27 Kasım 2020 Cuma

Bir demokrasi sorunu olarak pandemi


28 Kasım 2020

Koronavirüsten bir günde ölen sayısı 200’lere yaklaştı. Günlük vaka sayısı ise 30 bine doğru gidiyor. Türkiye nüfusa göre günlük vaka sayısında sadece Avrupa’da değil dünyada da salgının en hızlı yayıldığı ülkelerin ilk sırasında.


Oysa daha yakın zamana kadar iktidar medyası, Türkiye’nin pandemi sürecinde ne kadar başarılı olduğunu anlatmakla ve hükümete methiyeler düzmekle kalmıyor, diğer ülkelerin ne kadar başarısız olduklarının yorumlarını yapıyordu. Bizzat sağlık bakanının, bazı ülkelerin bu süreçte başarısız olduğunu dalga geçer üslupla dillendirdiği bile olmuştu.
 
TTB ve diğer sağlık meslek örgütleri, Covid-19’un Türkiye’de resmen kabullenilmesinden bu yana geçen yaklaşık 8 ay boyunca “Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı pandemiye ilişkin verilerin gerçeği yansıtmadığı, bunun pandemiyle mücadeleyi olumsuz etkiyeceği ve toplum sağlığı için büyük tehlikeye yol açacağı” konusunda uyarıyordu. Hükümet uyarılara kulak asmadığı gibi uyarıyı yapan meslek örgütleri ve halk sağlığı uzmanları hakkında soruşturmalar açtı, hızını alamadı hatta, kimilerini tehdit, kimilerini terörist ilan etti.

Pandemiye karşı bilimsel yöntemlerle mücadele etmek yerine gerçeklerin üzerini örten hükümet, toplum sağlığını koruma görevini yerine getirmemiş, dünyayı kasıp kavuran bir bulaş karşısında yurttaşlarının yaşamını hiçe saymıştır. Bugün ailesinden neredeyse  Covid-19’a yakalanmayan, çevresinde bu nedenle yaşamını yitirmeyen kimse kalmamıştır.

Hükümetin pandemi sürecindeki tavrı sadece beceriksizlik ya da başarısızlık değil, sonucu belli bir tercihtir! Bu köşeden bizim de birçok kez dile getirmeye çalıştığımız gibi hükümet, toplumun sağlığını, insanların yaşamını sermayenin çıkarlarına ve iktidarının bekâsına tercih etmiştir!

Tüm uyarılara rağmen, patronların kârına halel gelmesin diye fabrikalar, atölyeler, bankalar, AVM’ler, turistik tesisler faaliyetlerini sürdürmüş, milyonlarca öğrenci ve eğitimcinin bir araya getirildiği LGS, YKS gibi sınavlar yapılmış, okullar yüz yüze eğitime açılmış; pandemiyle mücadelenin temel kuralı olan “fiziksel mesafe” ihlal edilmiştir. Başta sağlıkçılar olmak üzere tüm emekçiler, işsizlik ve açlık tehdidi altında bulaşa davetiye çıkartan koşullarda işe gidip gelmek ve çalışmak zorunda bırakılmıştır. Bu nedenle pandemi emekçilerin yoğun olduğu yerleşim yerlerinde hızla yayılmaktadır. Üstelik hastane patronlarının çıkarları doğrultusunda, -kendisi de hastane patronu olan Sağlık Bakanı Koca’nın öncülüğünde- düzenlenen piyasacı sağlık sistemi nedeniyle Covid-19 teşhisi ve tedavisi büyük ölçüde ‘bedeli’ mukabilinde verildiğinden bu bedeli karşılayamayanlar, kamu sağlık kuruluşlarının yetersizliği nedeniyle genellikle başının çaresine bakmak zorunda bırakılmaktadır.

Bir siyasi erkin, toplum sağlığını hiçe sayarak, yurttaşlarının yaşam hakkını ihlal edecek kararları kolayca verebilmesi için o toplumda zerre kadar demokrasi olmaması gerekir. Pandemi Türkiye’de bu zerrenin olmadığını göstermiştir! AKP emek sömürüsüne, doğa talanına karşı; sosyal, siyasal ve kültürel haklarını savunanlara yönelik, devletin şiddet aygıtlarını en ağır biçimde kullanarak, Türkiye coğrafyasından demokrasinin izlerini silmeye çalışmış, yazık ki bunu önemli ölçüde başarmıştır.

Sözün özü; ‘pandeminin yayılma hızında dünyada ilk sıralarda olduğumuz, her gün -resmi rakamlarla- 200’e yakın insanın yaşamını yitirdiği tablonun müsebbibi,  demokrasinin Türkiye’deki sıfırlanmış halidir. Sıfırlandıranlar da bellidir!

Bu sıfırlamanın mimarı olan AKP’nin “demokratikleşme”den söz etmeye başlaması bu yüzden manidardır!

7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında rafa kalkan “demokrasi”yle birlikte siyasal ve sosyal hakların yanı sıra ekonomik ve en önemlisi insan haklarının temeli olan yaşam hakkı da rafa kalkmıştır. Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda gerçekleşen katliamlarda, aylarca süren sokağa çıkma yasaklarında; ülkenin dört yanındaki iş cinayetlerinde; kadın cinayetlerinde; sığınmacıların kendilerine yurt ararken ölümlerinde… olmayan demokrasi, pandemiyle birlikte tüm yurttaşların yaşam hakkının da “sıfırlanmasına” neden olmuştur.

Pandemi Türkiye için sadece bir sağlık sorunu değil, bir demokrasi sorunu haline gelmiştir. Siyasi iktidarın toplum sağlığını, yurttaşların yaşam hakkını bir avuç sermayedarın çıkarı için ya da iktidarının bekâsı için hiçe saydığı koşullarda; her alandaki demokrasi mücadelesi, her bir yurttaşın yaşam mücadelesine dönüşmüştür artık!

Gebze’de metal işçisinin, Ermekte maden işçisinin, ülkenin dört bir yanında toprağını, suyunu sermayeden korumak için direnen köylünün, erkek cinayetlerine karşı sokaklarda haykıran kadınların, kayyumlarla yönetilen, siyasi temsilcileri tutsak edilmiş halkların mücadelesi bu ülkede yaşayan her bir insanın yaşam mücadelesi olarak görülmek zorundadır. Her bir alandaki mücadeleyi yaşam hakkı mücadelesi olarak görüp, demokratikleşme zemininde güçleri bir araya getirmekten başka çare kalmamıştır!  

20 Kasım 2020 Cuma

‘Bir Başkadır’ ayrımcılıkla yüzleşmek!

                                          21 Kasım 2020

Şifreli film kanallarının birinde gösterilen “Bir Başkadır” adlı dizi film pandemiyi, ekonomideki krizi ve bunların ortaya çıkardığı toplumsal meseleleri geride bırakarak sosyal medyada en çok konuşulan konu oldu. Filmin bu kadar ilgi görmesinin nedeni, Türkiye’nin -üzeri hep örtülmeye çalışılan- en can alıcı sorununa, toplumsal kutuplaşmaya parmak basarak izleyicilerini her gün tanıklık ettikleri; faili ya da mağduru oldukları ayrımcılıkla yüzleştirmesiydi.

Filmde de işlendiği gibi Türkiye’de halklar arasında kutuplaşma özellikle iki temel düzlem üzerinde yoğunlaşır: Etnik köken ve inanca dayalı yaşam biçimi (tüm toplumlardaki sınıf, cinsiyet ayrımcılığı da bunlar üzerinden yeniden üretilir). Bizde etnik köken temelli ayrışmanın hedefinde esas olarak Kürtler vardır. İnanç ve inancı esas alan yaşam biçimine göre ayrışma ise iki yönlüdür; hem İslam kurallarına göre yaşamayı tercih eden mütedeyyinler hem de seküler yaşam sürenler, birbirlerini ayrışmanın hedefine koyar.

Türkiye’de “doğal afetler ve siyasi katliamlar” kutuplaşmayı yaratan nefret söylemini çok daha görünür hale getirir. Örneğin Van ve Elazığ depremlerinde yüzlerce insanın ölmesi; on binlercesinin evsiz kalması akabinde, ülkenin batısında yaşayan bir kesim “ölenlerin, mağdur olanların çoğu Kürt” diye neredeyse zil takıp oynamıştı! Ülkenin dört bir yanından duyarlı insanlar zor durumdakilere yardım ulaştırma telaşındayken onlar, kirli çamaşırlarını gönderip –kendilerince- alay etmişti.

Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği dönemi anımsayın; Taybet Ana’nın cansız bedeni günlerce sokaktan alınamadığında, Cemile’nin annesi, kızının ölüsünü buzlukta saklamak zorunda kaldığında da benzer tavır sergilenmişti. Halklar arasında düşmanlık son bulsun, ülkede barış olsun diye Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda katledilenler için de empatiden yoksun aynı insanlık dışı tavır değişmemişti.

Tüm insani değerleri ayaklar altına alan kutuplaşma Kürtlere yönelik değil sadece. Karadeniz’de yaşanan sel felaketlerinde ya da Ege’de yaşanan orman yangınlarında da canından malından olanlara gösterilen yaklaşımın Kürtlere yapılandan farkı yok aslında; tek fark Kürtleri ötekileştiren kimi kesimlerin bu kez kendilerinin ötekileştirilmesi…

Başörtüsü üzerinden yıllardır süren laik-anti laik tepişmesinin yarattığı kutuplaşmada da tablo farksız. Toplumsal dönüşümü anlamaya çalışmadan, Cumhuriyetin burjuva demokrasisine dayalı kurallarını mutlaklaştıran ve mütedeyyinleri ötekileştirenler, siyasal İslam’ın yükselişine ne büyük katkıları olduğunun idrakine hâlâ varamadılar. Nihayetinde, 1999 Marmara ve Düzce depremlerinde ve en son İzmir depreminde cemaat ve tarikatların hedefi olmaktan kurtulamayıp, müsebbibi oldukları kutuplaşmadan paylarını aldılar.

Daha birkaç hafta önce 116 kişinin can verdiği İzmir depreminin ardından sosyal medyada “Oh olsun!” mealinden mesajlar paylaşıldı. Hemen tümünün gerekçesi İzmir halkının çoğunluğunun seküler yaşamı tercih etmiş olmasıydı. İzmir depremiyle aynı günlerde AKP milletvekili olmanın yanı sıra tartışma programlarında partisinin nefret söylemini kullanarak toplumsal kutuplaşmanın yaratılmasında önemli katkısı bulunan Burhan Kuzu, Covid-19 nedeniyle öldü. Tabiatıyla Kuzu da yıllardır körüklediği kutuplaşmanın kurbanı olmaktan kaçınamadı. Kendisi görmedi ama ölüm haberinin duyulmasının ardından onun hakkında da kutuplaşmanın ayrıştırıcı dili, nefret söylemi en acımasız biçimde kullanıldı.

Hedefinin kim olduğuna, kimin kimi ötekileştirdiğine bakılmaksızın bilinmeli ki “Kutuplaşmanın kaybedeni halklardır!” Yani Kürtleri, inancı doğrultusunda yaşayanları ötekileştiren seküler Türkler, dindarlar tarafından ötekileştirilirken; dindarlar da toplumun sırtında yük haline gelmiş iktidarın yandaşı olduğu için ötekileştiriliyor şu günlerde.

“Bir Başkadır”, gündelik hayatın içinde ayrımcılığa ayna tutarak, belirli sınırlılıklar içinde de olsa önemli bir işlevi yerine getiriyor. Ancak ayna tutmanın bir adım ötesine geçilerek ayrımcılığın ardındaki etkenlerin de göz önüne serilmesine ihtiyaç var. Bu bağlamda “halkı birbirine düşürme, kutuplaştırma yöntemi”nin, egemenlerin toplumun genelinin yararına olmayan politikaları yaşama geçirebilmesinin en kolay yolu olduğu bu nedenle burjuvazi ve onun çıkarı doğrultusunda devlet aygıtını elinde bulunduran siyasi iktidarların kullandıkları nefret söylemiyle toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak körüklediği ortaya konmalıdır.

Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin 98 yıldır, Osmanlı’nın son döneminde başlayan, burjuva devriminin gereği “ulus devletleşme” sürecinde; önce Ermenilerin, Rumların ardından Kürtlerin, sonra Alevilerin ötekileştirilmesi üzerinden toplumu kutuplaştırarak varlığını sürdürme politikasının bitmeyen tekerrürüyle yüzleşilmelidir. AKP’nin 18 yıldır iktidarının devamı için bu kutuplaşmayı daha da derinleştirdiği; CHP’nin yürüttüğü siyasetin yine kutuplaşma zemini üzerine oturduğu; ikisi arasında tek farkın birinin seküler yaşamı tercih edenleri, diğerinin ise dindarları ötekileştirmesinden ibaret olduğu ve Türk milliyetçiliği üzerinden Kürtleri ve beraberinde gayrimüslimler ile Orta Doğu ve Afrikalı göçmenleri ayrıştırma konusunda da hemfikir oldukları… açıkça konuşulmalıdır.

Türkiye’nin ihtiyacı, “Bir Başkadır” dizisiyle heyecanlanan ve belki de umutlananların özlemi de olan “dil, din, etnik köken gözetmeden kağıt üzerinde yurttaş olsun olmasın herkesin insan hakları temelinde eşit olması”dır. Halkların eşit koşullarda bir aradalığı egemenlerin yarattığı ayrımcılığı da ortadan kaldıracak, kutuplaşmalar yerini dayanışmaya ve birlikte mücadeleye bırakacaktır. Ama bunun için önce normalleşmiş sessizliği, tepkisizliği bozup toplumsal kutuplaşmaya karşı somut adımların atılması gerekir. İşte o zaman “Bir başka” olur her şey…



13 Kasım 2020 Cuma

(Hangi) ekonominin yönetimi?


14 Kasım 2020

Sadece muhalefet partileri değil, AKP içinden de bir kesim, ekonomi yönetiminin başında bulunan damat&bakan Albayrak’ın istifasını istiyordu bir süredir. Gerekçeleri, Albayrak’ın ekonomiyi yönetecek yetkinlikte olmadığı ve ekonominin de iyi yönetilemediği idi. Geçtiğimiz hafta istifa/af dileme haberinin ardından bu konu, ziyadesiyle yazıldı çizildi. Bu nedenle Albayrak’ın yetkinliği ve istifa meselesini bir tarafa bırakıp, “ekonomi yönetimi” üzerinde durmak istiyorum.

Ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini ele alırken önce “ekonominin iyi yönetilme kriterinin ne olduğu”nu sorgulamak gerekir. Eğer söz konusu olan bir şirket olsaydı, kârı yüksek olan şirketin iyi yönetildiği söylenebilirdi. Ama ülke ekonomisinin yönetilmesinden söz ediliyorsa yanıt o kadar basit değildir.

Her şeyden önce bir ülkede -şirketten farklı olarak- çıkarları birbiriyle çelişen sınıflar ve çıkar grupları vardır ve doğal olarak bunlardan birisi için iyi olan, diğeri için kötüdür. Ekonomi, bu sınıflar ve aynı sınıftan olsa da çıkarları ayrışan gruplar arasındaki güç ilişkileri üzerinde şekillenir. Yani ekonomi kendinden menkul bir mekanizma olarak değerlendirilemez; zira güç dengeleri ve beraberinde toplumsal yapı üzerinde etkisi olan tüm faktörler ekonominin de belirleyenidir. Bunların en başında hâkim üretim sistemi ve buna bağlı olarak şekillenen toplum düzeni gelir.

İçinde bulunduğumuz dönemde dünyanın hemen tümünde ve elbette Türkiye’de de bir avuç burjuva ve onun çıkar ortaklarının söz sahibi olduğu kapitalist üretim sistemi ve kapitalist toplum düzeni hâkim. Kapitalizmde egemen azınlık, siyaset kurumu vasıtasıyla toplumsal düzenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasını ister. Amaçlanan, ekonomi ile siyaset arasındaki bağın gizlenerek bunların birbirinden ayrı işleyen mekanizmalar olduğuna halkın inandırılmasıdır. Böylece siyaset kurumunun, burjuvazinin çıkarları için toplumun geniş kesimlerini işsizliğe, yoksulluğa; savaşlarda, iş cinayetlerinde ölüme sürüklediği gerçeğinin üzeri örtülmüş olacaktır. Burjuvazinin amacına ne ölçüde ulaşabileceği, çıkarları onunla örtüşmeyen toplum kesimlerinin söz hakkını ne ölçüde kullanabildiğine yani demokrasinin düzeyine bağlıdır.

En temel insan hakları ve özgürlüklerin (haber alma, düşünce ve ifade vb) bile kolaylıkla çiğnendiği emeğine, doğasına, siyasal ve kültürel haklarına sahip çıkmaya çalışan kesimlerin sesinin şiddet kullanılarak kesildiği, ekonomik ve sosyal hakların her geçen gün daha da tırpanlandığı bir ülkede ekonomiyi kimin yönettiğinin; ezilen, sömürülen, yoksullaştırılan geniş toplum kesimleri için zerrece önemi yoktur! Zira toplumda güç ilişkilerini dengeleyecek örgütlenme ve mücadele kanalları tıkanmışsa, değil ekonomi yönetimi, siyasi iktidar tümden değişse bile durumda dişe dokunur bir etki yaratmayacaktır.

Türkiye’de muhalefetin ufku, ekonomi yönetimini eleştirmek ve örneğin damat&bakan Albayrak’ın istifasını istemekle ya da Merkez Bankası’nın özerkliğini sorgulamakla sınırlıdır. Muhalefetin eleştirisi uygulanan politikalara değil, bu politikaların iyi uygulanmadığına yöneliktir ve bu politikaları kendilerinin daha iyi uygulayacaklarını iddia ederler. Oysa emeği, doğayı sermayenin çıkarları için daha çok sömürmeye dayanan neoliberal politikaları uygulamakta, 18 yıllık iktidarı süresince AKP son derece “başarılı” olmuştur. Öylesine başarılı olmuştur ki dünyada bu politikaları ciddi bir toplumsal direnişe neden olmadan uygulayabilen ve kesintisiz biçimde iktidarda kalabilen bir başka hükümet yoktur! Uluslararası ve yerli sermaye tarafından her fırsatta; alkışlanan bu başarının esbab-ı mucibesi; demokrasiden gittikçe uzaklaşarak, ülkede otoriter bir rejimin inşa edilmesidir. AKP’nin başarısında“demokrasiyi, insan haklarını, milliyetçi hezeyanlarından dolayı savunmaktan imtina eden; toplumun önüne alternatif bir ekonomik program koyamayan, sadece ekonomi yönetimini eleştirmekle yetinen muhalefet”in de payı büyüktür.

Uzun sözün kısası, siyasi iktidardan azade bir ekonomi yönetimi yoktur. Türkiye’de ekonomiyi ve beraberinde ülkeyi yönetenler; işçi, memur, köylü, esnaf, küçük üreticiden oluşan geniş toplum kesimlerini yok sayan ve ülkenin tüm kaynaklarını bir avuç sermayedara sunan yani toplumun geniş kesimleriyle birlikte ülkeyi uçuruma doğru götüren yolda ilerleyen bir aracın sürücüsü durumundadır. Siz eğer aracın yolunu değiştirmezseniz, sürücü koltuğunda kim oturursa otursun, uçuruma yuvarlanmaktan kurtuluş mümkün olmayacaktır. Toplumun, kendisini uçuruma kimin götüreceği konusunda akıl verene değil; toplumu refaha ulaştıracak alternatif yollar ortaya koyana ve bu doğrultuda mücadeleyi örgütleyecek siyasi yapılara ihtiyacı vardır!