29 Mart 2020 Pazar

Korona günlerinde ayrımcılık…


28 Mart 2020
Günlük yaşama dair rutinin bozulduğu, güvence olarak görülen yapıların sarsıntıya uğradığı doğal afet, savaş, ekonomik kriz, salgın hastalık gibi olağan dışı durumlarda insanlar, içinde oldukları sistemin çelişkilerini görmeye, algılamaya ve sistemi sorgulamaya başlar. Tarihsel süreç gösterir ki bir sistem sorgulanmaya başlandığında, toplum kendisini daha güvencede hissedebileceği yeni bir sistem arayışına girer. Egemenlerin bunu engellemek için ilk yaptığı, gerçekleri toplumdan gizlemek olur; yanı sıra toplumu, ırk, din, cinsiyet vb üzerinden ‘öteki’ler ve ‘ayrıcalıklı’lar olarak ayrıştırır. Olağan dışı durumlarda ‘ayrıcalıklı’lara, mevcut durumun sorumlusunun ‘öteki’ler olduğu, bu durumun olumsuz sonuçlarından ‘öteki’lere göre daha az etkilenecekleri ve hatta bunun üzerinden birtakım çıkarlar sağlayacaklarını bile düşündürtürler. Yaratılan bu kutuplaşma ortamında sistem sorgulanmaktan kurutulur; egemenler ve iktidar sahipleri de varlıklarını sürdürürler.
Koronavirüs, küresel düzeyde yaşanan, milyarlarca insanın yaşamını tehdit eden ve günlük yaşam rutinini bozan bir salgın. Pek çok ülkede kapitalizmin salgın karşısındaki acizliği sorgulanmakta bugün. Sorgulamaya ister sağlık sisteminden ister devlet ya da siyasi iktidardan başlansın ortaya çıkan gerçek değişmiyor: Gelişmişlik, kalkınma, teknolojik devrim, sanayi ötesi bilgi toplumu gibi masallarla kapitalizmin, insanlığı ve doğayı kaosa sürükleyen koca bir balon olduğu gerçeği… Tüm çabalara rağmen ne iktidar sahiplerinin beyanları ne yandaş medyanın çarpıtmaları bu tablonun görülmesini engelleyemiyor.
Ancak kapitalizmle birlikte iktidarları da sorgulananlar, alışageldikleri yöntemleri kullanmaya devam ediyor. İnsanlık için facia halini alan salgın, fırsata çevrilmek isteniyor ve bu süreç yaratılan “ayrımcılık” üzerinden yönetilmeye çalışılıyor.
Koronavirüs, savaşlar ve doğal afetlerden farklı olarak sınıf, ırk ve inanca bakmadan toplumun tümünü tehdit ediyor. Fakat sistemin dayandığı ayrımcılıkla yaratılan ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, virüs tehdidinden korunma konusunda hem ayrımcılığı derinleştiriyor hem de eşitsizlikleri arttırıyor. Örneğin servet sahipleri, ekonomik güçleri sayesinde kendi önlemlerini alırken, “kimsenin evinden çıkmaması gerektiği” cami hoparlörlerinden bile haykırılırken emekçiler, ölümüne çalışmaya zorlanıyor.
Tablo çok karanlık: Kapatılan iş yerleri, çalışanların beş parasız kapı önüne konmaları… Devletin kayıt dışı çalışan milyonlarca emekçinin yaşamını nasıl sürdüreceği konusunda bir önerisi yok. Erdoğan, 2 milyon aileye bin TL destek verileceğini söylüyor ama destek alacakların nasıl belirleneceği belli değil (Bin TL’nin bu ailelerin hangi yarasına merhem olacağı da ayrı bir muamma!). Sigortalı çalışanların durumu da farklı sayılmaz: İşsizlik sigortası ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanma koşulları öylesine ağır ki, koşullar değişmedikçe emekçilerin büyük bölümünün yararlanabilmesi mümkün değil. Hiçbir güvencesi olmayan, son derece sağlıksız koşullarda yaşama tutunmaya çalışan sığınmacıların salgından korunması ise, hükümetin gündeminde bile değil.
Korona günlerinde göz ardı edilemeyecek bir ayrımcılık da cezaevlerinde yaşanıyor. Mahkumların kendilerini salgından koruma olanağı yok, yaşamları hükümetin insafına bağlı. İktidarın ülkede salgına karşı süreci yönetmedeki zafiyeti düşünüldüğünde cezaevlerindeki durumun vahameti daha iyi anlaşılıyor. Onlar da bunun farkında olmalı ki, uzun süredir gündemde olan infaz yasası genişletilerek gündeme getirildi. Ancak düzenlemenin salgın gerekçesiyle genişletilen kısmında “uyuşturucu madde üreticileri, satıcıları; tacizciler, tecavüzcüler” de yer aldığı halde “siyasi tutuklular” bunun dışında tutuldu. Bu haliyle yasalaşırsa AKP, kendisi gibi düşünmeyenleri, bir başka ifadeyle siyasi rakiplerini koronavirüsün tehdidi altındaki cezaevlerinde adeta ölüme terk edecek. Şüphe o ki, bu durumda korkulan sonuçlar ortaya çıkacak, cezaevleri virüs nedeniyle ölüm evlerine dönüşecek! Dedik ya, şüphe!!
Korona günlerinde ayrımcılığa uğrayan başka bir kesimse yaşlılar. Yaşlılara yönelik ayrımcılık literatürde yer almakla birlikte pratikte nadiren gündeme gelir. Ama AKP, salgında aldığı pek çok akıl dışı karar yanında, 65 yaşın altı ve üstü sınırıyla, yeni bir ayrışma yaratmayı da başardı! “Sokağa çıkma yasağının bu sınırla belirlenmesi ve koronavirüsün yarattığı sonuçlar açıklanırken ölenlerin ‘yaşlı’ olduğunun özellikle vurgulanması”, 65 yaş altındakilere kendilerini ayrıcalıklı hissettirip, “ölen yaşlıların çok da problem edilmemesi gerektiği algısı”nı yarattı. Bu da “AKP salgın yönetimi zafiyetlerinden doğan ölümlerin, hiç olmazsa 65 yaş üzerindeki kısmının sorumluğundan kurtulmaya mı çalışıyor?” sorusunu akıllara getirdi elbette.
Korona günlerinin ayrımcılıklarından biri de,  salgının yarattığı kaosu fırsata dönüştürüp toplumun geniş kesimlerinin ödediği vergilerle oluşan kaynakların ve kamuya ait alanların aktarıldığı bir avuç sermayedardır. Salgın nedeniyle sosyal yaşamın durma noktasına geldiği, sokağa çıkma yasaklarının konuşulduğu bir ortamda Erdoğan’ın açıklamalarının her biri, infial yaratacak önemdedir: “Ekonomik İstikrar Kalkanı” paketinde yer alan teşvikler, maden sahalarının ihale edilerek doğanın sermaye talanına açılması ve nihayet Kanal İstanbul ihalesi…
Dünyada bir sistem sorgulamasına neden olan koronavirüs; Türkiye’de, iktidarın süreçteki akıl ve bilimden uzak yaklaşımı nedeniyle, bu sorgulamanın çok daha keskin bir biçimde yapılmasına ortam hazırlamaktadır. Bu sorgulamanın sağlıklı yapılabilmesinde ve etkili bir sonuç ortaya konabilmesinde “özellikle yaratılan ayrımcılığa karşı ne kadar ve nasıl bir arada durulabileceği”, belirleyici olacaktır.

24 Mart 2020 Salı

Korona günlerinde ‘Dehak’lar karşısında Kawa olmak!


21 Mart 2020
Erdoğan’ın koronavirüsün ekonomide yaratacağı etkilerden korunmak için neler yapılacağıyla ilgili çarşamba günü açıkladığı paketten, sadece patronların kârı ve servetinin korunmasına yönelik tedbirler çıktı. Bu tedbirlerin faturasının yine emekçinin, yoksulun sırtından karşılanacağına şüphe yok elbette! Sermaye dışındaki milyonlarca emekçi içinse “İşten sonra evinize gidip ellerinizi sabunlayın, kolonyalayın” ile “Bol bol dua edin.” nasihati dışında hiçbir şey bulunmadığı gibi, fırsattan istifade, emekçileri daha da güvencesizleştiren “esnek çalışma”yı yaygınlaştıracak düzenlemeler yer aldı pakette.
Türkiye’de koranavirüs olduğunun kabullenilmesiyle birlikte -geç de olsa alınan önlemler çerçevesinde- okullar ve toplu halde bulunulan (ibadethane, kafe, sinema vb.) sosyal faaliyet alanlarının birçoğu kapatıldı. Mecbur kalınmadıkça halkın evden çıkmaması istendi. Israrla “Aman evde oturun(!)” uyarıları yapıldı. Bu uyarılar elbette doğruydu! Ancak Erdoğan’ın açıklamaları ve hükümetin icraatlarına bakınca bu uyarının “çelişkili” olduğu net bir şekilde görüldü. Yani önlem adı altında getirilenlere bakıldığında; kimi önemli durumlar, sermayenin çıkarlarıyla çeliştiği noktada yok sayılıyor; toplumun sağlığından çok sermayenin korunması amaçlanıyordu.
Sermayenin kâr alanları, “üretim, finans ve ticaret” virüs önlemlerinin dışında tutuldu örneğin. Ticaretin kalbi haline gelen ve 500 bini aşan emekçinin çalıştığı AVM’ler, kapatılması zorunlu sosyal alanlar dışında bırakıldı. Finans sektörü sekteye uğramasın diye olsa gerek, 190 bin civarında çalışanın olduğu bankalar, faaliyetini sürdürdü. Sermayenin kârının kaynağı olan ve milyonlarca emekçinin çalıştığı fabrikalar, atölyeler, inşaatlar, madenler vs. de hiçbir şey yokmuş gibi üretime devam edildi.
Bu durumda da sormak elzem oldu: AVM, banka, fabrika, atölye gibi halen faaliyetini sürdüren yerlerde çalışan emekçiler ile yeterli koruyucu donanıma sahip olmayan sağlık emekçileri ve onlarla temas edenler, koranavirüs nedeniyle hastalanır; yaşamını kaybeder ve daha da vahimi, bu durum kitlesel bir hal alırsa, hükümet bunun hesabını nasıl verecek? Her zaman yaptıkları gibi, iş kazası, meslek hastalığı mı diyecekler ya da “kader” diyerek geçiştirecekler mi? Siyasi iktidar ve patronlar “sorumluluğu üzerinden atacak” hangi cevabı verir, bilemem. Ama sermayenin kârına zeval gelmesin diye “ölümün koronadan mı, işsizliğin yaratacağı sefaletten mi geleceği” ikileminde bırakılan emekçiler ve onların yayacağı virüs nedeniyle yaşamını yitirenler olduğunda bunun adı şüphe yok ki “cinayet” olacaktır.
Bugün Newroz! Doğanın yeniden canlandığı, toprağın baharı çağırdığı gün. Aynı zamanda Mezopotamya mitolojisinde, halka eziyet eden zalim Dehak’a karşı Demirci Kawa’nın, Yunan mitolojisinde zalim Zeus’a karşı Prometheus’un verdiği özgürlük mücadelesi sonucunda elde ettiği zaferle simgeleşen ateşin yakıldığı, yani zalimin zulmüne son verildiği gün.
Mitolojideki Dehaklar, Zeuslar bugün de sömürülen, ötekileştirilen insanların teriyle kanıyla beslenmekte; insanlığa olmadık haksızlığı, zulmü yapmakta. O halde Demirci Kawa’nın, Dehak’ın zulmünü bitirdiğini göstermek için yaktığı ateşle Prometheus’un insanlığı aydınlatmak, özgürleştirmek için Zeus’tan çaldığı ateş bugün de canlandırılmalı, yaşatılmalı!
Koronavirüs nedeniyle ertelenen Newroz kutlamalarını HDP’nin işçi sınıfının uluslararası birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs’la birleştirme kararı, ateşin alevini daha da harlayacak, özgürlük mücadelesini güçlendirecek isabetli bir karardır. Umarız, 1 Mayıs’a kadar koronavirüs tehdidi ortadan kalkar ve pandemiye dönen bu tehlikeli zamanda bile kâr hanelerine zeval gelmesin diye uğraşan Dehaklara, Zeuslara karşı; Demirci Kawalar, Prometheuslar bütün Newrozlarda, 1 Mayıs alanlarında ve her yerde birleşir!

16 Mart 2020 Pazartesi

Koronayla imtihan…


14 Mart 2020
Koronavirüs sebebiyle Türkiye’de müesses nizamın hali pür melali, bir kez daha gözler önüne serildi. 2019’un son günlerinde Çin’de ortaya çıkan virüsün hızla yayıldığı haberlerine karşın Türkiye bu salgını uzun süre görmezden geldi, umursamadı. Salgın haberleri çoğalınca ve komşular dahil, onlarca ülkede virüsün tespit edilmesiyle kaygılar da artmaya başladı. Ancak hükümet birçok konuda yaptığı gibi “inkar” yoluna gitti. Hatta, gerçekleri çarpıtıp toplumdan saklama alışkanlığıyla olsa gerek, Emniyet Müdürlüğü “koronavirüsün Türkiye’de görüldüğü ile ilgili haber paylaşanlar” hakkında işlem başlatılacağını bile duyurdu.
Emniyet Müdürlüğü’nün bu duyurusunun ardından İstanbul Tabip Odası’nın yaptığı “Yoksa Koronavirüsleri de mi Tutuklayacaksınız?” başlıklı bildirisinde belirttiği gibi hükümet, tüm dünyayı saran salgın bir hastalıkla mücadeleyi Sağlık Bakanlığı yerine İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne havale edecek kadar akıl tutulması yaşıyordu. Neticede baskılar ve tehditler virüs haberlerinin paylaşılmasını engellese de, virüsün Türkiye’ye girmesini engelleyemedi. Hükümetin hak, hukuk, adalet arayışında olan herkesi susturmak için kullandığı yöntem, koronavirüse işlemedi. Görmezden gelme, inkar, baskı, tehdit sonuç vermeyince ansızın (nedense bir gece yarısı) Sağlık Bakanı, virüsün Türkiye’de de görüldüğünü resmen kabul etti.
Bu açıklamanın ardından Erdoğan, “Hiçbir virüs bizim tedbirlerimizden güçlü değildir!!” dediyse de, diğer birçok ülkede haftalar önce başlayan kimi önlemlerin alınmasına ancak devlet katındaki bu resmi kabullenmenin ardından başlanabildi. Bu çerçevede konferanslar, fuarlar, kongreler ardı ardına iptal edilirken, başta kamu çalışanları için olmak üzere yurt dışına çıkışlara ve yurt dışından gelişlere birtakım tahditler konuldu. Nihayet MEB ve YÖK de okullarda ve üniversitelerde eğitime ara verme kararı aldı.
Sağlık Bakanı’nın açıklamasına göre 85 milyonluk Türkiye’de sadece bir kişide (hangi ilde olduğu bilgisi verilmedi) koronavirüs belirlenmişti. Toplumda infial yaratmaması için kamu görevlilerinin kimi konularda temkinli beyan vermesi ve belki bazı bilgileri açıklamaması doğal görülebilir. Ancak gerçekleri gizlemekle, “temkinli ve sınırlı açıklamalarda bulunma”yı birbirine karıştırmamak gerekir. Zira toplum gerçeklerin kendisinden gizlendiğini düşünürse infial çok daha büyük olur. Hele söz konusu olan, hızla yayılan ölümcül bir virüs ise.
Hükümetin virüs salgını konusunda güven vermeyen tavrı, toplumun bir kesimini gereksiz yere paniğe sürüklerken, diğer kesimin ise tehlikeli bir rehavet haline bürünmesine neden oldu. Umalım bu durum toplum sağlığı için sonuçları ağır olacak bir tabloyu ortaya çıkarmasın.
Koranavirüs Türkiye’de sadece hükümetin zaafiyetini açığa çıkarmadı; yanı sıra 1980’lerden bu yana uygulanan AKP’nin de benimsediği ve gerçekleşmesinde önemli rol oynadığı sağlıkta piyasalaşma politikalarının sonuçlarını da ortaya döktü. Devlet, toplum sağlığını tehdit eden tehlikeli bir salgın durumunda bile yapması gerekenleri artık yapmıyor/yapamıyor.
Uzmanlara göre virüsün yayılmasını engellemek için en etkili önlem: HİJYEN. Bunun için de sabun, kolonya, maske, dezenfektan gibi maliyeti düşük sayılabilecek bir takım gereksinmeler yeterli. Bu durumda devlete ve yerel yönetimlere düşen, “kamusal alanda gerekli hijyenin sağlanması, kişisel hijyen için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli ürünlerin bunlara ulaşamayacak kesimlere devlet eliyle ulaştırılması”dır. Gelin görün ki sağlık, piyasanın kâr alanı haline öylesine dönüşmüş ki devletin gerekli ürünleri topluma kamusal görevi icabı ulaştırması bir tarafa; kimi “girişimci”ler, savaşı, depremi ve tüm doğal afetleri fırsata çevirdikleri gibi virüs salgınını da fırsata çevirmeye çalışıyor. Salgının önlenmesi için gereken ürünler karaborsaya düşüyor, fiyatları 8-10 kat artıyor. Böylece kimileri, geliri bu ürünleri almaya yeterli olduğu halde bulamadıkları için alamıyor, kimileriyse fahiş fiyatlarından dolayı bunlardan yoksun kalıyor. Daha da vahimi, sağlık sigortası olmayan ya da ödeyeceği katkı payının getireceği yükten kaçınan pek çok kişinin, rahatsız olduğu halde sağlık kurumlarına başvuramaması hali.
Sonuç olarak karaborsaya düşmüş hijyen ürünlerini satın alabilen kullanıyor; alamayan kullanamıyor. Sağlık güvencesi olana teşhis konuyor, tedavisi yapılıyor; olmayan taşıdığı virüsten habersiz toplum içine karışıyor. İşte bu noktada doğanın ilahi adaleti(!) devreye giriyor. Zira kişisel olarak ne kadar önlem alınırsa alınsın, koronavirüsten sakınacak önlemleri alamayan, hastalığı olup teşhis ve tedavi için bir sağlık kurumuna gidemeyenlerin taşıdığı virüs, zengin-fakir ayrımı yapmadan tüm toplumu zehirli bir sarmaşık gibi sarmaya başlıyor.

13 Mart 2020 Cuma

İnsanlık barbarlığa sürükleniyor!


7 Mart 2020
Yarın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü.” 1857’de New York’ta greve giden 120 dokuma işçisi kadının polis saldırısı üzerine kendilerini kapattıkları fabrikada yakılarak öldürüldüğü gündür 8 Mart. Bu olaydan 53 yıl sonra, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve arkadaşlarının önerisiyle o katliam gününün, Dünya Kadınlar Günü olarak anılması oy birliğiyle kabul edilmişti. 110 yıldır da gezegenin her yerinde kadınlar, 8 Martlarda; emek sömürüsü üzerinden kendisini var eden ve bunu yaparken erkek egemen kültürü besleyen kapitalizmde, ayrımcılığa uğrayarak ayrıca sömürüldüklerini dillendirir ve bu sömürüye karşı mücadelede kararlılıklarını gösterir. Fabrikada, okulda, hastanede, bankada, tarlada ya da evinde… ezilen, sömürülen tüm kadın emekçilerin Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!
Ülkelerindeki savaş nedeniyle, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalanların bebek, çocuk, kadın, erkek denmeden sınıra sürülmeleriyle yaşanan insanlık dışı görüntüler; sosyalizmin ve kadın hareketinin önemli ismi, Rosa Luxemburg’un “Ya sosyalizm ya barbarlık!” sözünü bir kez daha anımsattı. Rosa, son zamanlarda sıkça andığımız bu sözü 1915’te hapishanede hazırladığı savaş karşıtı bir broşürde kullanmıştı. Sosyalizm gerçekleşmezse kapitalizmin, medeniyetin sonunu getirip insanlığı barbarlığa sürükleyeceği konusunda tüm insanlığı özellikle de savaşa destek veren Alman Sosyal Demokrat Parti yönetimini uyarıyordu. Tarihler o esnada, dünyada ilk topyekun savaş olan I. Dünya Savaşı’nın içinde olunduğunu gösteriyordu.
Bu uyarı maalesef ne o dönemde ne de sonrasında dikkate alındı. Sosyal demokrat partiler, pek çok zaman kapitalist sömürünün ve emperyalist savaşların suç ortağı oldu. Avrupa’yı sarmalayan Faşizm ve Nazizm, kapitalizmin vahşi yüzünü en çirkin biçimiyle görünür hale getirdi. Emperyalist ülkelerin daha önce sömürgeleştirdiği ülkelerde gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamlar, “medeniyetin beşiği(!)” Avrupa’nın göbeğinde yaşandı. R. Luxemburg’un öngörüsü gerçekleşti, kapitalizmle uzlaşarak, sosyalizmden uzaklaşıldıkça insanlıktan da uzaklaşıldı. 17 Ekim Devrimi’yle sosyalizmin yaşam bulduğu Sovyetler Birliği, Nazileri yenerek Avrupa’yı hem yaklaşık 50 milyon insanın yaşamına mal olan II. Dünya Savaşı’ndan hem de faşizm ve Nazizmden kurtardı. Savaş sonrasında yeniden yapılanan dünyada kapitalizm, giderek güçlenen sosyalist blok karşısında sosyal ve insani bir görünüme bürünmek zorunda kaldı.
Örneğin ikinci savaş sonrasında 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile hangi ırktan, cinsiyetten, milletten, dinden, mezhepten olursa olsun tüm insanların eşit haklara sahip olduğu ve herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma hakkı bulunduğu kabul edildi. Ancak “işçi sınıfı hareketlerinin ve Doğu Bloku’nun zayıflaması ve kapitalizmin 60’lı yılların sonunda içine düştüğü krizi aşmak için ucuz emek, hammadde ve pazar alanlarına yönelmek üzere benimsediği küreselleşme süreci” gibi nedenlerle genel olarak insan haklarında, beraberinde sığınmacı ve mülteci haklarında geri adımlar atılmaya başlandı.
1980’lerden itibaren özellikle Ortadoğu, Güney Amerika, Afrika ve Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan bölgesel savaşlar, ekonomik ve siyasi krizler; göçü ve sığınmacılığı uluslararası alanda temel sorunların ilk sıralarına taşırken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve buna dayanarak oluşan uluslararası hukuksa işlevsiz hale geldi.
Bugün artık tek kutuplu dünyada kapitalizmin karar alıcıları, bütün gidişatı kendi çıkarlarına göre belirlemekte. Bu gidişat hemen hemen tüm dünyanın kılcal damarlarına kadar her şeyi etkilerken, siyasi iktidarları “insanlık tarihi boyunca edinilen ve 1948’deki Beyanname ile ifadesini bulan hukukun, demokrasinin, insan haklarının evrensel değerleri”ne saygılı olmaya zorlayacak hiçbir mekanizma yok artık. Bu değerlerin beşiği olarak kabul edilen ülkelerin oluşturduğu AB bile konu mülteciler ve sığınmacılar olunca, ne hukuk tanımakta ne insan hakları.
“Hukuk, demokrasi, insan hakları koruyuculuğu” ortadan kalkınca insanlık kayboluyor, faşizm tüm çirkinliğiyle yine sahneye çıkıyor. Sadece devletler, siyasi iktidar sahipleri değil, insanlıktan uzaklaşan. Halkın büyük bölümü de ırkçı propagandalarla kendisini ayrıcalıklı görerek zalimleşiyor, ötekileştirdiği hiç kimseye yaşam hakkı tanımıyor. Ve tarihten hiç ders çıkarmadan insanlığın bittiği, Rosa Luxemburg’un “barbarlık” dediği yere hızla sürükleniyor. Bu sürüklenişi durdurmak için insani değerlerini halen koruyanların, zaman geçirmeden bir araya gelmesi ve barbarlığa karşı mücadeleye yönelmesi gerekiyor.

3 Mart 2020 Salı

AKP gittiğinde…


29 Şubat 2020
Kılıçdaroğlu MYK toplantısında“Çok yakın zamanda iktidar olacağız. Tabanımız buna hazırlıklı olmalı” açıklaması yaptı. Bir parti başkanının parti örgütüne ve seçmenlerine (taban derken bunları kastediyor sanırım) iktidara geleceklerini böyle haber vermesi, müjdelemesi garip değil mi?

Gündemin karmaşası içinde üzerinde pek durulmadı ama bu açıklamayı yapan parti başkanına “İktidara geleceğinizi, halkın içinde olan, yerellerde partinizin eli, kolu, kulağı olan, seçim çalışmalarınızı yürüten parti mensuplarınız bile bilmiyorsa, kapalı kapılar ardında hangi güçlerle nasıl bir pazarlık yaptınız da böyle bir bilgiye ulaştınız?” diye sormak gerekmez mi? Öyle ya CHP’nin yakın zamanda iktidara geleceğini örgüt ve seçmenleri genel başkandan öğreniyorsa bundan, iktidara halk iradesiyle gelinmeyeceği anlamı çıkmaz mı?
AKP iktidarından illallah etmiş birçok kişi, “Aman sen de! Bunu mu sorgulayacağız, AKP gitsin de nasıl giderse gitsin!” diyebilir. Belki “AKP de zaten 2002’de ve daha sonra kapalı kapılar ardında bir takım güçlerle yapılan pazarlıklarla iktidara gelmedi mi? Nasıl geldiyse öyle gitsin” diyenler de olacaktır. 18 yılda toplumda yarattığı ekonomik ve sosyal çöküntü ile inşa ettiği totaliter rejim düşünüldüğünde bu tepkiler haklı imiş gibi görünebilir. Ancak demokratik mekanizmaların işlemediği, halk iradesinin yok sayıldığı koşullarda; AKP’yi iktidara getiren ve onu yönlendiren güçler, bu kez başka isimdeki parti ya da partiler koalisyonuyla kendi çıkarlarına hizmet edecek yeni bir iktidarı oluşturacaktır. Hal böyle olduğunda AKP’nin iktidardan uzaklaşması dışında değişen ne olacaktır?
Unutmamalı ki (Demirel’in deyişiyle) iki yanlış bir doğru etmez. AKP gider belki ama hak, hukuk, adalet, halklar arasında barış, demokrasi gibi özlemini duyduğumuz değerlere hasretimiz devam eder.
Dolayısıyla tabanına iktidarı müjdeleyen Kılıçdaroğlu’nun CHP’si başta olmak üzere -tek başına iktidar olamayacağına göre- muhtemel koalisyon ortaklarının da toplumun sorunlarına çözüm olacak alternatif politikaları ortaya koyması ve iktidara kimin geleceğinin, halk iradesiyle belirlenmesi gerekir.
Örneğin, CHP ve onun muhtemel iktidar ortaklarından(!), “AKP’nin 18 yıllık iktidarının büyük bölümünde başrolü paylaşmış, AKP’nin yarattığı sorunların önemli bölümünde sorumluluğu olan aktörlerden Babacan’ın kurması beklenen partinin ve Davutoğlu’nun partisinin”, toplumu intiharlara sürükleyen sosyal eşitsizlikler, yoksulluk, işsizlik vs sorunlara yönelik alternatif çözüm önerileri var mıdır? Yoksa AKP’nin iktidarının ilk gününden bu yana uyguladığı ve toplumsal sorunların nedeni olan IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kapitalist kurumların politikalarını uygulamaya, bir avuç sermayedarın çıkarlarını savunmaya devam mı edeceklerdir?
Örneğin, geçen hafta gündeme gelen emeklilerin bayram ikramiyelerinin kaldırılması, aylıklardan kesinti yapılması ve sağlık harcamalarına katkı payının arttırılması konusunda iktidar adayı partilerin görüşü nedir? Gerçi SGK hafta içinde bu konuda bir çalışma yapılmadığını açıkladı. Ancak AKP’nin ve onun içinden çıkan siyasi yapılar ile 18 yıldır bir alternatif üretemediği için, doğrudan ortak olmasa da AKP’nin ekonomik ve sosyal politikalarına ortaklık eden CHP’nin aynı politikaları sürdürmesi halinde, zaten tırpanlanmış olan sosyal güvenlik hakkı er ya da geç ortadan kaldırılacaktır. Eğer AKP’den farklı düşünüyorlarsa CHP, Babacan’ın partisi, Davutoğlu’nun partisi, Cumhur ittifakında yer almayan İYİ Parti ve diğerlerinin, “emeklilikte yaşa takılanlar da dahil olmak üzere sosyal güvenlik sistemi konusunda ve tabi eğitimden sağlığa, dış politikadan toplumsal barışın sağlanmasına kadar” tüm alanlarda, AKP’ninkine alternatif olacak politikalarını ortaya koymaları gerekir.
Bu beklenti, iktidara talip olan tüm partiler gibi HDP için de geçerlidir elbette. Hafta sonu yapılan 4. Kongre’de tüm baskılara, siyasal dışlama girişimlerine karşın HDP’ye yönelik toplumsal desteğin sürdüğü güçlü biçimde ortaya konuldu. HDP, kimilerini kıskandıran ve hedef göstermelerine neden olan Kongre’de, barış ve demokrasi mücadelesinin olduğu kadar Türkiye siyasetinin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu bir kez daha kanıtladı. Şimdi HDP’nin yapması gereken, toplumun sorunlarına bir an önce çözüm üretip, alternatif politikalarını topluma sunmasıdır.