28 Mayıs 2010 Cuma

MÜCADELE İÇİN ÖNCE SENDİKAL BÜROKRASİYİ AŞMAK GEREK…

28/05/2010
Özgürce
Türkiye’de emekçiler 1980’den bu yana iş güvencesini, ücretini, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin haklarını, sosyal güvencesini, sağlık, eğitim, barınma, ulaşım ve örgütlenme hakkını kısacası çalışma koşulları ve sosyal haklara ilişkin elinde ne varsa kaybetmektedir. Bu haklar kimi zaman yasalarla ortadan kaldırılmaktadır, kimi zaman da işsizlik tehdidi altında emekçiler yasalarda var olan haklarını bile talep edememektedir. Bunun sonucunda da ücretler düşmekte, çalışma koşulları kötüleşmekte, güvencesizlik ve iş cinayetleri artmakta; velhasıl emekçiler işsizliğe, yoksulluğa, güvencesiz bir yaşama ve hatta ölüme mahkûm edilmektedir.

Bunca hak kaybına uğramasına rağmen emekçiler, geçen 30 yılda gerekli ve yeterli tepkiyi gösterememiştir. Çünkü 12 Eylül darbesiyle sendikalar başta olmak üzere toplumsal mücadelenin tüm araçları etkisiz hale getirilmiş ve birey olarak emekçiler önce baskı altına alınıp, daha sonra da apolitikleştirilerek örgütlü mücadele düşüncesinden uzaklaştırılmıştır. Sendikalar darbe sonrasında 1982 Anayasası ve 2821, 2822 sayılı yasalarla yeniden yapılandırılmıştır. Neoliberal politikaların önünü açmayı amaçlayan darbecilerin sendikal alana ilişkin yasaları yaparken tek hedefi; emekçilerin hakları ortadan kaldırılırken işçi sınıfı hareketinin etkisiz hale getirilmesi olmuştur. Bunun için iki yol izlenmiştir. Birincisi emekçileri olabildiğince sendikalardan uzak tutmak ve örgütsüzleştirmek; ikincisi de sendikaları, demokrasinin işlemediği, bürokratik bir yapı haline getirerek işçi ile sendika arasına kalın bir duvar örmektir.

Darbeciler ve darbenin arkasındaki sermaye güçlerinin sendikaları ve dolayısıyla işçi sınıfı hareketini etkisizleştirme hedefi aradan geçen 30 yılda önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında faaliyetlerine devam eden Türk İş ve Hak İş, darbe rejimiyle derhal uzlaşmış ve emir komuta zincirinde “sendikal faaliyetlerini” sürdürmüştür. 1988 yılına gelindiğinde kaybedilen haklar, emekçilerin sabrını taşırmış ve tüm baskılara rağmen, sendikal bürokrasi de bir ölçüde aşılarak 1989 Bahar Eylemleri’yle mücadele yükseltilmiştir.

1989 Bahar Eylemleri’nde emekçilerin hedefinde ANAP iktidarı ve özellikle de Turgut Özal vardır. ANAP hükümeti emekçilerin tepkileri karşısında uzun süre dayanamamış, önce yerel seçimleri daha sonra da genel seçimleri kaybederek iktidardan uzaklaşmıştır. ANAP’ın bu çöküş sürecinde Özal, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkmışsa da 1993 yılında ölmüştür. Böylece 1989 Bahar Eylemleri’nin hedefindeki ANAP ve Özal ortadan kalkmıştır. Ancak ANAP’ın ve Özal’ın temsil ettiği ekonomi anlayışı aynı biçimde aktörler değişerek devam etmiştir. 12 Eylül’ün “mağduru” Demirel, Özal’dan sonra Cumhurbaşkanı olarak, ABD’den transfer edilen Çiller Başbakan olarak ve sosyal demokrat bir parti olan SHP, başında önce İnönü daha sonra Karayalçın’la birlikte yeni aktörler olmuştur. Emekçilerin hedefindeki ANAP ve Özal sonrasında amacına ulaştığını düşünen işçi sınıfı hareketi en büyük darbeyi bu yeni aktörler döneminde almıştır. 1993 sonrasında Türkiye’de -1994 krizinin de bahanesiyle- piyasalaşma süreci ve emekçilerin haklarını ortadan kaldıran uygulamalar yoğunlaşmış ve reel ücretler hızla düşmüştür.

Türkiye işçi sınıfı hareketi için son derece önemli bir yere sahip olan 1989 Bahar Eylemleri’nin en temel eksikliği hedefine sadece siyasi iktidarı alarak, sendikal yapıları yeterince sorgulamamış olmasıdır. Oysa darbe yasalarıyla çerçevesi çizilmiş olan sendikalar, uygulanan ekonomi politikaları karşısında etkisiz kalmakta ve mücadeleden uzak, uzlaşmacı bir yapı sergilemekteydi. 1992 yılında DİSK’in yeniden faaliyetlerine başlaması bir umut olmuştu ama ne var ki DİSK, 1980 öncesinde yürüttüğü “mücadeleci” sendika anlayışını bir tarafa bırakıp, Türk İş ve Hak İş gibi “uzlaşmacı” sendikal anlayışı benimsemişti. Böylece henüz yasal olarak kabul edilmediği için fiili mücadele hattını geliştiren (daha sonra KESK’i oluşturan) kamu emekçi sendikaları dışında tüm sendikalar siyasi iktidar ve sermaye ile uzlaşı içinde haklarının ortadan kaldırılmasını izlemekle yetinmişlerdir.

2001 krizi sonrasında emekçilere yönelen saldırılar daha da yoğunlaşmış ve hakları ortadan kaldıran uygulamalar yasal düzenlemeler haline gelmiştir. Bu süreçte de sendikaların mücadeleden uzak tavrı değişmediği gibi uzlaşma anlayışı içinde sendikalar, hakların ortadan kaldırılması sürecine katkı sağlamışlardır. Tüm bunlara rağmen, -2001 yılında çıkartılan ve bürokratik bir sendikal yapıyı hedefleyen 4688 sayılı yasayla birlikte mücadele gücünü önemli ölçüde kaybeden KESK de dahil olmak üzere- sendikalar yeterince sorgulanmamıştır. Ta ki Aralık 2009’da başlayan TEKEL direnişine kadar…

TEKEL direnişi her ne kadar başlangıçta 1989 Bahar Eylemleri gibi hedefine siyasi iktidarı koymuşsa da başta Türk İş olmak üzere konfederasyonların samimi olmayan, aldatıcı tavırları karşısında tepkilerini kısa sürede sendikalara yöneltmişlerdir. 1 Mayıs Taksim Mitingi’nde ve 26 Mayıs’ta TEKEL işçilerinin sendikalara yönelik tepkileri hem artmış, hem de diğer emekçi kesimler arasında yaygınlaşmıştır.

TEKEL işçisinin fitilini ateşlediği tepkinin adresi doğrudur. Çünkü sermayeyle ve onun temsilcisi siyasi iktidarlarla mücadelenin tek yolu doğru örgütlülüktür. İşçi sınıfının öz örgütü olarak sendikaların bu mücadele içinde rolü son derece önemlidir. Dolayısıyla örgütlü veya örgütsüz tüm emekçilerin her şeyden önce kendi örgütlerine sahip çıkması ve sendikaları işçi sınıfının ihtiyacını karşılayacak biçime dönüştürmesi gerekir.

Konfederasyon başkanlarının istifaya çağrılması, sendikaların işçi sınıfının ihtiyacını karşılayacak ve tarihsel işlevlerine geri döndürecek bir dönüşüm için ilk adım olarak kabul edilebilir. Ancak sendikaların içinde bulunduğu yapısal sorunlar çözülmeden tek başına başkanların istifası çözüm olmayacaktır. Bu noktada ilk olarak yapılması gereken aşağıdan yukarıya bir sendika içi fiili mücadele hattı geliştirerek bürokratik yapıyı kırmaktır. Bunun ardından sendikalardaki uzlaşmacı, mevzuat bağımlısı anlayış bir tarafa bırakılmalı ve tüm işçi sınıfını kapsayan, mücadeleci bir perspektif temel alınmalıdır (!)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

TEKEL İşçisi Direnmeye ve Öğretmeye Devam Ediyor...

 

25.05.2010

 TEKEL direnişi sürecinde belki en çok merak edilen, direniş süresince kazanılan sınıf bilincinin, dayanışma ve mücadele azminin direniş sonrasında devam edip etmeyeceğiydi. Öyle ya bir avuç TEKEL işçisi 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfının üzerine örtülen ölü toprağını atıvermiş ve ekmek kavgasının masa başında sermayeyle uzlaşarak değil, sokakta mücadele ederek kazanılacağını hatırlatmışlardı. Sakarya Meydanı’nda direniş bittiğinde çadırlarla birlikte tüm bu dayanışma ve mücadele düşüncesi de yok olup gidecek miydi? Doğrusu pek çok kişi (açıkça dillendirmese de) büyük madenci yürüyüşü gibi, SEKA direnişi gibi bunun da saman alevi olup yok olacağını düşünüyordu.

Pek çokları gibi sendika bürokratları da çadırlar sökülüp, herkes evine gittikten sonra TEKEL direnişinin kırılacağını düşünüyordu. 78 günlük direniş boyunca sendikal bürokrasi direnişi kırmak için hükümetle elbirliği edip pek çok oyun denedi ama olmadı. Bunların en sonuncusu tam 93 gün sonrasına “genel eylem” yapılacağın vaat ederek direnişin sonlanmasını isteyen 22 Şubat kararlarıydı. Danıştay’ın 4/C’ye müracaat için sürenin uzatılması yönünde verdiği karar da bahane edilerek Mart ayı başında çadırlar söküldü ve TEKEL işçisi 78 günlük direnişini sonlandırıp evine döndü. Böylece sermaye ve hükümetle birlikte Türk İş yönetimi başta olmak üzere tüm sendikal bürokrasi rahat bir nefes aldı.

Ancak çadırlarla birlikte direnişin de dağıtılacağını düşünenler kısa sürede yanıldıklarını anladılar. TEKEL işçileri evlerine dönmüşlerdi ama direniş bitmemişti. Bulundukları her kentte karşılarına çıkan hükümet üyelerine varlıklarını yaptıkları eylemlerle hatırlattılar. Öte yandan yurdun dört bir yanında süren diğer emekçilerin direnişlerine de ortak oldular ve bu direnişlere güç kattılar. Tepkileri sadece hükümete ya da sermayeye değil; mücadelelerini engellemek için ellerinden geleni yapan sendikal bürokrasiye de karşıydı.

TEKEL işçilerinin ve Türkiye’de sendikal yapıları bilen herkesin tahmin ettiği gibi sendikal bürokrasi, 22 Şubat’ta aldığı 26 Mayıs “genel eylem” kararının arkasında durmadı. Sürpriz olmayan bu tavırla sendikal bürokrasi, TEKEL işçisini bir kez daha arkadan vurmuştu(!) Bunun üzerine TEKEL işçisi direnişini sendikal bürokrasi üzerinde yoğunlaştırdı. Sendikal bürokrasiye tepkilerini önce Taksim’de 1 Mayıs kürsüsünde gösterdiler. Daha sonra da 26 Mayıs’a 2 gün kala haklarını korumak için örgütlendikleri ve yıllardır aidat ödedikleri konfederasyonları Türk İş’in İstanbul Bölge Temsilciliği’ni (işçilerin işgal ettikleri söylese de) sendikal bürokrasinin işgalinden kurtarıp konfederasyonlarına sahip çıktılar.

24 Mayıs’ta TEKEL işçisinin İstanbul Bölge Temsilciliğine sahip çıkma eylemi, TEKEL direnişiyle birlikte Türkiye’de emek mücadelesine yeni bir boyut katacaktır. Zira TEKEL işçisi bu eylemini sadece kendi hakları için değil, madenlerde katledilen emekçiler, işini kaybeden, güvencesizleştirilen, hakları ellerinden alınan itfaiye işçileri, Esenyurt Belediyesi işçileri, İSKİ işçileri, Bilgi Üniversitesi işçileri, 50/d’li araştırma görevlileri, ATV-Sabah grevcileri için de gerçekleştirmiştir. Ve sendikal bürokrasiyi reddeden Türk İş’e bağlı sendikaların şube yönetimleri de TEKEL işçilerinin yanında yer almıştır.

Evet, TEKEL işçisi öğretmeye devam etmektedir. Bu ders: İşçi sınıfının haklarını savunabilmesi için her şeyden önce kendi örgütlerine sahip çıkması ve mücadelenin sendikaların bürokrasiden ve sermayenin işbirlikçilerinden temizlenmesi amacına yönlenmesidir.

21 Mayıs 2010 Cuma

İş Cinayetlerinin Sorumlusu Kim(ler)…?

21/05/2010
ÖZGÜRCE


Zonguldak’ta ekmek parası için ölüme giden 30 can için Başbakan’ın yorumu, “ölüm bu mesleğin kaderinde var” şeklinde olmuştur. Yani Başbakan, işi kolay yoldan kadere havale edip sıyrılmaya çalışmıştır. Çalışma Bakanı da Başbakan gibi sorumluluğu üzerinden atma telaşı içinde ekmeği için can veren 30 emekçinin yaptığı işin “kuyu açmak, galeri yapmak” olduğunu söyleyip; bunların “yan işler” olduğu için taşerona devredildiğini söylemiştir. Bakan’ın derdi, 4857 sayılı İş Kanunun 2. maddesinde belirtilen asıl iş dışındaki işlerin alt işverene yani taşerona devredilemeyeceği hükmünün ihlal edilmediği izlenimini yaratmaktır. Oysa Bakan kendi sözleriyle kendisini ele vermiştir. Nasıl ki bir ameliyatta ameliyat yapılacak bölgeyi kesen ve diken doktorun yaptığı işle kesilmiş olan yerdeki işlemi yapan doktorun yaptığı işi esas iş - yan iş diye ayıramazsak bir maden ocağının açılma işlemiyle o madenden kömür çıkartma işlemini de birbirinden ayırmamız mümkün değildir. Dolayısıyla Bakan’ın himayesinde TTK’nın yaptığı taşeron uygulaması kölelik yasası olarak bilinen 4857 sayılı yasaya dahi aykırıdır.

Tüm mazeretler bir tarafa, Zonguldak’ta toprak altında can veren 30 emekçi tıpkı daha önce benzer biçimde can veren diğer madenciler ya da tersanelerde, inşaatlarda, tekstil atölyelerinde yaşamını kaybeden diğer emekçiler gibi bir iş cinayetine kurban gitmişlerdir. Evet, çok açıkça ifade etmek gerekir ki tüm bu canlar, bilinçli biçimde yani taammüden öldürülmüşlerdir.

Nasıl mı bu kadar emin olabiliyorum emekçilerin taammüden cinayete kurban gittiklerine? Başbakan’ın “ölüm bu mesleğin kaderinde var” sözlerinden tabi ki…

Sormak gerekir: Peki, bir insan öleceğini bilerek bir mesleği neden yapar? Cevap açıktır; başka çaresi olmadığından elbette…

Bir soru daha o zaman, bir insan eğer intihar etmiyorsa, neden kendisini ölüme götüren koşullara –Başbakan’ın ifadesiyle kadere- karşı çıkmaz? Bunun da cevabı açıktır; bulunduğu ülkede yaşam hakkını savunacağı kadar bile demokrasi yoktur da ondan(!)

Zonguldak’ta kaybettiğimiz emekçiler örneği üzerinden cinayetin sorumlularını bulmak için bu soruları ve cevapları biraz açalım: Evet, madene giren 30 emekçi o gün ya da bir başka gün başlarına böyle bir kaza geleceğini ve yaşamlarını kaybedeceklerini biliyorlardı. Ama başka çareleri yoktu. Çünkü onlar yoksuldu ve yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundaydılar. Ancak işsizlik öylesine çaresiz bırakmıştı ki ne koşullarda olursa olsun bir işte çalışmaya razıydılar. Hiçbir güvencesi olmamasına rağmen en vahşi koşullarda çalışmayı kabul ettiler. İşsizlik ve eve ekmek götürememek onlar için ölümden daha büyük kabustu ve işsiz kalmamak, eve ekmeksiz gitmemek için ne güvencesiz çalışmaya, ne kendilerini ölüme götüreceğini bildikleri koşulara karşı çıkamadılar. Sendikalaşmayı, örgütlenmeyi ise belki hayal dahi edemediler.

Cinayetin ilk bakışta görünen sorumlusu işsizlik, yoksulluk, güvencesiz çalışma ve örgütsüzlüktür. Tüm bunlar kapitalist sistemin varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan daha fazla emek sömürüsünün araçlarıdır. Özellikle küreselleşme süreci içinde küresel rekabet söylemiyle emek maliyetini düşürmek üzere dayatılan esnek çalışma düzeni bu cinayet araçlarının giderek yayılmasına ve dünya üzerinde milyonlarca emekçinin yaşamını yitirmesine neden olmuştur. Yani cinayetin temel sorumlusu kapitalist sistemdir.

Kapitalizmin iş cinayetlerine yol açan ekonomi politikalarının kapitalist ülkelerde uygulanmasını sağlayan IMF, Dünya Bankası, OECD ve AB gibi uluslararası üst örgütlerle ulusal düzeydeki sermaye örgütleridir. Bunlar her fırsatta serbest piyasa ekonomisini ve bununla birlikte işsizliği, yoksulluğu ortaya çıkartan politikaların uygulanmasını sağlamaya çalışmaktadır. Özellikle son yıllarda bu yapılar emek maliyetlerini daha da aşağıya düşürmek için esnek çalışmayı, güvencesizliği ve örgütsüzlüğü ülkelere dayatmaktadır. Dolayısıyla kapitalizmin uluslararası örgütleriyle sermaye örgütlerini cinayetin azmettiricisi olarak tanımlayabiliriz.

Tüm cinayetler gibi iş cinayetlerinde de görünür olan tetikçilerdir. Burada tetikçilik görevini üstlenenler azmettiricilerin de etkisiyle kapitalizmin cinayetlere neden olan politikalarını uygulayan siyasi iktidarlar ve ona bağlı olan bürokrasidir. Genellikle sorumluluk tetikçilerin yani siyasi iktidarların üzerinde kalır. Eğer toplumdan gelen tepki artarsa sistem, tetikçiyi değiştirilerek yoluna devam eder.

Her cinayette olduğu gibi iş cinayetlerine de yardım ve yataklık yapanlar vardır. Bunlar tüm bu cinayetlerin nedenini bildiği ve engelleyebileceği halde bunu yapmaz ve bazen cinayetin işlenmesine doğrudan yardımcı da olabilir. İş cinayetlerinin yardım ve yatakçısı, emekçileri ölüme götüren koşullara karşı çıkmayan sendikalardır. Zira iş cinayetlerine kadar giden sömürü koşulları karşısında sendikalar, mücadele etmek yerine mücadeleden kaçarak ya da cinayetin sorumlularıyla “sosyal diyalog” içerisine girerek cinayet koşullarını meşrulaştırmaktadır. Bunun son örneği TEKEL direnişi ve 26 Mayıs sürecinde bir kez daha görülmüştür. Sendikalar üst düzeyde cinayetlere ortak olurken yerel düzeyde ve işyerlerinde de benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır. Örneğin madenlerde; taşeronlaşma ve kaçak ocaklarda işçi çalıştırma son yıllarda giderek artmıştır. Ancak bir zamanlar Türkiye işçi sınıfı hareketinin en dinamik örgütü olan Genel Maden İş Sendikası bu süreci engellemek için hiçbir çaba göstermemiştir. Aynı şekilde TTK’da sendika üyesi kadrolu işçilerin çalışma koşullarının kötüleşmesi karşısında da yine sendikanın ciddiye alınır bir müdahalesi olmamıştır. Böylece hem özel ocaklarda hem de TTK’da iş kazaları ve ölümler artmıştır.

Sözün özü: Bundan önceki iş cinayetlerinde olduğu gibi Zonguldak’ta can veren 30 emekçi kardeşimiz de organize olarak işlenmiş bir cinayete kurban gitmişlerdir. İş cinayetlerine bir son vermek için cinayetlerde sorumluluğu olanlardan hesap sorulması gerekir. Bunun için de işe sendikalardan başlanmalıdır. Çünkü emekçilerin sorunlarını sahiplenmeyen bir sendikal anlayış içerisinde örgütlenilmeden iş cinayetlerinin gerçek sorumlularından hesap sormak mümkün olmayacaktır.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

TEKEL Direnişi ve 22 Şubat Kararları Üzerine (II)…

18.05.2010

23 Şubat günü Sol’da yayınlanan “TEKEL Direnişi ve 22 Şubat Kararları Üzerine…” başlıklı yazıda TEKEL işçilerine “sözde” destek için 22 Şubat’ta toplanan konfederasyon yöneticilerinin 3 ay sonraya bir eylem kararı almalarını eleştirmiş ve yazıya şu sözlerle son vermiştim :

Sözün özü: Sendikaların yıllardır mücadeleden kaçma bahanesi TEKEL direnişiyle ortadan kalkmış, sadece TEKEL işçileri değil tüm emekçiler mücadeleye hazır olduklarını göstermiştir. Ama sendikaların konfederasyonlar düzeyindeki yönetimleri sermaye ve iktidar yandaşlığına devam ederek, sendikacılara rağmen ortaya konan direnişi boşa çıkartma gayreti içindedir. Buna karşı mücadeleden kaçma anlamına gelen 22 Şubat kararlarının altında imzası olan konfederasyonların üyeleri acilen kendi örgütleri için de bu kararları sorgulamalı ve TEKEL işçisinin yaptığı gibi sendikalar mücadele içerisine çekilmelidir(!)”

Bu yazıda özellikle 22 Şubat kararlarını “sendikaların mücadeleden kaçması” olarak nitelendirmem üzerine birçok dostun tepkisiyle karşılaşmıştım. Tepkilerin özü, 70 gündür sürmekte olan bir eylemin 3 ay sonraya taşınmasının mücadeleden kaçış değil, tüm emekçi kesimleri mücadeleye katmayı ve sendikaların daha hazırlıklı biçimde eyleme gitmesini amaçlayan bir stratejinin ürünü olduğu şeklindeydi. Yani onlara göre ben “yine” sendika(cı)lara haksızlık yapmıştım.

22 Şubat’tın üzerinden 85 gün geçmiş ve eylem tarihi olarak belirlenen 26 Mayıs’a 8 gün kalmıştır. Anımsanacağı gibi Türk İş, DİSK, KESK ve T.Kamu Sen’in altında imzaları olan 22 Şubat kararları şu cümlelerle sonlanmaktadır: ”Öncelikli istemlerinin karşılanmaması ve bu etkinliklerin Hükümet nezdinde bir sonuç vermemesi halinde, 26 Mayıs 2010 tarihinde, bu dört konfederasyon ve bu konfederasyonlara üye tüm sendikaların birlikte sahipleneceği ve üretimden gelen gücün kullanılacağı genel bir eylem yapılmasının uygun olacağına karar verilmiştir.” Bu ifadelerden anlaşılan, konfederasyonların 12 maddede toplanan talepleri yerine getirilmezse ”üretimden gelen gücün kullanılacağı genel bir eylem” yapılacağıdır. 22 Şubat’tan bu yana Hükümet, başta esnek ve güvencesiz çalışmanın sonlanmasını içeren taleplerinin hiçbirini yerine getirmediği gibi esnek ve güvencesiz çalışmayı daha da yaygınlaştıran uygulamalarda bulunmuştur. Bu durumda kararların altında imzası bulunan konfederasyonlardan beklenen ”üretimden gelen gücün kullanılacağı genel bir eylem”in yani bir genel grevin örgütlenmesidir.

Oysa gelin görün ki 3 ay önce tarihi belirlenmiş olan bir eylem için KESK dışında hiçbir sendikada herhangi bir hazırlık görülmediği gibi Türk İş yönetim kurulunun eylemden vazgeçtiği yönünde haberler gelmektedir. Hal böyle olunca da sendikalar cephesinde yıllardır gördüğümüz bir filmin tekrarlandığı hissi doğmaktadır. Bu filmde sendika(cı)lar, emekçilerin haklarını savunan değil emekçilerin mücadelesini engelleme çabasında olan örgütler görünümündedir ve bu kez de Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin yükselmesinde önemli bir dönemeç olan TEKEL direnişini kırmaya gayret etmektedir.

Sendika(cı)ların emekçilerin hakları için mücadele örgütleyen değil, mücadeleyi kıran tavrı, en başta emekçilerin örgütlü mücadelesine olan inancı yok etmektedir. Bu da sınıflar arası mücadelede işçi sınıfının gücünü kırmakta ve sendika(cı)ların emeğin sömürüsü ve emekçilerin yoksullaşmalarında sorumluluk sahibi olmaları sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bu nedenle -sendika(cı)lara haksızlık yaptığım düşüncesinde olanlardan özür dileyerek-, her zamankinden daha büyük bir ısrarla başta örgütlüler olmak üzere tüm emekçilerin sermaye kadar, kapitalist sistem kadar mevcut sendikal yapılarla da mücadeleye girişmesini önereceğim. Çünkü mücadelenin önünde engel oluşturan bu sendika(cı)lardan kurtulmadan emekçilerin sınırsız sömürünün ve yoksulluğun kaynağı olan kapitalizmin tahakkümü altından kurtulmasına olanak yoktur(!)

14 Mayıs 2010 Cuma

Paradigma Değişirken Emekçiler Müdahil Olmalı(!)

                                 14/05/2010
ÖZGÜRCE

Türkiye’de 1980’li yılların başından bu yana ekonomik yapıda köklü bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüm sürecinde Türkiye, küresel kapitalizmin kendisine biçtiği rol çerçevesinde üretim süreçlerinden devletin işlevlerine kadar pek çok alanı yeniden yapılandırmıştır. Bu yeniden yapılanma sürecinde kamu işletmeleri özelleştirilmiş, kamu hizmetleri piyasalaşmış, emek maliyetini ucuzlatmak amacıyla çalışma yaşamı kuralsızlaştırılmış, tarım ve hayvancılık büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için ise yeniden yapılanmadan olumsuz etkilenecek ve karşı çıkacak olan emekçi sınıflar, 12 Eylül darbesiyle başlayan ve bugüne kadar gelen baskılarla sindirilmeye çalışılmıştır. Bu baskılarla birlikte üretim sürecindeki değişimin de etkisiyle emekçiler örgütsüzleşmiş ve yalnızlaşmıştır. Böylece sermaye sınıfı ekonomik alanla birlikte siyasal alanda da egemenliği büyük ölçüde eline geçirmiştir.

30 yılı bulan süreç içinde ekonomik yapıyı köklü biçimde değiştirenler şimdi de değişen ekonomik yapıya uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana benimsediği paradigmayı değiştirmek istemektedir. 87 yıllık bir devleti yapısal olarak değiştirmek elbette kolay değildir. Bunun için çok güçlü bir siyasi iktidar kadar, bu değişimle birlikte konumu sarsılacağı için mevcut paradigmayı koruma refleksi gösterecek kesimlerin de etkisiz hale getirilmesi gerekmektedir.

Ekonomik yapıda 30 yıldır süren değişim sürecinde -sadece yedi buçuk yıl iktidarda bulunmasına rağmen- son derece önemli bir paya sahip olan AKP, şimdi de devletin yapısını kökten değiştirmeye talip olmuştur. AKP’nin bu zorlu “görevi” üstlenirken -bu “görevi” kendisine veren- uluslararası ve ulusal sermaye ile ABD, AB gibi uluslararası güçlerin de desteğini arkasında hissettiği anlaşılmaktadır.

AKP’nin 87 yıllık paradigmayı yıkmak konusunda yeterli güce sahip olduğunu varsaydığımızda geriye mevcut paradigmanın savunucularının etkisizleştirilmesi kalmaktadır. Bu konuda AKP, en önemli hamleyi Cumhurbaşkanlığı seçiminde “başarıyla” gerçekleştirerek yapmıştır. Daha sonra Ergenekon ve benzer diğer davalar da kullanılarak başta TSK olmak üzere mevcut paradigmanın savunucusu olan kesimler etkisiz hale getirilmiştir. Öte yandan YÖK’ün merkeziyetçi yapısı kullanılarak üniversiteler susturulmuş, yargı da benzer yöntemlerle etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Geriye mevcut paradigmanın kurucusu da olan ana muhalefet partisi CHP kalmıştır. Onun da gizli kamera komplolarıyla mevcut yapısını değiştirmeye zorlandığı görülmektedir.

AKP’nin, üstlendiği bu zorlu görevi “başarıyla” tamamlayıp Türkiye’de bir rejim değişikliğini sağlayıp sağlayamayacağını şimdiden kestirmek zordur. Ancak şu gerçeklerin altını çizmekte yarar vardır:

* AKP’nin getirmeye çalıştığı paradigmayı bir tarafa bırakırsak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut paradigması değişen ekonomik düzen ve düzenin getirdiği toplumsal yapıya uyum sağlayamamaktadır. Öte yandan mevcut paradigma özgürlükçü demokrasi anlayışından tamamen uzaktır ve içerisinde ne emekçiler ne de ezilen diğer toplum kesimleri hiçbir zaman kendilerine yer bulamamıştır. Dolayısıyla mevcut paradigmanın savunulacak hiç tarafı yoktur ve değişmesi gerekmektedir.

* Mevcut paradigmanın değişmesi kadar, yerine neyin konulacağı da son derece önemlidir. AKP’nin tasarladığı yeni paradigma belki mevcut ekonomik düzene uyumlu olacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki mevcut ekonomik düzen emek sömürüsü üzerinde ayakta durmaktadır ve buna uyumlu bir devlet yapılanmasının ne özgürlükçü demokrasi anlayışını ne de emekçilerin ve ezilenlerin sorunlarına çözüm getirmesi beklenebilir. Bu nedenle AKP’nin ya da sermayenin temsilciliğini yapan başka bir oluşumun değişim taleplerine karşı çıkılmalıdır. Eğer istenen özgürlükçü demokrasi anlayışı içerisinde halkların kardeşçe yaşadığı ve emek sömürüsünün olmadığı bir Türkiye ise; mevcut paradigmanın yerine inşa edilecek yeni paradigmanın oluşumunda emekçi sınıfın söz sahibi olması gerekir. Bunun için de diğer ezilenlerle birlikte emekçi sınıfın sermaye sınıfı karşısındaki gücünü yükseltmesine ihtiyaç vardır. Türkiye’de paradigmaların yıkılıp ve yeni paradigmaların inşa edildiği bu süreçte hiçbir sendikacının ve hiçbir emekçinin sessiz kalma lüksü yoktur(!) İşçilerin emekçilerin kendilerinin ve ülkenin geleceğine sahip çıkası için 26 Mayıs önemli bir fırsattır. 26 Mayıs’ta sadece çalışma koşulları için değil, emekçi sınıfın ve tüm ezilenlerin Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olabilmesi için de üretimden ve dayanışmadan gelen güç sonuna kadar kullanılmalıdır.

7 Mayıs 2010 Cuma

Komşunun Direnişi ve Biz…

07/05/2010

ÖZGÜRCE
Yunanistan’da yaşananlar, kapitalistler ve onun temsilcileri tarafından kaygı ve korkuyla izleniyor. Korku ve kaygıların iki nedeninden birincisi Yunanistan’dan başlayan krizin Euro bölgesi’ndeki diğer ülkelere de yayılması ve oradan da tüm dünyada kapitalist ekonomileri tehdit etmesidir. İspanya ve Portekiz ekonomileri başta olmak üzere birçok ülkeden gelen olumsuz haberler, bu kaygıları daha da artırmaktadır. Hele ki küresel krizin atlatıldığı ve kapitalizmin dimdik ayakta olduğuna dair iddialar henüz dillendirilmişken, Yunanistan’dan başlayan yeni kriz tehdidi kapitalist sistemdeki yarılamayı iyiden iyiye açığa çıkartmıştır.

Kapitalistlerin Yunanistan’da yaşananlar konusundaki diğer bir kaygısı da Yunan emekçilerin kriz karşısında kendilerine çıkartılan faturayı ödememek için başlattıkları direniştir. Aslında bu direnişin kapitalistler üzerinde yarattığı kaygı ve korku, diğerinden yani ekonomik krizin yayılmasından daha büyüktür. Zira, ekonomik krizler sermayenin karşısında güçlü bir işçi sınıfı hareketi olmadığında rahatlıkla emekçilerin ve sermaye dışındaki diğer toplum kesimlerinin sırtına yüklenebilmektedir. İşte, sistem için esas tehlike, bu yükü almak istemeyen emekçilerin direnişidir. Zira, 19. ve 20. yüzyıl işçi hareketlerinin de gösterdiği gibi, sınıf mücadeleleri içinde direnişler ülkeler arasında hızla yayılabilmektedir. Dolayısıyla Yunanistan’daki krizle birlikte başta Avrupa olmak üzere emekçi direnişlerinin de yayılması, sistemin en büyük korkusu olmaktadır.

Gerçi kapitalistler, emekçi direnişlerinin sistem üzerinde bir tehdit haline gelmesini engellemek için başta ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) olmak üzere uluslararası üst örgütler aracılığıyla sendikaları “ehlileştirerek” mücadeleden uzak yapılar haline getirmeyi önemli ölçüde başarmıştır. Yunanistan’daki direnişin diğer ülke emekçileri arasında yaygınlaşması konusunda kapitalizmin en büyük güvencesi de budur. Ancak özellikle 2000’li yıllar boyunca uygulanan neoliberal politikalar çerçevesinde, emekçilerin budanan hakları ve yoksullaşma karşısında duramayan sendikaları da sorgulanır hale getirmiştir. Birçok ülkede sorgulamanın da ötesine geçen emekçiler, sendikal yapıları mücadeleye zorlamaya başlamıştır.

Türkiye’de de emekçiler, özellikle son 2-3 yıl içerisinde sendikaların uzlaşmacılıktan mücadeleye yönelmeleri konusundaki taleplerini yükseltmektedir. TEKEL işçisinin ve onun yanında olan emekçilerin 78 günlük direnişi bunun en açık örneğidir. 2010 1 Mayıs’ı da yine birçok sendikacının düşündüğünün ötesinde bir katılımla gerçekleşmiş ve yüz binler bir ağızdan “birlik ve mücadele” çağrısı yapmıştır.

Yunanistan’da emekçilerin direnişi, Türkiye emekçilerinin -12 Eylül darbesi sayesinde- 30 yıldır katlanmak zorunda kaldıkları koşulları kabullenmedikleri içindir. Yunanistan’da yaşanan direniş başarıya ulaşır ve AB, IMF dayatmaları bertaraf edilirse, bu sınıf mücadelesi tarihinde önemli bir dönüm noktası olacaktır. Hem komşumuzdaki direniş hem de ondan bağımsız olarak Türkiye emekçilerinin artan mücadele talepleri, Türkiye’de de değişim rüzgarlarının güçlenmesine yol açacaktır. Bunun için en önemli koşul, sendikaların yeniden mücadele örgütleri haline gelmesi ve emekçilerin güvenini yeniden kazanmasıdır. 26 Mayıs bunun için önemli bir gösterge olacaktır.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

1 Mayıs’ın Ardından Sendikal Yapılar...

04.05.2010

Türkiye işçi sınıfı için İstanbul’da Taksim Meydanı’nda kutlanan 1 Mayıs, 32 yıllık bir özlemin sona ermesi bakımından son derece önemlidir. Bu konuda 1 Mayıs öncesinden bu yana pek çok görüş ve yorum yapılmıştır. Ben bunları tekrarlamak yerine 1 Mayıs 2010’un Türkiye işçi sınıfı hareketi ve sendikaların içinde bulunduğu durum üzerine gösterdiklerine değinmek istiyorum.

Türkiye 2010 yılına emek mücadeleleriyle girmiştir. Başta TEKEL olmak üzere İstanbul itfaiyesi, Esenyurt Belediyesi, Marmaray, Sinter Metal, Çemen Tekstil ve daha birçok işyerinde emekçiler ekmek kavgası vermektedir. Bu eylemlerin önemli bölümü örgütlü işyerlerinde, sendikalar aracılığıyla gerçekleştirilmekte ve bu sayede de sesleri bir ölçüde de olsa duyulabilmektedir. Oysa emek piyasasının yüzde 90-95’ini oluşturan örgütsüzlerin verdikleri ekmek kavgasında seslerini bile duyurmaları mümkün değildir. Örgütlü oldukları iş yerlerinde dahi sorunları ve mücadeleleri yönetmekte yetersiz kalan, işçilerin ihtiyaçlarına yanıt veremeyen sendikaların örgütsüz milyonların mücadelesine katkısı ise zaten beklenmemektedir(!)

TEKEL direnişi sürecinde hükümetin ve sermayenin ötesinde en çok sorgulanan, sendikaların konumu olmuştur. Başta Türk İş olmak üzere tüm işçi ve kamu emekçi konfederasyonları, görüntüde bir araya gelmişlerse de kendi varlık koşullarıyla doğrudan ilgili olan TEKEL işçilerinin mücadelesini ortaklaştırıp, büyütmemişlerdir. Bu bağlamda ne 17 Ocak mitingi ne de 4 Şubat grevi TEKEL işçisine sözde destek mesajları verilmesinin ötesine geçememiştir.

Oysa TEKEL direnişi, tüm emekçilerin taleplerini -ve dolayısıyla mücadelesini- ortaklaştırabilecek bir fırsat yaratmıştır. Belki 1980’den bu yana ilk kez yakalanan bu fırsat, özellikle konfederasyon düzeyindeki sendikal yapılar tarafından kullanıl(a)mamıştır. Böylece gerek örgütlü gerekse örgütsüz kesimlerin sendikalara yönelik olarak zaten son derece zayıflamış olan güvenleri tamamen sarsılmış ve bu güvensizlik özellikle TEKEL işçileri tarafından fiili tepkiye dönüştürülmüştür.

2010’da 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasından kaynaklanan coşkunun sendikalara yönelik tepkileri unutturacağı düşünülmüşse de böyle düşünenler yanılmıştır. Çünkü 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na sadece Taksim’de 1 Mayıs kutlamak için gelenler dışında 1 Mayıs’ı ekmek kavgasının bir parçası olarak gören emekçiler de gelmiş ve sendikalara tepkilerini açığa çıkartmışlardır. Bu tepkiler iyi midir, kötü müdür ya da tepkinin yöntemi doğru mudur yanlış mıdır? Bunlar ayrıca tartışılabilir konulardır. Ancak görünen o ki sendikal yapılara yönelik olarak ortaya çıkan tepki ve öfke giderek büyümektedir.

Bu noktada sendikal yapıların başındakilere naçizane önerim; 1 Mayıs kürsüsünde kendilerine tepki gösteren örgütlü ve örgütsüz emekçileri suçlamayı bir tarafa bırakıp, sendikal anlayışlarını sorgulamalarıdır. Zira 30 yıldır uygulanan –uzlaşmaya dayalı- sendikal politikaların emekçilerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Emekçilerin ihtiyaçlarına karşılık olacak –sınıf yönelimli- mücadele sürecini örgütleyecek ve yönlendirecek yeni bir sendikal anlayışa doğru dönüşüm zorunlu hale gelmiştir. Sendikal yapıların başındakilerin ya bu dönüşüm doğrultusunda değişmeleri ya da koltuklarını bu dönüşüme ayak uydurabilecek –sınıf mücadelesini önceleyen- kadrolara bırakmaları gerekmektedir. Aksi halde bu dönüşüm, çok daha sancılı olsa da er ya da geç emekçiler tarafından gerçekleştirilecektir(!)