29 Eylül 2020 Salı

İktidar yine Kürt düşmanlığıyla mı ‘Ak’lanacak?


26 Eylül 2020


Sermayenin çıkarını ve iktidarının bekâsını toplumun sağlığına tercih eden AKP’nin pandemiyle mücadele politikaları çökmüş, sağlığın yanı sıra halkın işi aşı, eğitimine kadar her alanda ortaya çıkan sorunlar, toplumsal krize dönüşmüştür. Kriz halkın çok büyük bölümünü doğrudan etkilediğinden, algı operasyonları gerçekleri toplumdan gizleyememiş; AKP, 18 yıllık iktidarında birçok kez yaptığı gibi yine Kürt düşmanlığını körükleyerek kendini temize çıkarma yoluna başvurmuştur.

Kürt düşmanlığı üzerinden kendini “ak”lama siyaseti sadece AKP’ye özgü değildir. Siyasi iktidarların halka hesap vermekte zorlandığı dönemlerde “kenarda hazır tutulan bu düşmanlığın körüklenmesi” Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bir devlet geleneği haline gelmiştir. Zira Kürtler hedef yapıldığında muhalefet partilerinin, basının, sendikaların vs hemen tümü siyasi iktidarın arkasına dizilir; böylece iktidar da neden olduğu işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, halka yaşatılan zulmü, haksızlığı… unutturmuş olur.

“Küresel bir salgınla Kürt meselesi arasında nasıl bir bağ kurulabilir?” demeyin! İktidar köşeye sıkıştı mı devlet aklı ne yapar eder Kürtlerle bir bağlantısını bulur; dediğimiz gibi, muhalefeti de peşine dizer. Bu kez de gelenek bozulmadı. Ama bu kez Kürtleri düşmanlaştıran dili, iktidar partisi doğrudan üstlenmedi; görevi, Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP yerine getirdi.

Pandemi karşısında Kürt düşmanlığını körükleme politikasının fitilini ateşleyen; MHP’nin başı Bahçeli’nin, TTB için ‘Virüsten daha tehlikelidir, kapatılmalıdır!’ çıkışı oldu. “Küresel bir salgınla Kürt meselesinin nasıl bir bağlantısı olabilir?” sorusu henüz ortadayken bir de “TTB ile Kürt meselesi arasında ilişki nasıl kurulabilir?” ve “İktidarı Ak’lamak üzere Kürt düşmanlığını körükleme işini neden MHP üstlendi?” soruları karşımıza çıktı!

“Akıllara ziyan” bu soruların yanıtını yukarıda da değindiğimiz ‘iktidarı temize çıkarmayı amaçlayan devlet aklı’nda aramalıyız. Soruları sondan yanıtlamaya başlarsak, MHP’nin AKP’yi değil devleti Ak’lamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu, bizi 7 Haziran seçimleri sonrasında “AKP eşittir devlet” anlayışının yerini alan “AKP’nin derin devletle ittifakı”na götürmektedir. Derin devletin epeydir MHP’de cisimleştiğiyse bilinen bir gerçektir ve son atraksiyonlar bunu net olarak göstermektedir.

“Küresel bir salgınla Kürt meselesinin nasıl bir bağlantısı olabilir?” sorusunun yanıtı, “TTB ile Kürt meselesi arasında ilişki nasıl kurulabilir?” sorusunun ardında gizlidir. Küresel bulaş Covid-19 ile Kürt meselesi arasında bir ilişki elbette yoktur. Ancak TTB, mesleki değerleri ve toplum sağlığını savunurken, siyasi iktidarın pandemi sürecinde izlediği toplumun sağlığını hiçe sayan; büyük bir toplumsal krize neden olan politikalarını da ‘görünür’ hale getirmiştir. İşte, AKP ve derin devlet ittifakının bekâsını koruyabilmesi için devlet geleneği haline gelmiş senaryo bu nedenle devreye sokulmuştur. Zira Türkiye’deki hekimlerin büyük çoğunluğunun oyunu/onayını alan TTB yönetiminin, izlediği bilimsel ve etik değerlere rağmen marjinalize edilerek toplum nezdinde değersizleştirilmesinden başka çare kalmamıştır.

Türkiye’de kişileri ve kurumları itibarsızlaştırmanın, marjinalize ederek “suçlu” konumuna düşürmenin en kolay yolu “temel insan haklarının gereği olan siyasal ve kültürel hakları için mücadele eden” Kürtlerle ilişkilendirmektir. TTB için de aynı yol izlenmiş ve MHP-AKP güdümlü medya, eski defterleri karıştırarak TTB ile Kürt hareketi arasında bağlantı kurmaya çalışmıştır. Bu yapılırken hedefe alınan tema ise ironik bir şekilde “Barış, Dostluk ve Demokrasi”dir(!).

TTB’nin, Türkiye’nin kendi halkları ve komşuları arasında “Barış, Dostluk ve Demokrasi” değerlerini savunuyor olmasının “suç” hatta “vatana ihanet” olarak gösterilmesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere birçok evrensel norm tarafından başlı başına bir insanlık suçu olarak adledilir. Yani ortada bir suçlu varsa eğer; bu, evrensel insan hakları değerlerini savunan TTB değil; ırkçı, ayrımcı bir politika izleyerek halklar arasında düşmanlığı körükleyen AKP-MHP ittifakının ta kendisidir!

Adeta devlet geleneği haline gelen Kürt düşmanlığı üzerinden iktidardakileri “ak”lama siyaseti bir kez daha işe yarayacak mı yoksa toplumun aklıyla alay eden saçma sapan iddialarla gerçeklerin üzerini örtme çabası bu kez boşa mı çıkacak? Bu sorunun yanıtını, iktidarın ardına dizilmesi beklenen muhalefet partileri, basın, sendikalar ve hepsinden önemlisi Türkiye halklarının alacağı tavır belirleyecektir.


20 Eylül 2020 Pazar

‘Koronadan tehlikeli’ sağlıkçılar haykırıyor: #YönetemiyorsunuzTükeniyoruz!

19 Eylül 2020


Türk Tabipleri Birliği (TTB), Ocak ayı başında hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan şiddete dikkat çekmeyi ve sağlık ortamında şiddete neden olan koşulların ortadan kaldırılması için hükümeti ve ilgili kurumları uyarmak amacıyla “Şiddetsiz Bir Sağlık Ortamında Emeğimizin Karşılığını Alarak Hekimlik Yapmak İstiyoruz!” başlıklı bir deklarasyon yayımlamıştı.

Deklarasyonla birlikte, 15 Mart’ta Ankara’da yapılacak bir miting ve 17 Nisan’da sağlıkta şiddeti engelleme talebiyle Türkiye’deki tüm sağlık kurumlarında yapılacak “iş bırakma eylemi”yle sona erecek bir eylem takvimi de açıklanmıştı.

Mitinge ilişkin duyuru ve hazırlıklar yapılırken pandeminin gündeme gelişiyle 15 Mart mitingi de 17 Nisan iş bırakma eylemi de iptal edildi. Zira hekimlerin Hipokrat aracılığıyla tüm insanlığa ettiği bir yemin vardı ve inandıkları bu yemin, onların pandemi ile mücadelenin ön saflarında yer almalarını gerektiriyordu. Bunun yüklediği sorumlulukla, kendileri için acil ve yaşamsal olan sorunları gündeme getirmek istememişlerdi.

Hızla yayılan, ölümcül bulaşa karşı sadece sağlıkçıların sorumluluk bilinciyle hareket etmesi yeterli değildi elbette. Toplum sağlığını tehdit eden bir meselede devletin sorumluluğu tüm kurumlarıyla üstlenmesi ve bütün olanaklarını seferber etmesi beklenirdi. Böyle olmadı! AKP hükümeti, devletin olanaklarını; iktidarına halel gelmemesi ve bir avuç sermayedarın kârının düşmemesi için seferber etti. Bunu yaparken fabrikalarda, bankalarda, AVM’lerdeki emekçilerin “yaşam hakkını” ve beraberinde “toplum sağlığını” da ihlal ederek” pandemiyle mücadelenin temel kuralı olan fiziksel mesafeyi göz ardı etti. Yetmedi -TTB, uzman hekim örgütleri ve bilim çevrelerinin uyarılarına rağmen- Haziran’dan itibaren önlemleri tümüyle kaldırarak ülkeyi “normalleşme(!) süreci” ne sürükledi.

Sağlık Bakanı bu süreçte pandemiye ilişkin günlük verileri açıklamaktan başka bir şey yapmadığı gibi, açıklamaları da; hükümetin başarısızlığının üzerini örtmek için gerçekleri gizlemeye çalışmaktan ibaret kaldı.

Bulaşla mücadelede izlenen bu akıl ve bilim dışı politikaların sonucunda; TTB, uzman hekim örgütleri ve bilim çevrelerinin uyarılarında öngördüğü üzere Covid-19 hızla ülkenin dört bir yanına yayıldı ve her türlü manipülasyona rağmen saklanamaz boyutlara ulaştı. Hastaneler, yoğun bakım merkezleri yetersiz kaldı. Daha da önemlisi binlerce sağlık çalışanı virüse yakalandı, yüzü aşkın sağlıkçı yaşamını yitirdi.

Kendilerinin, ailelerinin, yakınlarının yaşamını tehlikeye atarak, mesleğe başlarken ettikleri Hipokrat yeminine sadakatle virüs bulaşan hastaları sağlığına kavuşturmak için mücadele eden sağlık emekçileri bırakın takdir görmeyi, cezalandırıldı; hakarete uğradı. Daha özet ifadeyle, sağlık emekçileri, sermayenin çıkarları ve kendi iktidarının bekâsından başka bir düşüncesi olmayan hükümet tarafından gözden çıkartıldı!

TTB, hükümetin, “sağlık emekçilerinin ve toplumun sağlığını hiçe sayan politikalarını eleştirerek  Covid-19 salgınına karşı duyarlılığın ve tedbirlerin arttırılması” için 14 Eylül – 18 Eylül arasını “#YönetemiyorsunuzTükeniyoruz Haftası” olarak ilan etti.

Hekimlerin -en başta yaşam hakkı olmak üzere- haklarını koruması bir meslek örgütü olarak TTB’nin en temel yükümlülüğüdür. Hekimlerin hakları, sağlık ortamının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle TTB, onların hakları için mücadele ederken “toplumcu hekimlik” anlayışıyla sağlık sistemini ve sağlık politikalarını gündeme getirmekle kendisini mükellef kılmış; bu mükellefiyeti bugüne kadar layıkıyla yerine getirmiştir. Bu nedenle birçok kez siyasi iktidarların hedefi haline gelmiş, baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Ama her defasında ilkeli duruşundan ödün vermemiş, bu ilkeli duruş sayesinde hem hekimler hem de toplum TTB’ye desteğini daha da artırmıştır.

Sermayenin çıkarı ve iktidarının devamlılığı kaygısıyla sağlıkçıları ve toplumu gözden çıkarmış bir iktidar için en büyük tehdit, gerçekleri ortaya koyan ve bunun için mücadele eden örgütlenmelerdir. Özellikle muhalefet partileri ve başta emekçileri temsil etmesi gereken sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütlerinin yeterince ses çıkaramadığı koşullarda “bu örgütler”, iktidarın hedefi olur. İktidar, tüm propaganda aygıtlarıyla kendi bekâsını, vatanın, milletin bekâsı haline getirerek, toplumun ve meslektaşlarının haklarını savunan bu örgütlere, vatana ihanete varacak, suçlamalarda bulunur.

TTB, sağlıkçıların haklarını ve toplum sağlığını savunduğu için iktidarın hedefi olmuştur. AKP iktidarının doğrudan ifade etmekten kaçınacağı kadar absürt sayılacak açıklamaları dillendirmekle görevlendirdiği ortağı Devlet Bahçeli’nin, TTB’yi “koronadan daha tehlikeli”olmakla ve “vatana ihanet”le itham etmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Neticede Bahçeli haklıdır: TTB, toplumun ve sağlıkçıların yaşam hakkını hiçe sayan hükümetin politikalarını eleştirerek ve toplumun gerçekleri öğrenmesine vesile olarak siyasi iktidarın bekâsı için -Bahçeli’nin ifadesiyle- “koronadan daha tehlikeli” olmuştur.

İyi ki de öyle olmuştur!!

13 Eylül 2020 Pazar

Sınıf tahakkümünün 40 yıllık aracı: 12 Eylül darbesi

12 Eylül 2020
Gazete Duvar

Tarihte kimi olaylar, yaşandığı dönemde büyük alt üstler yaratsa da, zaman geçtikçe etkisini yitirir. Kimilerininse gerçekleştiği dönemde pek anlaşılamayan etkisi, yeni gelişmelerin kapısını öyle aralar ki; sebep oldukları, zaman içinde çok daha belirgin hale gelir.

12 Eylül darbesi, yaşandığı dönemde sadece belirli kesimlerin, yakıcı biçimde hissettiği bir olayken, geçen yıllar boyunca hem etkisini artırdı hem de alanını yaygınlaştırdı. Darbenin yakıcılığını anında ve en güçlü hissedenler şüphesiz işçi hareketinin ve devrimci gençlik hareketin merkezinde olanlardı. Onlar; idam edilenler, infaz edilenler, işkenceden geçirilenler, özgürlüklerinden ve işlerinden edilenlerdi…

Oysa toplumun önemli bölümü 12 Eylül’ü, darbe öncesinde “darbeyi meşrulaştırmak için yaratılan kaostan kurtuluş(!)” olarak görmüş; açıkça onaylamasa bile yaratılan baskı ve korku ortamı nedeniyle demokrasinin, özgürlüklerin elinden alınmasına sessiz kalmış, duruma rıza göstermişti.


12 Eylül’ün asıl hedefi astığı, katlettiği, işkenceden geçirdiği öncü işçiler, devrimci gençler değildi. Gerçek hedef, yapılan bu zulmün yarattığı korkuyla sesini çıkartamaz hale getirilen ya da yaratılan kaos ortamından çıkıldığı için şükreden hatta darbeci paşaların mitinglerinde onları alkışlayan çiftçi, esnaf, işçi ve emekçi halktı.

12 Eylül’ün katlettikleri anılarımıza gömüldü; zindanlarda zulmedilenlerin, aç açık bırakılanların acıları yok olmasa da zamanın içine sindi. Ama aradan geçen 40 yılın her bir yılında darbeyi alkışlayanlar ya da sessiz kalanlar, -bunun bilincinde olmasalar da- darbenin etkilerini giderek artan biçimde yaşadı, yaşamaya devam ediyor.

***

Kapitalist sistemde darbeler, “mevcut toplumsal düzenin sınıflar arası güç dengeleri içinde, sermaye birikim rejiminin ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilememesinin sonucu” olarak ortaya çıkar. Kapitalist devletler, sistemin dönemsel koşullarına uymak, bu rejimin gereklerini yerine getirmekle mükelleftir. Parlamenter düzen içinde devlet organları bu mükellefiyeti yerine getiremezse yine devlet içinde yer alan kimi güçler silah zoruyla parlamenter düzeni askıya alarak devlet yönetimine el koyar ve zor kullanarak ülkeyi sermaye birikiminin ihtiyaçlarına uyumlu hale getirir. Darbelerin destekçi ve teşvikçileri her daim sermaye sınıfı iken; hedefinde, sermaye birikirken mülksüzleştirilen, yoksullaştırılan, emeği sömürülen halklar vardır.

12 Eylül darbesi, Türkiye’de 27 Mayıs, 12 Mart; dünyada Şili, Arjantin darbelerinde olduğu gibi birikim rejiminin önündeki engelleri (halkın direncini) ortadan kaldırmak için -askeri kullanarak- sermaye sınıfı tarafından gerçekleştirilmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesinin sonuçları itibariyle Anayasa’ya “sosyal devlet” ilkesini yazdırması, sendikal ve sosyal haklar konusunda birtakım gelişmelere vesile olması ile yukarıdaki darbe tarifine uymadığını düşündürtebilir. Darbeleri kapitalizmin dönüşüm dinamikleri içinde değerlendirmeyenler, 27 Mayıs’ı genellikle darbe değil, “devrim” olarak da nitelendirir. Oysa söz konusu dönemde -halen sosyal devlet ilkesini de içeren- Keynesyen politikalara dayanan Fordist birikim rejimi hakimdir. 27 Mayıs, bu birikim rejimine ayak uyduramayan DP’ye karşı yapılmış ve Türkiye burjuvazisinin sermaye biriktirerek palazlanmasında önemli rol oynamıştır.

60’lı yılların sonlarında, Türkiye henüz bu rejime ayak uydurmaya başlayalı on yıl bile olmamışken, kapitalizmi içine girdiği krizden çıkarabilmek için birikim rejiminde yeni bir dönüşüm süreci başladı. Bu çerçevede uluslararası ticaretin önü açıldı, sermayeyle birlikte üretim; emeğin örgütsüz ve ucuz olduğu ülkelere, bölgelere kaydırıldı. Küreselleşen üretim ve ticaret, küresel rekabete uyum sağlamak üzere üretim biçimleri ve emek süreçlerinin yanı sıra ekonominin neoliberalizmin kuralları üzerinde yeniden yapılanarak, devletin konumunu da köklü biçimde değiştirdi.

Yeni birikim rejiminde esas olan, küresel rekabet ve üretim maliyetlerinin minimum seviyeye düşürülmesiydi. Bunun önündeki en önemli iki engel: Devletin “sosyal” işlevlerini yerine getirebilmesi için büyük ölçüde sermayeden alınan vergiler ve emek maliyetinin yüksek olmasıydı.


Devletin sosyal işlevlerinden arınması ve piyasa koşullarına yanıt verecek biçimde dönüşmesi, “vergi yükünün sermayeden alınıp emekçi sınıfların üzerine yıkılması ve sermaye dışı kesimlerin sahip olduğu sosyal hakların ortadan kaldırılması” anlamına gelir. Bu da Keynesyen dönemde talebi arttırmak üzere sermayeden ve servet sahibinden (kurumlar vergisi vb) daha çok vergi alıp, sosyal devlet araçlarıyla toplumun sosyal ihtiyaçlarını (kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vs) karşılamak için aktaran devletin geliri yeniden bölüştürme işlevinin; toplumun geniş kesimlerinden daha çok vergi toplayıp (KDV, ÖTV vb), sermayeye (teşvik vs olarak) aktarma biçimine dönüşmesini gerektirir. Küresel rekabette engel olarak görülen emek maliyetlerinin düşürülmesi içinse öncelikle Fordizmin standart, güvenceli, örgütlü çalışma rejiminin sağladığı haklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu, üretimin ucuz emek bölgelerine kaydırılması ile önemli ölçüde sağlanmıştır. Ancak yine de örgütlenmenin güçlü, sosyal hakların gelişmiş olduğu ülkelerde işçi sınıfı hareketi, yeni birikim rejiminin önündeki ‘en büyük engel’ olarak görülmektedir. O halde kapitalist devletlerin birinci görevi, bu engeli ortadan kaldırmak olmalıdır. Böyle de olmuştur.

***

Neoliberal dönüşümün gündeme geldiği 60’lı yılların sonlarında Türkiye’de sendikal hak ve özgürlükler henüz çok yeni elde edilmiş olmasına rağmen işçi hareketi beklenenden hızlı -özellikle DİSK’in kurulmasıyla birlikte- gelişmekte ve güçlenmekteydi. Bu gelişmenin önünü kesmek ve işçi hareketinin elini kolunu bağlamak üzere parlamentodan geçirilen ve cumhurbaşkanı tarafından da onaylanan bir düzenleme, 15-16 Haziran 1970’de gerçekleştirilen eylemlerle geri çektirildi. İşçi hareketinin bu başarısı, Türkiye işçi hareketinin aynı zamanda yeni birikim rejiminin önüne engel olacak kadar güçlendiğini ve köklendiğini de gösteriyordu. Ama yaşananlar, aynı zamanda işçi sınıfı engelinin(!) ortadan kaldırılmayan mevcut hükümetin kapitalist devlet olma mükellefiyetini yerine getiremeyeceğini de göstermiş oldu ve 12 Mart 1971’de sol hareketin ve işçi hareketinin öncülerini doğrudan hedef alan bir darbe gerçekleşti. Ancak dönemin siyasi atmosferi, işçi ve gençlik hareketinin direnci sayesinde darbenin etkisi uzun sürmedi, 70’li yılların ortalarından itibaren işçi hareketi daha da güçlenirken, beraberinde sosyal haklar genişledi, reel ücretler yükseldi.

Küreselleşme sürecinin koşullarını düzenleyen uluslararası kuruluşlar ve ulusal sermaye, giderek yükselen bir sesle, Türkiye’nin küresel rekabet koşullarına uyum sağlamasının ve bunun için neoliberal politikaları yaşama geçirmek üzere, işçi sınıfı hareketinin baskı altına almasının gerekliliğini dillendirmeye başladı. TÜSİAD’ın, TİSK’in MESS’in gazetelere ilanlar vererek askeri darbeye yaptığı çağrıların ardından, 12 Eylül’e gerekçe oluşturacak kaosu yaratacak ve yüzlerce insanın canına mal olacak toplumsal çatışma ortamını yaratan senaryolar sahneye kondu: Çorum, Sivas, Malatya, Maraş olayları; gazetecilere, aydın, akademisyen ve sendikacılara yönelik suikastler, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı bu senaryoda ilk akla gelenler…

Darbenin ardından Türkiye’nin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbecilere gönderdiği “Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” sözleriyle biten mektupla verdiği “darbeye destek” mesajı; dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde.”sözü ve ABD yönetiminin darbeyi “Bizim oğlanlar başardı.” sözleriyle karşılaması, 12 Eylül darbesinin gerçek faillerinin kimler olduğunu açıkça gösteriyordu!

***

12 Eylül darbesinin arka planını bir tarafa bırakırsak, darbenin görünür yüzünü “24 Ocak kararları’nı yaşama geçirme operasyonu” olarak da adlandırabiliriz, sanırım. 24 Ocak kararları, darbeden yaklaşık 8 ay önce darbe koşullarını hazırlayan kesimlerin niyetini açık biçimde ortaya koymaktaydı. Türkiye burjuva sınıfının bugün olduğu gibi o dönem de öncüsü MESS’in başkanlığını yapmış, Dünya Bankası‘nda görevlerde bulunmuş ve 1979 sonunda Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilmiş olan Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesinin somut gerekçesini oluşturuyordu. Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinin gereklerine uyumu sağlayacağı taahhüdünde bulunan kararlar, başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin ekonomik ve sosyal haklarını büyük ölçüde ortadan kaldırmayı içermekteydi. Dönemin koalisyon hükümetinin, işçi sınıfının o dönemdeki gücünü kırarak bu taahhütleri yaşama geçirmesi mümkün değildi. Bu nedenle toplum; burjuvazinin, Ülkü Ocakları başta olmak üzere sağ eğilimli gençleri de kullanarak hazırladığı ve bir süredir zaten sahnelenmekte olan kaos senaryosu sayesinde, demokrasiyi ve özgürlükleri ortadan kaldıran, katliamcı darbeye razı edildi.

***

Darbeden birkaç yıl sonra darbeciler iktidarı darbenin gerçek sahibi sivillere bıraktı. Onlar da darbe rejimini; “ANAP, DYP, RP, MHP, DSP ve nihayet 18 yıldır sürmekte olan AKP” iktidarında devam ettirdi. Gerçekleşme ve toplumsal meşruiyet kazanma koşulları bir yana; üzerinden 40 yıl geçmesine, gençlerin ve orta yaştakilerin önemli bölümünün 12 Eylül’den bihaber olmasına rağmen darbenin etkileri, özellikle gençler ve onların da ardından gelmekte olan nesiller için artarak devam ediyor.

Darbecilerin 40 yıldır farklı siyasi görünümlerde olsa da iktidarda olduğu Türkiye demokrasisinin bugün geldiği yer son derece vahimdir: Darbe düzeninde geçen bunca yılın sonunda darbe dönemlerinde belirli bir süre askıya alınan parlamenter rejim bugün tamamen işlevsiz hale gelmiş, burjuva demokrasisinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kalkmış ve yasama-yürütme-yargı erki tek adamda toplanmıştır. Tek adam rejiminde, demokrasinin temel kurumları olan basın, akademi ve demokratik kitle örgütleri de baskı altına alınarak tamamen işlevsizleştirilmiştir. Demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten, bilimden ve barıştan söz etmek bile ağır ceza mahkemelerinde yargılanmayı; aylarca, yıllarca özgürlükten mahrum olmayı gerektiren “suç”lar haline gelmiştir.

40 yıldır kalıcı hale gelen ve giderek daha da artan otoriterizmin sonucunda Türkiye, işçilerin yaşam hakkını bile savunamadığı, her ay en az 150-200’ünün iş cinayetlerinde yaşamını kaybettiği, işsizliğin yüzde 30’lara ulaştığı, sadece Avrupa’da değil, dünyada en uzun süre çalışan ama en düşük ücreti alanları arasında bulunduğu, güvencesizliğin, çalışan yoksulluğunun en fazla olduğu, Küresel Sendikal Hak İhlalleri Raporu’nda “en kötü 10” içinde yer aldığı bir ülke haline gelmiştir.

Darbeden, en büyük hasarı işçi sınıfı almış olmakla birlikte, darbenin tahribatı sadece emekçiler ve işçi hareketiyle sınırlı değildir. İşçi sınıfıyla birlikte kaybedilen demokrasiyi yeniden elde etme mücadelesi de kolay kolay toparlanamayacak biçimde yara almıştır. İşçilerle birlikte çiftçiler, köylüler, esnaflar, küçük üreticiler, gençler, beyaz yakalılar ve hatta profesyonel meslek sahipleri (avukat, hekim, mühendis vd) de yoksullaşmış, yoksunlaşmış, mülksüzleşmiş, işsizleşmiş daha da önemlisi gelecek umutlarını kaybetmiştir.

Otoriterleşen devletin daha da belirginleşen tekçi anlayışı toplum içinde etnik kimlik, dil, din, cinsiyet üzerinden ayrımcılığı derinleştirmiş ve başta Kürtler, kadınlar ve Aleviler olmak üzere devletin tekçi anlayışı içine dahil olmayan herkes darbenin bedelini ağır biçimde ödemek zorunda kalmıştır.

Darbenin maşası olan generaller, yaşam süreleri yetmeyecek kadar geç de olsa yargılanarak mahkum edilmiştir. Ancak darbenin asıl failleri, darbenin yarattığı koşullar sayesinde servetlerine servet kattıkları gibi servetleri sayesinde toplumda daha itibarlı hale gelmiş; hatta darbenin doğrudan teşvikçisi patron örgütlerinden (TÜSİAD vb) ve sermayedarlarından (Koç Ailesi vb) neredeyse demokrasi beklenir olmuştur(!).

Darbenin kazananları, sadece darbenin doğrudan teşvik ve destekçileri değildir. Darbe rejiminin sağladığı olanaklardan sebeplenen, siyasi ve ekonomik çıkar sağlamayı bilen kesimler de vardır. Milliyetçi-muhafazakarlar, siyasal İslamcılar ile liberaller, darbenin siyasi nimetlerini kendi çıkarlarına dönüştürmeyi iyi becermişler; aynı zamanda kamu kaynaklarının talanından aldıkları paydan birikim sağlayıp, sermaye sınıfının yeni bireyleri haline gelmişlerdir.

Türkiye, 12 Eylül’ün yarattığı baskı düzeniyle ve onun bugünlere vuran karanlık gölgesiyle; demokrasinin tüm damarları kesilmiş, tek adam tarafından yönetilen bir Ortadoğu ülkesi haline gelmiştir. 40 yıllık bu karanlıktan çıkış için ise sorunun kaynağını doğru tanımlamak gerekiyor: Darbe madem ki sermaye sınıfının işçi sınıfının üzerinde tahakküm kurması için yapılmıştır; o halde bu tahakkümün ortadan kaldırılması için de sınıf perspektifli bir mücadele gerekiyor. Ama darbenin diğer ezdiklerini unutmadan ve mücadeleyi olabildiğince genişleterek…

11 Eylül 2020 Cuma

40 yıldır bit(irile)meyen darbe: 12 Eylül


12 Eylül 2020


12 Eylül’ün ardından “darbenin ülkeyi 40 yıl geriye götüreceği” sıkça söylenirdi. Bu sözün anlamı o zamanlar tam olarak tahayyül edilemiyor, bir ülkenin hangi nedenle olursa olsun 40 yıl geriye gidebileceği çok inanılası gelmiyordu. Koskoca bir ülkenin mücadelelerle oluşmuş, eksik gedik de olsa kurumsallaşmış toplumsal düzeni, bir gece yarısı televizyona çıkan bir üniformalının yaptığı açıklamayla nasıl olur da onlarca yıl geriye giderdi?

12 Eylül darbesinden buyana tam 40 yıl geçti. Ortalama insan ömrünün yarısından uzun sayılabilecek bu sürede darbenin karanlığı ülkenin üzerinden hiç kalkmadı. Birçok nesil bu karanlığın içine doğdu, büyüdü; işçi oldu işsiz oldu, kimi hakları için mücadele ederken kimi iş cinayetlerinde yitip gitti, daha 40’ına bile gelemeden.

Darbenin birinci hedefi, kapitalizmi 60’lı yılların sonunda girdiği krizden çıkarmak için benimsenen yeni sermaye birikim rejiminin önünde engel görülen işçi hareketini ezmekti; ulusal ve uluslararası sermaye böyle istemişti. Ama dönemin hükümeti, giderek yükselen işçi hareketini ezmeyi başaramadı. Darbe dinamiği de işte o zaman devreye girdi. Asker eliyle yapılan darbe, baskı düzenini tesis edip işçi sınıfını ve diğer demokrasi güçlerini bastırınca iktidar, sivil darbecilere devredildi. O zamandan bu yana da farklı adlar altında partilerin kurduğu hükümetler darbe rejimini sürdürüyor. İşçi hareketinin baskı altına alınması sayesinde işçi sınıfının elindeki kazanımlar da bir bir yok ediliyor.

Darbenin işçi sınıfının yanı sıra diğer hedefi Kürt halkıydı. Darbeyle birlikte Türkiye’nin tümünde olduğu gibi Kürt coğrafyasında da siyasi, ekonomik, sosyal ve demografik alanda olağanüstü bir dönem başladı. Kürtlerin darbenin hedefi haline gelmesi birbiriyle ilişkili şu üç nedene dayanıyordu:

1- Türkiye’yi ucuz emek alanı haline getirmeyi amaçlayan neoliberal politikalarla artan sınıf çelişkilerinin üzerini Kürt düşmanlığı ile yükseltilen milliyetçilikle örtme çabası.

2- 12 Eylül darbesi sonrası Kürtlere yönelik baskı ve şiddet karşısında Kürt hareketinin başlattığı mücadelenin sindirilmesi.

3- Devletin çatışma ortamını fırsat bilerek uygulamaya koyduğu Kürtleri yerinden etme politikası.

Darbe sonrası dönemde dört binden fazla köy boşaltıldı; kırsal alan adeta insansızlaştırılarak beş milyonun üzerinde insan yerinden-yurdundan edildi; ekonominin temelini oluşturan tarım ve hayvancılık büyük darbe aldı; var olan sermaye yatırımları metropol alanlara kaydı; özel sermaye yatırımları yanında kamu yatırımları da durdu; kalifiye emek göçü hızlandı; ticaret ve küçük ölçekli üretim ağır zarar gördü ve bütün bunların sonucunda ekonomi onarılması olanaksız büyük bir darbe almış oldu. Bölge ekonomisi 1970’li yılların gerisine düştü. İşçi, köylü, memur, esnaf ve toplumun her kesiminden insanların ekonomik durumu hızla kötüleşti, yoksulluk giderek arttı. Öte yandan çatışma süreci boyunca binlerce genç yaşamını yitirdi. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan bölge halkının can güvenliği de ortadan kalktı.

7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından 12 Eylül darbe rejimi yeni bir boyuta taşındı; aylarca süren sokağa çıkma yasakları ve operasyonlarla en temel insan hakları ihlal edildi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL’le birlikte Kürt siyasi hareketinin temsilcileri tutsak edilirken, seçilmiş yerel yöneticilerin yerine kayyum atandı. OHAL koşullarında yapılan anayasa değişikliği ile parlamenter düzen kalıcı olarak işlevsiz hale geldi ve ülke otokratik, tek adam rejimiyle yönetilmeye başladı.

12 Eylül darbesinin hedefinde olan iki kesim, işçi sınıfı ve Kürtler, geçen 40 yılda darbe rejimine karşı mücadeleyi ortaklaştırmakta yetersiz kaldı (Sosyalist, demokrat kamu emekçileriyle Kürt kamu emekçilerinin aynı çatı altında örgütlendikleri KESK ile doğrudan içinde yer almasa da birçok zaman Kürt halkının demokratik taleplerini destekleyen TTB ve TMMOB mücadeleyi ortaklaştırmanın istisnai örneklerdir.). Bunda işçi hareketinin örgütsüzlüğü; sol hareketlerin işçi sınıfını yeterince kapsayamaması; devletin sol, sosyalist, demokrat hareketlerle Kürt hareketinin bir araya gelmesini engellemek için oluşturduğu baskı gibi nedenlerin yanı sıra Kürt düşmanlığı üzerinden yükseltilen milliyetçiliğin de etkisi önemlidir.

Siyasal alanda ortak mücadele çabası, üretim sürecinde mücadeleyi ortaklaştırma gayretlerinden daha etkili oldu. Sosyal demokrat, sol ve sosyalist hareketlerle Kürt siyasi hareketi 90’lardan itibaren çeşitli oluşumlar altında bir araya geldi. Bu konuda en başarılı girişim şüphesiz HDP’dir. Doğusuyla batısıyla Türkiye halklarını bir araya getirmeyi başaran HDP, tüm baskılara, engellemelere rağmen Türkiye’nin üçüncü partisi haline geldi.

 Darbenin üzerinden 40 yıl geçti. Eğer darbe ülkede hakkı, hukuku, adaleti, demokrasiyi 40 yıl geriye götürmekle kalsaydı, bugün darbe öncesine dönmüş olunurdu. Oysa 2020 Türkiye’si 1970’lerin Türkiye’sinden karşılaştırma kabul edilemeyecek kadar geri durumdadır. Bu da darbe rejiminin 40 yıldır kesintisiz devam etmesindendir. Müdahale edilmezse darbe rejimi, otoriterliğini daha da arttırarak sürdürecektir. Önümüzdeki 40 yılların da giderek koyulaşan bir karanlık içinde geçmemesi ve darbe rejiminin mirasçılarından kurtularak bir an önce aydınlığa çıkabilmek için darbenin hedefindeki işçi sınıfının, sosyalistlerin, demokratların, Kürtlerin ve ayrımcılığa uğrayan, ezilen tüm kesimlerin mücadelesinin ortaklaşması gerekir. Bugün için bu ortaklaşmayı sağlayabilen tek yapı, sadece siyasetin değil, demokrasinin, özgürlüklerin de kilidi konumunda olan HDP’dir. İçindeki Kürt düşmanlığını aşamayıp bugüne kadar HDP’yle yan yana gelmeyenler bu tavrı sürdürürse darbe rejiminin bundan sonraki sürecinin vebalini de üstlenmiş olacaklardır!


5 Eylül 2020 Cumartesi

Pandemiyle Mücadele: Toplumun Sağlığı mı Muktedirin Bekâsı mı?

1 Eylül 2020

Pandeminin ilk günlerinde kimi ülkelerin prenseslerinin, krallarının, başbakan eşlerinin, bakanlarının, tanınmış varlıklı kişileri ve Hollywood yıldızlarının da Covit-19’a yakalandığı haberleri geldiğinde “pandeminin sınıf farkı gözetmediği” yorumları yapılmıştı. Takip eden günlerde ilk şaşkınlık atlatıldı ardından yöneten ve varlıklı sınıf kendisini hızla korumaya aldı; bu kesimden gelen bulaş haberleri de giderek azaldı. Ancak pandemi, egemen sınıflar yani yönetenler ve varlıklılar için sadece bir sağlık problemi değildi; özellikle pandemi ile mücadele için temel kural olan “fiziksel mesafe”, kapitalist sistemin “üretim, finans, ticaret ve tüketim”den oluşan çarklarına çomak sokuyor, dönmesini engelliyordu. Bu bağlamda pandemi kapitalist sistemi tehdit eden bir mesele haline gelebilirdi. Üretimle birlikte ticaretin, finansın ve tüketimin durmasının; sistemi, eşi benzeri görülmemiş bir krize sokacağı aşikârdı.

İşte bu noktada yönetici sınıf bir karar vermeliydi: Ya pandemiye karşı toplum sağlığını önceleyecek ve bu konuda tıp biliminin gerekli gördüğü önlemleri alacak ya da sistemin çarklarının devam etmesi için toplum sağlığını göz ardı edecekti. Birçok ülke hükümeti ikinci yolu seçti; ilk etapta, ülkelerinde Covid-19 olduğunu görmezden geldi, hatta inkâr etti. Bu ülkelerden biri de Türkiye’ydi.

Mart ayının ilk günlerini anımsayın; salgın kapı komşularımızı -İran’ı, Yunanistan’ı- sarmış, Türkiye’ye “Bir an önce önlem alın!” uyarıları yapılmasına rağmen hükümet, uyarılara kulak tıkamış, hiçbir şey yokmuş gibi yaşam devam etmişti. Sağlık Bakanı 8 Mart’ta yaptığı açıklamada Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 104 ülkede virüs vakasının görüldüğünü “Türkiye’nin sıkı önlemlerle bu listeye girmemeyi başardığını” gururla ifade etmiş, ardından “Komşularımız ve Avrupa önlemlerde yavaş kaldı.” diye ekleyerek bıyık altından gülmüştü. Bakan, 9 Mart’ta yaptığı açıklamada aynı üslubu sürdürmüş ve “Eğer önlem almamış olsaydık, İtalya gibi olabilirdik” demişti. Bu süreçte koronavirüsü ağzına alan, hükümet karşıtı ilan edilmiş hatta Emniyet Müdürlüğü “virüsün Türkiye’de görüldüğüyle ilgili haber paylaşanlar” hakkında işlem başlatılacağını bile duyurmuştu. Aynı dönemde benzer biçimde Türkmenistan’da da otokratik iktidar, “koronavirüs” sözcüğünü yasaklayarak pandemiden korunmaya(!) çalışıyordu.

Türkmenistan’da hekim örgütleri bu yasaklamaya ne yanıt verdi bilemiyorum ama bizde İstanbul Tabip Odası (İTO), Emniyet Müdürlüğü’nün bu duyurusunun ardından “Yoksa Koronavirüsleri de mi Tutuklayacaksınız?” başlıklı bir bildiri yayımladı. İTO’nun “Tüm dünyayı saran salgın bir hastalıkla mücadeleyi Sağlık Bakanlığı yerine İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne havale edecek kadar akıl tutulması yaşandığı”nı belirten bildirisi aslında bu sürecin özeti gibiydi. Virüs haberlerinin paylaşılması engellense de, hükümetin hak, hukuk, adalet arayışında olan herkesi susturmak için kullandığı baskı yöntemi Covit-19’un ülkeye girişini engelleyemedi beklendiği üzere. Görmezden gelme, inkar, baskı, tehdit yöntemleri sonuç vermeyince Sağlık Bakanı, nedense bir gece yarısı- virüsün Türkiye’de de görüldüğünü resmen kabul etti.

Pandemiyi kabul etmek, bir takım önlemler almayı da zorunlu kılıyordu. Bu zorunlulukla hükümetler, bu önlemlerin sermayenin kârını en az etkileyecek şekilde düzenlenmesine çabalarken; kamu kaynaklarının sermayeye aktarılmasını içeren paketler açıkladı. Benzer anlayıştaki diğer ülke hükümetleri gibi AKP hükümeti de fiziksel mesafe koşulunu sağlamak için önce büyük sermayeyi doğrudan etkilemeyecek, okullar, üniversiteler, camiler, berberler, kafeler, lokantalar vb alanları kapattı. Buna karşılık fabrikalar, atölyeler, bankalar ve tüketim üssü haline gelen AVM’ler faaliyetlerine devam etti. Oluşan yoğun tepkiler sonrasında AVM’ler de bir süre sonra kapatıldı ama onlarca, yüzlerce emekçinin bir arada bulunduğu üretim, finans ve ticaret alanlarında faaliyetler sürdü. Dolayısıyla milyonlarca fabrika, banka, inşaat, kargo, market işçisi; cami minarelerinden “Herkes evde kalsın!” uyarıları yapılırken ciddi hiçbir önlem alınmaksızın kapitalizmin çarklarını döndürmek üzere yaşam hakları ihlal edilerek çalışmaya zorlandı. Zorlandı, çünkü çalışmayı kabul etmedikleri taktirde yaşamlarını sürdürecekleri gelirden yoksun kalacaklardı.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de pandemi nedeniyle özellikle hizmet sektöründeki iş yerlerinden milyonlarca emekçi işten çıkartıldı, binlerce işletme kapatıldı. Böylece zaten yüksek olan işsizlik daha da arttı (TÜİK aksini iddia etmesine rağmen Türkiye’de de işsizlik, Cumhuriyet tarihinin en üst seviyesine yükseldi.).

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun Covid-19’un çalışma yaşamına etkileri raporlarına göre dünyada büyük çoğunluğu küçük ölçekli işletmelerden oluşan hizmet sektöründe istihdam edilen 1.25 milyar emekçi, pandemi nedeniyle ya işsiz kaldı ya da iş güvencesini kaybedip daha kötü koşullarda çalıştırıldı. Tüm bunlara  örgütsüzlük nedeniyle mücadele edilememesi de eklenince emekçiler, virüs kapma ve çevresindekilere de bulaştırma tehlikesi altında, yaşam pahasına çalışmak zorunda bırakıldı.

Şüphesiz, bu süreçte sağlık emekçileri en olumsuz etkilenen gruptu. Neoliberal politikalarla birlikte piyasalaşan sağlık sisteminin, toplumsal bir sağlık sorunu olan pandemiye karşı direnç gösterebilmesi mümkün değildi. Zira sağlık sistemini piyasalaştıran, özelleştiren ya da daha öz ifadesiyle metalaştıran dönüşüm, devlet aygıtını idare eden siyasi iktidarın, sosyal devlet döneminden kalan “toplum sağlığı”na ilişkin sorumluluklarını da terk etmesine neden olmuştu. Dünyanın hemen tüm ülkelerinde her kademedeki sağlık kurumu, sağlığın metalaştığı piyasada daha yüksek kâr edinmeyi amaçlayan alanlara yöneldi; toplum sağlığını ilgilendiren ama “kâr getirmeyen” (halk sağlığı, epidemiyoloji vb) uzmanlık alanları büyük ölçüde ihmal edildi. Öte yandan özelleşen ya da ticarileşen sağlık kuruluşları, en az maliyetle en yüksek geliri elde etme anlayışı içinde sağlık çalışanlarını bir maliyet unsuru olarak görmeye başladı. Bu nedenle bir tarafta personel sayısı azaltılırken, diğer taraftan sağlık emekçileri -tıpkı diğer emekçiler gibi- en düşük ücretle en yüksek verimi sağlamaya zorlandı. Başka bir değişle esnek ve güvencesiz çalışma, performans değerlendirmesi gibi neoliberal emek rejiminin kuralları sağlık alanında da uygulandı. Böylece pandemiye karşı “kâr etmek üzerine kurulu bir sağlık sistemi” ile mücadele edilmek durumunda kalındı. ILO’ya göre dünyada 136 milyonu bulan sağlık çalışanlarının büyük bölümü tüm bu yetersizlikler içinde adeta savaşın ön saflarına sürülmüş oldu.

Türkiye’de de durum farklı olmadı. Neoliberal dönüşüm sürecinin sağlık sisteminde yarattığı tahribat, pandemiyle birlikte alenen ortaya çıktı. Bulaşla mücadelenin bilimsel temele dayanmayan yöntemler devreye sokularak yönetilmeye çalışılmasıyla daha da artan sağlık sisteminin yükü, çalışanlarının üzerine yıkıldı.

Yönetici ve varlıklı sınıf, sistemin çarklarının durmaması için emekçi sınıfı çalışmaya zorlarken, gözden ilk çıkarılanlar sağlık emekçileri oldu. Son derece ağır iş yükü altında, kendileri ve yakınlarının yaşamını da riske atarak çalıştılar ama karşı karşıya oldukları riskleri azaltacak, yaşam koşullarını bir nebze olsun kolaylaştıracak talepleri dahi geri çevrildi. Virüs bulaşan sağlık çalışanlarının çeşitli biçimlerde cezalandırıldığına bile tanıklık ettik.

Sonuç olarak bulaşın başından beri onlarca sağlık çalışanı Covid-19 nedeniyle yaşamını kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor. Sağlık çalışanları günden güne sistemin üstlerine yıktığı pandeminin yükü altında tükeniyor; olanağı olan emekli oluyor ya da istifa ediyor; olmayansa hastalığa yakalanma sırasının her an kendisine geleceği kâbusuyla ve tükenmişlik sendromuyla çalışmaya devam ediyor. Her iki durum da pandemiyle mücadeleyi daha zorlaştırıyor.

Diğer emekçi kesimlerde de durum farklı değil, sağlık çalışanları kadar olmasa da hijyen, maske, fiziksel mesafe gibi şartların sağlanmadığı koşullarda milyonlarca insan çalışmaya devam ediyor ve sosyal yaşam içinde ailelerinin yanı sıra birçok kişiyle temas ediyor. Yani Sağlık Bakanı’nın her akşam dikkat edilmesini istediği koşullara uy(a)mayan ve pandeminin yaygınlaşmasından sorumlu tutulan yurttaşlar, aç kalmamak için yapılmaması gereken ne varsa yapmak zorunda kalıyor!

Yönetenler ve varlıklılar, pandemi nedeniyle kârları düşmesin, kapitalizmin çarkları dönmeye devam etsin diye sağlıkçılar başta olmak üzere tüm çalışanların yaşam hakkını açıkça ihlal ediyor. Bununla da yetinmeyip, pandemiyi fırsata çevirip, toplumun kabullendirmekte zorlandığı, onaylamadığı… birçok meseleyi yaşama geçirmeye çalışıyor. Bu fırsatların en başında çalışanları tamamen güvencesiz hale getirecek “esnek çalışma rejimi” yer alıyor. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’ın “İzole Üretim Üsleri”, Metal Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS)’in “MESS SAFE” projesi ve özellikle hizmet sektöründe yaygın olan “evden çalışma” uygulamaları gibi emek maliyetini düşürecek ve emeği daha sıkı denetim altına alacak esnek çalışma yöntemleri, pandemiyle beraber kalıcı hale getirilmek isteniyor.

Sermayenin “pandemiyi fırsata çevirme” projelerinden bir diğeri de eğitim sisteminde. Milyonlarca öğrenciyi, eğitimciyi pandemiye karşı bilimsel dayanaklarla yapılan uyarıların tümünü hiçe sayarak LSG ve YGS’yi yapmakta beis görmeyen Milli Eğitim Bakanlığı, yine pandemiyi gerekçe göstererek uzun süredir üzerinde çalıştığı “okulsuz, öğretmensiz uzaktan eğitim” projesini kalıcı hale getirmenin yollarını örüyor.

Sonuç olarak, kapitalist dünyanın bütününde olduğu gibi Türkiye’de de Covid-19 ölümcül bir pandemi olmanın ötesinde, sistem için bir tehdit olarak görülüyor ve bu tehdide karşı toplum sağlığını korumaya yönelik bilimsel yol ve yöntemler yerine bir avuç sermayedarın ve siyasi iktidar sahibinin “bekası”, öncelik haline geliyor. Bu da sınıflar arası çelişkiler üzerinde yaşam bulan kapitalizmin gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor.

Muktedirin varlığını sürdürebilmesi için milyarlarca insanın yaşamını feda eden kapitalist sistem içinde -kendisini farklı biçimlerde tanımlasa da- emekçi kesimlerin etkisi son derece zayıf.  “Sınıf temelli örgütlülüğün olmaması”nın sonuçlarından biridir bu. Böylesi bir mücadelenin olanakları sağlanamadığı ve sermaye sınıfı karşısında güçlü bir aktör olunamadığı sürece, sermayenin emeği, doğayı daha fazla sömürmek için pandemi, deprem, sel vd felaketleri fırsata dönüştürdüğü/dönüştüreceği tabloları değiştirmek mümkün olmayacak maalesef…



4 Eylül 2020 Cuma

Öğretmen Maaşı

5 Eylül 2020

İşçiye verdiği ücretin fazla olduğunu düşünmeyen patron yoktur; onun amacı işçinin yarattığı değerin tümüne el koymaktır. Elinden gelse sadece ücret istemeyecek robotları çalıştırmayı düşler -ki eline fırsat geçtikçe- teknolojiyi emeğin yerine ikame eder. İşçinin alın terinden kıstığı parayı teknolojinin bu yönde gelişmesi için harcamaktan da imtina etmez.

Teknolojideki tüm gelişmelere rağmen patronların üretim ve hizmetin emek gücü olmaksızın yapılabilme hayali bugüne kadar gerçekleşmedi. Gerçi teknolojinin emeğin istihdamında yarattığı daralma küçümsenemez. Ayrıca teknoloji, emek gücünün denetim altında alınması ve verimliliğinin arttırılarak daha fazla artı değer yaratması için de patronlara yeni olanaklar sağlamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen patronlar, kârlarından fedakarlık olarak gördükleri ücreti vermek durumunda oldukları işçileri halen çalıştırmak zorundadır.

Teknolojinin de katkısıyla bir taraftan istihdamın daralması ve emek gücü üzerindeki denetimin yoğunlaşarak emeğin üretkenliğinin (sömürüsünün) artması ile yükselen işsizliğin yarattığı baskı, işçilerin patronlar karşısında pazarlık gücünün azalmasına neden olur. Böylece işçiler daha düşük ücret ve daha kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermeye mecbur kalır.

İşçilerin pazarlık gücünü arttırabilmesinin iki yolu vardır. Bunlardan biri işçinin sahip olduğu vasfı arttırmasıdır (ki emek gücünün becerisi ne kadar artarsa artsın teknolojinin de etkisiyle ve aynı beceriye sahip emekçilerin artmasıyla yine değersizleşecektir). Diğeri de işçilerin birbirleriyle rekabet yerine -sınıf bilinciyle- güçlerini birleştirerek örgütlenmeleri, sendikalaşmalarıdır. Bu kural, -büyük bölümü kendisini işçi olarak tanımlamasa da- mühendis, avukat, hekim, akademisyen, öğretmenler için de geçerlidir.

Bu bağlamda Milli Eğitim Bakanı’nın pandemiyi fırsat bilerek, uzaktan eğitimi yücelttiği ve “öğretmen maaşlarını eğitimin üzerindeki asıl yük” olarak tanımladığı konuşması son derece “anlamlıdır”. Anlamlıdır, çünkü Türkiye’de ilk kez bir bakan (kendisi özel okul patronudur aynı zamanda) bu kadar açıklıkla öğretmenlerin -kendileri kabul etmese de- “işçi” olduğunu; devletin de bildiğimiz (sömürgen) “patron” konumunda olduğunu; haliyle eğitimin de metalaştığını ve piyasa koşullarına göre işlediğini belirterek, “malûm”u ilan etmiştir. Bakanın bu açıklamasından sonra “öğretmenlerin, diğer birçok profesyonel meslek gibi işçileşmenin de ötesinde proleterleştiği, patronun devlet mi özel sermaye mi olduğunun bir öneminin kalmadığı ve eğitim sisteminin de itaatkar, piyasanın ihtiyaçlarına uygun elemanlar yetiştirmekten ibaret olduğu konusu”nu tartışmaya mahal kalmamıştır.

Bakanın açıklamasında hedeflenen, çok açık ki halen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tâbi çalışan öğretmenlerdir. Zira İş Kanunu’na tâbi çalışan özel okul öğretmenleri, pandemi sürecinde diğer sektörlerdeki işçiler gibi (patronun keyfine göre) asgari ücretle istihdam edilmiş ya da ücretsiz izne çıkartılmıştır. Devlet okullarındaki sözleşmeli ve ücretli öğretmenler de yine bu süreçte bakanlığın kararlarına rıza göstermek zorunda kalmıştır. Geriye statü hukukuna tâbi olarak sınırlı da olsa halen iş ve ücret güvencesi ile çalışan öğretmenler kalmıştır. Bunlarsa, eğitim sisteminin neoliberal dönüşüm sürecine uyum sağlamak konusunda en sorunlu(!) kesimidir. Birçoğu siyasi iktidarın güdümündeki sendikaya üye olsa da, aralarında halen neoliberal dönüşüm sürecine direnen ve AKP’le uzlaşmayarak diğer öğretmen kesimine de “kötü örnek” olan çoğunluğu Eğitim Sen üyesi öğretmenler vardır.

Bakan’ın açıklaması, AKP iktidarına direnen öğretmenlerle beraber öğretmen emeğini ve öğretmenlik mesleğini toplum karşısında tümüyle değersizleştirmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla bu, geçiştirilemeyecek, ideolojik temelli bir açıklamadır. Patronu kim olursa olsun, hangi statüde, hangi istihdam biçimiyle çalışıyor olursa olsun; atama bekleyen ya da işsiz olsun; yandaş sendikanın üyesi olsun olmasın, tüm eğitim emekçileri bu açıklamanın ardındaki “niyet”i iyi okumalıdır.

Niyet, teknolojik gelişmelerin ardı sıra pandemi vesilesiyle öğretmenler üzerindeki teknik denetimi arttırmak ve uzun süredir üzerinde çalıştıkları öğretmen emeğini teknolojiyle ikame eden öğretmensiz-okulsuz eğitim projesini yaşama geçirmektir. Tıpkı hizmet ve sanayi sektörünün birçok alanında olduğu gibi…

Öğretmenler ve eğitim sistemi üzerine iktidarın yapmak istedikleri ayan beyan ortadadır. Burada asıl soru; öğretmenlerin ve öğretmen örgütlerinin buna karşı nasıl tepki vereceğidir. Elbette gözardı etmemek gerekir ki mesele, sadece öğretmenler ve onların maaşı değil; eğitim sistemi üzerinden tüm toplumsal ilişkilerin egemen sınıfın dönemsel çıkarına uygun biçimde yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla eğitim sistemi ve beraberinde öğretmen emeğinin nasıl bir dönüşüm geçireceğini, bunun toplumsal ilişkilere nasıl yansıyacağını; öğretmenlerin yanı sıra sermaye dışı tüm toplum kesimleriyle emekten, demokrasiden yana örgütlerin mücadele kararlılığı belirleyecektir.