23 Şubat 2012 Perşembe

Savaşa Karşı Mücadele (!)

ÖZGÜRCE
24/02/2012

Dünyada ve Türkiye’de üretim ilişkilerinin ve bununla birlikte de toplumsal ve siyasal yapının yeniden biçimlendirildiği son derece önemli bir dönemeçten geçiyoruz. Bu yeniden yapılanma sürecinin çok güçlü aktörü, sermaye ve onun çıkarları üzerinden hareket eden uluslar üstü örgütler ve siyasi iktidarlar. Bu güçlü aktörün hedefi egemenliğe sahip olduğu sistemin yani kapitalizmin varlığını sürdürebilmek. Bunun için tek çaresi sermaye birikiminin yani yüksek kârın sürekliliğini sağlamak. Kapitalist üretim sisteminde kârın kaynağı ise emek, hammadde ve enerjinin en düşük maliyetle elde edilebilmesine bağlı.


Ucuz hammadde ve enerji kaynaklarına ulaşabilmek için hegemonyayı elinde bulunduran güçler, 1960’ların sonlarından bu yana hammadde ve enerji bakımından zengin coğrafyaları denetimleri altında tutabilmek için halkları birbirine düşürmekten ya da doğrudan taraf oldukları operasyonlar yürütmekten geri kalmıyorlar. Kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için ülkeler ve halklar arasında çıkartılan savaşlar on milyonlarca insanın canına mal oluyor.

Türkiye de sermayenin kârlarını yükseltmesi ve kapitalizmin sürdürülebilmesi pahasına ölümü, acıları ortaya çıkartan savaşların bir parçası oluyor. Türkiye kimi zaman hammadde ve enerji kaynaklarını barındıran ülke halklarına yönelen saldırılar için topraklarını hegemonyanın silahlı güçlerine kullandırıyor; kimi zaman da hegemonyanın ve ulusal sermayenin çıkarları doğrultusunda Türkiye halkları birbirine düşman edilip bu savaşların bir parçası haline getiriliyor.

Türkiye savaşlarla içli dışlı olunca silahlanma harcamaları da her geçen gün artıyor. Silah sanayine yatırım çok kârlı bulunuyor ve özel sermaye silah yatırımlarına yöneliyor. Örneğin TOBB’nin Türkiye Savunma Sanayi Sektör Raporu 2010’a göre Türk savunma sanayi üretimi 2000 yılına nazaran yüzde 100 artarak 3 milyar dolara çıkmış. Ekonomik krize rağmen Türkiye’nin savunma harcamaları 2008 yılı sonrasında yüzde 6.6’lık artış göstermiştir. Yerli silah üretiminin yanı sıra silah ithalatı da son sürat devam ediyor. Savunma Bakanının yaptığı son açıklamaya göre ABD’den alınacak 100 savaş uçağı için 16 milyar dolar ödenecekmiş.

Bütçeye yük oluyor diye emeklilik yaşını 65’e çıkartan; sağlık hizmetlerinin her aşamasından para alıp bir de üzerine GSS adıyla yurttaşlardan sağlık haracı toplayan; personel giderlerini düşürmek için güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıran devletimiz silah için bütçeyi bonkörce harcamaktan çekinmemektedir. Bu ülke 30 yıldır süren ve binlerce evladını kaybettiği savaş nedeniyle zaten ziyadesiyse yoksullaşmıştır.

İran, Irak, Suriye ve İsrail arasında yaşanan gergin süreçte hükümet savaşın insani ve maddi bedelini düşünmeden kapitalizmin hegemonyası durumundaki ABD’nin taşeronluğuna soyunmaktadır. Bu süreçte ülke içinde de muhalif tüm sesleri kısmaya yönelik baskı süreci en ağır biçimiyle sürmektedir.

Savaşlara insani ve ahlaki nedenlerin yanı sıra ekonomik nedenlerle de şiddetle karşı çıkılmalıdır. İnsanlık dışı bir sistem olan kapitalizmin sürdürülebilmesi için çıkartılan savaşların faturası her zaman emekçi kesimlere ödettirilmektedir. Savaşta asker olarak ölen, savaş bütçeleri nedeniyle yoksullaşan her zaman emekçi kesimlerdir. Bu nedenle savaşlara karşı olmak en başta emekçilerin ve onların örgütlerinin görevi olmalıdır.

İşçi sınıfı tarihinde I. Enternasyonal başta olmak üzere uluslararası emek örgütleri savaşlara karşı tavır almışlar ve hatta savaşı genel grev nedeni olarak ilan etmişlerdir. Maalesef bugün uluslararası ve ulusal düzeyde sendikalar savaşa tavır alacak anlayıştan çok uzakta bulunmaktadır. Ama savaşları ve o savaşların nedeni olan sistemi, sınıf örgütlerinin yürüteceği mücadele dışında durdurabilecek hiçbir güç yoktur. Bu durumda emekçiler en azından kendilerinin ve ailelerinin yaşamı için örgütlenmeli ve örgütlerini savaşlara karşı mücadeleye yöneltecek bir çabanın içinde olmalıdır.
                                                            *           *           *
10 Şubat tarihinde bu köşede yazmış olduğum “DİSK’te Genel Kurul Zamanı” başlıklı yazımı Erhan Bilgin aynı gün bianet.org sitesinde yayınlanan yazısında “ağır bir dille” eleştirdi. Eleştirinin nedeni yazının “DİSK’i yeniden emekçi kesimlerle buluşturacak ve yeniden işçi sınıfının güvenini kazandıracak bir kadronun yönetime gelmesi umuduyla Genel Kurula başarılar diliyorum.” cümlesiydi. Erhan, bu cümleden hareketle yazımı sendikal bürokrasiye methiye olarak değerlendirmiş olmalı ki yazısını “…Özgür 2010 yılının sonunda yazdığı yazısının başlığı olan ‘2011 sendikal bürokrasiyle mücadele yılı olmalı!’ ibaresini bir şiar olarak 2012 yılı ve DİSK için de dilemesini, talep etmemi, sanıyorum bana çok görmeyecektir.” sözleriyle bitirmiş. Eğer Erhan, beni sendikal bürokrasiyle mücadele düşüncemin arkasında durmamakla itham etmeseydi kendisiyle “sendikal bürokrasiyle mücadele yöntemleri” üzerinden bir tartışma yürütebilirdik ve ben o zaman kendisine, DİSK Genel Kurulunda Arzu Çerkezoğlu’na bürokrasinin tüm baskılarına rağmen ikinci turda da oy veren 166 delegeyi hatırlatabilirdim. Ama beni ısrarla sendikal bürokrasiden yana gösterme çabasında olduğu için kendisine herhangi bir yanıt vermeyeceğim. Sadece sendikalar ve sendikal bürokrasiye ilişkin olarak beni itham etmeden önce bu konuda yazdığım onlarca yazıya bir göz atmasını dileyeceğim.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Özgür Müftüoğlu: "İşçi sınıfı kendi mücadele aracını yaratacaktır"

YARINLAR
aylık kültür ve politika dergisi
sayı:34 ŞUBAT 2012

Söyleşi

Büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir.



Avrupa’da ciddi siyasi sonuçlar doğuran bir ekonomik kriz var. Bu krizin genel olarak emek hareketi özel olarak da sendikacılık üzerinde ne gibi etkileri olabilir?

Avrupa’da 1980’li yıllardan itibaren, sendikal hareketler de dahil olmak üzere tüm toplumsal hareketlerde müthiş bir gerileme söz konusu… Ancak son dönemde; 2008’de zirve noktasına ulaşan ekonomik kriz ve az gelişmiş çevre bölgelerdeki toplumsal hareketlerin de etkisiyle artık Avrupa’da da bir miktar hareketlenme var. Uzunca bir süredir bir yandan Avrupa işçi sınıfı elde ettiği kazanımları kaybediyor, diğer yandan da mevcut sendikal yapılarla kendisini devam ettiren bir süreç devam ediyordu. Ancak işsizliğin giderek artması, reel ücretlerin gerilemesi, sosyal haklarda geriye doğru gidilmesi Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçilerin dayanamayacağı bir noktaya vardı. Bu noktada oradaki uzlaşmacı sendikacılık anlayışı işçi sınıfının sorunlarına yanıt veremez hale geldi; hatta sendikalara rağmen işçi hareketleri fiili olarak ortaya çıkmaya başladı. Öyle bir durum ortaya çıktı ki, özellikle Avrupa Birliği süreci içerisinde sendikalar sınıf mücadelesini engeller bir konuma sürüklendiler. Emekçilerin haklarını götüren birçok yasal düzenlemelerin altında ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu)’un da imzasının olduğu ortaya çıktı. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilere yakın olan sendikalar çoğunlukla oradaki emek karşıtı süreçleri meşrulaştırdılar. Ama şimdi aşağıdan bir tepki oluştuğunu görüyoruz. Bunlar elbette kriz derinleştikçe daha da fazla açığa çıkacak; bunun sonucunda da muhtemelen politik toplumsal hareketler baş göstermeye başlayacaktır diye düşünüyorum.

Peki Avrupa’daki sendikaların bu süreçte radikalleşmesini, politik hedefler belirlemesini bekleyebiliriz miyiz?

Avrupa’daki sendikaların da Türkiye’dekine de benzer yapısal sorunları var. Bürokratik bir yapıdalar, sınıfla aralarındaki bağ çok zayıflamış. Dolayısıyla, bu çerçevede Almanya’da DGB İngiltere’de TUC gibi bürokratikleşmiş sendikal yapılar radikalleşebilir mi, ben umutlu değilim. Ama bu büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir. Ancak o zaman sendikalarda radikalleşme süreci gibi bir şeyden bahsedebiliriz. Şunu da eklemek lazım. Bugün Avrupa’daki siyasi rejimler, belki 19. Yüzyılın ikinci yarısından bu yana var olan en anti-demokratik rejimler... Yunanistan’da tamamen teknokrat bir hükümet geldi, İtalya’da keza öyle... Teknokrat hükümet ne demektir? Halka hesap verme sorumluluğu olmayan hükümettir. Bunlar uluslararası sermayenin, sermaye örgütlerinin adına orada bulunuyorlar. Özgürlükçü bir demokrasi anlayışının yeniden oluşturulması için de yeni mücadelelere gerek var. 1848 Devrimleri’yle elde edilmiş olan özgürlükçü demokrasinin kalıntılarını yiye yiye buralara kadar geldik. Ama artık bitti! Emekçi kesimlerin demokrasiyi yeniden sağlamak için, insanca yaşamak diyelim bunun adına, mücadele etmesi gerekiyor. Başka şansı yok! Emekçi kesimler ne zaman bu gerçeği görür ve güçlü bir şekilde harekete geçerse, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı da var demektir. Biliyorsunuz daha önceki özgürlük ve demokrasi mücadeleleri sanayileşmenin olduğu kapitalizmin erken geliştiği ve sınıf mücadelesinin önde olduğu Avrupa topraklarındaydı. Bu seferse çevrede de özgürlük mücadeleleri var. Mısır’da, Tunus’da, daha birçok ülkede mücadeleler var. Birşeyler olacaksa bu mücadeleler yoluyla olacak yani.

Türkiye’deki sendikacılık hareketinin krizi gibi bir olgudan yaklaşık 20 yıldır bahsediliyor. Sizce bu süreç tersine çevrilebilir mi?

Şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de bugün sendikalar emekçi sınıfın derdine deva olamıyorlar. Sendikalar, biliyorsunuz, işçi sınıfının ihtiyacı doğrultusunda oluşmuş, sınıf mücadelesini yürütmek için kurulan araçlardır. Ancak bugün bu araçlar işlevini yerine getiremiyorlar. Türkiye’de de işçi sınıfı kendi ihtiyacını karşılayacak şekilde sendikları dönüştürme gereksinimi duyacaktır. “Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerini ve sınıfın üretim sürecindeki örgütü olan sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Bunları değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmek gerekiyor. Türk-İş’in içerisinde bir takım sesler çıkmaya başladı mesela. Onun dışında yerel düzeylerde de bir takım platformlar kuruluyor. Örneğin Gebze’de Gebze İşçi Platformu kuruluyor. Pratik sorunlar üzerinden bir araya gelmeler yavaş yavaş başlıyor. Eğer bir değişim olacaksa bu aşağıdan olmalı. Sendikal kriz diyoruz ama krizin önemli bir nedeni de tabandaki emekçilerin örgütlenmeden uzak durmaları, oradaki mücadeleye katılmaktan geri çekilmeleri gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla değişimin buradan başlaması gerekiyor. Örgütleri işçilere, işçiler de örgütlerine yabancılaşmış durumda. Artık bunun aşılıp yeniden bir mücadele yaratılması lazım. Bu da aşağıdan yukarıya bir hareketlenmeyle mümkün; zira konfederasyon yönetimleri ve sendika yönetimler krizin parçası konumundalar, onların böyle bir dönüşüme öncülük etmeleri pek mümkün görünmüyor.

Emek hareketleri sendikalar dışında yeni örgütlenme biçimleri geliştirebilirler mi? Veya geliştirmeliler mi?

“Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerinin ve sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Fakat mevzuattan kaynaklanan nedenlerden dolayı sendikalı bile olamayan işçiler var. Ne yapacaklar bunlar? Dediğim gibi ideali elbette girip o örgütlerin içerisinde o örgütleri değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmektir. Ama bu koşullar oluşmuyorsa, o zaman işçiler de başka bir takım örgütlenmeler içerisine gireceklerdir ki, bugün birçok işçi için söz konusu olan budur. İnsanlar ayda 400 lira için günde 12 saat çalışıyorlar. Bazen paralarını bile alamıyorlar. Gönül ister ki; ideolojik olarak sağlam, bütün bu sorunlar hakkında sınıfsal perspektif geliştiren sendikal örgütler bu işçiler kapsayabilse…

AKP iktidarıyla birlikte AKP’ye yakın işçi ve memur sendikalarının üye kazandığını görüyoruz. Memur-Sen’in üye sayısında %800’lere varan artışlar. AKP’nin emek sermaye ilişkilerindeki yeriyle, neoliberalleşme sürecindeki etkinliği düşünülecek olursa bu sendikaları hala emek örgütü gibi düşünmek sizce doğru mudur?

Bugün Türkiye’de sendikalar tarihinde hiç olmadığı kadar siyasallaşmış vaziyettler, maalesef siyasallaştıkları zemin de muhafazakar-liberal bir siyasal alan. Ama tabana baktığınız zaman durum farklı. Şubelere indiğinizde, işyerlerine gittiğinizde, orada gerçekten sendikal mücadele yürütmeye çalışan işçileri görüyorsunuz. Sendikalardaki bürokratik yapıyı kırmaya çalışıp yönetimlere girmeye çalışan gerçekten son derece samimi bir şekilde mücadele yürütmek isteyen insanlar var. Sendika yönetimleriyle tabandaki samimi sendikacıları ayırmak gerekir; aksi takdirde bu, samimi bir şekilde sendika tabanlarında çalışan insanlara haksızlık yapmak anlamına gelecektir. Hak-İş mesela, hükümetin önlerine getirdiği herşeye gözü kapalı imza atıyor. Böyle bir örgütün emekten yana olduğunu söylemek mümkün değil. Ama dediğim gibi bunun içerisindeki samimi olan unsurları tenzih ederim. Türkiye’deki sendikal mevzuatın da bu tür sendikal yapıları güçlendirdiğini söyleyebiliriz. İşçiyseniz, bir işe giriyorsunuz, o iş yerinde hangi sendika varsa, mecburen o sendikaya üye oluyorsunuz. Memur-Sen’e baktığımızda da kamunun hiyerarşik yapısı içerisindeki amir-memur ilişkisinin önemli olduğunu görüyoruz. Memur kendi durumunu korumak için o sendikalara giriyor. Ama bu sendikaların bu kadar güçlenmesinin bir diğer nedeni de, işçi sınıfının ihtiyacını karşılaması gereken sendikaların işlevlerini yerine getirmemesinden kaynaklanıyor. Çok açık söylüyorum KESK’e bağlı sendikalar gerçekten sendikacılık yapsalardı, Memur-Sen’e ihtiyaç kalmayabilirdi. O zaman insanlar gerçeği görecekler; diğerlerinin gerçekten sendika olmadığını anlayacaklardı.

Bu anlattığınız çerçevede Tekel örneği nereye oturuyor? Sendikal hareket bunun deneyimini özümsedi mi, bir ders çıkardı mı buradan?

Öncelikle şunu vurgulamak lazım Tekel direnişinin sonlanması hükümetin ya da sermayenin yaptığı bir şey değildi. Oradaki direneşi durduran, çadırları söktüren sendikal yapılar oldu. Tekel işçilerinin 4-c sorunu hepimizin ortak sorunuydu. Güvencesizleştime gibi tüm emekçilerin ve sendikal örgütlerin mücadele başlığı olması gereken bir sorunda 1000 Tekel işçisini yalnız bıraktık. Onlar da zaman içerisinde azaldılar doğal olarak. Orayı seyirlik bir yer haline getirip, gezdik. Halbuki oradaki sorunu ortaklaştırmak lazımdı. Burada en büyük sorumluluk elbetteki örgütlerindir. Mesela bir 4 Şubat grevi vardı. Bu greve Tekel işçilerinin örgütlü oldukları Tek-Gıda İş bile uymadı. Burada tamamen samimiyetsizlik, durumu kurtarmak gibi bir şey söz konusu oldu. Aslında Tekel direnişi Türkiye’deki sendikal yapıyı tam olarak görmemizi sağlayan bir durum ortaya çıkardı. İki sene geçti aradan ama birçok emekçi o günleri hatırlamyor bile. Direnişi manşetlere çıkaran sol basın bile süreci takip etmedi. Tek Gıda-İş “biz mücadeleyi Anayasa Mahkemesi’ne devrettik” dedi ve bıraktı. Bugün bütün Tekel işçileri 4-c’ye geçmiş durumdalar. Ben bir kısmıyla görüşüyorum, bizim hayal ettiğimiz dönüşüm kendilerinde dahi yaşanmadı. Daha önce AKP’ye oy veren bugün de oy veriyor. Ama bunda günah onların değil. Mesele emek örgütlerinin yeterince bu süreci sahiplenmemiş olmasından kaynaklandı. Dolayısıyla bugüne maalesef çok ciddi bir şey taşınamadı. Paris Komünü de yenilgiyle sonuçlanmıştı ama daha sonraki mücadeleler için sağlam bir basamak oluşturmuştu. Bugün birileri unutturmaya çalışsalar da, Tekel direnişi 1980’lerden sonraki süreç için üzerine ölü toprağı serpilmiş sınıf mücadelesinin ayağa kalkışıydı. Bunu unutturmamak lazım.

9 Şubat 2012 Perşembe

DİSK’te Genel Kurul zamanı…

ÖZGÜRCE
10/02/2012

DİSK, Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde her zaman beklentilerin yüksek olduğu bir örgüt olmuştur. DİSK’ten beklentilerin yüksek olması 1970’li yıllarda yürütmüş olduğu mücadeleden kaynaklanır. 1967 yılında kuruluşunun ardından DİSK’in mücadelesi, dönemin ekonomik ve siyasal koşullarının da etkisiyle sadece toplu sözleşme üzerinden yürüyen bir sendikacılık olmamıştır. 1970’lerde DİSK işyerlerinde grev silahını da sık sık kullanarak yürüttüğü mücadelenin yanısıra Türkiye demokrasi mücadelesinin de en önde gelen aktörü olmuştur. Bu bağlamda DİSK, siyaset üstü olma söylemiyle egemen sistemin savunuculuğunu yapan sendikal anlayışa inat işçi sınıfının siyasetinin sokaklarda, meydanlar savunuculuğunu yapmıştır.


12 Eylül darbesiyle kapatılan DİSK, 1992 yılında yeniden faaliyetlerine başladığında tüm dünyada sınıfsal dengeler önemli ölçüde değişmiştir. Herşeyden önce artık reel sosyalizmi temsil eden SSCB ve Doğu Bloku artık yoktur. Öte yandan küreselleşme süreciyle birlikte üretim işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu ülkelerden, sınıf hareketinin ya hiç olmadığı ya da zayıf olduğu çevre ülkelere kaymıştır. Çok sayıda işçinin tek çatı altında çalıştığı, standart istihdam biçimlerinin ve yüksek örgütlenmenin olduğu fordist üretim sisteminin yerini; küçük ve orta ölçekli işletmelerin ağırlıkta olduğu, kayıtdışında kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı esnek üretim sistemleri almıştır. Devlet bir taraftan özelleştirmelerle üretimden çekilirken, diğer taraftan da uyguladığı neoliberal politikalarla sosyal devlet olmaktan çıkıp piyasa devletine dönüşmüş ve sendikaları, uyguladığı politikaların önündeki en büyük engel olarak görmeye başlamıştır. Üretim sistemi ve devletin rolündeki tüm bu dönüşüm, Türkiye’de DİSK’i de kapatan 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulamaya konulmuştur.

1992 yılında DİSK yeniden açıldığında aradan geçen 12 yılda yaşanan dönüşüm süreci tüm dünyada ve Türkiye’de sendikal anlayışları da değiştirmiştir. 1980’li yıllarla birlikte üye sayılarındaki dramatik düşüş ve reel sosyalizmin dağılması sonrasında yaşanan ideolojik karamsarlık sendikaların gücünü ve etkisini zayıflatmıştır.Öte yandan başta ICFTU olmak üzere uluslararası örgütlerin de telkini ile artık kapitalist dünyada sendikalar sınıf mücadelesinin aracı olmak yerine uzlaşmacı bir anlayış içerisinde ulusal sermayelerinin küresel rekabetteki savunucuları haline dönüşmüşlerdir. Türkiye’de de sendikalar hem dünyada sendikaların değişiminden etkilenmiş hem de 12 Eylül darbe rejiminin anti demokratik yasalarının baskısıyla ve yönlendirmeleriyle karşı karşıya kalmıştır.

DİSK, yeniden açıldığında 1980 öncesi DİSK’in “sınıf ve kitle sendikacılığı” anlayışını tamamen terk ederek dönemin koşullarına hızla uyum sağlamıştır. Diğer bir söyleyişle “yeni” DİSK, ICFTU ve ETUC’un çizdiği uzlaşmacı sendikacılık yolundan giderek sadece örgütlü olduğu işyerlerinde üyelerinin haklarını savunan toplu sözleşme sendikacılığı ya da ücret sendikacılığı olarak da tanımlayabileceğimiz bir anlayışı benimsemiştir.

14. Genel Kurul, DİSK’in yeniden açılışının 20. yılına denk gelmiştir. Geçen bu 20 yılda DİSK’in de benimsediği uzlaşmacı sendikacılık anlayışı sayesinde işçi sınıfı mücadelesi gerilemiş ve gerek çalışma standartları gerekse sosyal haklar hızla ortadan kaldırılmaya başlamıştır. Yani uzlaşmacı sendikacılık anlayışı gerek dünyada gerekse Türkiye’de emekçilerin daha fazla sömürülmesi ve yoksullaşmasından başka bir işe yaramamıştır. Bunun doğal sonucu olarak da emekçilerin sendikalara güveni neredeyse sıfırlanmıştır. Maalesef DİSK de bundan payını almıştır.

DİSK’in işçi sınıfı hareketinde kendisinden beklenenleri yerine getirip yeniden işçi sınıfının güvenini sağlaması sadece DİSK için değil Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesi için de son derece gereklidir. Elbette genel kurullar yıllardır kabullenilmiş bir anlayışı sihirli değnek gibi bir anda değiştirebilecek bir etkiye sahip olamazlar. Ancak 14. Genel Kurul’da göreve gelecek yeni yönetimin DİSK’in geçen 20 yılda emekçi kesimler nezdinde kaybettiği itibarı ve güç erimesini görmesi ve örgütlü örgütsüz tüm emekçilerle yeniden buluşacak adımları atması gerekir. Bunun yolu ücret sendikacılığından hızla uzaklaşarak tüm emekçilerin haklarını savunan sınıf sendikacılığına geri dönmektir. Öte yandan küresel rekabet karşısında patronu gözeten uzlaşmacı anlayış yerine enternasyonel bir yaklaşımla işçi sınıfının ululuslararası dayanışması ve mücadelesinin sağlamanın gayreti içinde olunmalıdır.

DİSK’i yeniden emekçi kesimlerle buluşturacak ve yeniden işçi sınıfının güvenini kazandıracak bir kadronun yönetime gelmesi umuduyla Genel Kurul’a başarılar diliyorum.

3 Şubat 2012 Cuma

Yalan Üzerine Kurulu Yıllar: Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı Üzerine Bir Değerlendirme..


03/02/2012

12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’de işçi işveren ilişkileri tam bir orta oyununa dönüşmüştür.

Doğrudan işçi sınıfını hedefine almış olan 12 Eylül darbecilerinin ve darbenin felsefesini devam ettiren siyasi iktidarlar, işçi-işveren ilişkilerindeki orta oyununu sürdürmüşlerdir. DİSK’i kapatan ve toplu pazarlık sistemini askıya alan darbe rejimi, sendikaların örgütlenmesini engelleyen ve diğer faaliyetlerini sınırlandırarak, sendikaları bürokratik bir yapı içine hapseden yasalar çıkartmıştır. Bu yasalarla antidemokratik bir uygulama olan, iş kolunda, yüzde 10 barajı getirilmiştir. Darbe sürecinde ve sonrasında sendikalara yönelen baskılar ve emek piyasalarının esnekleşmesi gibi nedenlerle birçok iş kolunda sendika üye sayıları yüzde 10 barajının altında kalmıştır. Hükümetler, antidemokratik düzenlemeler nedeniyle, toplu pazarlık sisteminin bütünüyle işlevsiz hale gelmesinin uluslararası alanda eleştiri alacağını da düşünerek, sendikaları sürekli yetki baskısı altında tutacak bir uygulamaya yönelmişlerdir.

Bakanlıkta bulunan üye kayıt fişleri yenilenmemiş ve böylece barajı aşamayan birçok sendika yetkili sayılarak toplu iş sözleşmesi yapabilmelerine olanak sağlanmıştır.

2821 ve 2822 sayılı Yasaların çıkartıldığı 1983’ten bu yana oynanan bu orta oyununa sendikalar da “Nasıl olsa toplu iş sözleşmelerini gerçekleştirebiliyoruz” diyerek ortak olmuşlar ve yüzde 10 garabetine karşı çıkmamışlardır. İşveren ve devlet ise iş kolunda yetki barajını, özellikle 1992’de yeniden faaliyetlerine başlayan DİSK’e bağlı sendikaların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırmıştır. KİT’lerde örgütlenmiş olan ve yetki için barajı sorun olarak görmeyen birçok Türk-İş üyesi sendika da özelleştirmeler sonrasında önemli ölçüde üye kaybetmiş ve yetki sorunu yaşamaya başlamışlardır.

YÜZDE 5 YÜZDE 60 GİBİ GÖSTERİLDİ

Çalışma Bakanlığının yayınladığı son istatistiklere göre (2009 temmuz) Türkiye’de sendika üye sayısı 3 milyon 232 bin 679’dur. Oysa Bakanlığın yine son istatistiklerine göre (toplu iş sözleşmeleri iki yılda bir yapıldığı için 2008 ve 2009 yılları toplamında) toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı sadece 767 bin 582 kişidir ki bu kayıtlardaki sendika üye sayısının dörtte birinden bile azdır. Bakanlık kayıtlarına göre Türkiye’de sigortalı çalışan emekçilerin yüzde 59.88’si sendikalıdır. Sigortalı emekçilerden de toplu iş sözleşmesinden yararlananların oranı ise sadece yüzde 14.2’dir. TÜİK’in ocak 2012’de açıkladığı ücretli ve yevmiyeli çalışan emekçilerin ise toplu iş sözleşmesinden yararlanma oranı yüzde 5 olarak hesaplanmaktadır. Yani yaklaşık 30 yıldır oynan oyun yüzde 5’ler civarındaki sendikal örgütlenme oranını yüzde 60’lar civarında gösterecek kadar büyüktür. Ve bu oyuna sendikalar da dahil olmak üzere kimse ses çıkartmamış, kabullenmiştir.

AKP Hükümeti daha önce birçok kez olduğu gibi yanlış işleyen bir yapıyı düzeltme iddiasıyla sendikalar yasasına da el atmıştır. 12 Eylül darbe ürünü olan sendika yasaları her yönüyle antidemokratik bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle sendika yasalarının antidemokratik olduğu gerekçesiyle değiştirmeye niyetlenilmesi karşı çıkılacak bir girişim değildir. İşte bu durumu son derece iyi değerlendiren AKP, fazlaca bir tepkiyle karşılaşmadan Toplu İş İlişkileri adını verdiği yasa taslağını TBMM gündemine getirmiştir.

SENDİKALAR YETKİ KAYBEDECEK

Diğer taraftan yukarıda da sözünü ettiğimiz yetki barajı uygulaması yüzde 10’dan yüzde 3’e düşürülmüş olmakla birlikte varlığını korumuştur. Çalışma Bakanlığı, yetki tespitinde 30 yıldan bu yana esas alınan -gerçek dışı- kayıtları 1 Şubat 2012’den geçerli olmak üzere yenileyecektir. Yani gerçek sendika üye sayıları üzerinden tespit yapılacaktır. Bu da barajın yüzde 3’e düşmesine rağmen çok sayıda sendikanın toplu iş sözleşmesi yetkisini kaybetmesi anlamına gelmektedir.

Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nda yer alan birçok düzenleme 2008 yılından bu yana çeşitli adlar altında hazırlanan tasarı veya taslaklarla gündeme gelmiştir. Genellikle iş kolu barajının binde 5 düzeyinde belirlendiği bu yasa çalışmalarına karşı sendikalardan önemli bir tepki gelmemiştir. İçinde bulunduğumuz hafta içinde TBMM’ye gelen Tasarı’ya karşı tepkiler ise büyük ölçüde barajın yüzde 3 olarak belirlenmesinden kaynaklanmıştır. Birçok sendikayı toplu iş sözleşmesinin tarafı olmaktan mahrum bırakan bu düzenleme sendikal hak ve özgürlükler ile toplusözleşme ve toplu pazarlık hakkına bütünüyle aykırıdır. Dolayısıyla sendikaların bu konudaki tepkileri de son derece doğaldır. Ancak yasa taslağında karşı çıkılması gereken (Grev yasakları, işçi ile sendika arasındaki bağın e-devlet üzerinden kurulması gibi) yetki barajından çok daha vahim maddeler mevcuttur.

TEPKİ BİR AVUÇ SENDİKA YÖNETİCİSİNDEN

Ayrıca Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında getirilen esneklik uygulamaları (bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, evden çalışma vs.) sendikal örgütlenmeyi tamamen baltalayacak niteliktedir.

Ama anlaşılmaz bir biçimde baraj konusu ortaya çıkana kadar sendikalardan bu tür düzenlemelere karşı dişe dokunur bir tepki ortaya çıkmamıştır.

Sendikaların kısmen yetki barajı konusunda gösterdikleri tepkiyi bir tarafa bırakırsak sendikalı ve sendikasız emekçi kesimlerin de getirilen düzenlemeler karşısında herhangi bir tavır ortaya koymadıkları görülmektedir. Emekçilerin yaklaşık yüzde 95’ini oluşturan sendikasızların tepkisizliğini anlamak mümkündür.

Zira büyük bölümünü işsiz ve güvencesiz emekçiler ile beyaz yakalıların oluşturduğu bu kesim, sendikaların kendilerine yönelik ilgisizliğinden de kaynaklı olarak örgütlenme hakkından mahrum kalmıştır ve içlerinde sendika(cı)lara tepkiyle yaklaşanların oranı hiç de az değildir. Toplusözleşmelerden yararlanabilen sendikalı yüzde 5’in önemli bir kısmı ise bürokratik yapıları nedeniyle sendikalara yabancılaşmış durumdadır. Bu işçi kesiminin önemli bir bölümü için sendikasının yetki kaybetmesi, kendisinin başka bir sendikanın üyesi haline gelmesi çok da önemsenecek bir durum değildir.

Bu nedenle de getirilmek istenen düzenlemelere karşı tepkiler sadece bir avuç sendika yöneticisiyle sınırlı kalmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------

GREV YASAKLARINA DEVAM

Emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik diğer tüm yasalar (örneğin 4857 sayılı İş Kanunu, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu, 5510 sayılı SSGSS vd.) gibi Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nın da gerekçesi uluslararası normlara uyumdur.

Bu çerçevede özellikle ILO sözleşmeleri ve AB normlarına uyumlu bir yasa hazırlandığı iddia edilmektedir. Oysa bu yasa taslağı Türkiye’de sendikaların örgütlenmesini ve faaliyetlerini düzenleyen daha önceki yasalardan hiç de farklı değildir. 1947 tarihli 5018 sayılı Sendikalar Kanunu, 1963 tarihli 274 ve 275 sayılı Yasalar ve 1983 tarihli 2821 ve 2822 sayılı Yasalar gibi Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı da işçi sınıfı hareketini sınırlamayı ve denetim altına almayı amaçlamaktadır.

Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’na maddeler itibariyle bakıldığında yabancı işçilerin sendika kurucusu ve üyesi olabilmesi, noter şartının kaldırılması, üyelik yaşının düşürülmesi gibi mevcut yasalara göre olumlu sayılabilecek birkaç düzenleme olduğu görülmektedir.

Ancak toplu iş sözleşmesinin olmazsa olmaz unsuru olan grev yasakları ve grev uygulamalarını engelleyen birçok düzenleme korunmuştur. Noter şartı yerine, üyelik işlemlerinin e-devlet üzerinden yapılması koşulu getirilmiştir. Bu, sendikal örgütlenmenin tamamen devlet üzerinden yürütülmesi anlamına gelir ki örgütlenme özgürlüğü ile doğrudan çelişen bir uygulamadır.

--------------------------------------------------------------------------------

MİLYONLARCA ÖRGÜTSÜZ İŞÇİ ÖRGÜTLENMELİ

Sendikalar eğer işçi sınıfının mücadele örgütüyse şunu hatırlatmak gerekir ki sınıf mücadelesi sadece yasal mevzuat içerisine sıkıştırılmış toplusözleşmelerle yapıl(a)maz.

Hatta tarihsel sürece bakıldığında toplu iş sözleşmesiyle sınırlı ücret sendikacılığının sınıf mücadelesine yarardan çok zarar getirdiği de söylenebilir.

AKP, burjuvaziyi temsil eden tüm iktidarlar gibi işçi sınıfı hareketini sınırlandıracak ve denetim altına alacak bir düzenleme getirmektedir. Sendikalar getirilmekte olan yasal düzenlemelere karşı toplu pazarlık yetkisini kaybetme telaşına düşmek yerine örgütsüz olan milyonlarca emekçiyi örgütleme çabası içerisine girmelidir.

Bunun için de her şeyden önce sendika(cı)ların emekçilerle aralarına bir duvar gibi örülmüş olan bürokratik yapılarından kurtulmaları gerekir.