğidir. 


Bir avuç sermaye sahibinin çıkarı ya da hegemonya heveslisi devlet yöneticilerinin iktidar hırsı için gerçekleşen savaşların bedelini ödeyen her zaman işçi, esnaf, köylü, zanaatkarlardan oluşan yoksul emekçi halk kesimleridir. Dolayısıyla savaşlara karşı mücadele yürütmek de öncelikle bu kesimlere düşmektedir. İşçi sınıfının mücadele örgütü olan sendikaların savaşa karşı mücadelede üstlenmesi gereken rol son derece önemlidir. 


Türkiye’de hükümetin bir süredir izlediği dış politika, Ortadoğu’da kanlı bir savaşa da neden olan hesapları içermektedir.  “Yeni Türkiye” nidalarıyla girilen süreçte söz konusu dış politikanın mimarı olan Davutoğlu’nun başbakanlığında kurulacak hükümetin bu hesapları daha da ileri taşıması sürpriz olmayacaktır. Bunun anlamı, Türkiye halkları da dahil olmak üzere Ortadoğu halklarının kanın acının daha da artacağı bir sürecin içine girmekte olduğudur.  Tüm savaşlar gibi insani ve ahlaki olmayan bu savaş oyununun bozulması, halklar arasında yaratılmak istenen düşmanlığa karşı halkların kardeşliğini daha yüksek sesle dillendirmek ve bunun için mücadele etmekle mümkündür. 


Savaşa karşı mücadelede savaşın bedelini ödeyen emekçilerin örgütü sendikalara önemli görevler düşmektedir. Sendikaların savaşla mücadelede yapabileceklerinin başında, hükümetin savaş politikalarını durdurmak üzere üretimden gelen gücün kullanılması yani grev gelmektedir. Savaşa karşı etkili bir grev, sermaye ve hükümeti savaş politikalarını gözden geçirmeye zorlayacak; bundan daha da önemlisi savaş politikalarının deşifre edilmesi ve emekçi kesimlerin savaşa karşı mücadeleye katılmalarında etkili olacaktır. Öte yandan sendikalar, Ortadoğu’da bir süredir kâr ve iktidar hırsıyla sürdürülen vahşi savaşın acılarını yaşayan halklarla dayanışma içinde olmalı ve tüm olanaklarını seferber etmelidir. Halklarla dayanışma sadece yardım toplayıp, ulaştırmaktan ibaret olmamalıdır. Savaş nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış olan Suriyelilerin işçi sınıfının bir parçası olarak kabul edilmeleri ve örgütlü mücadele içerisine katılmaları gerekmektedir. Öte yandan Rojava halkının sermaye ve iktidar heveslilerinin yürüttüğü savaşa karşı gösterdikleri onurlu direniş desteklenmeli, görünür kılınmalı ve diğer halkların mücadelelerine esin kaynağı olması sağlanmalıdır. 1 Eylül Dünya Barış Günü, sendikaların savaşa karşı mücadele konusunda mücadelelerini ortaya koymaları için önemli bir fırsattır.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Seçimin kazananı kim?


ÖZGÜRCE
15/08/2014

Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adayı olmasıyla birlikte meselenin cumhurbaşkanı seçmekten öte Türkiye’nin demokrasi, barış, özgürlük mücadelesinin bir aşaması olduğu vurgulamaya çalışmıştık. Tüm eşitsiz, adaletsiz koşullara ve bir Kürt adaya oy vermek konusundaki ön yargılara rağmen -bu ön yargılar sadece milliyetçi kesimler içinde değil, sol kesimler içinde dahi mevcuttur- Demirtaş’ın adaylığıyla vücut bulan “yeni yaşam çağrısı” başarılı olmuştur. Böylece Türkiye’de 90 yıldır yan yana gelmeleri engellenen ezilen, sömürülen, inkar edilen toplum kesimleri, demokrasi mücadelesinde kolektif bir iradeyi ortaya koyabildiklerini göstermişlerdir. Demokrasi son derece uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerektirir; 10 Ağustos seçimlerinde sağlanan başarı bu mücadelenin sonucu değil, sadece HDP-HDK fikriyatıyla ortaya konulan perspektifin doğru bir zemine oturduğunun göstergesidir. Nihai başarı için bugüne kadar bu ortak mücadele içinde yer almayan demokrasi güçlerini de katarak, doğruluğu kanıtlanmış olan bu zeminde çok daha kararlı ve sağlam adımlarla yürümek gerekmektedir.
10 Ağustos seçimlerinin en önemli sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz, rakipleri tarafından bir Kürt partisi olarak lanse edilmeye çalışılan HDP’nin, bir Kürt adayla girdiği seçimlerde, batı illerinin tümünde oylarını -HDP-BDP’nin önceki seçimlerde aldığına oylara göre- arttırmış olmasıdır. Şüphesiz bunda 2011 seçimlerinden buyana BDP-HDP milletvekillerinin emekçilerin sorunlarını Meclise taşımış olmasının ve 30 Mart yerel seçim sürecinde HDP’nin emekçileri kapsayan söylemlerinin önemli bir rolü olmuştur. Öte yandan Demirtaş da adaylığı süresince emekçilerin, yoksul kesimlerin sorunlarını kapsayan bir anlayışı son derece açık biçimde ortaya koymuştur. Dolayısıyla özellikle emekçi kesimlerin yaşadığı bölgelerde oylar yükselmiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Demirtaş’a yönelen emekçi oyları büyük ölçüde daha önce AKP’ye oy veren Kürt emekçilere aittir. Kürt olmayan emekçilerden alınan oylar son derece sınırlıdır. Zira milliyetçilik duvarı, emekçi kesimlerin ortak mücadeleye katılımını engellemeye devam etmektedir; bu duvar henüz yıkılamamıştır.
HDK çatısı altındaki tüm bileşenlerin ve elbette HDP’nin bu seçimlerde kendisine yönelen Kürt emekçilerin oylarını koruyabilmesi ve diğer emekçi kesimlere -milliyetçilik duvarını da yıkarak- ulaşabilmesi için emekçilerin sorunlarına yönelik söylemlerini somut politikalar haline getirmesi; emekçilerin güven duyacağı bir alternatifi sunması gerekir. Emekçi kesimleri -emeğiyle geçinenler Türkiye nüfusunun yüzde 70’inden fazladır- kapsayacak politikaların birbiriyle ilişkili dört temel ayağı vardır. Birincisi, iktisat politikalarının da bir yansıması olan istihdam politikalarıdır. İkincisi, işsizlikle mücadele gerekçesiyle esnekleştirilen emek piyasasının güvencesizlik, düşük ücret, iş cinayetleri olarak yansıyan sorunlarıdır. Üçüncüsü, sosyal işlevini kaybeden devletin piyasalaşma sürecinde emekçi, yoksul kesimlerin sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, barınma gibi en temel haklarını ortadan kaldıran; büyük ölçüde biat kültürünü de beraberinde taşıyan yardım/hayır mekanizmaları üzerinden yürüyen sosyal politikalarıdır. Dördüncüsü ise tüm bu sorunların hem nedeni hem de sonucu olan işçi sınıfının, emekçilerin örgütlenme ve mücadele özgürlüğünü engellenmesidir. 
Birbiriyle içi içe geçmiş olan bu dört ayak üzerinden ortaya konulacak somut politikalar, emekçilere 35 yıldır dayatılmış olan neoliberal politikaların ötesinde bir alternatifin olduğunu gösterecektir. Böylece seçim barajını aşmak bir tarafa tüm ezilen, inkar edilenlerle birlikte emekçiler, bu ortak mücadele zemini üzerinden daha demokratik daha özgür, barış içinde yeni bir yaşamın inşasında önemli bir mesafe kaydetmiş olacaktır.

8 Ağustos 2014 Cuma

Türkiye, cumhurbaşkanından öte demokrasi, barış ve özgürlüğü arıyor

ÖZGÜRCE
08/08/2014

Pazar günü yapılacak seçimleri, bazı gazetelerin verdiği gibi “Türkiye cumhurbaşkanını arıyor” şeklinde yorumlamak son derece anlamsızdır. Toplumsal yapıda, dönüşüm yaratacak köklü bir değişiklik olmadığı sürece, devletin başında kim olursa olsun toplumun huzurunu, refahını geliştirecek hiçbir değişim sağlanamayacaktır. Tam tersine devlet aygıtı üzerinden halkları birbirine düşmanlaştırarak, emekçileri sömürerek kendisini yeniden üreten egemen yapılar, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda dizayn ederek varlıklarını güçlendireceklerdir.
Bu yüzden pazar günü yapılacak seçimler, Türkiye’nin cumhurbaşkanını arayışı değil; Türkiye’nin demokrasiyi, barışı, özgürlüğü arayışı/mücadelesi olacaktır. Bu arayış/mücadele, cumhurbaşkanı seçimiyle başlamış değildir. Demokrasi, barış, özgürlük cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye halklarının hasretidir. Bunun için yürütülen mücadeleler her zaman en şiddetli yöntemler kullanılarak bastırılmaya çalışılmış; ama tüm baskılara rağmen mücadele devam etmiştir. 1970’lerde bu arayışın/mücadelenin öncüsü işçi hareketi ve sosyalist hareket olmuştur. Ancak 12 Eylül’le birlikte baskılar faşizme dönüşmüş; üretim sistemlerinin ve emek süreçlerinin esnekleşmesi, Doğu Bloku’nun çöküşü gibi gelişmeler de eklenince işçi sınıfı ve sosyalist hareket etkisini önemli ölçüde kaybetmiştir. Buna karşılık Kürt hareketi, Türkiye’de demokrasi, barış ve özgürlük mücadelesini sürdürmüştür. Sosyalist hareketin önemli bir kesimiyle Kürt hareketi, 1990’lı yıllarda kamu emekçi hareketi ve KESK içinde, 2000’li yıllarda da seçim ittifaklarıyla arayışlarını/mücadelelerini ortaklaştırmıştır. En son 2011’deki seçimlerde gerçekleşen ittifak önemli bir başarı sağlamıştır. Bunun ardından HDK ve HDP ile bu ittifakların bir cephe hareketine dönerek genişlemesi ve sürekliliği amaçlanmıştır. 
İşte Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı, Türkiye’de demokrasi, barış ve özgürlükler için sürdürülen bu uzun soluklu arayışın/mücadelenin bir parçasıdır. Seçim sonucu ne olursa olsun - buna Demirtaş’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesi de dahil- bu arayış/mücadele sona ermeyecek, sürecektir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş dışındaki adaylardan BBP, MHP, CHP başta olmak üzere milliyetçi-liberal kanadın temsilcisi olan İhsanoğlu, devletin eski statükosunu;  ağzından çıkan her sözde halkları düşmanlaştırmaya çalışan ve iktidarda bulunduğu 12 yılda emekçilerin haklarına en büyük darbeyi indirmiş olan Erdoğan ise devletin yeni statükosunu temsil etmektedir. Bunların demokrasi, barış ve özgürlük arayışına ve dolayısıyla toplumun huzuru ve refahına hiçbir katkısı olamaz. Aksine, bu iki aday, burjuvazinin egemenliğini sürdürmek üzere milliyetçilik ve totaliter devlet anlayışı üzerinde ortaklaşmaktadır. Bu anlayışın getireceği halklar arasında düşmanlığı artması, emek sömürüsünün yoğunlaşmasından başka bir şey olmayacaktır. 
Oysa Demirtaş’ın alacağı her bir oy demokrasi, barış ve özgürlük arayışı/mücadelesi için son derece değerli bir katkı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sandıktan çıkacak Demirtaş oyları, mücadelenin bundan sonraki süreci için son derece önemlidir. 
Sözün özü: Pazar günü yapılacak seçim, bir cumhurbaşkanı seçmekten öte demokrasi, barış, özgürlük arayışının/mücadelesinin son derece önemli bir aşamasıdır.  Halkların ve değişimin adayı Demirtaş’a verilecek oylar, bu arayışın/mücadelenin çok daha güçlenerek yoluna devam etmesini sağlayacaktır.

1 Ağustos 2014 Cuma

Mehmet Emin Erol’un ikinci cevabına cevap: Somut durum üzerine birkaç hatırlatma



ÖZGÜRCE
01/08/2014

“Bilindiği gibi gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle Marksizmin tahlil metodu, daima ‘somut durumların somut tahlilidir.’ Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.”
Mahir Çayan

18 Temmuz tarihli yazımın başlığı “İşçinin, emekçinin cumhurbaşkanı olur mu?” idi. Bu yazıyı, “Evet,  Demirtaş seçildiği taktirde işçilerin, emekçilerin de cumhurbaşkanı olacaktır.” diyerek bitirmiştim. Mehmet Erman Erol, benim bu görüşüme katılmadığını ve Demirtaş’ın içinden geldiği Kürt hareketinin sınıfsal anlamda çelişkileri bulunduğunu ve sosyalistlerin bunu sorgulama hakkının olduğunu belirtmişti. 27 Temmuz’da Evrensel ve sendika.org’da yayınlanan bir yazıyla Erol’a yanıt vermeye çalışmıştım. Erol, bu yazıma cevaben 29 Temmuz’da sendika.org’da “Eleştiri, sol, sınıf: Özgür Müftüoğlu’na ikinci bir cevap” başlıklı bir yazı daha yayınladı. Bu yazısında Erol, kendisine verdiğim yanıttaki argümanları ikna edici bulmadığını; “Demirtaş’ın olası bir cumhurbaşkanlığının Türkiye işçi sınıfına -Kürt hareketinin mevcut siyasetinin önüne koyacağı kısıtlar gereği- katkılarının…” benim beklentilerimden çok daha cılız ve öngörülemez olacağını belirtti.
Erol, ilk yazısında olduğu gibi ikinci cevap yazısında da Gezi, Demokratik İslam Kongresi, Reyhanlı açıklaması vb. Kürt hareketinin sınıf tavrına aykırı gördüğü örnekler veriyor ve bazı sosyalistlerin Demirtaş’ı desteklememeleri ya da eleştirmelerinin keyfiyetten veya ulusalcılık hastalığından dolayı olmadığını; sosyalist solun kendi ilkelerini yansıtan bir adayın bulunmadığı iddiasının doğal karşılanması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine de kişisel fikrinin “yetmez ama Demirtaş”; Demirtaş ikinci tura kalamazsa ikinci turda Erdoğan’ı yenilgiye uğratıp, “rejimi çatırdatmak için” diğer adaya yani İhsanoğlu’na oy vereceğini belirtiyor.
Erol’un kişisel düşüncesi ve oy verme tercihi konusunda bir sözümüz olamaz elbette. Ancak bu yazıdan kişisel görüş ve tercihlerden ziyade sınıfsal çelişkileri olduğunu ileri sürerek Kürt hareketine mesafeli yaklaşan sosyalist solun en azından bir kesiminin görüş ve tavrının da yansıtıldığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca fazla uzatmadan ve önceki yazılarla tekrara düşmemeye çalışarak birkaç söz etme gereği ortaya çıkmıştır.
Kürt hareketinin sınıf çelişkileri olduğu iddiasına karşılık daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Kürt hareketi ezilen, yok sayılan bir halkın varlık mücadelesini üstlenmiş bir halk hareketidir. Önceliği sınıf mücadelesi değildir, çünkü Kürt hareketi mücadelesini işçi hareketinin, sosyalist hareketin yükseldiği bir ülkede değil, tam tersine burjuvazinin tüm gücüyle emekçileri, yoksul halkı ezdiği bir rejime karşı gerçekleştirmektedir. Bu rejim, işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin gücünü kırarak, Türkiye’yi ucuz emek alanı haline getirmeyi hedefleyen 12 Eylül darbesinin üzerine inşa edilmiştir. Kürt halkına yönelik baskı ve şiddetin işçi sınıfına yönelik baskı ve şiddetle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir.
Bugün kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir kesimin hala bağlantısını kuramadığı emekçi sınıfla ezilen halk ilişkisini egemenler, 12 Eylül’de kurmuş ve her ikisini birlikte ezmek, yok etmek istemişlerdir. Daha sonra da işçi hareketinin yükseldiği dönemlerde, Kürt hareketine yönelik baskıları arttırarak, Kürt düşmanlığını körükleyip milliyetçiliği yükselterek sınıf mücadelesini engellemeye çalışmışlardır. Bunun en açık örneği 1989 Bahar Eylemleriyle yükselen işçi hareketinin 1992-1993 yıllarında Kürtlere yönelik katliamların, baskıların artmasıyla sönümlendirilmesidir. Kürtlere yönelik şiddetin artmasıyla birlikte toplumsal muhalefet ve işçi sınıfı hareketi yeniden gerilemeye başlamış, reel ücretler hızla düşmüş ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını geriletecek politikaların zemini hazırlanmıştır. Özellikle altını çizmek isterim ki bu dönemde sadece kamu emekçi hareketi ve KESK, mücadeleyi yükselterek sürdürebilmiştir ki bunun da esbabı mucizesi bu hareketin milliyetçilik tuzağına düşmeyip, Kürt ve Türk emekçilerin omuz omuza mücadele yürütmüş olmasıdır.
Türkiye’de işçi hareketi ve toplumsal hareketin 1990’lı yıllardan bu yana en büyük iki eylemi hiç kuşkusuz TEKEL ve Gezi direnişleridir. Dikkat edilirse her iki direniş de Kürt hareketinin güçlendiği ve hükümeti açılıma ya da müzakere masasına oturmaya zorladığı dönemlerde gerçekleşmiştir. TEKEL direnişinde Türkiye’nin dört bir yanından Kürt, Türk ve diğer halklardan emekçiler birlikte halay çekmiş, horon tepmiş ve hükümete “gerçek açılımı biz yaptık” mesajı vermişlerdir. AKP’ye Gezi’den önce en zor günlerini yaşatan bu eylem, sendikal bürokrasinin de katkılarıyla sona erdirilmiştir.
Kürtlerin içinde yer almamakla ya da müdahale etmekte gecikmekle suçlandıkları Gezi direnişinin, 30 yıllık çatışma sürecinin sonrasında silahların sustuğu, cenazelerin gelmediği bir dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf müdür? Eğer Kürt hareketi belirli bir güç haline gelerek barış sürecini zorlamasaydı, kendini işçi sınıfı içinde tanımlasın tanımlamasın emekçiler, gençler 33 yıllık darbe rejiminin baskısına karşı bir direnişi gerçekleştirebilir miydi? Hiç sanmıyorum. Kürt halkının darbe rejimine karşı büyük bedeller ödediği mücadelenin kazanımlarıyla Türkiye’nin batısında da demokrasi talepleri yükselmeye başlamış ve Gezi direnişi gerçekleşmiştir. Gezi’de bir başında Türk bayrağı diğer başında Öcalan bayrağı taşıyanların kurdukları halay da mücadelenin ortaklaşması ve Türkiye demokrasisi için en umut veren tablo olmuş ve egemenleri çok korkutan bu direniş büyük bir şiddetle bastırılmıştır.
2011 genel seçimlerinde Kürt hareketi, Türkiye emek hareketi ve sosyalistlerle kurduğu Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu ile önemli bir başarı sağlamıştır. Bu başarı egemenleri korkutmuş ve bu seçim başarısının ardından KCK operasyonları başlamış ve çatışmalar artmıştır. Diğerleri gibi burada da korkulan 12 Eylül’den bu yana mücadelelerini ortaklaştırmaları engellenen Kürtlerle emekçilerin, sosyalistlerin bir araya gelmeleridir. HDK ve HDP tüm baskılara rağmen birlikteliği sürdürmeyi ve mücadeleyi ortaklaştırmayı amaçlamıştır.
Kürt halkının haklarıyla Türkiye işçi sınıfının kader ortaklığını gösterecek örnekler çoğaltılabilir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayanların bu ortaklığı görmezden gelerek, Kürt hareketiyle ortak mücadeleden imtina etmesini; meselenin cumhurbaşkanı olmaktan öte ezilen, sömürülen ve inkar edilenlerin mücadelesini ortaklaştırmak olduğunu sürekli vurgulayan Demirtaş’a mesafeli durmasını hangi ilkelere dayandırdıklarını anlamak oldukça güçtür. Hele ki “Erdoğan’ı yenilgiye uğratıp, “rejimi çatırdatmak” için” milliyetçilerin ortak adayı İhsanoğlu’nu ehven-i şer diyerek desteklemenin, somut durumu tahlil edememek ve tarihsel bir çelişkinin içine düşmek dışında nasıl yorumlanabileceğini bilemiyorum.
Kürt hareketi, işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerinden somut durumların somut tahlilini yapabilmek için bolca tartışmaya ihtiyaç vardır. Şüphesiz bu tartışma, cumhurbaşkanlığı seçimiyle sınırlı değildir, birbirimizin sorgulama, eleştirme hakkına saygı çerçevesinde bu tartışmaların yaygınlaşarak sürmesini diliyorum ve bu tartışmanın gerçekleşmesini sağlayan Mehmet Emin Erol arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.

Yazıya Mahir Çayan’ın “somut durumun somut tahlili” üzerine sözleriyle başlamıştım. Bitirirken de Engels’in “ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün ön koşulu olduğu…” sözlerini ve Lenin’in egemen ülkelerdeki sosyalistlerin ezilen ulusların kurtuluşu için çalışma görevi olduğu ve azınlık milliyetçiliğini önlemenin tek yolunun halkların kendi kaderlerini tayin hakkının sosyalistlerce tanınması olduğuna dikkat çeken sözlerini anımsatmak istiyorum.